Bu Blogda Ara

1 Haziran 2016 Çarşamba

Not Defteri / Haziran 2016



Sanat tarihi, başkalarının yasını tutmaktan mustariptir; coğrafyanın kendi üretimini görmezden gelip bugüne ait rasyonalite ile bağını kopardığı için romantiktir..


Mensuplarının iyimserliğine karşı, gerçek eleştiri bütünü gördüğü için kötümserdir. Sanatta kurumsal bakış, anahtar deliğinden sadece fetişleri görür. Uzmanların çağdaş sanatın agresif davranışlarını, saldırganlık ve hastalıklarını bize bir fazilet gibi sunmalarına aldanmamak gerekir. Sabote ettikleri kültürü, sanki sağlaması yapılabilecek bir hakikatmişçesine inançla savunanlar sadece üniversal aklın hilesinden yararlanırlar. Bu emperyal tahakkümün bir yalanıdır. Çünkü 'sanat tarihi' denilen mecra, sömürgeciliğin zarif bir kategorisi olarak dizayn edilmiştir. Şayet entegre piyasanın görevlendirilmişleriyle birlikte bu yalana gönülden inanıyorlarsa, sanat ideolojisinin paralize unsurları şevkatle psikyatri kliniklerinde himaye altına alınmalıdırlar. Olmazsa, akademik uzmanlığın fazla teşekküllü organları ve deforme uzuvları, her şeye rağmen bu kaotik dünyada aklını koruyabilen cerrahlarla, mantık sahibi şifacıların tecrübelerine emanet edilmelidir. Sanat yazarlığı masal anlatıcılıktır ama gerçek eleştiri eserin bağlı bulunduğu ekonomik zemini mistifike eden maskaralıklar ve hedonist tutarsızlıklar karşısında yıkıcı olmak zorundadır; yapısöküm esastır..

Sanat tarihçisi geriye bakar. Eleştirmense ileriye.. 


Bir sanat tarihçisinden 'eleştirmen' yaratabilmek imkansızı istemektir. Onların, karşıtlıkları perdeleme, sınıfları uzlaştırma, büyük hikayenin bağrında gömülü tezatlıkları yok etme becerileri gelişmiştir. Piyasanın doğal mekanizması, yoksullar ile zenginleri birbirleri aleyhine asimetrik pozisyonlarda konumlandırır; düşmanlıkları birarada kutuplaştırır. Kendi menfaatlerini herkesin yararı gibi pazarlayan uzmanlarıyla eğitir. Toplumu yeni bir bedende farklılıkların cazibesi, modernitenin dinamikleriyle kurgular. Kapitalizmde bireylerin doğal ihtiyaçlarını maskeleyerek yerine tüketici öznenin bencil gereksinimleri koymak için iştah propagandası yapan profesyonellere lüzum vardır. Sanat tarihçileri, mübadele rejimine entegre olmuş piyasa yaratmanın sistem içi unsurlarıdır; eseri metalaştırma ideolojisinin parçasıdırlar.. Akademik disiplinin formasyonuyla biçimlenmiş sanat tarihçileri, iyi ve kötüyü anlamlandıran insanlığın sınıf mücadelesinden ibaret büyük fotografı umursamazlar. Hedonizme tutkun bu mağrifet ehlinin olsa olsa burjuvazinin himayesinde misyonunu eda eden sanat yazarları olabilecekleri gerçeğini, duygusal paydaşlık içinde olanlara yüksek sesle ifşa etmek gerekir. Marks'ın dediği gibi işbölümü ve özel mülkiyet özdeş deyimlerdir. Birincisi faaliyete göre anlatılan şey, ikincisisi ise bu faaliyetin ürününe göre dile getirilendir. 


Avrupa'nın Rönesans'ını, Hollanda'nın altın çağını yaratan nedenlere hiçbir vicdan sahibinin yüreği dayanamaz. Sömürgecinin ganimet sandığı diyebileceğimiz müzelere giren o muhteşem eserler, sanatın müdavimi nezih tabakanın hiç sözünü etmediği muazzam katliamların, sistematik işkencelerin sonucudur. Batılı köle tüccarlarının ülkelerine taşıdıkları servet kirlidir; dünyaya önerdikleri kültür, evrensel yasadan ve ahlaktan yoksundur. Zenginler için mutluluk yaratan nedenler, yoksullar için sefalet, sömürü, hayvanlardan beter aşağılanma demektir. Misyoner, mitolojisini besleyen estetiğini yaratırken, derinine husumetindeki haklılığı perçinleyen kendi hikayesini gömmüştür. Sanat tarihçilerimiz, kendilerinin figüran olduğu, onların başrolü oynadığı bu oyunda dünyaya, emperyal kültürün gözlerinden, hasımlarının gözlüklerinden bakmak mecburiyetindedirler.  

İşçiler bedeniyle meta üretmelerine rağmen kendilerini yutan sömürücü mekanizmaya politikalarıyla muhalefet yapabilirler. Ancak ruhuyla burjuva kültürüne katılan sanat tarihçilerinin, eğer gerekli sınıf bilincine kavuşmamışlarsa ve sanatı yaratan nedenleri sorgulama tekniklerini özbilince dönüştürmemişlerse sermayenin habitatı kabul edilen bu mutena çevrede hakikati görme şansları yoktur. Sermaye ve emek arasındaki ilişkide bunları birbirlerine muhtaçlık bağıyla perçinleyen ve öngörüldüğü haliyle finansın emek üzerindeki mevcudiyetini kuran sanat tarihinin akademik okumasıdır. Ardışık sekanslardan müteşekkil sanatsal başarıların 500 yıllık tarihi tesadüf değildir. Kapitalizm, rönesanstan itibaren üretim sürecini dönüştüren dinamik bir yapıdır. Bundan dolayı da Marks, kapitalizmin teknik yapısının devrimci olduğunu vurgular. Biriken sermayenin dolaşımının 'değer' haline getirdiği insan emeğini ve geleneksel kültürü çözerek yeni bir havuzda manipüle eden etkileşimi, coğrafyaya ait ekonomik imkanların birbiri ardına tahakkuk etmesinin bir sonucudur. Ta ilk günden itibaren öteki metalar gibi bir meta olan sanat, günahkarlar için arınma, şirketler için bir itibar elde etme aracıdır; hunharca mücadele ettiği toplumun tüm dokusunu, sosyal yaşamın bünyesini, hayatın organizmasını zarif dokunuşlarla değiştiren bir prestij kazanma düzeneğidir. Her an dile getirilmesine karşın asla ciddiye alınmayan metalaşma süreçlerine dair algıyı mesleki formasyonlarına gömülmüş uzmanların indinde değiştirmek ve emperyal politikalarla finans kapitalin işbirlikçilerini teşhir etmek ya da pazarı tesis eden kurumlaşmayı radikal bir şekilde sorgulamak olanağı yoktur. Yaşayan sanatçılar, kendilerine samimi yol arkadaşları, rızaya dayalı bir seçimle geleceklerini emanet edecekleri dürüst partnerler arıyorlarsa bunların burjuva ideolojisinin doğal müttefiki sanat tarihçileri olması zordur.


Her anlamıyla global perspektifte mecra bellidir. Sanatçılara dönüp baktığımızda aynı ağ bağlantılarını görürüz. Sanat hakkında düşünmek, bir ticari faaliyeti ifa etmenin ilk adımıdır. Ardından en enteresanından ya da sıradan; çeşitli malzemeler tedarik edilir. Bir derdi ürettikten sonra galeri denilen mekanla kontrat yapılır. Medyaya, gerilim yaratan cümlelerle bir eleştiri metni servis edilir, cüzdanları ve vicdanları kabarık olan ünlülere davet çıkartılır.. Gösterisini yaparken cevabı olmayan sorularla sisteme karşı delice saldırganlaşmak; ancak bittiğinde akıllıca nemalanmak ve uyum içinde kapitalist rejimin gereğini eda ederek isyanı kâra dönüştürmek. Meydan okunacak mitler kişiler, farklı mekanlarda delilik ve dahilik şapkalarını giymek dahil; tümünün kendine göre işlem sıraları vardır. Hepsi sanatın amacının ve sanatçının vizyona çıkan eserinin bir parçasıdırlar. İşte o yüzden eser yapıldığında değil, ancak satıldığında amacına ulaşmaktadır. İsim vermek, onu bir şey ya da ampirik bir varlık haline getirmenin girizgahıdır. Sadece sanat değil, aslında meta olarak takdim edilen her ürünün sadece değişim değeri vardır. Pazara etiketini bir alın yazısı gibi taşıyarak değişim değeriyle sunulan her yeni ürün, karşılıklı dolandırıcılık ve karşılıklı soygunculukta yeni bir potansiyeli temsil eder. Natura naturans kavramına Spinoza'da tesadüf ederiz. Kendinde olan, ancak kendi aracılığıyla kavranandır. Kendi aracılığıyla kavranamayan ise, başkalarının tasarrufuyla kabul gören iltimaslı bir gerçektir. Bu, açığa kesilen çek gibi sahte bir teminattır. Geçici olanın ebedileştirilmesi, kalıcı olanın esaretidir. Kapitalizmin hücrelerimize sinen arzularına karşı sanatçının "emrinizdeyim" beyanı, vebal altındaki bir sınıfa sunulan seçkinleştirme hizmetidir. Metaların kullanım değeri dışında kalan formları bedenin değil, ruhun prestij gereksinimlerini karşılar. Sinirsel ağımızdan geçerek beynimize iletilen eşyalara ait bildirimler, metropol yaşantımıza ait sıradan ya da kültürel ihtiyaçlar olarak algılanırlar. Bireysel haklar olarak gördüğümüz özgürlüklerle, yaşam planlarımızı sürdürmek için ulaşmaya çalıştığımız temel nesneler birbirlerine asimetriktir. Kişisel farklılıklar, toplumsal sözleşmeyi yaşatma prensibiyle korunur. Buna mukabil, demokrasinin üstünde yükseldiği (evrenselliği hedefleyen kültürel) hayat, özgünlüğü değil, olguya dair düşüncemizi belirler; fenomenal borçlanmamızı artırır. Heidderger'deki Dasein gibi: İnsan değildir. O, bilinç aracılığıyla zamansal yolculuğunu sürdürendir. Ontik tecrübe onun psiko-enformatik birikimiyle fenomen/oloji olmuştur. Sanat tarihi, çağdaş sanatın anlamını yaratan büyük ekonomik dönüşümün politik bağlantılarını araştırmadan müzelere yığılan verileri tartışmamız sermaye olarak kabul eder. Oysa sömürgecinin ganimet sandığından başımızı kaldırırsak göreceğimiz aşağıya doğru topluma aktarılan, sosyal ve ahlaki bir tebliğdir. Rivayet muhteliftir ama dinlerin günlük yaşama belirleyici olarak girmesinden itibaren sanatın yapılış amacı ihtar ve tedbirdir; toplumun kendinde bulunan aksaklıkların, hoşgörülemez sapmaların tedricen algılanması yönünde bir hizmettir. Modern tarihe ulaştığımızda sanatçının koyduğu teşhisle demokrasinin ve talancı kapitalizmin güvenlik açıklarını farketmesi ve zerafetle sistemi onarması umulmuştur. Yetkili / duyarlı kamuoyunca ya da muhalif organlarca eşya rejiminin tedavi edilebileceği düşünülür. Bu temennidir ve görüntüde böyledir. Yozlaşmış kurumların yarattığı çürümüşlük, burjuva toplumunun kazanımları olan ortak alanları manipüle eder. Günümüzde ticari dehayı, pazarlama teknikleriyle kolektif bir çabaya dönüştüren propaganda ihtiyacıysa, sembollerin ve mesleklerin içindeki insani özü boşaltan, menşei ABD olan siyasi bir oluşumdur. Bu badireler geçirmiş diyalektik evrime ve sınıflı toplumun kazanımlarına aykırı vahim bir mirastır. Sanatçılar, böyle bir dünyada ömürlerinin geri kalanını tüketirlerken, çağdaş sanat diye bir heyula yaratan uzmanların bildiriminin aksine, halkın moral ihtiyaçlarına denk gelen tüketim değerinin dışında bir değer bulunmadığını ve sanattan beklenilenin meta rejimine yeni kaynaklar, borsaya yeni enstürmanlar temin etmekle sınırlı olduğunu anlamalıdırlar. Algofobi, acı çekmekten korkmadır. Bunu mistik tasarım, hazdan ürkmek şeklinde tepesi üstü bir hale de getirebilir. Caydırma ve tehdit stratejisiyle yönetilen toplumlar, bu ikisi arasındaki gerilimle çalışırlar. Dinlerin "kanaatkar olun!" emrine karşı moderniteyle birlikte "tüketin" buyruğu baskın gelmiştir. Yeni bir din olan kapitalizmin radikal vaatleriyle uyruklaştırılan kitleler prestij değerlerine sahip oldukça, ancak sınıflar imajinasyonlarla tatmin ve teselli olabilirler. Kapitalizmde kök, insanın kendidir. İkonografik sırlar teolojisinin maddi yüzüyle disipline edilenlerin gökte aradığı gerçek bütünüyle yerdedir. Teorem, tezahürün fiziksel hareketinin idari ve ekonomik zeminde yansımasına sebep olan nedenin ve piyasanın kurallarının sarih bir tanımını yapmaktan imtina eder. Çünkü oyuncular, nesneden özneye giden sürecin tefrikini yapabilecek iç mekanizmayı gizeminden arındırarak, arıtarak sahiplenmez. Soyut emeğin merhalelerini hep var kabul eder; insanın üretim biçimiyle kurduğu organik ilişkileri ayırd etmemeyi seçer. Fazla aydınlığın sanatın üzerindeki hareyi bozacağı, büyüsünü kaldıracağı, abartılı tarih yazımındaki efsunu geçersizleştireceği, yasanın açıklarını deşifre edeceği bilinir. Eleştirel bilinç, sömürge aydınının efendisinden emanet aldığı argümanlara sığınır. Mesuliyet duygusu, kısmen gölgeli alanlarda hastalıklı monologlar ve özbilince ait olmayan bilgi aktarımlarıyla başka mecralarda da nükseder. Ücreti karşılığı çalışan unsurlar, nöral ağlar ve hormonal bağlar üzerindeki toplumsal akışkanlıkların işlevlerini bozarlar; doğrusal çizgiyi, amaçla araç arasındaki lineer hattı bükerler. Öznel duygulara ve sosyal psikolojiye hitap eden moral disiplinler, entelektüel aracılarla esas üzerinde hegemonik etki kurarlar. Ne olursa olsun kaygılardan ve paranoyalardan beslenen sanat, böylesine berbat bir hayatın aynasıdır. Marks'ın dediği gibi "Bilinç, her zaman gecikir". 

Çağdaş sanatçı doğulmaz, olunur! 

Platon, gerçek filozofun bölmeyi, deşmeyi ve ayırıcı çizgiler çekmeyi bilmesi gerektiğini söyleyerek  bir görev tanımı yaratmıştır. Bu, eleştiren ve eleştirilen için geçerli bir perspektiftir. Zannedilmesin ki günahları sevaplarından fazladır. Değil! Toplumun en masumu, hayalleriyle bu dehşet ortamından çıkmaya çalışan sanatçılardır. Ne var ki, sanatçılardan fazla; en başta küratörler ve kolonyalist ufukla zilliyet bağlarını kuran sosyologlar, yakın tarihten miras kalan kavramları, falsolu bir bakışla toplumun kendi aynasından değil, farklı hikayeleri olan merkezlerden dağılan yol haritaları ve talimatlar üzerinden okumaktadırlar. Neo-oryantalist kadrolar tarafından araçsallaştıran bilginin kullanım değeri şüphelidir; değişim değerinin müşterisi ise başka coğrafyaların kendi hikayelerini doğrudan anlattığı orijinalin peşindedir. Periferilerde akademik bilgi, kurgudan beslenen seçilimleri olan sanat tarihini izler. Spekülasyonun yarattığı formel bilinç, tekrardaki farka aldırmadan hayatın kendi pratiğinden doğan müştereklerimizi zafiyete uğratır. Öznel tecrübenin yerine müzeler, galeriler kitaplar alır; başkalarının deneyimlerini abartarak anlatan ve şaibeli bir tarih yazılımını genç dimağlara kesin doğru edasıyla empoze eden hocaları görürüz. Herkesin bildiği şeyden kuşkuya kapılmak gerekir; su götürmez hakikat kimsenin telaffuz etmediği, halel görmesinden sakındığı meş'um gerçektir; çünkü kimse bu oyunun dışında değil. Günümüz şartlarında sanatçı doğulmaz; anlatıcı, birikiminin elverdiği oranda çağdaş kuramlardan ve reele ait analitik yöntemden yaralanmalıdır. Sanatın anlamsız nesnelerinden ya da mutsuz öznelerinden değil, kitlelerin ve sınıfların dinamiklerinden, görünen sonucun ekonomik verilerinden yola çıkmak zorundadır. Her yerde olduğu gibi fizikle, metafizik arasında süren mücadelede bir halkın somut hayatını, kültürün, inançların ve politikanın soyut bileşenleri tanzim eder. Ne ki, burada dürüst sözün matrisi, "illa doğru" anlamına gelmez; ama toplumun öznesiyle nesnesi arasında uyumlu beraberlikler, anlatıcıyı aradan çıkaran özdeşlikler, referanslara gereksinim duymayan yaratıcı diyaloglar husule getirebilir. Topluluklar arasındaki uçurumları köprüleyebilir. Doğanın aksine insan topluluklarında belli bir hakikat yoktur; çıkarların yarattığı hakikatlar, ittifaklar ve süreli fenomenler vardır. Zamandaki bu anın ve kendimize ait tecrübenin dışında, bize dışarıdan anlatılan hiçbir şeyin bizim organik gerçeğimiz ve yaşamsal ihtiyacımız olmadığını biliyoruz.


Not/ Dün Galatasaray'daki bir sahafın rafında Sanatçının Atölyesi, Düşünce Sanat Seçkisi adlı bir dergiye rastladım. Mayıs 2008'de yayımlanmış. Üç yazı dikkatimi çekti. İlki Zafer E Bilgin, Kayıhan Keskinok,İbrahim Çiftçioğlu, Ekrem Kahraman, Cezmi Orhan, Mehmet Yılmaz, Cebrail Ötkün arasında gerçekleşen bir söyleşi. İkincisi ise 1925 doğumlu eğitimci ve ressam Adnan Turani'nin, Ne Oldu Sanat Denilen O Büyüleyici, Gizemli İşe? adlı makale. Üçüncü yazı ise İnsan Her Önüne Geleni Yemek Zorunda Değildir! başlığıyla yayımlanan. Tartışanlar: Adnan Turani, Zafer E Bilgin, İbrahim Çiftçioğlu, Ekrem Kahraman, Ekrem Kadak. Burada tesadüf ettiklerimiz dışında görüyoruz ki eleştirel süreci sanatçılar her fırsatta değerlendirmekten imtina etmiyorlar. Makaleler yahut çalışma gruplarının şahit olduğumuz toplantıları, son derece nitelikli kolektif ve bireysel ciddi düşünce süreçlerinin ürünü. Sanatçıların beyinlerini kemiren büyük sorular var. Okur, bu yazıyı, sorulara, sanatın dışından bakan bir kişinin cevapları  olarak okuyabilir.







***





Arada böyle sorular sorması irkiltici olsa da HBK, ustalara saygılıdır. Patriyarkal öğretiden gelir. Sanat tarihinin ideolojisiyle uyum içinde olmanın zaruretini bilen mutena bir değerdir. Ekranların ve sektörün hakkını teslim ettiği kıymetli bir eleştirmendir.. Birbirleriyle tezat görüşteki dostlarının varlığı, bu itibarın kanıtıdır. Herkes yanılıyor olamaz!

















Hasan Bülent Kahraman, 26 Haziran Pazar günü  NTV'de yayımlanan Bildiğiniz Gibi Değil adlı programda konuğuna bir soru yönlendirdi: Çağdaş Sanat eserini toplayan koleksiyoner, niye elindeki esere özen göstermiyor?


