
Dünyanın bilinci, tarihin karanlık ideolojisi değilse nedir?
Ruh sağlığı yerinde olan bir insanın, hayatın sonunda coşkuyla ayağa kalkıp "Da capo!" (yeniden başla) diye bağırabilecek gücünün olması gerektiğini söyler Nietzsche. Bu coğrafya bize öğretmiştir ki yenilmiş, acı çekmiş olsa da bu gücü bulan insan gerçek insandır. Hayat, her insanın kişisel tarihinde hiç olmazsa bir kere de olsa bir zaferle taçlandırılmayı umut ederek yaşamasıdır belki de ..
Ödev terimini tarihte ilk kullanan kişinin filozof Zenon olduğu söylenir. Toplumun idaresinin filozoflar tarafından gerçekleşmesi Platon'un hayalidir. Kurtarıcıların "ödev" hanesine yazılan bu görev tanımı, insanlık tarihini bütünüyle değiştiren mesihçi bir anlayıştır. Hiyerarşi yaratılır, bilinç yaralanır. O günden sonra siyaset bilimi Platon'un mirasını yüklenir. Kral olmak isteyen filozoflar, teoriyi, temsili sistemin kurucu güç aygıtına dönüştürürler. İnsanlar ta baştan beri kavramlarla öğrenmişlerdir. Şiddet, aydınlanmış aklın bir hakkı, hakkın bir unsurudur. O günden itibaren asil kan, soylu bilgiyle müteffiktir. Platon, çöken her toplumu yaşlanmaya bağlı bir çürüme, organik anomali olarak okur. Aynen tarihsellik gibi bu, toplumun doğasına ait kaçınılmaz bir süreçtir. İşin bölüşümüyle ortaya çıkan çelişkilerin diyalektikle mayalanması, yeni görevler yeşertir. "Bizim devleti kurarken ta en başta herkese bir ödev vermiştik. İşte bu ödev, doğruluğun ta kendisidir" dediği Sokratik diyaloglarda, "filozof kralların hükmedeceği ve herkesin çalışacağı böyle bir devleti kurmanın mümkün olacağını kanıtlayamazsak eğer söylediklerimizin değeri azalır mı?" diye sorar. "Devlet, akıllı olmasını kendini yöneten küçük bir topluluğun bilgisine borçludur. Bilgelik diyebileceğimiz bilgi de budur." (Platon, Devlet psj. 429a) Bozulmaya karşı bu tasavvurun kurguladığı filozoflar hiyerarşisi, kadrocu anlayışı doğuran inşa ve çatışmanın itici gücüdür. Kurtarıcı kadroları olmayan güruhla, diyalektiği kullanan bilgeler arasında terminolojiyle başlayan bir uçurum açılır. Devamındaki her metin, verili bir bağlamı sürdürür. Teoride yaratılan metafor, moderniteyle birlikte bir ucube doğuran doğaüstü bir fenomene dönüşür. Zor kullanmaya dayalı tüm otorite biçimleri çoğunlukla gerçek bir zenginlikten çok imtiyaz ve şiddetle desteklenirler. Havariyuna duyulan inancın pratiklerini de dahil ettiğimizde, hepsi için "bunlar en nihayetinde yönetim biçimleri arasındaki kavramsal ayrımlardır" da denilebilir. Siyasetin biliminde, meşrulukla otoriteyi kullanım hakkı arasındaki kurulan bağ olgularda sanılır; ancak başarı, sürece dahil olan aktörlerin ima ve ikna gücündedir. Bireyselliğin üretimindeki diyalektik süreci ve kolektif aklı görmemize rağmen emredici hükmün beyanı olarak öneriler, sanki modern dünyada tarihe direnenlere yönelik bir hayatta kalma stratejisi olarak pazarlanır. Dil hep müphem, eski olan yeni, arkaik olan artık moderndir. Tasarımın göbeğindeki "mağara metaforu" bir kültürün müstakil dilini tüm yaşantılara köprüleyen ortak imgedir. İmgelerin esaretindeki fenomenal davranışlar kolektif yaşantıları, müşterek kabuller yönetime dair agrandize edilmiş algıları oluşturur. İnsanların bilinç haritalarından önce tahayyülleri şekillenir. İçeriği metodolojik kuşkuyla karşıladığımızda bile ortaya çıkan dram, temsilin ağırlığıyla gerçekliğin çöküşüne zemin hazırlar. Spekülatif felsefenin sadece imgelerden hareketle kurguladığı düşünce, toplumun ve tarihin diyalektik yasalarından elde edilmediği halde, topluma ve tarihe şizoid bir saplantıyla uygulanmak istenir. Totaliter ideolojinin özür beyanı, "sınıf" bilincinin inşasıyla birlikte tarihsel bir çatlak yaratır; seçkin özürlüler tarikatının kemikleşen stratejisi, halka rağmen halkı ikna etme eyleminin çukurunda inkişaf eder. Epistemolojik karanlığın kokusunu alanlar, kendilerine yabancı olmayan bu suça bulaştıklarını bilirler.