HBK'nın pazar sabahları yayımlanan programı, alanında muteber sayılan isimleri ağırlıyor. Bu haftaki konuk ülkede titiz ve değerli bir sima olarak bilinen galerici, müzayedeci Rafi Portakal'dı. HBK, misafirine bir soru yönlendirdi. Ne ki, belki bilerek belki de bilmeyerek Portakal bu soruyu es geçti. Soru şuydu: Klasik eserleri toplayan koleksiyonerler, ellerindeki yapıtlara çok koruyucu davranırlar. Aşırı ihtimam ederler. Ancak, çağdaş sanat eserini toplayan kişilerde bu özeni göremeyiz. Neden? 


HBK'nın "Ne sorduğumun farkındayım" demesine rağmen Rafi Portakal'ın ya bazı hassasiyetlerden cevaplamadığı ya da düşünce sürecinde yeri olmadığı için kaale almadığı sorunun cevabı şudur: Klasik eserlerin orijinalitesi, yapıtın biricikliğinde, ürünün işçiliğinde, tekilliğinde mahfuzdur. Ancak, çağdaş sanat eserinde malzeme, yerine yenisi ikame edilebilecek bir maddedir. Onun manası, savunduğu ya da eleştirdiği durumun fikrinde saklıdır. Klasik eserlerin maddesi, tablonun, heykelin kendisi önemlidir. Çağdaş eserde ise Düşünce önemlidir. İlkinde kaybın telafisi mümkün olmadığı için tüm tedirginliğiyle sahiplenir. Korumacıdır. Diğerinde eserin yıpranması, bozulması, kaybolması yahut telef olması halinde tedarik edilecek yeni malzeme ile koleksiyonerin, eseri eski haline getirmesi mümkündür. Böyle bir olanağa, kimseyi rahatsız etmeyecek bir tadilat imkanına sahip olunması, fikirden müteşekkil eserin karşısında koleksiyoneri daha özgür kılmaktadır.. Metanın dönüşümü, tekniği, her çağda farkı sermaye hareketlerine ve üretim biçimlerine yol açmıştır. Fikrin gerçekliği, paranın alabileceği en değerli ürün olan yapıtta ortaya çıkar; mezbelelikte aranan, sermayenin gücüne denk gelen bir hakikattir. Sermayenin dönüştürebilme gücü, adına 'özne' denilen fenomenin tarihsel yolculuğu ile uyumludur. Angaje olunan adanmışlığın, uzmanlığın bütün bilinç tezahürleri, korkunç bir yanılsamadır. Sanattaki amacı, keskin bir eleştiriyle deşifre etmemiz gerekir. Eserinin, hiçbir zaman kendi eyleminin sonucu olmadığını, kapitalist üretim sürecinin basit bir ifası olduğunu, birileri yüce gönüllü sanatçılara söylemelidirler. Fiziki ve gayrıfiziki yollar, kanallar açarak, cemaatler, gruplar, reyonlar, meslekler, zümreler, sınıflar arasında antagonistik ilişkiler tesis ederek metayı dolaşıma sokan sermaye, sadece biriktirilmiş emek değildir. Karşı tarafta, biriken öfkedir, hınçtır, kindir. Sermayenin birikimiyle birlikte toplumda maddi ve manevi anlamda bir sefalet birikimi yaratılır. Nesilden nesile ihtiyaçların karşılanmasından yoksun bırakılan kitlelerin hiddeti, sömürülen güruhun tepkisi, buradaki gibi egemen aklın hilesiyle münferit hadiselerle istismar edilen bireylerin itidalli tepkisiyle kıyaslanamaz. İtiraf etmek gerekir ki, hegemonya her şeyde, her an itibariyle her yerdedir. Asimetrik formu geçersizleştiren, ultrasimetrizmi dinamikleştiren prensip şudur: Taraflar, ölümüne düşmanlıklar sergilemenin ötesinde, emek/sermaye, budalalık/uyanıklık, sanat/antisanat gibi karşıtını olumsuzlamakla birbirlerinin gerilimine ihtiyaç duyar biçimde rakibiyle beraber mevzilenmiş, varlığını düşmanına armağan ederek konuşlanmış ve etik değerleri, ekonomisi lehine iğfal ederek örgütlenmişlerdir. Duchamp'tan itibaren fevkinde bir kapitalizm eleştirisine kenetlenmiş sanat, emeğin gücünü, sermayenin kolektif etkinliğine dönüştürmüştür. Bienaller, müzayedeler, galeriler, okullar, kurumlar, müzeler, vd. küreselliğin ideolojik aygıtları, seküler sistemin payandalarıdır. Faillerin panayıra benzer faaliyetlerinde herkesin fiyatı bellidir. Her işin bir bedeli vardır. Ücreti mukabili teyitler alınmış, görev taksimleri yapılmıştır. Siborgyen zihinlerin ve zincirlenmiş ilişkileri yarattığı kölelik düzeninde, bir başka tanımlamayla ekonomin habitatusunda kimse özgür değildir. 'Kendini üreten nesnel koşullar' dediğimizde özerk adacıklar, emprovize davranışlar kastedilmez. Her halükarda kitleler, olumlu ya da olumsuz ama sonuçta az sayıda merkezden yayılan önerilerle disipline edilirler. Geleceğin tasallutuna maruz kalanlar, kurtarıcının menfaatleri çerçevesinde sürekli ihanet ederler ve geçmişin bağlarından kopartılarak eğitirler ve eğitilirler. Nesnelerin istilasına uğrayan zihinler, açığa yapılan üretimin tahakküm altına aldığı pazarı, kültürleri aracılığıyla şenliğine çevirmişlerdir. Sermaye, toplumu gittikçe daha fazla parçaya (kategoriye?) bölerek örgütler. Bir ihtiyaçtan doğmayan gereklilik hali, yeni zorunluluklar dayatır. Meslekler bu parçalanış sürecinin, güvensizlikten üreyen şiddetin, rezil bir tedhişin eseridir. Finans kapital büyümüş, hile uzmanlaşmış, paranın ahlakı karşısında insanlık zafiyete uğramıştır. Üretim aşamasına kadar bağımsız olan fenomenler, dolaşıma sürülmelerinden, sevkedilmelerinden itibaren birbirlerine pozisyon alarak rezonansa girerler. Burada değer sabit kalırken, dünyayı değiştirmek iddiasıyla ortaya çıkan afaki bir seperatörle, etik hukuku yaran suni bir ayraçla karşılaşırız; makas değişirken önümüze çıkan uçurumla kurgu tersyüz olur. Toplumsal sözleşme fikri terkedilmiş, yerine hiçleşen tarafların teşkilatlandırılmasında bir yöntembilim icat edilmiştir. İyi'nin değerini tespitte finans kapitalin belirleyiciliği esastır. Sanatçının karşı çıktığı sömürü ve adaletsizlik, bizzat üretim sürecinin kendindendir. Sanatın maddi koşulu değil, bizzat maddi temeli budur. Kendisinden sadakat beklenenler, sanatın örgütleniş şeklini onaya mecbur bırakılır, arz, gereksinimin yerini alır. Alanların tanımlanması, kavramların anlamı ve malların itibarlarında histerik bir konsensüs sağlanır. Sayı'nın icadından sonra özgürce bir araya gelmiş insanların, yeteneklerini sergiledikleri mekanlar ve zamanlar zaten hiç olmamıştır. Daha önce sanat, sadece ayna evresindeydi; şimdi iki bin yıllık utkusu olan mükemmeliyeti aşmıştır. Ustalıkla, bilgeliğini, zaferini taçlandırmadan sanatçı sıradan bir yurttaşın hevesi ve bilgisiyle ifratında bir sistem eleştirisi yapmakla vazifelendirilir. Sembolik düzende beklenti budur; pratikteyse müşteriler, eleştirilen pazarın en mutena ve güçlü oyuncularıdırlar. Mefhumların kaybolduğu yerde özgün problemlerin, ne başka coğrafyalarda denkliği ne de çözümü vardır. Ebced hesabıyla politika yapanlar gibi diğer tarafta insan sureti çizmekten aciz sanatçıların, ebatlarla istibdat uygulamaya çalışan ressamların, tasarımcıların aşkın kabiliyetlerine maruz kalırız. Kullanım değeri, yerini bütünüyle değişim değerine terkettiği için zihinler abluka altındadır. Dolaylı, karmaşık ilişkiler, anbean çoğalan grift psikososyal terimlerle kişisel yeteneklere ya da bizim işgüzarca yaptığımız gibi analitik değerlendirmelere aldırmadan kendi mecrasında akacaktır. Bireyi aşan global etkenler süreci bir eşikten sonra mutasyona uğratacak ve kapitalin üretim mekanı, sermaye hareketleri konjonktürü belirleyecektir. Gelecek kuşaklar, antik eserler gibi günümüze ait materyali eğer toprak altından çıkartma durumunda kalırlarsa, bulacakları ıvır zıvırla bu yüzyılda sanat adına hiçbir şey üretilmediği zannına kapılabileceklerdir! Sanatın bulunduğu an ve hal itibariyle erdemli dostları azdır. Fiyaskolu teorilerden çok dürüst şefaatçilere ihtiyacı vardır. 


HBK'nın burjuvaziye verdiği hizmet, yabana atılacak bir yardım değildir. Jean Paulhan o ünlü cümlesini hatırlayalım: Eleştirmenlerin yergisi, bir esere günümüzde sanılandan çok daha fazla katkıda bulunur. Eğer Marquis de Sade, Baudelaire, Rimbaud, Lautréamont, Mallarmé şaşırtıcı bir canlılıkla bize ulaşıyorsa, bunu Jules Janin, Brunetiére, Maurras, France, Faguet, Gourmont gibi eleştirmenlerin kimi karalamalarına, aşağılamalarına borçluyuz der. Olumsuz eleştiri, eseri, alkolün ham meyveyi koruduğundan çok daha iyi korur diye de ekler.. Tevazusu yoktur. Olumlu ya da olumsuz; spekülatif eleştirinin vizyonu geniş, görgüsü yüksek, sırtı kalındır. Sanatı, seçkinlerin tatmin aracı, sermayenin bir seksiyonu olarak düşünür.


Sanat nesnesi, herhangi bir başka meta grubu gibi, insanlarda ürüne ait bağımlılıklar ve kendine uygun bir tüketici kitlesi yaratır. Duruma alışamayan bir toplayıcı, sermayesini sanal ortama yatırmaya çok hevesli olmayan muhafazakar tacir belki bu geçiş sürecinde şaşkındır. Müzayedicinin böyle bir soru karşısındaki suskunluğu, geri çekiliş veya sessiz bir direniş değildir. Hayra alamet bir bekleyiş ve düşünüştür. Alıcılar zaten değer olarak doğrudan sanata değil de, isme yatırım yapmaktadırlar. -Modern ya da çağdaş sanatçılarımıza yöneltilen teveccühteki anakronizmi görmezden gelerek genelleme yaparsak- Öznenin iffeti ya da kendi kudreti olarak algıladığı şey aslında pazarın refleksi ve metanın gücüdür. Toplayıcıdan, prestiji pahasına aleyhindeki nesneyi, kendi ufkuna dayatılmış hududu kabul etmesi, koruması talep edilir. Bu ancak içeriğin boşaltılmasıyla mümkündür. "Benim eserim meta değil, sanat" diye umutsuzca çırpınan sanatçı, israf ekonomisinin artıklarından beslenirken, hayasızca dönüşüme uğratılan nesne, tarihin ganimet sandığında ikame edilir. Müzeler, ya istilacıların hazinelerini muhafaza ederler ya da buradaki misali sürdürürsek, üretimden gelen varlıklarını 'değer' olarak ikame etmek için tarih yazıcı tarafından simüle edilirler. Bu örtünün altında derinlik yoktur. Hangi ünvanı telaffuz edersek edelim özneler, hiç de masum sayılmazlar. Kültürel hegemonyayı, başkaldırıyı, isyanı yasal ya da müsaade edilen bir gerçeklikten ziyade, egemenliğini dizayn edenin, siyasi ve emrivaki bir hakikat yaratma teşebbüsü diye okumamız gerekir. Kavram, sanata ait değildir; anlam onu istila eden, köleleştiren onu sömürenin, piyasayı elinde tutanın yarattığı sınıfsal anlamdır. Tırnak muayenesine takılan eleştirmenden, sektör içindeki çalışanlardan, galericiden, müzayedeciden vd. kuralları çözmesi, perdeyi yırtması, matem ya da ihtiram duruşundan öte tahayyülün ötesine geçmesi istenmez. Paranın baskın hukuku, çeşitli parodilerle itibarını talep etmekte olan büyük sermayenin normatif etkinliğini yok sayılabimektedir. Galerilerin kontrollü denetimine karşı müzayedeler, esere, değişim değeri üzerinden para koyan yatırımcının siperidir. Tacirin bu mücadele yöntemi, hatta biraz abartarak söyleyelim yöntemden öte, değerin düşmesine karşı 'casus belli' / savaş nedenidir. Metazori bir fiyat yerine, sınanabilir ortamda müşterek bir takdir komisyonu ihtiyacından ortaya çıkmıştır. Belki de kontrollü bir tepki olarak sorunun muhatabı refleks göstermemiş ya da soru ciddi bulunmamıştır. Geçiştirilmiş, unutturulmaya çalışılmıştır. Bilinç sektörüne milyonlarca dolar yatırım yapan burjuvazinin programı, haritası, metodu, psikolojisi, sosyolojisi bellidir. Ne ki, söyleşiyi yapan eleştirmendeki tereddütün ucuz idolleri evrenselleştirmekten imtina etmeyen müteşebbisin aklına yönelik; uygulamada buna dair bazı kanıtlara sahipiz. Lakin, bu coğrafyadan baktığında, karşı yakada bahisleri artırmak cüretindeki kültür, takdire şayan hamlelerde bulunuyor. Sanat, yüzyıllarca gerçeğin aktarımı, Platon'un mağara alegorisindeki canlandırma yahut kutsal kitap tasvirlerindeki gibi mitolojik hikayenin tekrarıyken, modernizmle beraber reaksiyonun tepkisi, eleştirinin eleştirisi, malum bir semptomun okuması olur. Bilinç, varoluşunun anlamını aramaktadır. Sanat, hakikatin tehdini dile getirirken felsefeye sırtını dayar. Mesihvari kıyamet habercilerini, varsıl nezirlerini oyuna katar. İnzar etmekle görevli entelektüellerin dili, sanki çölleşen ortamda felaketi haber vermekle görevli tenkit ve ikaz makamıdır. Marks'ın iddialarının teorik çerçevesinde güncel sanata yüklemeler, alakasız eklemeler yapılmıştır. Ekonomik reseptörler renkli tasarımlarla mevzu olmuştur. Herkes yanılıyor olamaz! ABD'nin sonradan yazılan tarihi gibi, edebiyle süren senaryoya müstehcen parçalar eklenmiş, oyuna kurallar konmuş, antrakta salon ve reji değiştirilmiştir. O ana kadar olan ezber bozulur, terennüm edilen yasa rafa kaldırılır. Sanat tarihi mahkeme kürsüsü, itiraz makamı değildir.. Oysa, konvansiyonel sanat ile çağdaş sanat arasında diyalektik bir köprü sağlansa, maarifin elini güçlendirebilecek bir analoji kurulması için felsefi, politik kanatta gerekli değişiklikler yapılabilseydi, HBK'nın sorusu minvalinden bir çok şeyin izahı daha kolay olabilirdi. Ne var ki, gerçekliğin, içerik olduğu çağ geride kalmıştır. Mihrakların hepsinin kendi otonom ideaları vardır. İmgeler vasıtasıyla keskin bir siyasi çatışma yaşanmadan karşı tarafa uygun görülen bedenler teşekkül ettirilir. Halkın kümelere bölünmüş dilimlerininin temsil şekilleri benzersizdir. Görünüm kamufle edilmiştir. Mamafih ortak payda sınıfsal olandır. Öznenin içini ve dışını ele geçiren yaşam formları oluşturulmuş, tesadüflerin kendisi bile Büyük Öteki tarafından planlanmıştır. Halk, kamu hukukuna ait bir kavramıdır ve kapitalist ancak devlet aygıtıyla beraber yorumlandığında sınıfların etkinlikleri, birimlerin dizilimi, sahne, sekans bir anlam ifade eder. Toplumdaki her kategori, eskinin şartlarından değil, sermayenin yerinden ettiği alanların doldurulmasının zaruretinden doğar. Çağımızın problemi, gerçeğin yeniden imalatıdır. Sadece sanat, anti sanata dönüşmemiş, Asia'nın oğlu Prometheus'un bitmeyen çilesi gibi her şey kendi karşıtı pozisyonda yeniden tanımlanmıştır. Kişisel farklılıkların, herkesin yararını yaşatma prensibiyle korunması umulur. Fakat, demokrasinin üstünde yükseldiği evrenselliği hedefleyen kültürel hayat, eğer kendi dinamiğinden teşekkül etmişse ancak olguya dair düşünce sürecine özgün katkılar sunabilir. Diyalektik bağlamında özne hem kendini, hem de eseri(ni) yaşatabilir. Kaderi belirler. Emek/sermaye miyadını doldurmuş, yeni sanatta topik, en saf haliyle merkezden aktarılan, metropollerden ihraç edilen emeksiz sermaye olmuştur. Sanat üstüne kafa yoran mahdumların sorusu zekidir, yerindedir, doğrudur. Bilinç, kendi karşısındaki her şeyin meta olduğunun ve sermaye, kendi imkanlarının farkındadır. Adorno'nun dediği gibi, sonunda yazara, kendi yazılarında bile yaşayacak yer kalmaz. Çağdaş Sanatta, biçem ve kavramdan başka hiçbir değer ona ait değildir. 

Sanat tarihinin her bir eseri, Batı emperyalizminin tüm tarihini kendi içinde barındırır..


NTV'deki programdan iki ay sonra, Sabah gazetesinde çıkan yazısında Marksist sanat ve toplum kuramını benimsediğini ve hiçbir zaman da vazgeçmediğini iddia etti. Ne var ki, mal bulmuş magribi gibi solun bittiğini her vesilileyle yeniden ilan eden HBK'nın en realist, en materyalist, en provokatif olduğu anlarda bile patriyarkal öğretiyle, sanat tarihinin ideolojisiyle kimsenin olmadığı kadar uyum içinde olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, ters soruları devam etse, eleştirmen, küratör vd. hünerler barındıran makamlarını yerinden ederek terminolojiye belki de yaratıcı katkılar sunacaktır. Ancak bunun için münevverin, özgürce düşünmesini engelleyecek başka küresel ağırlıklarının olmaması gerekir. Pazarlamacıyla imalatçı, farklı istidatları ve birikimleri olan insanlarıdır. 



Hasan Bülent Kahraman, yaşayıp değil, okuyup evrimleşiyor..

Hasan Bülent'in "Ben, sanat alanında kuramcı oldum" sözü (1), kendini aşan bir temennidir; öykünmedir, mübalağadır. Sanat tarihi kitaplarında takdirle bahsedilen her bir eserin içinde, Batı emperyalizminin tarihinden zımni/örtülü bir kesit mevcuttur. Müzelerdeki her eser, Batının barbarlık hikayesinden farklı bir sayfayı muhafaza eder. Kuramı yaratan perspektif, yapıtın yeniden üretim mitidir. Kuram, formülasyon değildir, minor alanda yaratılış mitine paradigma olma hevesindeki hipotezdir; tarih, üretici imkanların gücüyle kendine bakışla yazılır, etrafındaki etmenlerle uyumluysa doğrulanır. HBK'nın savunucusu olduğu Marksist sanat ve toplum kuramınından anladığı nedir? Benimsemediği teorinin pratiği, kırmızı kravatı, pembe gömleği dışında hangi seçimine ve eylemine yansımıştır? Sorunun cevabını kendine bırakıyorum.


http://www.ntv.com.tr/video/bildiginiz-gibi-degil/bildiginiz-gibi-degil-25-haziran-2016,mEzDXniRVkqTKhOyEipNDg

http://www.ntv.com.tr/video/bildiginiz-gibi-degil/

(1) Hasan Bülent Kahraman: "1970'lerin ikinci yarısında yazmaya başlamış bir kişi olarak Marksist sanat kuramını da Marksist toplum kuramını da içtenlikle benimsemiştim. Hiçbir zaman da vazgeçmedim" de diyor aynı yazıda. Bk: Sabah gazetesi 19/08-2016
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/kitap/kahraman/2016/08/19/20-yil-dusunceleri


http://www.sabah.com.tr/yazarlar/kahraman/2016/09/16/sol-gitti-avrupa-coktu
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/kahraman/2016/06/29/iyi-avrupa-dusuncesi-gerisi-cehennem








***





Soroscu Marksistlerin, Tözü mutlaklaştıran Spinoza'yı sahiplenebilmeleri, reaksiyoner bilincin ifası değil, yüksek tansiyondan mustarip teorinin iflasıdır. Bu traji komik durum, necip evlatlar tarafından antagonistik çelişkilerin en vahimini literatüre hediye etmiştir.