Amir şart yüklenicilerin sorumluluğudur. Karşılıklı iletişimin yarattığı adil bir dengede değil, idari mekanizmanın başında hakikati arayan bilgelerin neden olduğu entropi içinde kitleler denekleştirilirler. Üretim biçimlerinin ortasında vekâlet savaşları şekillenir. Despota dönüşen kadrolar, müşterek hayata dair bambaşka olasılıkların imkanını ve diğer olasılıklara geçişin yollarını kapatırlar. Fransız devriminden itibaren tüm teoriler, dar kadro anlayışıyla platonik öze geri dönerler. 1968 hareketi, öncelikle geçmişin ezberlerini sorgulayan bir kültür devrimidir.
İnsan, fenomenleri yarattıkça onlar tarafından yaratılan hayatta kendine yeniden yer ve anlam bulur, olguyu kavrayış biçimine göre tahayyülleriyle yargıda bulunur. Ancak varoluş bir ontolojik sorun olduğu müddetçe tüm özgürleştirme iddiasındaki projeler gibi düşüncelerimize emrivakilerle giren buyurucu ideolojiler de pervasızca köle/efendi diyalektiğini sürdürmek durumundadırlar. Akşam alacasında filozofun zihinine düşen görüntü, temenniden öte bir sömürüsüz üretim tarzı ve kitlesel yönetim biçimlerini canlandıramamıştır.
İktidar aritmetiği, her şartta topluma gereksinim duyar. Ancak toplum olmanın mübadele biçiminden doğan hasar ve yanılsamalar, teknik problemlere indirgenir. İktidarın doğasını sorgulayan faydacılık kuramalarını ararken, doğasının şiddetine maruz kalan kuramsızlıklarla karşılaşmak da tarihe has bir trajedidir. Oysa ne mülkiyeti doğuran disiplin, ne de birikim doğal hayatın bir talebi değildir. Toplum olma sürecinde insan, başkaları lehine kendi özgürlük alanına ilk andan itibaren zaten yabancılaşmıştır. Buna karşı bugün hafızalara kazınmış zaferler gibi hatırlanan kuralsızlıklar, istisnai oluşumlardır. Paris'te başlayan süreçte gençler, normların yönlendiriciliği kadar temsili olguları da olumsuzlamışlardır. Oysa öğretiler her zaman üretken olan sınıfın değişim arzusunu diğer bir deyişle aklın diyalektik yürüyüşünü gözler önüne sermektedirler. Marks'ın, "filozoflar bugüne kadar sadece dünyayı yorumladılar, önemli olan onu değiştirmektir" demesinden asırlar önce Çiçero "felsefe yapmak, nasıl ölüneceğini öğrenmektir" diyordu. Kendi ruhlarını, bütün ruhların ölçüsü yaptıklarında bile her bir anlatıda rasyonel olan ussaldır, ussal olan rasyonel. Felsefe, negatif bir konumda adaletsizliğin yeterince korkutucu olmadığını düşündüğünde ütopik metaforlarla sancılı hayaller üretir. Yazılımdaki kavramsal içerikler, bilinçaltı kışkırtılırken riayet ettiğimiz metafizik inceliklerdir. Bugünden feragat edenlere mitoslarının eşlik ettiği destanlar yazılır. Katersis etkisiyle kıtalar üzerinde dolaşan hayaletlerin öyküleri anlatılır, üretici kuvvetler arasındaki ayrılığı pekiştiren sözcüklerle rekabet yaratılır. Emeği, sermayeye dönüştürdükten sonra hasatı koruyuculara, sürüyü çobanlara emanet etmek düşünen aklın en büyük hilesidir. Dionysoscu şenliklerde, kurumsal karnavallarda ya da Shakespeare'in dramalarında Goethe'nin tragedyalarında; hepsinde bireyin özgürlükler retoriği, zorunluluklar diyalektiğince maskelenir. Hegemonik ideolojiler modern ütopyalarla, en iç acıtıcı karanlıklar, aydınlık metaforlarıyla simgeleştirilirler. Adalet, eşitlik gibi hayati ögeler yaşamdan çıkmasına rağmen modern zamanlardaki distopyaların karakterine uygun olarak yaşama eklenemezler. İçleri boşaltılır ve sembolleşirler.