Sadece mülke dair bir kariyer, insanlığın nihai kaderi değildir. Medeniyetin başladığından bu yana geçen mühlet, insan varlığının geçmiş süreci içersinde çok ufak bir parçadır. Bugünü eğer savaşlarla tüketmezsek, binlerce yıl sürecek zamanın uygarlık öncesi bölümü olarak anılacaktır. Tarih anlayışımız sona erdiğinde, mülkün amaç olduğu bir prestij yoğunlaşması da kendiliğinden çözülecektir. Eğer böyle bir servet edinme şekline veda etmezsek, adına 'değer' denilen fetişlerin etrafında toplanma nedenleri, insani olan her şeyi imha edecektir. Sınıfların yazdığı tarih, değer analojisinin tasnif ettiği örgütlenme biçimlerinde, insanların güç mücadeleleriyle sürer. Marks, Etnoloji Defterleri'nde, "Özgürlük, geçmiş kavimlerin bilgeliğinden damıtıldığında eşitliğin ve kardeşliğin daha yüksek bir biçimi doğabilir" diyordu. Kullanım amacının dışında imal edilmiş bir değerin bulunmaması, kabilelerin inanç sistemlerine de yansır. "Amerika'nın yabani kızılderililerinde, her şey emekçinindir". Sadece tek cümleyle Kapital'e yansımış notlar, hararetle savunulan teorinin yok hükmündeki sayfalarıdır .. 


​Bütünüyle metafizik denilerek duyguların aritmetiğini Soroscu Marksistlere terketmemek gerekir. Diyalektik'e sarsılmaz inançla sahip çıkanlar, bugünkü modern görünümüne kavuşmasında Spinoza'ya çok şey borçludurlar. Her halükarda onun panteist ontolojinin hem maddesi, hem de manası insan olmayıp, yücenin iradesidir. Filimon'a Mektup'ta yer alan o cümleyi yetkinleştirir: "Kutsal kılan da, kılanan da aynı özdendir". Bugün algılandığı ve kullanıldığı anlamda insan, onun yargısında hiç de özgül ve tekil değildir; duyguları ana eksene bağlayan geometrik aksın elemanları birbirlerine köleci Hollanda'nın altın çağındaki nedenlerle eklemlenir. Tanrı her yerdedir ama monark sadece tepemizdedir. Kartezyen hatta hayatın akışını belirleyen düzen ise toplumdaki kıvrımlar ve dinamikler fazlasıyla kralın lehinedir. Descartes, hakikati, tanrının varlığına bağlamıştır: Tanrının varlığı, kendinden hareketle değil de, ortaya koyduklarıyla temellendirilmedikçe kendi varlığımıza ait bilgi bile şüpheli hale gelir. Spinoza ise "Tanrı hakkında açık seçik bir fikre sahip olmak yeterlidir" diyerek buna tam karşıt argümanlar sunar. Hakikat, varlığın yapısına ait dışsal bir özellik değil, maddenin niteliğine bağlı bir oluşumdur. Spinoza'nın Negito'su felsefeye bir armağandır. Fakat onun düşüncesi aslında olumlayıcıdır, itaatkardır. Hakikati sürekli onaylayan, verili olanı mutlak gören tasvipkar bir çizgide sürdürmüştür. Geometrik düzenindeki istikrar bu kabüldur. Descartes Felsefesinin İlkeleri ve Anlama Yetisinin Düzeltilmesi'nde, kendiyle yaklaşık aynı dönemde Amsterdam'da yaşamış üstadı için metod ve episteme ile ilgili aynı itirazlarda bulunur: Yöntem, dönüşümlü bilgi ya da fikrin fikrinden başka şey değildir. Aldatıcı bir Tanrı olmadığına göre hakikatten de şüphe edilemeyeceğini söyler. Onun dokunulan, doğruluğu şüphesiz, duygu yüklü, hissedilebilen bir Tanrısı vardır. Dualara inanmadığını ima eden Blyenberg'e çok bozulur. 28 Ocak 1865'te yazdığı mektupta "Tanrıyı bir yargıç olarak görmediğim için yapılanları failinin kudretiyle değil, nitelikleriyle değerlendiriyorum" ifadesini kullanır. Üçgende iç açılarının toplamı yüzseksen derece olması mukadder bir hakikat kadar gerçektir. "Tanrı hakkında üçgeninkine benzer bir bilgimiz varsa, her türlü şüphe ortadan kalkmıştır" der. İnsan Anlağının İyileştirilmesi Üzerine İnceleme'de, Deleuze'ün Kötülük Mektupları adını verdiği Willem van Blyenberg yazışmalarından fazlası vardır. Amaç, bilgelikle, usa ait yeterlilikle, sezgisel ve mükemmel anlamda kendi doğamızı ve nesnelerin özniteliklerini ayırd edebilmektir. Aksiyom VI'de dediği gibi: Doğru fikir, bu fikrin objesiyle uyuşmalıdır. Nesnenin özünü bilmek, insanın kendini bilmesidir. Felsefenin tümevarım yöntemiyle, biliminkini yaklaştırdı. Daha doğrusu, felsefeyi, bilime yaklaştırırken pratikte birden çok sebebe sahipti. Seküler sistemin bekası için aklın feraseti, onun ideolojisi oldu. Var olan her şeyin düzeninde, doğal faaliyetlerin ve hassasiyetlerin aritmetiğini öğrenebilirdik. "Bir düşünce, başka bir düşünce ile sınırlandırılmıştır. Fakat, cisim düşünce ile ve düşünce de cisimle sınırlandırılmamıştır". Onda, us'un gücü, doğanın potansiyeliyle sürekli karşılaşmaktadır. Zihindeki fikirler, nesnelerin özlerini gerçekten temsil etme kabiliyetlerine ulaştıklarında, tabiatın düzeninden ilhamla insanlığın mükemmel örgütlenişine şahit olunacaktır. İnsan, doğayı yeniden üretebilecek ve şehirler, eğer tanrısal düzen içerisinde senkronize olabilirse ilahi huzur ve sürurla yönetilebileceklerdir. İyilik ve kötülük yoktur; doğruysa, sabit ve ebedi olan doğayla uyumlu Yüce'nin yasasıdır. Kipler, yurttaşın, kulun, tebanın mensup olduğu mutlak t/özün var olma tarzları üzerine açıklandığı ölçüsünde anlaşılabilir bir risalesidir. En kusursuz insan, uyumun ve neş'enin hazzını yaşayan kişidir. Hayatını, keder ve dövünmelerle geçirmek yerine huzur, sevinç ve neşe içinde geçirmeyi yeğlediğini itiraf ediyordu. Neş'e sufi terminolojisindeki ilahinin vasfıdır. Antinomi terimini, bir paradoksu, yahut çözümsüz bir çelişkiyi tanımlarken kullanırız. Geçerli iki önermenin birbiri yerine konulamazlığını ifade eder. Burada nominal karşısındaki reeldir, ancak reel de, nominalist için kendinden nedendir. Etika'da açık açık belirtir: "Özü, varlığı kuşatan, başka deyişle tabiatı ancak var olarak tasarlanabilecek şeye, kendi kendisinin nedeni (Causam sui) diyorum". Başka hiçbir fikrin yardımı olmaksızın, hakkında fikir edindiğimiz şeye cevher (Töz) diyorum. Doğu/Batı ilahiyatındaki teolojinin dışına çıkanların cevhere dair dayanaklarını kabalatik metinlerde yakalarız. Tek tanrılı dinlerin gelişim çizgisinde katmanlı okumaya elverdiği oranda panteist rumuzları, sembollerı, fetişleri kavramsallaştıran sayısız örnek vardır. Antropoformik tanrı anlayışı, aracılık edenlerce kitabın yorumundan türetilmiştir. İnsandan tanrıya değil, tanrıdan insana ulaşılmak istendiğinde tümevarımın bilgisi, hermenötik perspektife davetiye çıkartır. Kilisenin Tanrı fikri, gökyüzüne projekte edilmiş kişisel yargılar ve beklenilen mükemmeliklerin sentezidir. Aziz Augustin'in insanı tanımlarken kullandığı 'yeryüzündeki benzeri' ifadesini ucundan -mektuplarda kısmen- doğrulasa da oradaki zoraki bir uzlaşma teşebbüsüdür. İmgenin saltanatını insanla sınırlandırmamak şartıyla bir nebze organik dünyadadır. Aradığımız kaynağın kütüphanesinden çıkan kitaplar arasında olmaması, bilmediği anlamına gelmez. Vurgulamaya çalıştığımız mesafeli yakınlığı 1239'da ölen Ibni Arabi'nin Vahdet-i Vücud felsefesinde görürüz. Konu, İslam'da yoğun olarak tartışıldığı için toplulukların kendilerine ait görüşleri ve özgün fikirleri gelişmiştir. Mezhep, tarikat zenginliği ve çeşitliliğinin sebeplerinden biri de, bu tür felsefi yorum farklarıdır. Spinoza'nın beslendiği kaynaklar Muhyiddin Ibni Arabi'ye göre oldukça kısırdır; öyle olduğu için de karşısında sadece Kalvincilik, Luthercilik, Presbiteryenlik, Katoliklik, Protestanlık gibi sadece ana omurgası belli, sert resmi görüşleri bulur. Monoist kozmolojinin farklı çağlara denk gelen vechelerinde ilahlar, kavimlerin bilinçlerine göre farklılıklar gösterirler. Doğrulamalar bilgeliklerde, yansımalar ampirik olgularda, çelişkiler toplumun hiziplerinde, idoller kültürlerin üretimlerinde belirir. Sufi metafiziğindeki Mutlak Varlık, Mutlak Töz'e yakındır. Her ikisinde de bilinmek isteyen yaratıcıdaki tezahür ve tecellinin aktarımlarını, yüceyle kurulan temastaki tanımlamalarda sezebiliriz. Birindeki cezbe, diğerinde akıldır. Birinde yaratıcının meydana getirdiği şeylerin sıfatları varlığı kuşatırken, diğerinde nedenler hareketi belirleyici, varlığı kuşatıcıdır. İbni Arabi'ye göre tanrı ne cevherdir, ne de arazdır. Epistemelojik çıkarım, ontolojik tahayyüldür; kendindenmiş farzedilip bilincin aracılık ettiği tasarımdır. Tabiatın kanunları, Tanrının özünün kanunlarıdır diyen ve ruhun maddeyle nisbetlerini bir nedensellik oranı gibi değil, bir özdeşlik nisbeti olarak düşünen Spinoza'da ahlak, toplumbilimdir, Etika, saf bir sosyolojidir. İçeriğin kendini evinde hissettiği yer insan değil ortamdır. Sivil toplumun ilkelerini yaşadığı gerçekliğin perspektifiyle Teolojik-Politik incelemede ortaya koyar. Ondan beş yıl sonra 1675'de kaleme aldığı Politik İnceme ise ütopyaları ve hayali demokrasi tasvirleri olanlara karşı sert ve rasyonel bir metindir. "Politik kaygılar içersindeki kitlelerin ya da yalın insanların salt aklın buyrukları doğrultusunda yönlendirilebileceğine inananlar bir masal ülkesi düşlemektedirler" der. Çokluğun aslında teklik olduğunu ileri süren monoist ontolojik anlayış, tanrının karşısında insanlığı mutlak bir bütünlük olarak görür; temeldeki bu diskurla fiziki dünyayı yeniden ​inşa etmeye çalışır. Hegel'de ifadesini bulan düalist epistemolojinin evrenselliğidir bu. Bilgi, hayatın kaynağında kalmaz. Bilimsel tecrübe, yaşam formlarını çoğaltmaya elverişlidir; manipüle edilen diyalektik tasarımla koşullar değişir. Töz dediği cevher sabit kalırken öznitelikler tekamül eder; sebeplerle şekilden şekile girer. Zorunluluk dünyasının özgürlükleri, nesnel imkanların zaruretiyle büyür. Günümüze kalan 74'ü içinde belki de en önemlisi Jarig Jelles' e yazdığı 50 numarayla arşivlenen mektuptur. Orada geçer: Nagito terimi orada geçer. Olumsuzluk, potansiyelin tasarrufudur ve gücü olanın karşısında zayıfın dışlanmasıdır. Spinoza, Determinatio est negatio dediğinde ya da Hegel aynı terimi tekamül ettirip söylediğinde, pratikten değil de sadece sınanmamış, doğrulanmamış fikirden hareket etmişlerdir. Marks, buna karşı çıkar: "En inatçı gerçeklerden hareket edilmelidir" der. Fakat, ondaki ideoloji de, hazır halde bulup içine doğduğu gerçeklerden çok, afaki bir tasarımla yol gösterenlik iddiasındaki fikirlerin yoğunlaşmasıdır. Kudret kazanılan bir şey değildir; içinde olan bir şeydir. Şeyler, yapabildikleriyle tanımlanır; bu gücün, potansiyeli olanın, olmayana meydan okumasıdır. Hegel, Spinozacı olmadan felsefeci olunmaz dedikten yıllar sonra, felsefenin ondaki gibi bütünüyle iradenin başka bir kudrete teslim ederek yapılamayacağına da kanaat getirmişti. Spinozacı olarak felsefe yapılmaz, çünkü onun bütün önermeleri ve güven duyulan sonuçları insana değil, bir vahi duyarlılığıyla tanrıya çıkmaktadır. Olumsuzun yarattığı dinamiği, yıkıcı eleştirinin dönüştürücü etkisini algılayamaz. Bu hayret edilecek bir durum değildir. Unutmamak gerekir ki, her düşünür bulunduğu toplumun, organik yaşamın ve içinde filizlendiği kültürel dokunun evladıdır. Feuerbach, Tanrıdan krala, oradan da insana geçen güvende bir zincir halkasıdır. Ondan sonra felsefenin askıya alınması ve proletaryanın gücünden gelen bir histeriyle karşılaşırız. Tüm felsefecilerin bulundukları döneme tekabül eden netameli mi netameli siyasi güzergahları vardır. Bir temenni olarak iktidarın talebi Kapital'de sadece burada geçer: "işçi sınıfı iktidara geldiği zaman -ki bu kaçınılmaz bir şeydir-, hem pratik, hem teorik teknik eğitimin, işçi sınıfı okullarında, layık olduğu yeri alacağından hiç kuşku yoktur. Eski tip işbölümünün ortadan kalkmasıyla sonuçlanacak olan böyle devrimci bir oluşumun, kapitalist üretim biçimi ve, işçinin bu biçim içersinde aldığı ekonomik statü ile taban tabana zıt olduğuna da hiç kuşku yoktur. Ama belli bir üretim biçiminin içinde yatan uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişimi, bu üretim biçiminin çözülüp dağılarak yerine bir yenisinin kurulmasını sağ­layan tek yoldur". (1/465) Görüldüğü gibi, "proletarya" adında doğal bir müttefik yaratan Jakoben devrimciler, işçi sınıfının, (onlar kapitalizm diyor ama doğrusu endüstrizmdir; artı değer, emek ve sermaye ile yaşayan sanayi tipi örgütlenmedir) üretim biçimini değiştireceğini söylemektedir. Engels'in "Zor, ürünlerin tüketimini değiştirebilir ama üretim biçiminin kendisini değiştiremez" (A.D.431) demesine karşın zaafı yaratan herkesin işin bir kısmını yaptığı fabrikada, işçiyi makinanın parçası haline getirmektir. "Fourier fabrikaları, islah edilmemiş hapishaneler olarak tanımlamakta haksız mıdır?" diye içtenlikle sorar Marks. Ancak sınıfsal normatiflerin nasıl değiştirilebileceği konusunda beyanda bulunmaz ve sömürüyü yaratmış olan iş'i ve çalışma hayatını dünyanın sabiti olarak kabul eder. Anlama yetisinin kırılmaya uğramasıyla birlikte ödev, nesneleri çoğaltma durumundaki öznenin yaşamsal bir sorumluluğudur. Oysa İş, icat edilmiş bir etkinliktir. Üretim, dünyanın değil, tarihin değişmez değeridir. Sermayeyle dönüşen karakterlerin, toplumsal analizlerini göz önüne almaz. Sınıfları, tarihin lokomotif güçleri olarak yorumlayan Marks, diyalektiği yaratıcı düşünme, yıkıma karar verme gibi tali araç politiğiyle praksis felsefesine bağlar. Ancak sonrası önemlidir. Spinoza'nın "Zorunlu nitelikte ve değişmez nedenleri olan fenomenlerin doğalarını anlayacak şekilde ele aldım" demesi aslında sonrası için bir yardımdır, gelecek zamanda faydalanılacak bir tercümedir. Spinoza'nın mercekleriyle, Hubble teleskoplu arasındaki uçuruma rağmen görüp, denetlemek ve tasallut olmak konusundaki niyet aynıdır. Onla başlayan süreçte sabit kalan tanrı yerine geçen monarkın saat gibi işleyen kurumsal otomasyonunu görürüz. Tebdili kıyafet eden kralı temsil eden yönetici, endüstri topumunun sabitidir. Devlet sosyalizminde, bürokrasinin himayesindeki sabitlere karşı fakat maddi anlamda üretim becerilerini, üretim araçları üzerindeki tasarruflarını ve varlığına karşın yaratıcı etkinliklerini sürdüremeyen sınıfın, yani proletaryanın bu tabloda fikren ne anlama geldiği belirsizdir. Sosyalist devlet, üretim ve yönetim despotizminde hem sömüren hem ideolojisiyle sistemli ezen, sınıfların varlık nedenlerini, özniteliklerini bürokrasi aracılığıyla yok edendir. Sınıf artık maddi bir tezahür değil, manevi bir baskı aracıdır. Sosyalizmde kitlelerin kavgası, sadece hayatta kalma, iş ekmek mücadelesidir. Halkın karşısında tüm ürkütücülüğü ve panoptik görüşüyle zombileşmiş bir ideoloji vardır. Bu, ahtapot gibi uzanan kollarıyla öznenin tüm talep ve eğilimlerini lanetleyen, insanların tüm zamanına yön veren devlettir. Sivil toplumun tüm kazanımları ezilmiştir. Despotik devlet, tarihin öznesi rolüne soyunmuştur. Oysa, mutlak biçimde tarihin öznesi diyebileceğimiz kemik bir sınıf zaten hiç olmamıştır. 'Efendiler', her zaman şiddeti kullanabilen sınıftır; kabul. Ama bizim bahsettiğimiz onların şeditliğine aldırmadan eşiği geçme cesareti gösteren ezilenin değişmeyen profilidir. Tarihi yapan kaba gücü eline geçirmiş güçlüler değil, baskıya karşı değişim özleminin dirilttiği zayıflardır. Onların yoksunluğunu, ötelenmişliğini sadece üretim biçimiyle tanımlamak imkansızdır. Monarşiyi türlü çeşitli şekillerde doğuran yerleşikliktir. Üretim, mülkiyet gibi toplumda ahenki bozan kendinden nedendir. Halbuki sınıfın, ezen/ezilenin ratiosu dışındaki durumu, dengesi belirsiz. Öyle ki, fraksiyonlara bölünmüş politize toplumun düzelmesi imkansız kompulsif maruzatları bunlar. Sınıf, kemik bir karakteri olmayan terimin toplumda zoraki ikame ettiği dramatik bir kategori. Soroscu Marksistlerin devletle didişirken, Tözü mutlaklaştıran Spinoza'yı sahiplenmeleri, bilincin ifası değil iflasıdır ve antagonistik çelişkilerin en vahimidir. Gerçi Henry Oldenburg'a 20 Kasım 1765'de yazdığı mektupta evrendeki parçaların kendi başlarına hareket kabiliyetlerini onaylar. Ancak bunları "töz olarak her parçanın, ait olduğu bütünle uyum içinde olduğunu, olması gerektiğini" söyler. Spinoza felsefesinde politikanın moral değeri özgürlük değil güce tapınan bir özdeşliktir. Hobbes'un güçlünün hakkı tanımından etkilenmesine rağmen bunları doğanın ontolojisini örnek göstererek toplumun hukukuna uygular. Oysa doğa, insan, tanrı vd. tözler birbirleriyle mutakabiliyet içinde değillerdir. İyi, kötü ve günahın sadece düşünme tarzları olduğunu söyledikten sonra kesinlikle şeylere ve varoluşa ait olmadığını iddia etmesi bunları kullananlara kendilerine ait bir haklılık zemini ve sınıfsal hukuk alanı açar. İyi kötünün yerine geçen yararlı zararlı tanımları bariz şekilde sınıfsaldır. Etika tebanın bağlılık yeminine tekabül eden saf bir iktidar ontolojisidir. Toplumsal dinamikleri ve fiziki uzamından kopartılan metaforların, kapitalizme seçenek olarak metafizik idealizme monte edilmeleri değişime dair tercihleri temelden köksüzleştirmiştir.