Christiaan Huygens'in, 1659'da Çarpışan Cisimlerin Hareketi'nde ifade ettiği gibi "Hareket halinde olan herhangi bir cisim engellenmedikçe daima aynı hızda ve düzgün bir doğruda hareket etmeye devam eder" yasası politik bir öngörüdür. Sosyal bütünleşmenin iktisadi perspektifi, fenomenolojinin tarihsel bakışını tamamlar. Öznellik, evrensellikle ilintilendirilirse de şeyleşme, imalat toplumunun unsuru olan hiçbir bireyi dışarıda bırakmaz. Hatalar, üretim bandında katlanır; aynı çizgide birbirinden farklı renklere bürünür.
Göksel krallıklarla yeryüzü efendileri, değişimi gerçekleştirecek yaşama talebinde de, mistifikasyonla derinleştirilen ölme isteğinde de gücü olanın haklı olduğu sırrını aralarında paylaşmışlardır. Ütopyanın vaadi, öznellikler ve özgürlükler değil çarpışmaların şiddetiyle sermayenin hareketini çoğaltan, tüketicisinin enerjisini boşaltan refah cennetidir. Maskelenmiş arzunun distopik hezeyanları en başından beri üretim dünyasının kaderidir. Amor fati..
Fetişizmden kurtulabilecek bir dünyanın organik olanakları mevcuttur. Ne var ki gözardı edildiğinde ekonomi denilen örgütlenme bireylerin hayalgücünü obsesyona uğratır. İnsanlar, toprak ekildiğinden beri üretim ilişkilerinin failleridirler. Yusuf'un hikayesindedir, münzeviler kastındadır, toplumsal sözleşmelere sirayet eden fragmanlardadır. Yasanın kökeninde mahfuz bulanan kurumlaşma biçimleri Eski Ahit anlatısından türer. Mülkiyetin doğuşuyla yöneticilere verilen tanrısal imtiyazları ilk olarak Mısır'dan çıkışta görürüz. Musa, Midyan kahini Yetro'nun önerisiyle kendinde olan iktidarın bir kısmını vekillere terkeder. Daha sonraya tarihleyebileceğimiz "musalar", antik kültürde "ilham vericiler" olarak geçer. Mitolojik öge, suçlanan ve cezalandırılanlar nedamet getirirlerken daima geri planda kendini gösterir. Yasanın hükmüyle toplum topluma karşı, üstüne düşürülen gölgenin dehşetiyle korunur. Sivil anlatıda bunun karşılığı Platon'un Devlet idealidir. "Dünyanın göbeğinde oturan Tanrı, hiç şüphesiz atalarımıza ve bütün insanlara yol gösterir." Biriken güç, zor'a imkan tanır.
İnsanların imkanlarında mevcut olan bir gücün ilahileştirilmesiyle ideolojik aygıtın elindeki panoptik bir gözün herkesi izlemesi, dışarıdan bakışın tehdit edici bir konumda toplumun üzerine yerleştirilmesi sadece felsefede değil, yönetenlerin hukukunu formülleştiren tüm karşıt görüşteki yasalar üzerinde de sıtmaya benzer bir etki yapmıştır.
Bilir ki "Yalan, devlet gemisini batırabilecek bir fırtınadır (..) Bütün gücümle, bütün çarelere başvurup doğrunun yardımına koşmazsam günah ederim." Aldığı önlemlerin doğurduğu sonuçlar; parçalara ayırmadan kümülatif mahiyeti, total ağırlığı, sayıları, istatistiki verileriyle kümeyi korumak endişesidir. Seçilmişlerin rituelleriyle bulanık olan kesinleştirilir. Birliğin yasa, ceza ve disiplin olduğunu inayetin bilgeleri açıkça beyan eder.. Musa, sayım ile gayesini olumlar. Sayılar'da eylemin nihai durumu elevermesi gibi toplum, rakamlardan ibaret normlarla birbirine bağlanan yekpare bir bütündür. Sürü en yüksek yetkinliğe ulaşırken kalabalıkları ajite eden imgeler, bulundukları maddi dünyayı filtreler; hüküm ertelenirken müeyyideler görselleştirilir. Çehreleri değiştiren, belirsizlikleri belirleyen aldatmalar son derece rahatsızlık veren emir ve talimatlara kapı aralar. Sokrates, bekçilerin, sürüyü belirsizliklerden korumaları için sadece yöneticilerin bildiği sırrı saklayacak düzenlemelerin gerektiğini savunur. Burada iktidarın çekirdeğine gömülü olan teorik kodlamanın, misyonerlerden farksız bir ricalin varlığına yönelik pek de hayırla yâd edilemeyecek olan felsefi paradigmaları biteviye üretebildiğini görürüz. Otoriter didaktizmin tarihi yeni, geçmişi eskidir. Platon'daki gibi "Kusursuz bir Devlet portresi çizmek" (472e) düşüncesindeki piramidî kastın mottosu Saint Simon'un Le Globe'unun alt başlığı gibi özetle, herkesin gücü yettiğince ve iyiliği içindir. Kusursuzluğun tamamlayıcısı otoriteryen hoşgörüsüzlüğün didaktik öğretisine rağmen 1871'ler, 1968'ler bize göstermiştir ki "efendisiz yönetim" denildiğinde geçmişin filozofları hükümsüzdürler; kahredici zamanın yücelik mertebesinden alaşağı edilebilirler. İstisnasız hepsi kadavradır. "Tarih, uyanmaya çalıştığım bir kâbustur" der James Joyce.
Delilik, ruhun, bedenden fazla toplum denilen kafesten firar etme girişimidir. Psikiyatrik sendromlar, toplumun hastalıklarından bağımsız sadece şahsi vakalar değillerdir. Şenlikli bir karnavalı başlatan Paris gençlerinin temel özelliği şartsız ve yargısız insani duyarlılıklarıydı. Humaniterler olarak adlandırıldılar. Hayatı severek yücelttiler, her türlü buyruğu, buyurucu paradoksu ve otoriterliği tepkiyle karşıladılar, özgürlük idealini delice bir tutkuyla savundular. Marks, Kapital'e Ek s. 86'da dediği gibi "özgül kapitalist üretim tarzı, yalnızca üretimin çeşitli etmenlerinin durumunu dönüştürmekle kalmaz, aynı zamanda onların fiili emek tarzını ve emek sürecinin gerçek niteliğini bir bütün olarak devrimleştirir." Ancak böyle bir "devrimleştirme" süreci, başkaldıran öznenin beklentileriyle bütünleşecek bir siyasi oluşumla karşılaşamazsa güven ve karşılıklı yardımlaşma etiğini hafıza kaybına uğratır. Hiyerarşiyi tarihe gömebilecek nedenleri anlamak ıstıraplı olduğu için sonuçları yönetmeye çalışmak ekonomipolitiğin izini sürenler için talihsiz bir hayatta kalma stratejisi olmuştur.
Platon, "felsefenin uğradığı en ağır saldırılar filozof geçinenlerden gelir" dedikten birkaç sayfa sonra cümleyi tamamlar: İyi dediğimiz şeyi kesinlikle bilmiyoruz ..
Yararlılık gösterenlere kadınlarla daha fazla yatma hakkı tanınmalı ve onlardan daha fazla döl alınmalıdır. (Platon. D. 460a) Çağrı, arzudaki freudyen bakışın aksine bir eksikliğe bağlı olmadan doğrudan doğruya üretim fikriyle ilintilidir. Gerçek sadece toplumsaldır ve birlikte varoluştan sonrasına ait maskeyi kişilerde düşürmek anlamsızdır. Çünkü toplum olduktan sonra maskeler ardına saklanan kafalar, şahsi bir kelime ya da kendini açıklamaktan yoksun, şifreli mesajları ya da okunamayan hiçbir imgeyi artık barındıramazlar. Arzunun üretimi, gayrişahsi gerçeğin üretimidir. Modern çağda evrensellikle üretimin dişlisi haline gelen özne, gerçeğin sınıfsal konumunda temayüz eden bu talebe itaat ve sadakat gösterir. Emeği sermayeye çevirerek ihtiyaçları kışkırtan fabrika rejimi, ortada sır falan bırakmaz.