***



Mümkün, zaten olan değildir. Tarihin bir yerinde, mücbir bir sebeple sıradışı bir tezahür, bir anomali, bir emrivaki neden olarak zuhur edendir. Şartların edepsizce yarattığıdır.


Bir başka kitaptan bahsedelim: Hil Yayınları'nın Etnoloji Defterleri'ni yayımlayalı neredeyse üç yıl oldu. Çıkar çıkmaz edindiğim bu kitap, 1880-1882 yılları arasında Karl Marx tarafından tutulmuş, 1883 yılında ölümüyle yarım kalmış notların derlemesinden oluşuyor. Okunaksız ve paragraflar halindeki Marks'ın elyazmaları, özgünlüğü (kısmen) korunarak aktarılmış. Friedrich Engels Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabının önsözünde "Bu kitap bir vasiyetin yerine getirilmesidir. Hiç kimse Marks kadar (..) Morgan'ın araştırmalarından çıkan vargıları açıklamak ve bunların büyük önemini ortaya koymak istemezdi" diyor. Ancak onun, Marks'ın hayretle karşıladığı durumu; yani ilkel toplumlardaki mülkiyet ilişkilerinin olmamasını, edinmedeki kişisel ya da kamusal reddiyeyi ve hareket halindeki bu toplumların yasalarını ne kadar anladığı şüphelidir. Birinin mevcudiyeti ve nüfusun yoğunlaşmasıyla diğeri kurulur. Tarımın olmadığı coğrafyada, şehirler de yoktur. Mayaların tarihi, Mısır gibi onbin yıl önceye kadar giderse de demir çağına hiç geçmediklerini tahmin ediyoruz. Arada binlerce yıl ve mübalağsız buluşlar, olmadık teknik keşifler vardır. İnka topraklarını İspanyollar adına işgal eden Francisco Pizarro ve Peru'da Tenochtitlan'ı alıp büyük katliam gerçekleştiren Hernan Cortes'ten önce yerlilerin bugün ismini bilmediğimiz denizcilerden Asya ve Avrupa'daki tarım ve sulama tekniklerini öğrenmiş olmaları gerekiyor. Çünkü Tenochtitlan denilen büyük şehirleri, ikiyüzbini aşan nüfusu ve örgütlü kurumlarıyla 16, yüzyılda dünyanın en büyük metropolleri kabul edilen Paris, Viyana ve İstanbul kadar büyüktür. Bugün başkent Meksika'nın toprakları üzerinde kurulu olan Tenochtitlan'nın takriben 12. yüzyılda, Avrupalıların istilasından önce kurulduğu kabul edilir. Keza, Morgan'ın araştırmasında, Siyular, Iraqular gibi Kızılderililerili genlerine tarım tekniklerini Avrupalıların öğrettiği doğrulanıyor. Althapapascanların gibi oylumlu grupların, Kaliforniya'da yaşayan küçük kabilelerin ise 20. yüzyılda son bireyinin rezervasyon alanlarına intikal ettirilene kadar tarım ve çömlekçilik yapmadıklarını, ateş suyu, inci boncuk, asker ceketi, tüfek gibi malzemeleri kullananarak kısmen geleneklerine yabancılaştırıldıklarında, asimilasyona uğratılarak etki altında alındıklarında bile fidecilik , çapacılık ve ekim teknikleri, toprak/hasat kültürü geliştirmediklerini okuyoruz. Pasifik'in Kuzey Batısındaki yerliler dışında Avustralya ve Yeni Zelanda'daki yerlilerin de 18. yüzyılda henüz çömlekçilik ve tarımcılık ( agriculture) bilmediklerini öğreniyoruz. Sadece avcılıkla yaşayan göçebe halkların üretim ve mülkiyet duygularının olmamasını hem Marks, hem de Morgan onların ilkelliği olarak değerlendiriyor. Barbarlık çağlarını sıralamayla kategorilere bölüp, tarım yapanları uygarlaşmanın eşiğinde kabul ediyorlar. Vesilelerle hatırlanmalı, unutulmamalı, hatırda tutulmalıdır: İnsanın çalışmasının doğal bir pratik sayılması ve işi üreten emeğin değer kabul edilmesi Batılı düşünürlerin genine işlemiş bir anamolidir. Bu bakış büyük sorundur ve materyalist diyalektikçilerin eğilimlerini aşması imkansızdır. Tarımın varoluşumuza malettiği tüm tıkanıklıklar, biyo-politik anomaliler ortada olduğu halde bizim görünen zaafı anlatabilme çabamız zor bir handikaptır. Zaten Engels'in bu vasiyeti yerine getirmek amacıyla yazdığı Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni' kitabı da bu beyhude çabanın yarım yamalak bir eseri olarak ortadadır. Morgan'ın alan çalışmaları dışında kaynak olarak yararlandığı Bachofen'in 1861 tarihli Analık Hukuku, Taylor'un Researches into the Early History of Mankind vd etnolojik araştırmaları yorumdan çok sayısal veriler, istatistiki bilgiler içeriyor. Bunlar, Amerika kıtasının sömürgeciler tarafından işgalinden sonra tarım toplumuna geçmeye zorlanan kabilelerin ilk elle tutulabilir sonuçlardır. Avcılık toplayıcılıktan, mülkiyete geçişin ve emeğin değerleşmesinin ilk adımı tarım ve yerleşmedir. Bireylerinden köleleşmenin başladığı ailenin kutsanması, aşiret jargonun yeşererek emeğin ocaklaşması, yaşama, çalışma zamanının ayrışmasıyla artık değerin sahipliği, emek gücünün evleşmesi gibi anlamlı bir dizi sonuç üretir; işin icadı bu bağlardan oluşur. Göçebeliğin kendinin değil izlerinin ve kalıntılarının yer aldığı Marks'ın kendi etnoloji çalışmalarının da bulunduğu alıntı defterleri ancak bir sonraki nesil tarafından bir nebze araştırılabilmiştir. Bilincin hep geç kalacağı sözü doğrulanararak ihtiyaca binaen bugün gündeme getirilebilmiştir. Marx ve Engelsin toplu eserlerinin editörü, Marx-Engels Enstitüsü kurucusu David Riazanov, ilk kez 1923 yılında, Moskova'da Sosyalist Akademinin bir dersinde elyazmalarından kısaca bahsetmişti. Marks'ın sadece Morgan'ın eseri üzerine aldığı notlardan oluşan kitap ilk kez Riazanovun üzerinde yaptığı belirgin değişikliklerle Marx-Engels Enstitüsünün Arşivi tarafından "kıyıda dursun kabilinden!" Rusça basılmıştı. Marks'ın etnoloji notları ve ayrıca kaynakçanın yer aldığı defterlerin, Engels'in ölümüyle resmi varis Bernstein'a kaldığını biliyoruz. Hitler'in Almanya'da iktidara gelmesiyle birlikte dökümanlar, Amsterdam' taşınır. Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsüne emanet edilir. Elyazmaları, ilkel toplumun en temel ekonomik birimi olan aile kurumunu inceleyen ve toplumsal anlamda ilk işbölümünün kadın ve erkekler arasında başladığını ekonomi-politik zeminde tartışan ilk eser olma özelliğini taşır. Marks'ın ölümünden 130 yıl sonra ilk kez Türkçeleştirilen elyazmaları, yazdığından fazlasını düşünmemize neden olan bir eşiktir. Onun tezleri, hurafelerden arındırılan güncelin değerlendirilmesidir. 1883'te geldiği son merhale itibariyle sosyalizmin, insan toplumunun bütün çağlarına ve geleceğine yol göstericiliğini savunmak imkansızdır. Baskıcı olmayan koşulları, yalnızca 'ilkel' toplumların karşılıklı yardımlaşma pratiğinin bağlamında okursak , Marks'ın boş bir kabuk olarak teslim ettiği teorinin pratikte içinin doldurulması ve şartlar dahilinde sürdürülebilmesi belki mümkündür. "Elimizde sosyalizmi inşa etmek için kapitalizmin kurumlarından başka enstürman yok" diyen Lenin'in siyaset anlayışı öncelikleri ve nihai amacı ekonomizmin gölgesinde kalır. Ekonomi politik karakteri itibariyle bir burjuva bilimidir. Emperyalizmin tanımlanmasına yaptığı katkı bir uyumlama çabasıdır. Bolşeviklerin koşulların imkanlarıyla devasa bir ülkeyi, sadece bir ulus önderliğinde yeniden kurmanın retoriğiyle marksizmi himayesine almalarına vesile olur. İlk kararnamenin "Zorunlu Çalışma Yasası" olduğunu unutmayalım. Aralık 1917'deki demeci çok serttir: "Herkesin ekmeği olmalı, sağlam ayakabı ve düzgün kıyafetlerle dolaşmalı, evleri ısınmalı ve özenle çalışmalıdır. Alçaklar (işten kaytaran herkesi kapsayacak şeklide) boş gezdiği takdirde hapse atılmalı ya da zorla çalıştırılmalıdır". Buharin'in Emperyalizm kitabına önsöz yazarken Hundington'dan ziyade büyük bir gözlem ve yaratıcılığın telif sahibi Hobson'un siyasi platforma taşıdığı tespitlerden analoji kurduğunu, panoromik analizlerden etkilendiğini biliyoruz. Önsözü yazma vesilesiyle haberi olmuştur. Buharin'den sonra 1916'da kaleme aldığı Emperyalizm kitabında yeni bir çağın siyasetini müjdeler: "Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırd edici özelliği, sadece meta ihracatıdır. Tekellerin hüküm sürdüğü bügünkü kapitalizmin ayır edici niteliği ise sermaye ihracatıdır". Dialectus Latincedir ve lehçe anlamına gelir. Spinoza'nın politika felsefesi, insan doğasına ve bireyin davranış güdüleri yöneten potestas/gücün açıklamasına dayanırken, kamusal alanın merkezi otorite tarafından verilen nihai hükümlere riayet edilmesi gereken bir mücadele ve fikirlerin karşılaşma alanı olduğunu belirtir. Burada Lenin'e baktığımızda Martov, Dan, Pavel Akselrod gibi Iskra'nın kurucuları, Bulganin gibi entelektüel teorisyenler hatta Nestor Mahno, Volin, Anatoli Jelezniyakov gibi idealistlere karşı, şivesi çalan totaliter bir dil, mütekabiliyetinin ötesinde ülkeyi çalışarak ihya etme gibi eski yönetimden devraldığı ve görece önderlerle bambaşka amaçları olan bir lisandan söz etmemiz gerekir. Engels, "İlk defa, devlet mülkiyeti teorisini Fransa'da Sınıf Savaşları kitabında ortaya koyduk" der. 1844 öncesinde William Weitling'in bahsettiği, daha sonra Blanquie gibi feleğin çemberinden geçmiş kararlı bir savunucu kazanan 'diktatörlük' terimi bugünkü anlamıyla literatüre 1871 travmasının hediyesidir. Örneğin 1867 tarihli Artı Değer Teorileri'ye üç ciltlik Kapital'de hiç geçmez. Rasyoneliteden ibaret Marks'ın tahayyülünün aksine arazlarla dolu radikal bir okuma gerçekleştiren Lenin, demokratik ortamında insanı değil, güdülerine aldırmadan hamasetle uzun vadede ülkeyi bir büyük fabrikaya ve halklar hapishanesine dönüştürmenin adımlarını atar. 25 Ekim 1917'de yaptığı ilk hitapta Marks'ın şu sözlerine vurgu yapsa da sonrasında Halklar Komiseri Stalin'in teoride ve pratikte yolunu açar; kim ne derse desin pratikte saf milliyetçi bir ideoloji yaratılır. (Halit Kakınç'ın o dönem belgelerini ve Ruslar dışında kalan komünistlerin dramlarını anlattığı Sultan Galiyev ve Rıskulov kitaplarını, hiçbir zaman kültürel devrimini yapamayan geri bir ülkedeki despotizmin zihinsel bakışını ve çarlıktan miras alınan yönetim alışkanlıklarının sabit karakterini anlamak babında okunmasını hararetle öneririm) Marks'ın belirttiği gibi bütün siyasal devrimler, miyadı dolmuş eski makineyi kıracakları yerde, heyulayı yetkinleştirmekten başka bir şey yapmamışlar ve iktidar uğruna savaşan partiler, devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saymışlardır. Ne var ki, Marks bütün hayatı boyunca politik mücadeleyi, belirli bir toplumsal formasyondaki iç çelişkilerin yapısökümü olarak okumuştur. İnsan soyunun geliştirdiği binlerce farklı kültürü, yalıtık kültürleri kısa yoldan hazır kalıplara dökmeye çalışır. Lenin'in ulusal sosyalizm yaratmak konusunda açtığı konu başlığında, gittiği kulvarda Marks'la yaptığı açı, tezatlar, volantarist sapmalar, determinist virtüellikler hatırlanmaz ve müridlerce göz önüne alınmaz. Çözümlemelerinde tarihsel süreçte bir mutlak uğrak kabul edilen durakları, şiddetin sultasında basit bir ekonomik dönüşümle evrenselleştireceği düşünülür. August Cieszkowsky'nin Prolegomena'sı, Moses Hess'in 1841, 42 tarihli "Sosyalizm, Komünizm" adlı kitapları henüz liberal bir Hegelci olan genç filozofu derinden etkilemiştir. Marks'ın komünist ütopyası, dinler tarihinin ana ekseninde, tanrıyı temsil eden devletin sanayi toplumunda yenilenmesinden, üretim ratyosunun bir ihtiyaç aritmetiğinde belirişinden doğar. Bir baba figürüne sahip İbrani manifestonun, ibrahimi uyarının topluma bakışının izlerini taşır. Müsebbip üretim tarzıdır ama havarilerin yerini alan kadrocu siyasi vaadin omurgasını teşkil eden kehanet, tarihin sonunda gerçekleşecek izansız ve imkansız bir düştür. Genç Hegelciler grubunda kendinden önce yazılmaya başlamış olan bir eskatologyayı diyalektik kavramıyla meşrulaştırır. Ancak negatif diyalektiğin sen kertede aktüel uygulayıcısı Marks değildir. 


Bizim için Leninizm yok hükmündedir. 

Bizim teorimiz bir dogma değildir. Bir evrim sürecinin açıklanmasıdır. Bu süreç, birbirlerini izleyen evreleri içerir. Bizim teorimiz, evrimin teorisidir. Ezberlenecek ve mekanik olarak yenilenecek bir dogma değildir diyen Marks'ın Engels'in dahi, toplumun entropi yasalarını, coğrafyaların insan zihni üzerindeki etkilerini farkedemediği ve tesadüflere bağlı evrimsel algoritmaları fazlasıyla basitleştirdiği, insanlığa meşruluğu rivayetlere dayalı de facto cennet tasarımı gibi marazi bir gelecek ütopyası armağan ettiği için yüksek sesle eleştirilmelidir. Ekonominin yasalarının doğanın yasaları gibi ölümsüz olmadığını bilmeleri lafta kalır. Bir kere daha belirtelim ki Rousseau'dan, hatta Saint Simon'dan itibaren sosyalizmin geleceğine ait vizyonlar, apokaliptik Hristiyan manzumelerini kuvvetle hatırlatır. Halbuki, "Ben kendimi gelecek kuşaklara yol göstermek ve önerilerde bulunmak durumunda görmüyorum. Doğaldır ki, o insanlar bizden daha az zeki olmayacaklardır" diye de Engels olasılıkları hissedip tevazuyla önlem aldığı halde.. Öyle görülüyor ki, ekonomide hala devrimci ve yaratıcı olan kapitalizmdir ve kullanılabilirliğiyle, dünyada tektip bir sistem teklifi gene kendisi karşıtını bulana kadar tarihin en yaratıcı icadı olarak kalacaktır.. İş olduğu müddetçe sömürü kalkmayacak, aksine emekçi topluma belli bir formda sunduğu emeği başka bir formda geri almak mecburiyetinde olacaktır. Doğanın karşısında insan tarafından gerçekleştirilecek üretim olduğu müddetçe değişmeyecek kural budur. Marks, metanın sermayeye doğru gelişimini, Hegel'deki varlığın öze gelişimini adapte ederek kuramlaştırmıştır. Öngörülen formatıyla sosyalizmin inşası ancak Lenin'in yaptığı gibi olağan durumu yasallaştırmak ve kapitalizmi devletleştirerek sürdürmek biçimine bürünür. Sismondi, Ricardo'yu ehlileştirilerek meta karşıtlığı tezlerini dönüştürmek -Genç Hegelcilerin hepsinden ayrı ayrı, hatta Feurbach'tan itibaren- aksiyometrik tarzda çoğaltmakla ancak bulunduğu hal üzerine kapitalizm eleştirisi yapılabilir. Ne de olsa siyasal iktisat burjuvazinin, bundan çıkartılan diyalektik materyalist ideoloji ise proletaryanın bilimi olacak beklentisi vardır. Açık bir intihaldir de denilebilir. Lenin, John Atkinson Hobson'nun 1902'de yazdığı Emperyalizm kitabında ileri sürdüğü savlardan işine yarayanlarını alır. Ancak bu argümanlar teoriyi, sınıf çatışmasından, ezen/ezilen uluslar arasındaki mücadele gibi farklı bir kulvara çeker. Engels'in 1890 Eylül'de J. Bloch'a ve Temmuz 1893'te biyografisini kaleme alan Mehring'e yazdığı mektupta ferasetle vurguladığı gibi sosyalizmin ekonomiden öte şeyler, (öznellikler, demokrasi, adaletsizliği yaratan doğallıklar, sakatlıklar vd.) olması gerekir. En indigemeci beklenti ve tahayyül, eşya fazlasıyla tatmin olacak refah toplumu üzerinedir. Gençlik yazıları Alman İdeolojisi'nden başlamak üzere tüm insani dönüşüm öngörüsü, üretimin vazgeçilmezliği üzerine kurgulanmıştır. Ancak çözüm tektir ve sorun iktidarın kimin olacağı meselesine gelip düğümlenir. İnsan eyleyiciliğine dönük bu bağımlılık, Marks için yaşamının son yıllarında antropolog Lewis Henry Morgan'ın alan araştırmalarını farkedip teoriyi yeniden biçimlendirmesiyle tezler yeni eşikte asılı kalır. (Bu arada ekleyelim. Bu önemli kitabı binbir meşakkatle çevirip yayımlayan, Türkçesinin satılmamasına rağmen ikinci cildini varını yoğunu koyarak çıkartan Ünsal Oskay'dır. Kitabın önsözündeki mihneti ve yayım serüvenini okumak gerekir.) 1877'de yayımlanan kitabı üç yıl sonra ölümü arefesinde okumak imkanı bulan Marks hastadır; vasiyetinde belirtir. Ki onlar, Morgan'ın trajik biyografisini bilmemekten dolayı haklı bir merak içersindelerdir. Engels, ustasının ölümünden sonra Devletin Kökeni, Ailenin Mülkiyeti'ni yazsa da tezler, siyasetin gereği ilkel denilen toplumların insanların geleceğini belirleyici nominal bir yaşam şekline doğru ilerlemez. Spinoza'da özne yoktur; beden ve kudret vardır diyenler, müşterekler üstünden topluma ait potansiyelin felsefesini yaratmaya çalışmalarına mukabil bir  de öznellik imalarında bulunanların aksine böylesine hegemonya tasarımı, tazyik ve istibdatıyla bedenin gücünü mutlaka bir üst merciye teslim edeceklerdir. Sosyalizmin bugünkü tıkanıklığının nedeni bireyin potansiyelini ekonomik enerjiye çeviren kapitalist toplumla aynı kurumsal ve politik hedeflere sahip olmasıdır; refah toplumu yaratmak düşüncenin temel çıkmazıdır.. Her şey mümkündür ama 'mümkün' ne teoride, ne de tarihte mevcut kendinden bir olasılıktır. Varolana karşı tazyikle yaratılandır. Burada da mantığı tepetakla eden üretim rejiminde sömürünün çözümü, üretim araçlarının ele geçirilmesinden çok o araçlara ve üretime ihtiyaç duymayan özgür ve gezgin/göçebe toplum modellerinin gelecekteki imkanıdır.. Kapital 1. cildin 523. sayfasında "Amerika'da yabani kızılderiler arasında hemen her şey emekçinindir" diyen Marx’ın bu cümleyi sarfetmesindeki kaynak Etnoloji Defterleri diyemiyoruz. Çünkü, Kapital'in yayın tarihi 1867 olmasına karşın Morgan'ın kitabı 1877 tarihlidir. Demek, Marks'ın eski toplum hayatlarına, etnolojinin verilerine doğru geriye yönelik bir iz sürme süreci vardır. Ne yazık ki, kütüphanesinden çıkan kitapların tam bir listesine sahip değiliz. Zaten olsak da onun daha çok zamanını British Library'de geçirdiğini, notlarının asıl büyük kaynağının kütüphanelerde aldığı notlar olduğunu biliyoruz. (Bu arada konuyla ilgili küçük bir bilgi ekleyelim. Marks,'ın dar bütçesiyle tek para yatırdığı iş, damadı Lafargue'nin yeni icat edilen fotokopi makinasını İngiltere'de üretme projesidir. Tüm kopyalamaları el yazısıyla yapmak durumunda olan Marks'ın böyle bir icada bel bağlaması anlaşılırdır. Bunun, onun hayatında dolduracağı yeri tahmin edebiliyoruz) Teorinin tüm sapmaları göz önüne alındığında hakikatin gömülemediğini ve diyalektiğin, hiçbir şeyin zorla kabul ettirilmesine olanak tanımadığını hatırlarız. Hakikat dedğimizde geçici bir kategoriden, düşüncenin şartlı refleksinden bahsediyoruzdur. Topumsal tarih, her şeyden önce yekpare bir bütün değil, kavimlerin ve şahısların bireysel tarihleridir. Fikirleri buldukları üzerinde geliştirenler ve üretim hakkındaki mevcutları görme gayreti gösterenler aynı insanlardır. Yapılacak olan büyük fotograftaki farklılıklara minor bir bakış, sorgulayıcı bir perspektif geliştirebilmektir. Ayrıca Etimoloji Defterleri adlı notları hakkında Christine Ward Gailey'nin yazısı, değindiğimiz kitabın anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.  
https://en.wikipedia.org/wiki/August_Cieszkowski
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yar. Doç. Dr. Serdal Bahçe:
 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/1927/20202.pdf
https://en.wikipedia.org/wiki/Moses_Hess