Sınıfların tasfiyesiyle çatışmalara neden olan siyasetin ortadan kaldırılması modern dünyanın hayallerindendir. Proletarya aracılığıyla çelişkilerin ve sınıfsal husumetlerin giderileceğini düşünmek akıl yürütmeyle ilgili bir zaaf, mantıksal bir tutarsızlıktır. Üretimin olduğu yerde teknik, merkezi yönetimin olduğu yerde hiyerarşi ve imalatın olduğu yerde işbölüşümü olacaktır. Kapitalizm, meta rejimidir. Gereksinimleri belirleyen sermaye, özgürlüğün sınırlarını kısıtlar üretimin sınırlarını genişletir. Mübadeleyse, yerkürede tarafların arasını ayıran uçurumu daraltır. İhtiyaçlar, bireyleri birbirlerine olduğu kadar imalat toplumunun nesnelerini öznelerine belli bir ritmle bağlar. Fabrika düzeninin, sömürü düzeni olduğunu söyleyen tezler devrimin ardından üretim biçiminin değişmesi gereğini bilir ancak bunun nasıl olabileceği konusunda fikir beyan etmez. Geleceğin üretim biçimini bilmeden otoriter diktatörlükle çözümünü önermek sömürü sistemini manipüle eden ideolojinin kamuflajdır. İnsan ve irade kavramları, her türlü kötü niyete açık soyut tanımlardır. Toplum bilimiyle ilgili tutarsızlıklar, tarih boyunca özgürlük idealinin peşinde koşmuş insan için epistemolojik yanılgıdan fazla belki de antroplojik bir hastalıktır. Bakunin, "her emir, özgürlüğün suratında patlayan bir tokattır" der.
Platon'a göre "Dostlar arasında her şey ortak"tır. Bu ortaklık dışa kapalı bir çevrenin, sürünün sahibi seçkin dostların demokratik ve komünal ortaklığıdır. Gösterinin dışında kalanlaraysa hayat, siyasal olanın hesaplarını ve ritmini bozmaktan başka alternatif sunmaz; talihin onları savurduğu yerde yoksulların debelenişi kişiler, sınırlar ve mesafeler arasındaki istemsiz ihlallerden ibarettir. Arzu, kategorilere bölünmüş toplumda öznelerin rolleriyle katıldığı üretici bir güçtür. Ancak spekülatif felsefe, negatif bir konumda yaşamanın keder ve azap verdiğini gördükçe ütopik metaforlarla umut veren sancılı hayaller üretir. Seçimlerimizde Kant'ın dediği gibi: Tanrı bizi dostlarımızdan korusun. Düşmanlarımızdan kendimizi nasıl olsa koruruz.
Sadece eldeki olgular tarafından koşullandırıldığında siyasal, taraflı olan gerçeği üretir. Birlikte, bir arada yaşam olarak adlandırılan mefhumdan bahsetmemiz elbette meşrudur. Halbuki tarihte hiçbir filozof, emeğin mübadeleye açıldıktan sonra emekle sermaye birlikteliğinin üretici olduğu kadar öldürücü olan etkisinden bahsetmez, sermayenin olmadığı bir toplum önerisinde bulunmaz.
Mutlak, bütündür. Parça, bütüne tabidir. Tabiyet, itaattir. İktidar talep eden ideoloji, niyetini beşere ibraz ettiğinde uhrevi kuramlar gibi mutlak tabiyet beklentisindedir. İdeoloji kelimesini Fransız Devrimden hemen sonra, 20 Haziran 1796 tarihinde ilk defa Destutt de Tracy kullanır. Kelimeyi ders verdiği enstitünün siyasi ve ahlaki bilimler sınıfında ilk kez telaffuz eder. İdeoloji ona göre düşüncenin (ide) bilgisine girişteki disiplin, mantık (logic) anlamında bilimsel bir kategoridir. Doğru ile yanlışı ayırmaya dönük bir araç kutusudur. İdeologlar olarak adlandırılan entelektüeller bu bağlamda ideolojiyi bir "fikirler bilimi" olarak tanımlar. Dışını gördüğümüz ancak içerisi enkazlarla dolu olan yapı, gayesine ve zamanın ruhuna göre yeniden formüle edilir. Platonun mirası, ideoloji kavramının merkezine yerleştirilir.
İdeolojinin zihni nasıl şekillendirdiği ve grup üyelerinin neden ortaklaşa bir sürece girdiğini anlamak için Almanca "algı ve "form" kelimelerinden oluşan Gestalt psikoloji kuramını hatırlamak gerekir. Gestalt psikoloji, kaotik dünyada zihnin algıladığı şeyleri bir bütün olarak görmeyi organize ettiği düşüncesine dayanır. Bu aynı zamanda sosyolojik bir tasvirdir. İdeolojinin etki alanındaki bireyin, tarafların çatışmasından ibaret olarak gördüğü dünya algısını şekillendiren ana prensiptir. Anlamlı bir algı, ancak temeldeki antagonistik çelişkileri oluşturan prensiplerin kabulüyle diyalogun imkanını ve katılımcıların müşterek politikalarını mevzilendirebilir. Çünkü kapitalist aurada insan dediğimiz artık doğal bir varlık değildir. Kamusal bir fenomendir; endüstriyel ortamda yapıcı değil, bilinci yıkıcı kurgusal bir otomattır. Doğanın somut bilgisinin karşısına diktiği kavramların ilk ve son durağı siyasetin himayesindeki kanaatlerdir. İnançların biteviye sanrılar ürettiği sahte zeminde suni hakikat, düşünce formları olarak biçimlenir. Siyaset, iki seçenekli kötü sonsuzluk arasına sıkışmış yaşamları kastrasyona uğratır. Fetişleri hakikat mertebesine yükselten yine hayatı politika aracılığıyla düşünen insandır. Marks, Hegel ya da başkası.. Gerçeği mesafesiz gören kişi olmadığı gibi, tahrif edilmemiş hakikat, mutlak bilgi de yoktur; düşüncenin ontolojisi kusurludur. Hegel, modern dünyanın nirengi noktasındadır ve kurduğu sistem çok önemlidir. Materyalist düşünce, toplumu sahiplik ilişkisiyle sınırlı tek boyutlu gerçek olarak görür. Ruhun yerini madde alır. Hegelyen bakışın bilinç tarafından yaratılan bir insani farkındalık dünyasına karşı mülkiyet ilişkilerinin belirleyici olduğunu savunur. Marks, teoride materyalisttir; oysa pratikte zeminde gelişen hakikatin evrilmesi yerine, tepede bilinç tarafından kurulmasını önerir. Hegel için insan Almandır. Marks için proletarya. Evrensel sınıfın diktatörlüğü savını geliştirirken selefi gibi olumsuzlamayı olumlar. Önerdiği yapının kurulabilmesi için devrimin diyalektik yürüyüşünü durdurması, nedenselliklerin ekonomiye indirgenmesi, cenneti vaadeden sınıfa vekâlet edenlerin şeytanileşmesi, radikal düşüncenin kendi içinde durağanlaşması ve üretime kilitlenen yönetimin muhafazakarlaşması gerekir. Devlet, kurumsal işleyişini sürdürürken içeriden ve dışarıdan gelecek tehditlere karşı zırhını kuşanmak zorundadır. Yöntemini benimsediği Hegel'in omurgasını korur, gövdesini tepetakla eder. Ancak Althusser'in bir dipnotta utangaçca belirttiği gibi Marks'ın tarif ettiği biçimiyle bir Hegel teorisi asla mevcut değildir.
Oysa ideolojinin hazır kalıplarının aksine kolektif ve kimse adına vekaleten sorumluluk almadan yaşamak tecrübesinin misyonu Spartaküs'ün, 1871'in, 68’in mirasıdır. "Her şey politiktir” diyorlardı Paris'teki sloganların birinde. Onların as'l başarıları, antinomileri melezleştiren plansızlıklarında ve ağızdan çıkan cümleler gibi kısa süren ömürlerinde saklıdır. Politikada aranan güzellik de bu sözde ve fiiliyattaki merkezsiz ve çürümeye elverişli olmayan kısalıktadır. Hayıflansak da yaşanan her şey, çoğalırken kendini tüketen bir temsilin sembollerine terkederek zamandan uzaklaşır. Eğer bazı davranışlar üzücü sonuçlar doğuruyor, savunulan politikalar kitlelere biteviye başarısızlık öyküleri yaşattırıyorsa, hayata yeteri kadar tutunamamanın kaynağını pratikte değil teoride ve bize ezberletilen yerleşik paradigmalarda aramamız gerekir.
1968’in Mart ayında Nanterre Üniversitesi öğrencileri, üniversite yasalarını eleştirmekle kalmayıp günlük hayata ve siyasi gündeme ilişkin yargılarda da bulunmaya başladılar.. Fransa'da başlayan süreç önce Almanya sonra da tüm Avrupa'ya sirayet etti. Gerek günlük kadın erkek eşitsizliği, çalışma, üretkenlik, birarada ortak mekanda yaşama, çocuklar vd. insan ilişkilerinin nasıl düzenlenmesi gerektiği, gerekse ideal toplumun nasıl olacağı gençliğin tartışma konularının arasındaydı. Yüzyıllardır teorik olarak düşünülen hayatın özüne ait şeylerin artık mevcudiyet ve meşruiyet çabasından bahsedilebilir. Ama hepsinden önemlisi 68'lilerin anti-otoriterliğe olan inançlarıydı.