Tarih her zaman kötü çatlaktan ilerler diyor Marks. Bu defa da kural bozulmadı. 1917 Sovyet Devrimi'nin yüzüncü yılı yaklaşıyor. Sosyalistler, yüz yıl boyunca otoriter rejimlerin akibetini görmüşlerdir. 2017 yılı, Leninist teoriyle ciddi hesaplaşmanın vesilesi olacak mıdır? Elmas sertliğinde sorular sormanın tam vaktidir!


Sanayi üretiminin metaları, öncelikle insanın duygusal organizmasını, hormonal metabolizmasını etkiler. Hücrelerimize sinen arzuları , sinirsel ağımızdan geçerek beynimize ilettiği ihtiyaçları fabrika sistemin ürettiği eşyalara ait bildirimler olarak algılarız. Ürünlerin kimyaları, canlı yaşamın simyasıyla karışır. Bireysel haklar olarak gördüğümüz özgürlüklerle, yaşam planlarımızı sürdürmek için ulaşmaya çalıştığımız temel gereksinimler asimetriktir. Klasik Alman Felsefesinin Sonu'nda Engels, maddenin, zihin üzerindeki etkisini dile getirir ve "Tek gerçek, bizim de içinde olduğumuz maddi dünyadır" der. Bilincimiz ve düşüncemiz, yaşadığımız ortamdaki maddenin tayin ettiği sürece tabidir. Zihin ve tasarımları bu dünyanın sosyolojisinden doğmuştur ve etkinliklerinde yer aldığımız üretim biçimlerinin eseridir. Kişisel farklılıklar, herkesin yararını yaşatma prensibiyle korunsa da demokrasinin üstünde yükseldiği evrenselliği hedefleyen kültürel hayat, özgünlüğü değil, olguya dair düşüncemizi belirler; kredi verdiğimiz nesneler tarihsel borçlanmamızı artırır. Fenomolojide metalar, bilinç aracılığıyla hormonal sistemimizde yolculuğunu sürdürür. Sağ ya da sol; hiçbir sistem gerçek anlamıyla özgürlükçü/liberter değildir. Doğa gibi tarih de varlıkları, zorunluluklar dünyasının iradesi olduğu varsayılan üyeleri addeder. Her ideoloji dünyayı değiştirmeye, kavram olarak kullandığı özgürlüklere kendi biçimini vermeye çalışır. Diyalektik, bağlantılarn bilimidir ama hamaset ya da retoriki en çok kullananlar edebiyatçılar/sanatçılardır.. Bazı işler, toplumsal angaryada saf haliyle istedikleri sonucu vermediği için meslekten sayılmazlar. Kişinin ne iş yaptığını soranlar, ikinci cümlede aidiyet ararlar; nerede? Bundan dolayı Kapitalistler, yazarları reklamcı yapmışlardır, Bolşevikler ise edebiyatçıları, sanatçıları belagata sermaye temin eden parti propagandacıları olarak kullanırlar.. 'Sosyalizm, özgürlüktür' diyenlere, Lenin'in 13 Kasım 1905 tarihinde Novaya Jizn'de yayımlanan makalesine bakmalarını tavsiye ederim. 'Batsın partisiz yazarlar, Batsın edebiyatla ilgili üstün insanlar!' diyen yazısı Sol Yayınları'ndan çıkan İşçi Sınıfı Parisi Üstüne'nin 220. sayfasında okunabilir. Yazma eylemi ya da sanatsal üretim kavramı, bunu iş kabul eden insanın var olmasını sağlayan temel hareket biçimidir. Sivil toplumun karşısına örgütlü parti mefhumunu çıkartanlar da, bir sınıfın ideolojinin lider tarafından temsil edilebilirliğine inananlardır. Spinoza'nın Hobbes'dan aldığı "Gücü olanın, hakkı vardır" mottosu, empatiden yoksun acımasız otoriter rejimlerin can simididir. Aryen ve Samileri tarih sahnesine çıkaran güç, göçerlikten yerleşikliğe geçişlerinde ortaya koydukları eserlerdir. Süleyman Tapınağı'nın inşası, soya dayalı mutlak mülkiyet alanlarının ilkidir. İlahilik tüm süreç boyunca mabedin dayanağıdır. İnanca dayalı örgütlenmenin maddesi Spinoza'da tanrısal Töz, Lenin'de Devlet olarak karşımıza çıkar. Devletler ve yasaları, öncelikle mülkiyetin korunması ve ilkellerde soyların, aşiretlerin, modernlerde sınıfların esenliğinin sağlanması saikiyle kurumlaşır. Siyasetin mantığıyla, üretene ait iradi bir toplumsallık ve kendi gereğinden yola çıkan bir akılcılık, diyalektiği umursamayan antroplojinin ya da şartlardan yaşamı kuran nedenlerin yok sayılması, olgusal değerin ilga edilmesidir. Otoriter düşünce talep eder; ne ki formasyona kendi sureti dışında bir çehre vermez. Kapitalizme alternatif iddiasıyla ortaya çıkan oligarşik sosyalizmdir; liderin beyanıyla çoğalmış -söylemiyle 'looser' olanın bile yaşatılmadığı- Nietzsche'nin mebzul miktarda aşağıladığı maskeli insanlık dramıdır.. Teçhizat, 'donanım' demektir. Mücehhes ise donanımlı. Cihaz, bu donanımı taşıyan aygıt. Fransız felsefeci Foucault'un 70'li yıllarda ortaya attığı Dispozitif terimini Türkçeye cihaz/düzenek olarak çeviriyorlar. Teçhiz etmek fiilinden üretilen Teçhizat sözcüğünün, Foucault'nun iktidarların organizasyonlarının maddi operatörlerini, kurumsallaşma tekniklerini ve hizmete eklemlenmiş uyruklaştırma pratiklerini; müteakip tüzüklerini, formlarını, muktezalarını, genelgelerini, talimatlarını vd. göstermesi bakımından daha doğru bir seçenektir. Özgürleştirici argümanların karşısına eleştirinin mekaniği olarak kullanılan kurumsal, disipliner Foucault'cu mefhumlar, bariz bir akrabalıkla Nietzshe'nin soykütüğüne dayanır. İçgüdüler gibi, insanın dışındaki kabuğunu da yöneten hasta, zayıf, hastalıklı ve huzursuz istençtir; boyun eğdirip, tebalaştıran kurumlar, hasta öznenin yaralarını saran müşfik bir dostmuş gibi kuşatmıştır. Soykütüğü, bu semptomik ilişkinin kayıtlarını saklar. "Hınç duygusunu yakından incelemeyi düşünen psikologlara karşı söyleyeceğim şu: Bu bitki en iyi anarşist ve Yahudi düşmanları arasında açıyor, bir de gizli yerlerde çiçekleniyor hep, menekşe gibi, ama farklı bir kokuyla" diye o demiyor muydu? Althusser, "Tarihin sonunda, insandışı nesnellik halini alacak olan insan, tüm ve hakiki insan olabilmek için mülkiyet, din ve devlet içinde kendine yabancılaşmış kendi özünü, özne olarak tekrar ele geçirmek zorunda kalacaktır" diyordu. Fakat Sınıf, partinin ve teorinin himayesine alındığı andan itibaren ta en baştan tüm potansiyeli pasife edilmiş ve müstakbel öznenin yaşam koşullarını ilk elden yitirilmiştir. Bütün özgürlük tasarımlarına karşı dünyada olduğu kadar ülkede de solun yüz yıllık tarihi ayrı tartışma konusudur. Öznenin kurtuluşunun, yurtsever güdülere bağlanması, devletle irtibatlandırılması olağanüstü bir haldir. Markscılığı tepe takla eden 1917 krizi, özünde vatanın ihyasıyla, kalkınmasıyla şovenizme dönüşen bir teorinin sola atılmış formatıdır. 


Martov'la, Menşevikleri, hatta sosyalist devrimci Kerenski'yi tarihe negatif figür olarak kaydeden sapkın arzu, Lenin'le birlikte ufkun nominal değeri kabul edilerek Doğru olmuştur. 


Iskra 1901'de ilk çıktığında yazı kurulunda Avel Akselrod, Vlademir Ulyanov, Yuli Martov, Georgi Plehanov, Aleksandr Potressov ve Vera Zazuliç vardır. Ulyanov'un dışında hepsi daha sonra Bolşevikler tarafından kara listeye alınacaktır. Iskra'nın kurucu ideolojisi olan Menşevizm'i katı, kaynaşmış bir öğretiden çok Markcı ideolojide özgün ve farkı bir kulvar olarak okumalıdır. Gerçi onlar Lenin tarafından günah keçisi ilan edilmişlerdir ancak işin rengi çok farklıdır. Yuli Martov ve Fedor Dan, geçici hükümetin başkanı sosyalist devrimci Aleksand Kerenski; hatta 1908'den itibaren yolunu ayırdığı yakın dostu Ampiryokkritisizm'in yazarı Aleksandr Bogdanov'la esas çelişkileri, kavgadaki ana eksen aydınlara biçilen önderlik rolüyle sınırlıdır. Lenin, bunların hepsinin birer hayalci olduğunu ve işçi sınıfının devrim yapmak için yalnızca burjuva kültürün sağlayabileceği teknik becerilere ve kendine inançlı kadrolara sahip olunması gereğini tüm davranışlarında ve yazılı tartışmalarında kesinkes söylemiş, söyleyemediği anlardaysa istikrarla ima etmiştir. Stalin'e rahmet okutan insafsız bir darbeciydi. Bazı genelgeler, ruh sağlığından şüphe duymamızı gerektiren belgelerin bir kısmına ulaşım imkanı yeni sağlanmıştır ve bunlar Robert Service'nin kitabında yer alır. Oysa Menşeviklerin temsil ettiği muhalif kanat, Rusya'da sosyal demokrasinin görevinin, geçekten her türlü aydın kadronun tasallutundan uzak, otonom ve bağımsız, politik bakımdan bilinçli bir işçi sınıfı yaratmak olduğu konusunda ısrarcıdırlar. Doğrudur yanlıştır ama feraseetle, lafı dolaştırmadan proletaryanın, burjuva devriminin tüm koşullarıyla gerçekleşmesine evrimsel sürecin destek vermesi, bunun için de özgürlük ortamının yaratılması gerektiğini söylerlerler. Hatta 1917 ihtilalinde yönetimi Lenin'in başkanlığında ele geçiren koalisyonun yürütme organı Sovnarkom'un üyesi Yakov Blyumkin, Brest-Litovs'ta Almanlara teslim olma koşullarından rahatsızlık duyarak Avrupa'da devrimci bir savaş başlatma umuduyla Alman büyükelçisine suikast düzenleyerek 6 Temmuz 1918'de öldürür. Sovnarkom'da yer alan üç gup vardır: İlki Lenin'den dolayı köylü radikallerin direnişine fazlasıyla sempati besler. Menşevikler ve Sol Sosyalistler; Bolşeviklerin muhabetinin aksine sosyalizmin yoksulluğu ve acısından başka verili hiçbir değeri ve teknolojik havzası olmayan köylülük kültürü değil, ancak uygun koşullarda bir gelişim dinamiği yaratan kapitalizmin verili imkanları üzerine kurulması gereğini ifade ederler. O kuşak olmasa da sonraki sempatizanlar, birbirine zıt iki kutubun antagonistik çelişkileri olan sınıfsal muarızlar arasında kaldıklarına ikna olmuşlardır; ama öyle değildir. Uzlaşmazlıklar sınıfsal değildir; gözü dönmüş bir kararlılıkla bütün iktidarı isteyenlerin taktik ve usulleri üzerinedir. 1917 öncesinin devrim teorisi, tutarsızlıklar ve ajitatif hayaller barındırır. İktidara gelenler birlikte hareket etmelerine rağmen ilk saatlerden itibaren önderliği alan Vilademir Ulyanov'un gerilimi histerik olduğu kadar da pragmatiktir. Sovyetler kavramını her aşamada ihlal eden hizipçi bir yaklaşımla, kendinde sembolleşen demokratik merkeziyetçilik gibi abes bir kavramla ve ilkeden yoksun araçlarla çözmeye çalışır. Bununla da kalmaz, teoriyi performe eder, yaratıcı katkılar sunar! Bu dönem, Marksizme yamanmış tüm garip teorilerin bütün arşivini barındırır. 1918'de Bolşevik politikası ile kapitalist ekonominin birarada yaşama ilişkisini "devlet kapitalizmi" olarak tanımlar. Bir zamanlar, acımasız patronların ve kapitalist çıkarların savunucusu olarak ilan ettiği üretimi artırma uzmanı Amerikalı mühendis F.W. Taylor'un kaleme aldığı fabrikalarda zaman ve hareket ilkelerini Rusya'nın uygulamasını ister. Fabrikalar, çağdaş teknolojiyle donatılmalı ve verimli istihdam ilkeleri, liyakat ve uzmanlıklar gözetilerek uygulanmalıdır. Bu ilkelere karşı çıkmanın sabotajcılık ve devrim düşmanlığı olacağını söyler. Bolşevik politikalar ile kapitalist üretim tarzının birlikte yaşaması sefaletle içiçe yaşayan toplumun refah düzenine geçmesi için elzemdir. Sosyalizmin özü muhasebe ve denetimdir. Lenin kısaca, devletin Bolşevik partinin kontrolünde koordinasyon ve telkin aracı olarak yapılanmasını savunmaktadır. Menşevikler'i, Bolşevikler'den ayıran temel özellik, bu tür pragmatik, revizyonist beklentilerin yokluğu ve evrenselle uymayan hiçbir etik davranış kodları olmadığıdır. Bu yüzden sosyalist davaya yararlı olan her eylemin ekonomik ve kültürel değil de yoksul edebiyatıyla şenlendirilen bir ahlak düsturu üzerine kurulacağını reddetmişlerdir. Lenin, kızkardeşi Anna'dan 1902'de Petersburg'da kendi hesabına bastırmasını istediği "Ne Yapmalı?" adlı broşüründe, işçilerin, Marksist kadrolar ve aydınlar tarafından doğru olarak yönetilmediklerinde doğru politikaları benimseyemeceklerini savunur. İdeoloji derken, kendi aracılığıyla, kendinin kavradığını, yani kendi otoritesinin dışında başka hiçbir şeyin aracılığıyla kavranmasına müsaadesi olmayanı, modife etmenin onun inhisarında olanı kastetmektedir. Mütevazı olmamıştır yaşamında. O, güçler ayrılığına inanmayan, aydınlardan nefret eden ve hiyerarşide diğer birimlere güvenmeyen şüpheci bir paternalist idoldü. Özenle tüm sosyalist doktirinin içini boşattı; köylülükle melezleştirdiği proletaryanın prematüre bedenini tahnid etti. Zaten Sovyetler tanımı da, kelimenin meramını yerine getirmeden laftan ibaret bir terim olarak kalmaya en baştan yazgılıydı.


Bu gece öldürüleceğim; çünkü ben bilgili bir kişiyim!

1919 senesinde Rusya'ya devrim heyecanıyla göç eden Amerikalı anarşist Emma Goldman, Petersburg'daki Peter Paul zindanlarını ziyaret ederken devrimden sonra hücrelerin duvarlarında yer alan mahkumların yazılarına çok şaşırır. Şöyle anlatıyor: "Ama duvardaki şu yazı da neyin nesiydi böyle? Bir an için bilincimi yitirir gibi olmuştum. Bu nedir diye sordum rehberlik eden gardiyanlara. Bunlar bir entelektüelin son sözleri diye yanıtladılar. Ekim Devrimi'nden hemen sonra burası entelektüellerle dolup taştı. Buradan alınıp kurşuna diziliyorlar ya da bir daha geri gelmemek üzere mavnalara yükleniyorlardı. (..) Kapitalist düzene ait tüm cezaların kaldırıldığı günden bir gün öncesinde tüm mahkumlar da sessizce infaz edilmişlerdi. (..) Madem devrim böyle ağır cezaları ve barbarlığı desteklemek zorunda kalmıştı, o halde niye yapılmıştı? Komünist parti, devrimin baş düşmanıydı! (..) Günler hala kabus dolu!". 


İyilerin yıkıcı etkisi yoktur; tarih, kendinden öncekini aşma, dışlama ve olumsuzlamadır. Tasvip ettiğimiz değişimler, negatif diyalektiğin eseridir. 


Epigenetik, DNA'nın normal salınımı içindeki normal genetik değişikliklerin açıklanamadığı farklılıkları inceleyen bilim dalıdır. Anomali deyip geçebiliriz ama sosyolojide buna denk gelen bir karşılık yok. Kant'ın aşkınsal görünüş / schein statüsüne benzer bir bozulmadan bahsediyorsak aklıma en kolay Maurits Cornelis Escher'in bilinen paradoksal resimleri geliyor. Rusya'da müttefiklerine darbe yapanları en iyi tarif edeceğimiz görüntü herhalde Victor Vaserly, Escher türü grafikler olacak. Gerçeklik üzerinde ilerlediğimizde kendimizi onun ters yüzünde bulabileceğimiz Mobius seridi de doğru bir tercihtir. Bir fantazi alanına hapsedilen Menşevik kavramını yüzyıllık lanetlenmişliğinin ardından 1917'nin yıldönümünde artık temize çekmek gerekiyor. Menşeviklerle Bolşeviklerin program metinlerine, bildirgelerine, Duma'da, geçici hükümette yer alma, Brest Litovsk konusu ya da yönetim mekanizmasının inşasına baktığımızda, 1900-1917 arasındaki aktüel politik davranışlar arasındaki temel farkın, Lenin'in otoritesini kabul edip, etmemekten ibaret olduğunu görürüz. Burada teorideki epigenetik arazı teşkil edenler, bilinen isimleriyle Iskra'daki çoğunluktur. Almanların 1917'deki saldırılarına "ne savaş ne de barış" terkibiyle karşılık verip ardından koşulsuz teslimiyet müzakerelerini imzalayarak proletaryaya ana vatan yaratmak gibi bir anomalik bir iddiada bulunan Bolşeviklerdir. Mobius'taki aşkın gerçeğin fantazisi, tarihe gerçeğin yerini alan içi kof bir sembol olarak kaydolmuştur.

Lenin ve ekibi, entrika ve şiddeti sadece kendi düşmanlarına değil, teoriyi kendilerinden öğrendiği Plehanov, Martov, Bulganov gibi yol arkadaşlarına da uygulamakta tereddüt etmemişlerdir. Bunları görmek için Rusların resmi tarihlerinden çok hermenötik tefsirlere, 1917'de umutlarla geldikleri Rusya'dan hüsranla ayrılan Rosa Luksemburg, Emma Goldman gibi yoldaşların anılarına ve yukarıda adını andığımız, başta İstanbul doğumlu Yuli Martov'un biyografisine, Bogdanov ve diğerlerinin yazılı eserlerine bakılabilir. Rus devriminin karikatürleşmesinin müteselsil sorumluluğu tüm mağdurların da üstündedir. Materyalizmin özünün diyalektik olması gerekir. Doğrunun içinde doğru olmayanı ve yanlış içinde doğrunun da bulunduğunu kabul ettiği ve insanın kurtuluşuna ait çoğulcu demokrasiyi politikalarına yansıtabildiği takdirde diyalektik, nesnesinin ve öznesinin bütününü kavramanın olanaklarına kavuşur. O günlere ait önemli figürlerin ne dedikleri ve neyi savundukları hakkında belgeleri isteyenlere hadiselerin ilk elden şahidi İngiliz uzman Edward Hallet Carr'ın Bolşevik Devrimi'nin yanısıra Isaac Deutscher'in derlemelerini, artık kitapçı raflarında bulunması zor olan Abraham Ascher'in "Rus Devriminde Menşevikler" kitaplarını öneririm; bunlar diğerlerine göre objektif ve faydalı bir kaynaklardır. İsrael Geltzer'in 1967 tarihli alanındaki tek çalışma olan Yuli Martov biyografisini Türkiye'de yayımlayacak bir demokrat var mıdır acaba?

Söz ile madde arasındaki tutarlılığı arayan kültür eleştirisi, zekaya hakaret eden densizliklerle her zaman mücadele etmiştir.. Marks, bu mücadeleyi sürdüren en bilinen örnektir..

Tarih öncesiyle sonrasını ayıran eşik, insanların yiyeceklerini, arayıp bulmak ya da avcılıkla temin etmek yerine, yiyeceklerini zamanı yaratarak ve bedenlerini disipline ederek üretmeye başlamalarıyla aşılır. Bundan ötesi önce soya (gens) sonra sınıfa (class) dayalı örgütlenme modellerini yaratan aklını ve iradesini toplumsal üretimin belirlediği determinist süreçtir. Modernliğin momentini belirleyen metaların hareket ilişkileri ve varoluş faktörleridir. Nesnelerin dünyası ve mesafeler, boşluklar yaratıldıktan sonra öznelerin yer aldığı bir sahnedir siyaset alanı. Üretim sürecinin diyalektik okuması, geometrik düzen gibi tahmin edilebilir bir istikrarla geleceği önceden yapılandırma arzusundadır. Jargonu, kendi ayrımlarıyla belirleyen ve anlam oluşturan kendine özgü bir sistemdir. Sınıfsal ayrımlar, sadece tüketim yapısının ögelerin dağılımı ve siyasi profilleri ve oyuncuların statüko karşısında kamusal rolleriyle belirlenir. Ekonomi politiğin dışa doğru ajitasyonu kışkırtıcıdır. Provaktif söylem, bütünüyle sekülerliğin aklını dürtmeyi, sivilliğini bozmayı iş edinir; kitlelerin yasal çerçeve içinde kendi kendine amacından dayatmayla dışa taşarak kendisi için olmak amacını taşıyan bir göstergeler sistemi kurar. Emeği, yaşama ait faaliyetlerden ayırıp sermayeye bağımlı kılmak sadece burjuvazinin suç hanesine yazılacak bir olumsuzluk değildir. Hegel, gibi Marks da, insan eyleminin politekleştirerek sarkaca benzeyen düşünce varlığını irite edici bir sınıfsal bir kategoriye dönüştürmeyi iş edinmiştir. Gölgesi cehennem sıcağındaki serinliğin nedeni kabul edilir. Özneler arasında ortak bir yaşamdan oluşan hassasiyetlerin zorunlulukları vardır. Evrensel kurallardan çok, yoldaşlık bağıyla birbirlerine perçinleşmiş toplulukların yerel âdetleri ve coğrafi aidiyetleri itikadi başlangıç noktası 'emek' olan kuramı baskılar. Marksla özdeşleşen kurucu önderlerine karşı, politikaları evrensel ilkelerde eşitlemek mümkün olmaz. Sömürü, emeğin her türlü tanımıyla ve ideolojisiyle mütenasiptir. İşçi sınıfının köleliğe isyanı dünyayı değiştirememiş olmasına karşın proletaryanın ücreti karşılığı topluma verdiği ürünler rejim ayrımı gütmeksizin modern hayatı cazip kılabilmiştir.. 



***



Martov'dan, Buharin'den Mahno'dan ya da farklı dönemlerde çeşitli vesilelerle gelen bütün demokratik ikazlar, ne bahasına olursa olsun hem partiyi, hem de proletaryayı tek başına temsil eden zorbalarca ezilmesi gereken burjuvaziye ait itirazlar olarak kabul edilmişlerdir. Sağ ve sol cenahtan devletle toplumu özdeşleştirenler, arada tampon görevine haiz sivil toplumu, seküler halkayı düşman ilan etmekte yeis görmezler. Marks'ın "Komünün çoğunluğu hiçbir biçimde sosyalist değildi, olamazdı da" cümlesine rağmen, onu arsızca sivil toplumun değil de proletaryanın direnişi ilan edenlerin niyeti, proletarya diktatörlüğü kavramına bir geçmiş yaratarak tarihsel zemini hazırlamak olduğu kadar sivil toplumun kendinden enerjisini de yaderkleştirmektir. Geziden sonra sınıfcı öğretilerin, indirgemeci ideolojilerini bulundukları hal üzerinde savunmaları zorlaşmıştır. İrade, ancak mimarisi kurulmuşsa müteyakkız aklın bir etkinliği olabilmek durumunda. İstemler somut bir nedene ihtiyaç duymalarından dolayı federal bir özgürlükten ve gücünü teoriden alan bir idareden bahsedemeyiz. Afrika, Ortadoğudan daha fazla nüfus artışı oranlarına sahip. Libya'da Kaddafi ve çevresindeki otoriter rejimlerinin değişmesi göçmenlere haraket olanağı sağladı. Akdeniz'i geçebilen siyahiler kıtanın kalabalığını Avrupa'ya taşıyorlar. Avrupa ve ABD'nin derin stratejistleri Suriye gibi Afrika'da da diktatörlerin yıkılmasıyla ortaya çıkabilecek olasılıkları göremedi mi diyeceğiz! 22. Yüzyılda eminiz ki, bugün sorun ettiğimiz hiçbir konunun zemini ve önemi kalmayacak. Zihinsel deformasyonu anlamakta çaresiz kalan aklın mücadelesinin sapkınları her zaman bir başka trübünde toplanacaktır. Oxford Üniversite'sinin yaptığı araştırma dünyadaki işlerin yarısının robot teknolojisiyle yapıldığını belgeliyor. Bundan ötesi Donna Haraway'in Siburg Manifestosu'nu haklı çıkartacak teknolojinin özneyi baştan aşağıya ele geçirme tehlikesidir. Asıl mekanize tehdit, sanayi devriminin ta en başında başında makinalar, dişlilerle adım attığımız yabancılaşmanın hiçbir zaman mücerret olamayacak sahte dünyası değil miydi? Ned Ludd'a gittikçe daha yaklaşırken gelecek çağda insan adındaki değişken varlığın başka kaderlerini, dünyadaki ikamesini ve kozmosun merkezsiz varlık ve yokluk problemlerini belki de daha yoğun tartışacağız.


Donna Haraway'in Siburg Manifestosu:
http://sanatatak.com/view/Siborg-Manifestosu-I/2106
http://sanatatak.com/view/Siborg-Manifestosu-devam-II/2163

Not/ Yukarıda "looser" dedik: Bu vesileyle Esat Adil'i bir kere daha hatırlamamak mümkün değil..
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=7403

Robert Service'in Martov biyografisiyle ilgili Guardian'da çıkan makalesi: 
https://www.theguardian.com/books/2012/feb/13/israel-getzler-obituary





***


Düzen, disiplin, istikrar ne? Ekonomi Politik diyen Marksistlerle aramızda uçurumlar var. Ne 'ekonomi', var oluşa ait bir terimdir, ne de politik olanın özgürleştirme kabiliyeti vardır. Toplumculuk mu? Müştekiyim, müştekisin, müşteki! Bir anarşist her şeyden önce rakkamlardan nefret edendir; eğer değilse ve literatür bunun aksi yönünde sapmalara sahipse, o halde her şeyi bilen, isteyen üstatlar itilmeli, teoriler defedilmelidir. 

Wintergatan - Marble Machine (music instrument using 2000 marbles)





https://youtu.be/IvUU8joBb1Q






***







İngiltere halkı, kendi adına doğrusunu yaptı. AB, iki dünya savaşında da yenilmiş Almanya'nın, Avrupa'yı üçüncü kere, ama bu kez savaşsız ele geçirme projesidir..

Sanayi Devrimi 16. Yüzyılın sonlarında İngiltere ve İtalya'da başlamıştır. Deniz aşırı koloniler kurmamasına karşın 19. Yüzyıldan itibaren savaş araçları ve silah sanayinde yaptığı buluşlarla endüstriyel tarihi yazan Prusya'dır. Doğusundaki Slavların yer aldığı Baltık ülkeleri, Polonya, Rusya kadar güneyindeki Avusturya, İsviçre ile de akrabalıkları, kan bağları vardır. Egemenlik bir coğrafi kader olduğu kadar etnoloji de vazgeçilmez bir ülkü olarak iktidardakilerin kanlarına sirayet etmiştir. İnsan, dediği Alman'dır. Irkçılık o kadar önemlidir ki, Hegel'in Fenomenolojisi'nde Fizyogonomi ve Frenoloji başlığında bir bölüm yer alır. "Burada, genel bir insan şeklini; ya da en azından bir iklim, bir kıta, bir ulusun genel karakterini buluruz. Daha önce aynı evrensel töreleri ve kültürü bulduğumuz gibi" (..) "Mücadele, bir ulusun prestij mücadelesidir".  Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, emperyalizmin doğası gereği istilacı amaçların ekonomik zaruretleriyle ama her şeyden önce bir etnik azınlığın, çoğunluğa dikte ettirmeye çalıştığı kültürel zorbalık nedeniyle çıkmıştır. Savaşların arefesinde finans kapital, kendi menfaatini herkesin çıkarı gibi göstererek devleti, bir şiddet örgütü gibi teşkilatlandırır. Hormonlu bir organizma gibi büyümeye çalışan emperyal devlet, ikili oynayan muarızlardan kurtulmayı ve müttefiklerle yapısal ve hukuki çelişkilerinden arınmayı hedefler. Enformatik yönetim, rakkamlardan ibaret disipliniyle siber çağdaki teknolojik tahakkümün ve güç politikalarının kaynağı olacaktır. Araçsal metodlar, icat edilen kurumlar, tüzükler ve çıkarcı rasyonellikle kendini iki kutuplu bir dünyanın merkezinde konumlandırmak istencindedir. Ereğini gerçekleştirirken mağdur olan sınıfları ve halkları bu mücadelede negatif kutup olarak kullanır. Buradaki rol model "Uber Alles!" diyen Almanya'dır. Birinci savaşta Ermeniler'i mağdur etmiş, İkincide Yahudiler'i soykırıma uğratmış, şimdi de künyesinde İslam yazan bir kurbanı, hedef tahtasına yerleştirilmiştir. İngiltere'nin ortaklığı askıya almasına neden, tüm savaşların baş aktörü olan Almanya'nın Ortadoğu'yu cehenneme çeviren politikalarda oynadığı her zamanki merkezi roldür. Sicilindeki şaibe, iyi niyet gösterilerine şüpheyle yaklaşmak için yeterli nedendir. Keşke, periferideki ülkeler kendi dinamikleriyle değişimi yakalasalar ve sadece yasalarını değil, hayata ait tüm kuralları da insana yakışır bir edayla tanzim edebilselerdi. Şairin dediği gibi tüzüklerle çarpışırken keşke onlar vurduğunda bizler de büyüseydik. İlkinde Almanya yenildiği için, biz de yenilmiştik. İkincide biz olmadığımız için onlar yenilmişti. Hep Büyük Ötekinin imgesi, rüyalarını gerçekleştirmek isteyenlerin kabusu oldu. Böyle bir sömürgeleştirme yardımına şehirleşmelerini tamamlayamayan ülkeler, kasabalılıktan kurtulmak isteyenler halklar, kabuğunu kıramayan toplumlar fikren ve cebren muhtaç kaldılar. Diğer taraftan, bir cenahın göstermeye çalıştığı gibi modernizmin umacı olmadığını biliyoruz. Ülkeler, politikalarını iyilik üzerine değil, eşit koşullarda menfaatleri doğrultusunda realize etmektedirler. Brexit, halkın kararına karşı tartışılması sürecek bir seçim, sonuçları herkesi mutlu edemeyecek, mütareke sağlanamayacak bir plebisit tarzı oldu. Aslında referandumun kendisi, gücü olanın uzlaşmadan zaferi kazanıp halkın geri kalan kısmını yok saydığı için Spinozacı bir eğrilik barındırır. Hobbesci kaotik tellalıkla, nihayetinde demokratik değil faşist tercihler yapılır. Güruhların gösterisi, Leviathan'ın karanlığını anımsatır. Başlıkta "İngiltere'nin AB'den çıkma kararı doğrudur, iyi oldu" dedik. Çünkü İngiltere, özü itibariyle geleneği olan ve hali hazırda yaklaşık 70 devletle ekonomik, siyası müştereklerini devam ettiren uluslararası bir imparatorluktur. İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealt), kolonyalizmden kalan mirasla ortak bir fayda için, Kanada, Yeni Zelanda, Hindistan, Kenya, Avustralya gibi ülkeleri birleştiren Birleşik Krallığın himayesinde kurulmuş bir örgüttür. Daha da önemlisi İngiltere'nin, AB'den daha yakın olduğu kadim partneri ABD'dir. Böyle bir ülkenin ekonomik ortaklarını, kuralları nisbeten daha liberal Commonwealt'ı bırakıp, büyük Avrupa hayaliyle Almanya'nın tahakkümü altına girmesi tutarsızlıktır. AB'nin anti demokratik göçmen yasalarını, çalışma hukukunu kabul etmesi kazanılmış haklardan vazgeçilmesidir ve kültürel erozyondur. Tamam: Emperyalizmin çözülmesi arzulanandır. Evrensel temaları benimsemek, dünyanın geri kalanını düşman görmemek mutlaka sağlıktır. Ceberrut düşüncelerin, paranoyak fikirlerin, sığ bakışların karşısında 'çağdaşlık' bir meziyettir. Ancak, AB, iki dünya savaşında yenilmiş Almanya'nın küreselliğin normlarını oluşturma, burjuvazinin kalkınma, çalışma ve istihdam programlarını dayatma ve Avrupa'nın geri kalanını savaşsız ele geçirme projesidir. Bir coğrafyanın, dünyanın geri kalanına karşı ittifakıdır. Batı Roma İmparatorluğu'nun ekonomik mirasına el koyan Berlin'in kurtarıcı rolünde sermayesini ihraç ederek gücü tekrar toplamasıdır. Hepsi bu! Unutmayalım!



Joseph Haydn - Deutschland Uber Alles: https://www.youtube.com/watch?v=s2IaFaJrmno

Yavaş yavaş farklı perspektiften bakan sağlıklı değerlendirmeler medyada görülmeye başladı bunlardan biri de "Brexit’in asıl nedeni AB’nin anti-demokratik yapısıdır!" diyen Ahmet Kaplan'ın yazısı :
http://sendika10.org/2016/07/brexitin-asil-nedeni-abnin-anti-demokratik-yapisidir-ahmet-kaplan/





***






"Sanatsal Müdahaleler/Artistic Interventions" sergisi devam ediyor.



Halil Akdeniz, Özdemir Altan, Tomur Atagök, Bedri Baykam, Bubi Hayon, Yücel Dönmez, Adem Genç, Meriç Hızal, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Nur Koçak, Tülin Onat, Yusuf Taktak ve Güngör Taner'in sanatsal yaratıcılıklarını izleme fırsatı bulacağınız serginin açılışı 25 Haziran 2016 Cumartesi günü, Hilton Bodrum / Türkbükü Resort'ta yapılacaktır. Sergi, yaz sezonu boyunca aynı yerde görülebilir.


Meral Bostancı  www.mudahaleler.com






***




İNCİ EVİNER RETROSPEKTİFİ: İÇİNDE KİM VAR? 

22 Haziran - 23 Ekim, 2016
İstanbul Modern

İnci Eviner'in otuz yılı aşkın kariyerinden eserleri bir araya getiren sergi, sanatçının bugüne kadarki en kapsamlı sergisi olma özelliğini taşıyor. Küratörlüğünü Levent Çalıkoğlu'nun yaptığı sergide sanatçının farklı dönemlere yayılan sürecini alışılagelmişin dışında bir kurguda izlemek mümkün.

Ayrıntılı bilgi Istanbul Modern web sitesinde verilmiş..


http://www.istanbulmodern.org/tr/sergiler/gelecek-sergiler/inci-eviner-retrospektifi-icinde-kim-var_1846.html






***  



Bugün kamuoyunda infial yaratan bir saldırı yaşandı ve İngiltere'de İşçi Partili milletvekili Jo Cox, Leeds kenti yakınlarındaki Birstall köyünde silahlı saldırıya uğradı. Hastaneye kaldırılan Cox tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı. Kritik AB referandumundan bir hafta önce yaşanan saldırı sonrası, ülkedeki tüm kampanya çalışmaları askıya alındı. Görgü tanıkları Thomas Mair adlı saldırganın 'Önce Britanya!' diye bağırdığını iddia etti. "Önce Britanya", ülkenin AB'den ayrılması için faaliyetlerini sürdürüyor. Britain First hareketi, ülkede göçmenlere, sığınmacılara karşı görüş ve eylemleriyle gündeme gelen aşırı sağcı bir grubun adı. Politikalarına çeşitli vesilelerle tepki gösteren taraftarlar hiç de azınlık değil. Başbakan Cameron'un işi zor!





















BBC'nin verdiği habere göre geçen hafta İngiltere Başbakanı David Cameron, "bugünkü ilerleme hızıyla Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin 3.000 yılını bulabileceğini söyledi. Diğer yandan "Siyasal İslam’ı bırakıp, demokratik İslam’a geçiyoruz” açıklamasını yapan Tunus'taki Nahda hareketinin lideri Raşid Gannuşi, Middle East Eye internet sitesine verdiği röportajda laiklik ve İslamcılık ilişkisi hakkında konuştu. Ortadoğu’daki bütün İslamcılara laikler ve Müslüman olmayanlarla ‘hakiki bir uzlaşma’ içerisinde olmaları çağrısında bulundu. (1,2) Kabul etmeliyiz ki, mücadele her şeyden önce tüm taraflar için reel olandan çok sembollerin iktidar savaşıdır.