Berlin Duvarı yeni örülmüştü. Doğu/Batı Almanya olarak bölünen iki kusurlu örnekteki olumsuzları göz önüne alan gençler, mükemmel olanın idealitesiyle ilgilendiler. Hep düşünülen ya da teorik olarak düşünülmüş şeylerin pratikte sınanma kabiliyeti sorgulanır oldu. Hareketin önemli özelliği olan otoriterlik karşıtlığı bilinçle ve mantıkla yapılmış öğrenilmiş bir tercihtir. Kapitalizm, olağan bir toplum örgütlenmesi ya da hayatı olumlayan bir form değildir; öldürücü bir mekanizmadır. En radikal reddiyelerde bile zihinlere bulaşır. Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra demirperdenin gerisindeki sosyalizmle insanların hayal gücü, mutlak olumsuzun pratik deneyimlerine açıldı; ölü öznelerin iradeleri ve özgürlük dünyasının kabusları çalışanların elleriyle yaratıldı. Birbirlerine düşman her iki rejimde de üretken olmak mecburiyeti kitlelere dayatıldı. Ahlaki ve siyasi bilinç, geçmişin kefaretini ödemek zorundadır..
Yaderklik, sözlüklerde tanımlanan şekliyle bile önemli bir terimdir. "Bir topluluğun kendi dışından kimselerce, yabancılarca yönetilmesi durumu ya da böyle bir yönetim biçimi" olarak sosyal bilimlerde kabul görür. Felsefede ise kendi yasasını, kurallarını kendi varlığından çıkaracak yerde dışarıdan alma, dışarıdan gelen yasaya, buyruğa göre davranma durumu şeklinde açıklanır. Felsefenin özgürlük tutkusundan söz ettiğimizde bilgisinden değerli olan sezgileriyle beceri kazanan filozofların özgürleşmiş zihinsel eğilimleriyle özerk düşünce adacıkları kurduklarını varsayarız. Spinoza, Hegel, Marks denildiğinde yepyeni fikirler dünyasının şövalyeleri akla gelir. Oysa herkesin birbirine zincirlendiği entelektüel üretimde felsefe, kurallarını kendi varlığından çıkartacağına dışarıdan gelen buyruğu "doğru" olarak tanıdığı için mutlaka kendinden önce gelen bir üstada talip olduğu kadar itaatkar, kanaatkar ve yaderktir. Halbuki mantık her zaman kendine sunulan argümanlardan zayıf olanı izler ve tarih her zaman gidilebilecek en dar patikadan ilerler..
Nietzsche "Artık kimse ölümcül hakikatlerden ölmüyor; dünyada çok fazla panzehir var" der. Histerik gösteriye soytarı kontenjanından katılan sermayenin hoşgörüsü gibi çağdaş ideolojinin yüce değerlerinden de bahsedildiğinde, beşeriyeti ölümcül hakikate sevkeden tüm kavramların içi boşaltılmış imgeler olduğunu hayat bize her fırsatta doğrular.
Saman alevi gibi süren kısa toparlanma anlarını hükümsüzleştiren her şeyi, ya da gücün darmadağın ettiği fiziki kuralların yansımasını bulsak da, felsefe tarihinde yaratıcı bir yazgı diyebileceğimiz apayrı bir telos'a rastlayamayız; erek, bulduğuyla yetinir. Sınıfsal aktivitelerle, fenomenal yaşantılar arasında yüklenen anlamın denge noktasını değiştirmekle iktifa eden bir korelasyon vardır. Kategorik düşünme sınırlı ve sistemli bir yol haritası tutuşturur elimize. Tarihte emeğin tahakküm altına alınma nedenlerini düşünmeden salt tahakkümün biçimlerini düşünürüz; burada da dile gelen her eylem gibi felsefenin özgürlükler tanımı da müphemdir; kelimelerin kastettiği anlam değişken, buğulu ve belirsizdir. Heidegger modernizmle dünyanın bir "resim" olarak çizildiğini söyler. Lakin bu resim somut değil, yüzeye simgelerin yerleştirildiği soyut bir krokidir. Tarihselci materyalizm saf idealizmdir; saf idealizm, meta dünyasında yeniden materyalize olan rafine arzudur. Bütün uzlaşmazlıkların aynı hat üzerinde yer aldığı antagonizmik çelişkiler kaçınılmaz ittifakları, tabanda yeşermeyen birleşmeler ucube bedenleri filizlendirir.