1789 Fransız devrimi öncesinde aristokrasinin saray adabından türediği söylenilen "sivillik" terimini yaygın olarak kullanıyoruz. Fransızların sivilliği karşısına bugünkü kullandığımız anlamda, Almanlar Kültür kavramını geliştirirler. (3) Günümüzde medeniyetler çatışması denilen sapakta, sınıf mücadeleleri, güvenlik politikalarıyla kültür savaşlarına dönüştürülürken, demokrasiden kendi adlarına medet umanlar sivil toplumun evrensel norm ve taleplerini bir kaldıraç olarak kullanırlar. Kültürün siyasette işgal ettiği konum, ırkçılık suçlamasına kolay hedeftir. Eskiden sessizliğe mahkum edilmiş, aşağılanmış insanların öfkeleri ağır ve politik dengeden yoksundur. Yaşam şekillerinin ya da inanç savunucularının oyuna soktuğu her topa girmemek gerekir. Son tahlilde mütecaviz Avrupa'nın bekaretini isteyenler, zannetmeyelim ki, müesses devletle tarihsel bir hesaplaşma içindedirler. İstedikleri mecrada deformasyonu yeniden formlaştırabilmektedirler. Metodlar ne düzeltilebilmekte, ne de fetişistlerin sivil isyanı kendine özgü kurallar geliştirebilmektedir. Her iki tarafta da tarihsel kaygılar, yerelliklerle, üretim biçimlerini, modern retorikle sürtüştürüyorlar. Doğu Avrupa ülkelerinin sağa kayması gibi ABD'de de başkan adayı Donald Trump orta sınıfın pek hayra alamet olmayan ideolojilerine yatırım yapıyor. Krizi, saf bir kapitalizm eleştirisine indirgeyemeyiz. Batı'yı akıl dışılığa sürükleyenlerin faşist yahut metafizik eğilimleri, demokrasiyi domine eden us'cu yargıları köksüzleştirmektedir. Sermayenin tarihi içinde, istila edilen şehirlerdeki ortaçağ görüntülerinin yeri nedir? Böyle bir entropide farklı dinsel referans kaynakları, özlük hakları tarafından ustaca perdeleniyor. İktidarların zayıflığından istifade bu tür gerici hezeyanların, manipülatif vaatlerin uluslararası demokratik yapıya sızma girişimlerine karşı Batının kendi üstüne kapanması doğal bir refleks. Namütenahi bir zamana ait tasavvuruyla toplumda işgal stratejisi uygulayanların ekonomik özünü, demokratik sinizm örtüyor. Kendi kendine oluştan, kendisi için azimli bir duruşa geçiş, modern kültür formundaki sınanabilir bilginin yarattığı yatay bir süreçtir. Çağdaş özne, öldüren zamanın ve mitologyadaki kör inadın asıl sahibidir. Doğada sadece insan, diyalektiği kullanabilir. İnsan zihni, vasıflı emeğin kolektif çabasıyla kişisel tarihini ve toplumun geleceğini bir bilinç etkinliği olarak şekillendirebilmiştir. Irkçılık ve şovenizmin gerçek yüzünü anlamak için ise örneğin dünyadaki 2008 ekonomik krizi ya da Büyük Ortadoğu Projesiyle ilişkisini kurabilmemiz gerekiyor. Yapay katalizörler, tarihin yönünü değiştiren sapmalardır. Dikey momentler, dışarıdaki nedenle içerisinin ele geçirilmeye çalıştığında devreye giriyor. Doğal süreç olan erimenin yerine kırılmalar yaratıyor. Arap Baharı gibi toplumu tepeden baskılayan iletişimle daha fazla teknolojiye terkettiklerinde güçler dengesinde belirsizlik artıyor. 1789 sürecinde teolojilerin sistem dışına sürülmesi gibi, kaosun ardından sürekli feragatten beslenen sivil ideolojilere her an kapının gösterilmesi an meselesidir. Modern insan kendine sahip çıkacak ve varlığını koruyacaktır. Yaşam biçimlerini ukdesinde muhafaza ederek içine gömüldüğü sistemi kendine sakladığında ötekilerle arasındaki açı artar; dünyanın geri kalanına mal ederek evrenselleştirmediğinde maliyet daha da pahalanır. Biyo politik bedenine monte edilmiş kazanımlarını idame ettirme yönünde yeni kanaatlar, hayati çözümler mutlaka üretilecektir. Bunun yolu da AB'nin Alman denetimindeki normlarını tartışmaya açmaktır. Referandum haberinin mavrası, sanki öznenin normale dönme istencinin başlığa çekilmesidir. İngilizler gibi ötekiler de eğer imkan bulsalar, deforme olan kuralları oyun içinde şahsi eğilim ve tecrübeleriyle değiştireceklerdir. AB'nin seçilmişlerinin sokaktaki bireylerin işsizliğine vd. haklarına en uygun prosesi arama gayreti krize rağmen devam edecektir. Mültecileri "Hoşgelmediniz!" pankartlarıyla karşılayan Almanlar ya da Macaristan örneğindeki gibi sıradan yurttaşların, iltica eylemini şizoid bir buyurganlıkla engellemesi doğrudan doğruya işlevseldir. Simgesel anlamın mülkiyeti sert bir tavırla sahiplenilmektedir. Dekapitasyon, deney hayvanlarında kimyasal kullanmadan giyotin yöntemiyle başın gövdeden ayrılmasıdır. Avrupa'nın vizelerle nüfusunu koruma altında tutması, içeride/dışarıda agresif politikalar geliştirmesi, siyasal teolojiden aktarılan kesinlikler karşısında siyasal önderlerin ulusal renklere bürünmüş manik depresif, saldırgan pozisyonlar alması paternalizmin boyun kopartma girişimidir. Başarı, hakimiyetteki bütünlük, yararlılıktaki tutarlılıkla başkaları üzerinde kontrol sağlayabilmekten geçer. Köle/Efendi diyalektiğinde kutuplar, birbirlerini bilinçli bir bağlılıkla sömürürken, müşterek bir hayatın yaşam tarzını da -belirli marjlar bıraktığı müddetçe- iştah ve güvenle sürdürmüşlerdir. Burada üçüncü dünya nüfusuyla köprüleri atma girişimi Suriye'de Pandora'nın Kutusunun zorlanmasıyla kelebek etkisini, giyotin etkisine çevrilmiştir. Her iki pataloji de radikal ama anlaşılırdır. Arap Baharının iklimini değiştirdiği bir diğer ülkesi Tunus'ta Gannuşi, zafer kazanmış örneklerin taktik yolunu izliyor. Kendi kamuoyu, kaygılarına rağmen onun için "reformcu mu?" diye düşünüyor olabilir. Ne var ki, fotografa dışarıdan bakan liberaller ana eksenin mahfuz olduğunu, yöntemin değiştiği ve stratejik amacın kamuflaja uğratıldığını, karartmaya uğramış hedefin ustaca perdelendiğini görebiliyorlar. Hümeyni'nin tarih sahnesinde görülmesinden beri siyasal islam şayet önüne iktidar olma hedefini koymuşsa, liberallerden destek alarak yumuşak bir söylemin kapsayıcılığıyla her kesime ulaşmayı çabalamaktadır. Muhalefette olduğu müddetçe, uzlaşmaya açık, demokratik, (şura geleneğine vurgu yaparak) hoşgörülü bir karakter sergilemektedir. Dinin yumuşak yüzünü göstererek halkın barışçı değerlerine hitap eder. Geleneksel değerleri oyuna sürerek hoşgörüyle sempatisini artırır, tabanını genişletir. Amaç daha fazla katılımdır. Ne ki, ondan sonra gerekli teveccühe ulaşıp kemikleşmiş bir kitlenin ideolojisi olmasından itibaren hitabı sertleşmektedir. Hayat tarzını dayatmalar başlar. Ötekileri kafir ilan eden arkaik dönem esintileri, modern zamanın sert rüzgarlarına çevrilir. Sonunda kendi tasarımı dışındaki demokratik kimliklerin ve farklı projelerin hepsini Musa'nın asasının geride kalan her şeyi yutması gibi yok ederek tek kimlikten ibaret bir dünyanın kapılarını aralar. Çünkü dinin amacı barış içinde birarada yaşamak gibi bir kavram içermez. Dünyada bütün yetkiyi elinde toplayan tek bir iradeye boyuneğme yönündeki tebligatı bütün insanlığa duyurmayı ister. Gökyüzünden kimse inmiyorsa o takdirde siyasetçiler, ilahi bildirinin temsilini yüklenmek durumundadırlar. İsa'nın mesajı Luka 12/51'de nettir, açıktır: "Yeryüzüne barış getirmeye mi geldiğimi sanıyorsunuz? Size 'hayır' diyorum; tam tersine 'ayrılık' getirmeye geldim! Dinler arasında, araç ve amaç bakımından fark yoktur. Siyaset biliminin arşivine imkan sağlayan hile, düşmanını arayan toplumda radikal kopuşlar ve usavurma gayretleriyle modern bir savunma silahı yaratır. İngiltere'de Cromwell Devrimi, Fransız İhtilalinden takribi 130 yıl öncedir. Gerçi, din adamlarına ve aristokratlara "Süslü saltanat eşyalarınızı alın ve defolun gidin" diyen Cromwell öldükten sonra Kral II. Charles, onun cesedini mezardan çıkartarak kafasını kazığa geçirmiştir. Tanrının halifesi kabul edilen asil kanlı monarklar demek ki yurttaşları kadar savunmasız ve ölümlüdürler. Kralın kral olması, miras değil tebanın onun kral olduğuna inanmasıyla gerçekleşiyordu. Fransızlar, modern çağın başladığına belki de İngiltere kralı 1. Charles'ın idamından sonra ancak kanaat getirmiş olmalılar. Mine Kırıkkanat, 12 Haziran tarihli Cumhuriyet gazetesi'ndeki yazısında medeni sayılan bir ulusun şiddet ögeleri içeren milli marşının bugünkü modern hümanist bakışla kabul edilemez cümlelerini köşesinde okura hatırlattı: "Yurttaşlar! Bölüklerinizi kurun! Yürüyelim, yürüyelim! Ardımızdaki izleri, Pis bir kanla dolduralım!" Bu nakaratta yer alan dörtlük; Marsilya’dan yola çıkıp Krallık yandaşlarını hallaç pamuğu gibi atarak kuzeye doğru ilerleyen Cumhuriyetçilerin 1789 Devrimi’ne armağanı olup 1795’ten beri Fransa’nın ulusal marşıdır. Şiddete davet içeren tüm ulusal marşlar arasında en kanlısı sayılır ve "La Marseillaise" adını taşır. (1) Burjuvalar, Avrupa'da devletin sahibi olan kiliseden ve aristokratlardan haklarını çarpışa çarpışa alırlar. Görünen o ki, bugün de haklarını savunan o küçük burjuvaların çocuklarının sivil toplumu, ne İngilizlerin saray entrikalarına, ne Prusya'da tebdili kıyafet eden kasaba ideolojilerine, ne de gelişmesini henüz tamamlamamış ülkelerdeki din tüccarlarının hamaset yüklü retoriklerine hiç de kolay teslim etmeyeceklerdir. Nifaka karşı evrensellik ve adalet temasıyla dikilen çitin, kitlelerde infial uyandıran replikin bugünkü işlevi nedir? Bu çağda hala geçerli olan bu tür bir söylemin tiyatrovari bir elçırpışla tarafları ürkütmesi belki bir nebze anlaşılırdır. Halbuki, bu yüzyılın kendi çelişkilerinden çıkan, kitlelerde yükselen her çağrının şiddet ve ırkçılık lehine bir söylevle yüklü olması için aynı şeyi söyleyemeyiz; çünkü abestir. Ancak evrensellik, kültürde, siyaset ya da hukukta değil ama sadece tüketimde ortak yargılara sahip olma gibi netameli bir anlam taşırsa makul kabul edilebilmektedir. Latince bir kelime olan Modus Operandi terimi, bir kimsenin çalışma yöntemi veya alışkanlıklarını tanımlar. Suç bilimi terminolojisinde olayın, vakanın oluş şekli, failin yöntemini anlatmakta kullanılır. Burada faailiyeti gerçekleştiren psikoloji -eğer suç olarak tanımlanıyorsa- modern ama patetik diye nitelendireceğimiz profilin önceliklerini, paradigmadaki uzlaşmazlıkları ve saplantılarını teşhis edebilmek gerekir. Yabancılaşma, duyarsızlaşma sadece taraflardan birinin, öteki karşısındaki konumu değildir. Çağımızda her iki muarız da göstergeler ve imajlarıyla kendilik bilincinin, etnik mahiyetteki servetlerinin kararlı savunucularıdırlar. Savaş, ideolojilerin, bayrakların, dinlerin, kültürlerin, yaşam tarzlarının, inançların; velhasıl tüm sembollerin ve uygarlıkların savaşıdır. Göçlerden çok taşınan bagajlar etki alanlarını, maliklerin mahremiyetlerini tehdit eder. Coğrafyalar paylaşılmıştır. Dünya siyasi liderleri arasında sürecin yönlendirilmesinde uyumlu bir suç ortaklığı vardır. İçerdeyse politikacılar bu ortaklığı kendi güruhlarıyla yaparlar. Ulusal faşizmlerdeki akıl dışılık, üçüncü göz için belki histeridir, hezeyandır. Oysa, en ılımlısı Cameron gibi liderlerin seçmenine yaptığı doğrudan pragmatik bildirimler, küçük burjuva hezeyanların manifestosu hükmündedir ve Cromwell'den beri son çare olarak yeri geldiğinde halka başvuran ortaklık akitlerinin gereğidir. Dünyadaki her şeyi gereğinden fazla farketmiş Britonlar gibi narsist bir uygarlığın kendi içine çekilmiş tamahkarlığı, kendi sınırlarında tutulan hırsının AB'ye olası tesirleri şüphelidir. Siyasallaşmış eskatolojik tezahürleri doğru yorumlamak gerekir. İngiltere'nin davranışına tepki vermeden söylemdeki burjuva kültüre yapılan vurgular anlaşılmalı ve ulusların yaşam biçimlerini ve hukuki kriterleri koruma endişelerine belki de zaruret adına saygı duyulmalıdır. Bu hafta İngilizler, AB'de kalıp kalmama kararını oylayacaklar. Referandum sonucu belirleyecek. Elbetteki amaç burjuva toplumundaki çürümüş, ıskartaya çıkartılmış, deformosyana uğramış olguları yıkıma uğratmak değil, aksine bunlarla sahip olan İngiltere'nin ayrıcalığı denetim altında tutmaktır. Diğer ülkeleri pratikteki saçmalıklardan fazla teorideki kusursuzluk endişelendirmelidir. Daha önceki tragedyalarda, her sözün, davranışın, jestin sınıfsal bir anlamı olduğu sanılırdı. Gannuşi'den Cameron'a ve diğerleri şunu keşfettiler: Mağduriyetleri siyasallaştırmak ve acıma duygusunu okşamak, empati yeteneğini kullanıma açmış toplumlarda kredi kazandıran bir yöntemdir. Bazı şeylerini kaybedenlere, tekrar her şeyi kazanmaları için bahislere yükseltme imkanını tanınıyor. Artık bunların hepsine insanların yaşam tarzlarına, ailelerine, toplumlarına sahip çıkmalarıyla irtibatlı tepkiler ve kültürel savunma taktikleri diyebiliriz. Halk, vaatlere, küçük promasyonlara razı. Siyasetçiler, şeylerin rasyonalitisiyle uyumlu davranış modellerine kitleleri ikna edebilirlerse bir süre daha başarılı olacaklardır. Bu ise paramparça olmuş bir dünyanın istikrarını meşrulaştırmanın imkansız arzusudur. Onların, başkalarının, hepimizin: Bu çağı yaşayan bizlerin; böyle bir dünyada nihilist olmak için birbirinden farklı sebeplerimiz var. Fakat gelecekten umutlu olmak için geçerli bir nedenimiz yok!
https://www.youtube.com/watch?v=dp0tqdu7fH4
(1) http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/549797/Mahkemelik_kitap.html






***



Türk karikatürünün usta çizeri Sami Caner..





Tarih, 1981'in yazı. 12 Eylül karanlığının bir kabus gibi ülkenin üzerine çöktüğü günler. Yer Cağaoğlu'nda Milliyet gazetesinin yanıbaşındaki yazıhane. Müdavimler arasında Haldun Taner'den Şahap Balcıoğlu, Hayati Asılyazıcı'ya, Barlas Özarıkça'dan Kürşat Başar'a yazarlar, genç şairler, Komet'ten, Bedri Baykam'a, Mehmet Güleryüz'e, Turhan Selçuk'a kadar farklı çizerler, sanatçılar var. Fotografta Emin Çetin, Sami Caner, tarihçi Murat Bardakçı..


Sami Caner'i ilk defa 1973'te Eflatun Nuri ile birlikte tanımıştım. Ulaşım ve iletişim olanaklarının fazlasıyla sınırlı olduğu, Cumhuriyet'in mürettiplerin elinde dizildiği, henüz siyah beyaz fotografların analog makinalarda çekildiği ve klişelere geçirilerek basıldığı yıllardır. Politikanın zirve yaptığı yetmişlerde Türk karikatürü, Gırgır'ın matrak mizahıyla, Ferruh Doğan, Tan Oral, Turhan Selçukların güler yüzlü ciddiyeti arasında bölünmüştür. O dönemde çizgili mizah denilen karikatürü, karşılıksız hizmet düsturuyla davranan gençler bir siyasi savunma aracı kabul etmişlerdir. Gittikçe çölleşen entelektüel dünyada bugünkü neslin anlaması zordur. Sanatçılar, toplumun kamplara bölünmüş diğer üyeleri gibi feragat ettikleri hayatlarında doğrularla yanlışları aynı kabiliyetle savunabilmişlerdir. Ana eksen, demokrasidir, sosyalizmdir; ne ki, eylemleriyle paramparça olmuş politik bir ortamda, kitleler üzerinde mağduriyetler yaratan hikayenin de tarafıdırlar. İktidarın düzeni ve mantığının denetlemesi imkansızdır; yarınlar onlarındır ve heyecanla algıladıkları, geleceği umut dolu olan bir dünyanın mensubudurlar. Motorları maviliklere süremeyen çocuklar için 1980'den sonrası tam anlamıyla acıdır, travmatiktir. Oysa ki, onlar zekice işlere imza atan, zayıf bir nidayla cuntaya karşı direnişlerini ulvi bir meslek edasıyla ifa etmiş gençlerdir. Bağımsız yayıncılık ve merkez medya dışındaki gazetecilik 12 Eylül'ün generallerince yasaklandığında çizerler giderek daha çok kültür, sanat dergilerine sıkışıp kaldılar. O dönemde sergiler, kitaplar, afişler vd. faaliyetlerle kamuya kendilerini ispatlamış, kitlelere eserlerini göstermiş ve muteber organlarda yayımlanmışlardı. Bugün gazetelerde, dergilerde o derinlikte mizaha artık daha da seyrek rastlar olduk. Espriler soyutlamalar ve birbirine teğelli metaforlarla yüklüdür. Sami Caner, kuşakdaşları Necati Abacı, Selçuk Demirel, Ercan Akyol, Alper Uygur, Ahmet Aykanat, Polat Nahabaş, Beysun Gökçin, Haslet Soyöz gibi biyolojik farklılıkları olan, zehirce mizah ve hınzır ironileriyle dikkat çeken nezih bir kimliktir. Hikayeyi Semih Balcıoğlu'nun bana anlattığı şekliyle yazıyorum. Zaten anlattığının bir benzeri de Can Yayınları'ndan 2003 yılında çıkan 'Memleketimden Karikatürcü Manzaraları' kitabında yer almıştır: 

"Simavi Uluslararası Karikatür Yarışması'nda eserler panolara yerleştirilmişti. Jüri üyeleri dolaşmaya başladı. Yanımda dünyanın hayran olduğu Fransız büyük usta Roland Topor var. Birlikte dolaşıyoruz. Topor, panodaki bir karikatürün önünde epey uzun bir süre durdu; akabinde defalarca gelip gidip baktı.. Bana döndü sordu 'Bu sergide karikatür satılıyor mu?'. 'Hayır' dedim. 'Keşke satılsaydı' dedi. Mümkün olsa bu karikatürü alır Paris'te evime asardım; sonra karikatürün ne olduğunu soran dostlara kısaca 'Bu!' derdim. Son yıllarda gördüğüm en güzel karikatür 'dedi. Topor ve diğer seçici kurul üyeleri imzaları kapalı karikatürleri gördükleri içinde, sanatçının adını ve ülkesini göremiyorlardı. Roland'ın gösterdiği karikatür bir Türk'ün eseri olduğu için, ben kimin elinden çıktığını biliyordum. Karikatürün sahibi Sami Caner'di. Nitekim o karikatür diğer jüri üyelerinin de beğenisini kazanarak dereceye girdi. Sami'ye bu olayı bir süre sonra anlattım. 'Buna çok sevindim. Bu sözler yarışma sonunda benim aldığım ödül parasından çok daha önemli. Topor gibi çok büyük bir ustanın böylesine beğenisini kazanmak ne demek? Bunu hiç unutmayacağım' demişti. Sami haklıydı. Tanıdığım Topor'un önüne bavulla para koysak, asla bu sözleri söyletemezdik. Çünkü o bir karikatür dehasıydı. Bu sözleri sergiyi gezen bir milletvekili ya da bakan söyleseydi ne olurdu? Sami'nin tepkisi nasıl olurdu? Mutlu mu olurdu, içinden güler miydi?. O, çok saygılı ve terbiyeli bir sanatçıdır. Sanırım bu soruya, önüne bakar, yanıtını da veremezdi. Haydi gelin o yanıtı ben vereyim: 'Onların yüzde doksanbeşi zaten karikatürden anlamazlar ki...' Hiç reklamı bilmeyen, kendi halinde, son derece sessiz, gürültüsü patırtısı olmayan bir karikatür aşığı. Yazısızın daniskasını yapar ama onun yaptığı ince mizahı, çizdiği karikatürü herkes de anlayamaz". 