Melezliklere düşmanlıklar, zemindeki kaosu doğurur.
Politikalar, zümrelerin algılarına yöneliktir. Bu istismarda kendilerine kur yapılan yığınların sorumluluğu var mıdır? Dünyaya sahip olmak üzere yola çıkan efendiden fazla kendini efendilerinin kültürüne zimmetleyerek istismarın açık kaynağı olan köleler bu savaşlardan sorumlu değiller midir? Dünyanın sakatlanmış bilinci, tarihin ideolojisi değilse nedir? Tabandan yeşeren ironisi, alegorisi, yaratıcı zekası, neşesi ve cüretkarlığıyla bir karnavalı andıran bütün şenlikli karşılaşmaları yaratan kitlelerin kendiliğindenliği, hem felsefede hem de siyasetin denetimindeki aktüel hayatta "doğru" bir fırsattan ziyade henüz düzeltilmemiş bir hakikat olarak görülür. Tesadüflere borçlu olduğumuz geçici bir yanlışlık anıdır bu tür birliktelikler.. Etiğin, özneye çıkardığı davet çağrıları havada yankılanırken Paris'in sokaklarından Avrupa'nın periferilerine doğru yayılan böyle sıradışı bir delilik, böyle bir tarihsel döngüde akıllıların sürpriz bolluğuna verilen yanıtla belirmiştir. Minerva'nın baykuşu her şey olup bittikten sonra ortaya çıkar. Felsefe tecrübe edilmeyene riayet etmez. Felaketlerin gelişine düşünür sezgilerinin yeterli olmadığı, topluma ilham vermesi gereken sezilerin a priori değerler olarak karşılanamadığı durumlar sıradandır. Mahçubiyet, hayata bir program olarak bakanları hayıflandırmaktan öteye gitmez. Vietnam'ın istilası, Prag'ın işgali gibi trajediler süreklilik gösterse de büyük kırılma anlarında dünyayı değiştirmek isteyenlerin akılarının karıştığına, iltimaslı tezlere kananların uyandığı, sahte bilgelik oyunlarının bozulduğuna şahit oluruz. Adanan özne, "tarihsel" denildikten sonra yapılan hatalı mühendislik tasarımlarını da görmüştür. Sansasyonel dünyanın zorunlulukları ve aldatmacalarından bir adım geri çekildiğinde tüm statik hesaplar çöker, ayrımsız bütün duvarlar yıkılır. Cümle, ütopik zincirin kendini inkarı ve rasyonalitenin reddiyesiyle tamamlanır. Kitlelere sahip çıkanların bilgisi, şüpheli bilginin çeşitliliği ve köleliği bir erdem gibi savunan düşünürlerin dirayetsizliği, safra kabul edilip atılması gereken tarihsel dünyanın ağırlıklarındandır. Yukarıdan dayatılan her girişimi aşağıdan sorgulayan mesafenin yaratılması ve yepyeni öznellik dilleri icat edilmesi, felsefenin geleneği, şaibeli totaliter modellerin eğilimleriyle değil kültürel - etik anarşinin toparlayıcı gücüyle olmuştur. 1968'liler bu gücü, tarihte hiçbir düşünürün onu aramadığı yerde bulmuşlardır. Onlardan geriye ilkel toplumlardaki efendisiz halklar gibi egemen olmadan yaşamak arzusundaki insanların gayrişahsi hikayelerinin bulunduğu kapaksız bir tarih defteri kalmıştır.
Not/ Yazının ilk bölümünde Nietzsche'nin hayata yeniden başlayabiliriz alıntısı var. İkinci bölümünde Platon'un "filozof krallar" hamlesiyle toplumu bilge efendilerin yönetimine terketme önerisini, üçüncü bölümde, üretmeye başlayan insanların yaşadığı toplumda hiyerarşinin kaçınılmazlığını anlattık. Ardından 68'in misyonuna değindik. Efendilere ihtiyaç duymayan bir gençliğin açık çağrısıyla insanlığın anomaliye uğramış perspektifinin değişebileceğini söyledik. Buna bir ek yaparsak, Platon'un "Tanrılar hakkında ne biliyorsak şairlerden öğrendik" cümlesinin altını çizmek gerekir. Her paradigmanın başlangıcında sorgulamadan kabul edilen metafizik bir karanlık, hayatın aritmetiğine tezat bir başlangıç noktası mutlaka vardır. İşte asıl unutulmaması gereken de budur. Son cümle Platon'un Devlet'inden: "Böylece iyi filozofların neden işe yaramadıklarını gördük"