Semih Balcıoğlu'nun, karikatürcü Sami Caner hakkındaki yazısı uzun. En sonunu şöyle bitiriyor: 'Anlayın artık siz! Sami'nin tüm bu nedenlerle bendeki yeri apayrıdır'.

Başkalarına, diğer meslektaşlarına yönelttiği eleştiriler yaralayıcıdır. Semih Balcıoğlu, kimseyi beğenmeyen, mesleğinde burnundan kıl aldırmayan, ödüllere ve övgülere boğulmuş bir sanatçıdır. Türk karikatürünün gelmiş geçmiş 7 büyük ustasından biri kabul edilir. O, bunu söylüyorsa ve söylediklerini yazıyorsa, bu Sami Caner kimdir diye düşünmek gerekir. Onun engin tevazusu demek ki, toplumda görülmesi için yeterli neden olmamış. Sami Caner'in uzun yıllar çalıştığı Cumhuriyet gazetesi ve Karikatürcüler Derneği'ne burada iş düşüyor. Semih Balcıoğlu, üstadı azamdır ve hatırlatması değerlidir. Konunun uzmanlarının, mesleğinin doruğundaki bu tevazu sahibi sanatçıyı yeterince araştırıp değerlendirmediklerinde, karikatürün aktüel tarih yazılımı eksik kalacaktır. Balcıoğlu'nın söyledikleri belki de bir retrospektif bir sergi ve kitap tavsiyesi olarak okunmalıdır. Bu referansın ustadan kalan bir talimat olarak kabul edilmesi gerekmez mi? 





***





Utançtan şeklen kurtulmak değil, utanç kavramını yaratan mahiyetten, durumun mahremiyetinden tamamen uzaklaşmak için insanlığın yeni bir eşikten geçmesi gerekiyor. Herhangi bir ideolojinin egemen olduğu totaliter ve organik her toplum, geçmişe yaslanarak yarından feragat bekleyen nesillerde aşina olduğumuz öfkeyi tetiklemektedir. Aşındırmalara uğramış kültürler, savunma becerileri ve müteaddit tekrarlara rağmen çürüyen değerlerin müsebbibidirler. Hataların ilkinin trajedi, devamının komedi olduğunu biliyoruz.


İnsanın doğal hali neş'edir. Yeni doğan çocuklar, deliler ve kamil insanlar neşelidirler. İnsanları hüzünlü kılan mutsuz bilinçtir. Ne var ki, adına 'mutsuzluk' denilen sıkıntı olmasa, dünyada değiştirmek için çabalayacağımız hiçbir şey de olmazdı. Tarihi ve uygarlığı yaratan memnuniyetsizlik halidir. Hegel, insanı iyi ve kötü yapan kendine yönelttiği acıma düşüncesidir, diyor. Bizi yaşatan ve öldüren neden aynıdır. Her şeyi isteyen insan, hiçbir şeyde tatmini bulmayan acınası bir varlık olarak yarattığı fetişlerde, kendindeki neş'eyi dışarıda arar. İlk tohumun ekildiği, ilk tarlanın çevrelendiği ve çıkacak ürünü paylaşmak için zamanın ve rakkamların icat edildiği andan itibaren tarih, kendi menfaatleri peşinde koşan muhtaçlık kültürünü geliştirmiş insanların etkinliğinden ibarettir. Bizi imrendiren özgürlük, ancak zorunluluk dünyasında parası karşılığında; yani çalışmakla elde edeceğimiz eşitsiz bir kazanımdır. Herkes gerçekliğin bir parçasını bilir; meslekler bütüne kördür. Kurumsal kötülük, uzmanlıkları bir makinanın dişlileri gibi günün her anına, nihayetinde gecenin karanlığına yayar. Totaliterizm sadece monarkın pençesindeki sistem ve ona bağlı bir zümrenin yönetimi olarak algılanmamalıdır; işi, sayılara çeviren mühendis bakışı, toplumun hareket yasalarını ihtiyaca dönüştürür. Gereksinimleri ekonomik kategoriler halinde üretimden tüketime, doğumdan ölüme kadar doğallaştırır. Rakkamların iktidarını kurar. Zeka bireyseldir ancak akıl, sınıfa ait birikimin yuvasıdır. Doğal haklar, insanlarının özündeki kudret ve şiddette mahfuzdur; kurumsal yapıdan sonra organize olan sınıfa devredilir. Olumsuzlayan tüm anlamlara birbiri ardınca vurgu yapan Marksizm, iddiasına rağmen kuşkusuz sarih ve tatminkar bir kapitalizm eleştirisi değildir. Çünkü ekonomi politik, sermayeye, emeğe, hiyerarşiye gereksinim duyar; kargısını böğrüne batırma saplantısına rağmen endüstriyel üretim rejiminin tüm kurumlarını yaşatmak mecburiyetindedir. Afaki bir sınıfsız toplum hülyası, felaketçi söylemlerle birleştiğinde termal efektler oluşturmaktadır. Bilimsel materyalizmin vaadettiği ütopya Pavrus'un Selaniklilere mektupta işlediği eskatologya (çağın sonu) gibi bedene ait davranış modellerini ezoterik savlara gömer. 

Bakunin'in söylediği gibi: "Teori mi? Boşversenize!".. 

Tüm tarafların sahip olukları şeyleri sattıkları bir dünyadır endüstriyel toplum. İşçiler emek güçlerini satarlar. Sermayeyi ellerinde tutanlar ücret adı altında eşya rejimininin çalışanlarını yönetir ve paranın, emeğin ve metanın ticaretini yaparlar. Buna alternatif olan teorideki ertelenmiş cennet metaforu, bilimsellikten uzak ve pratiğe yansıması müphemdir. Fabrika, nesneleri üretirken özneleri köleleştiren örgütlenmenin adıdır. Her şartta iş'in mekaniğini yaşatan ve çalışanı sevk, idare eden moral ideolojidir. Fiziki uzamdan kopartılan Telos, ilahiyatın bezemeleriyle süslenmiştir. Materyalize edilen yüce amacın, kapitalizme seçenek olarak metafizik idealizme monte edilmesi, bugüne ait tercihleri baskılarken geleceğe dair varsayımları temelden köksüzleştirmiştir. Farklı düşünen hasımlarını ezmek için ideologyalar mutlak surette bir iktidar mekaniğine ihtiyaç duyarlar. Benjamin'in tefsiri doğrudur: Ezilenlerin geleneği göstermektedir ki, yaşadığımız olağanüstü hal bir istisna değildir. İnsan insanın kurdu olduğunda ihtiyat ve hile, hayatın olağan döngüsünde riayet ettiğimiz müfredatın bütünü demektir. Yalnızlığın panzehiri, niceliklerle yetinilecek iktidarsız bir evrensel toplum ve müşterek bir dünya mirası inşasıdır. Çünkü coğrafya yerini tarihe, nicelikler yerini niteliklere, ilişkileri değerli kılan sıfatlara, parçalanmış toplumda azap veren yaftalara bırakmıştır. Büyüsü bozulan mânâ, öğrendikçe maddeye çevrilmektedir. Adaletsizlik, yücenin alameti değil, çukurunda omuzomuza bulunduğumuz cehennemin bir kuralıdır. Bazılarının felaketi, bazılarının ziyafeti olmuştur. Oysa Hades'in ölüler ülkesine girme yetkisi olan Sisypos'un acıları gibi asla iyileşmeyecek zemindeki demokrasi, sistemin iltihabını, halkın açık yaralarını meşrulaştırma aracı olmamalıdır. Burjuva ve proletaryadan ibaret sayarsak hayatı, dışarısı yoktur. Özgürlük bir metafor olarak şevk verir, tahammülü artırır; halbuki emek sermayedir ve metabolizmanın sermayesi emektir. Velhasıl toplum olmak, zorunluluk dünyasının sınırlarını esnetme pahasına eldeki bu araçlarla duvarları yükseltmeden ibarettir. Bilinenle görünen arasında sert bir açı vardır. Bilinç, eğer tersine dönmüş böylesine bir dünyanın bilgisi ise öyleyse başka bir dünya mümkündür! 





***











Dünyada en büyük yıkımlar, doğal felaketlerin sonucu değildir. Bu zulüm, hayata ait gerçekleri telafisi mümkün olmayan karanlık cehennemlere dönüştüren politikacıların iradelerinin neticeleridir..


Kadın doğurganlığının tartışıldığı şu günlerde, tabii ki emrivaki önerileri kimsenin emir telakki edecek hali yoktur. Ancak doğru olan şudur: İnsanı, bilinciyle hayvandan ayıran ve insanı tüm yaşamı boyunca sadece çocuk değil, her türlü işe ve üretime zorlayan libidodur. Marks, üretmeyen toplumlar yaşayamaz der. Libido kavramının içine sadece olumlu değil, her türünden (hile, şiddet, tasarım vd.) akıl almaz dürtüler de girer. Yaşam ve Ölüm dürtüleri literatürde, Eros/Tanatos veya Libido/Destrudu olarak bilinir. Libido, psikolojide "cinsel dürtü" diye adlandırılsa da anlamı asla bununla sınırlı değildir. İnsan düşünerek geleceğini, çevresini ve 'değer' tanımına girecek tüm ürünlerini bu cinsel dürtüyle yaratır. Burjuvazi, dünyada en barbar olanları bile uygarlığın içine çekiyor dediğimizde, ilk önce bundan nüfus istatistikleri zarar görmektedir. Her sabah uyanmak için bir nedeni olanlardaki çeşitlilik öyle bir ters ivme yaratmıştır ki, çoğalma dürtüsünü sorumluluk bilinciyle denetleyen toplumlarda, eğitimli insanın üreme oranları giderek azalmıştır. Eğitimsiz güruh ise bugün yedi milyarı aşan dünya nüfusuyla yüzde doksanlara ulaşmıştır. İşte neden yapıldığını çok anlayamadığımız bu gelişmelerin ortasında yaşamak için çalışmak bitmeyen bir istıraptır. Karanlık geleceğe rağmen fikir beyan eden politikacılar, insanlığın hilafında art niyetlidirler. Batı emperyalizmi "Esat halkına zulmediyor" repliğini seslendirirken amacı demokrasidir" diyemeyiz. Suriye ve diğer bölge ülkelerinde birbirine kırdırılan halkların tarihine baktığımızda, taamüden çıkarılan savaşların her şeyden önce kapitalizmin stratejik bir nüfus planlaması olduğunu görürüz. Her şeyi söylendiğinde değil, ne yazık ki renkli bir vizyon halinde pazarlanan Gerçek, hilekar aklın ürünü politikalarla dönüştürüldüğünde hakikat etkisi yaratıyor. Ekonominin çıkarlarına gösterdiğimiz zafiyet, uyum, bütün ve inanca duyduğumuz öfkenin zaferidir. Ne var ki, emperyalizmle kurulan zihinsel işbirliğinin doğası da böyle netameli bir suptil bilinç ve karanlık bir geçmişin eseri olarak dipte yuvalanmış arzuların gün yüzüne çıkmasıyla görünür olmuştur. Kültürel eğitim ile şeylerin üretimi arasındaki uyum bizi dehşete düşürmektedir.



***



Server Demirtaş'ın geçen sene içinde izlediğimiz eserleri bize ilham vermişti. Şimdi de genç düşünür Harari'nin Sapiens kitabı, beynimizin ve asabımızın sınırlarını daha da zorluyor. Her felsefe, çağının fenomenlerini kullanarak işe uçuk tahayyüller, kaçık hayaller, aşkın varsayımlarla başlar. Ne var ki, demokrasi, özgürlük, hakikat gibi temel kavramların, teknolojinin gelişimine paralel yeni tanımlarının yapılması, normların yükseltilerek güncellenmesi gereklidir. Düşünmek sonu olmayan yoldur. Olayların nasıl gelişeceği, bilimin hangi araçlarını kullanırken kimlere rastlayacağımızı bilmeyeceğimiz bir yolculuktur..






En büyük gerçek şu ki, geçmişte ve bugün yaşadığımız tüm insani olarak addedebileceğimiz dertlerin ve sosyal tasaların hiçbiri gelecek yüzyılda olmayacak. İktidarlara, toplumu izleme ve koordine etme olanaklarını sağlayan bu merkezi zapturapt, kırk yıl önce düşünülemezdi bile. Genetik mühendisliği, nanoteknoloji ve beyin-bilgisayar arayüzleri vasıtasıyla 21’inci yüzyılda, iktidarların hegemonya uyguladığı zihinler ve bedenler ya bütünüyle otonomlaşacaklar ya da en büyük makina tarafından köleleştirilerek yeniden tanımlanacaklar. Algoritmik yazılımlar, insana zekasını kullanma imkanlarını gittikçe daha fazla bertaraf ediyor. Makinalar kendi kendilerini üretmeye başladığında, talimat veren bir insana ihtiyaç kalmayacaktır. En sonunda hazzı ve iktidarı da keşfettiklerinde artık bırakmak istemeyecekleri bir iradeleri ve kendileriyle başlayan bir tarihleri de olacaktır. Bu durum, seri bir katile dönüşmüş olan Homo Sapiens'den farklı bir varlığın ortaya çıkma nedeni olabilir. Velev ki, ardından kan dökücü bir canlı olan insanlık yasaklanabilir; birikimi kozmostan silinebilir, kültürü tümüyle kaybolabilir. Sapiens kitabını okurken kışkırtılan beyin kimyası, yeni sosyolojik tahayyüllere, ideolojik tasarım ve felaketçi analizlere fazlasıyla imkan tanıyor.

Sapiens adlı kitabın yazarı Yuval Noah Harari, gelecek yıllarda, tarihin ve bizzat insanın kendisinin radikal bir değişime gireceğini hissettiriyor. Sadece toplum ve ekonomiyle değil; yaşadığımız dünyayla organik ilişkilerimiz askıya alınacak ve bedenlerimiz, zihinlerimiz de yazılımlara tekabül eden algılarla dönüşecek, değişecektir. Müşterek kaygıları olanları buluşturan, mizaçlara uygun eşler bulan, çevreyi tararken ihtiyaçlarımızı ve koordinatlarımızı belirleyen, gideceğimiz adrese bizi götüren yapay zekalı arkadaşlarımız en güvenilir dostlar oldular. Yazılımlar, kategorik olarak işinde uzmanlaşan programlarıyla, insan aklının kotarabileceğinden çok daha fazla işi estetik hassasiyet ve vicdansız bir doğrulukla yapmaya başladılar. Artık onlar daha iyi araba kullanıyorlar, ameliyat yapabiliyorlar, sıfır yanılma payıyla bedenin içini ve dışını görüyor, görüntülüyor ve hastalıkları daha iyi teşhis ediyorlar. Hatta imkan verilse daha iyi bir hukuk düzeni ve iktidar hizmeti sunmaya da adaydırlar. Artık hayret etme güdümüzü kaybettik. Önümüzdeki kısa dönemde dünyada nepotik yandaşlara, yönetenlerin akrabalarına peşkeş çekilen tüm işlerin büyük kısmının bilgisayar tarafından hatasız ve mesaiyi türlü nedenlerle aksatan personelsiz yapılacağına eminiz. Onlar, normal bir çalışanın sekiz saatlik işgününü üçe katladılar. Yapay zekânın yükselmesiyle işe gitmek zorunda olan kitleler büyük ihtimalle artık uzmanlıklarını ve ekonomik imkanlarını devredecekler. Bu yüzden çok dar elit bir kesimin meşgalelerini ve siyasi güçlerini muhafaza edebileceğini farzedebiliriz. Yeni teknolojilerle beraber hükmetmenin doğrudan tahakkümü kuvvet kazanırken, ıskartaya çıkan iktidarların mutlaklığını zayıflamaktadır. Bu yüzyılda kendimizi içinde bulduğumuz hâl sıradışı bir düzendi. Tahammül sınırlarını zorlayan mevcut siyasi modelleri, işçileri şeyleştiren felsefeleri, olağanüstü performansla çalışan fabrikaların mantığı ve kıtlık kaygısını provoke eden üretim biçimi geçen asrı şekillendirdi. Harari, bu tasarımların 21’inci yüzyılın siyasi gerçekleriyle uyumlu olmadığını müşahede etmiş bile. Yeni yazılımlarla kurumlar ve şirketler günümüzde bir miktar daha güç kazanacak sanki. Ancak, en nihayetinde bu güç yeri ve zamanı geldiğinde insanların elinden çıkacak ve karmik yazılımlara mutlaka devredilecektir. Sermayenin kendini iptal edeceği eşikte merkez, suptil bilincin arazlarına sahip olmayan algoritmalara kayacaktır. Sonuçta hayatımızı bizden iyi tahlil eden enerjik makinaların yönetiminde geleceğimize ait kararlar, matematik bir zekanın takdir yetkisi ve ustalığıyla alınacaktır. Burada insan, "acaba sakat doğan yavrusunu öldüren hayvanın güdüsü böyle bir programın iradesi midir?" diye düşünmeden edemiyor. İnsanların tüm canlı yaşama egemen olma biçimine karşı teknoloji, insanlara egemen olma yönünde hazırlık babında şimdilik felsefe üstünden bir simülasyon oluşturuyor. Sermaye birikimine denk gelen sefalet birikimini ve adaletsizliği yaratan kapitalizmden doğan Harari'nin fantazmik dünyası paranomanyak bir kehanet değil; ufukta görünen insansız ama adil bir dünyaya doğru evrimleşen gerçeğin bir ön bildirimidir. 



http://www.hurriyet.com.tr/bir-sonraki-devrim-bedenlerimizi-degistirecek-40113101?_sgm_campaign=scn_a0046116293a0000&_sgm_source=40113101&_sgm_action=click




***



Dünyanın tarihini yazan galipleri, ismi anılmayan mağluplar yaratmışlardır. Kahramanda, liderde, önderde vd. gücü biriktiren etken, tabandaki acziyet ve öznel iradedeki çaresizliktir. Nüfuzlu bir azınlık yaratma çağrısıyla sadece sınıfa yönelmiş bir bakış, sosyal zümrelerin yarattığı çeşitliliği kaale almaz. Kültür, sınıf savaşlarını aşan bir bilinç ve mücadele alanıdır. Ekonominin sosyal hayatı değiştirirken yerinden ettiği köhnelikleri, iktidar sahipleri, kültürleriyle mütenasip arzuların himayesinde tasniflerler. Cemaatlerini güçlerinin bilinciyle yeniden üretirler. Meşruiyetlerini örgütleyenler sınıf kisvesinde bulunsalar da, onları bulundukları yere intikal ettiren neden öncelikle kültürdür. Sivil toplumun azaları, can yakıcı kötülükler karşısında bir sınıf lehine olmayan eşitliklerin mücadelesini sürdürenlerdir. Sivil insiyatiflerin, mensubu oldukları öznelere olduğu kadar toplumun her moleküler birimine sağladığı moral imtiyazlar bu güne kadar görmezden gelinmiştir.





Dünya tarihi, tabii ki, özgürlükler bilincinin ilerlemesinden başka bir şey değildir. Politikacıların, toplumu yaratan bireylerin haklarını düşündüklerinde, bütüne ait olduğu varsayılan gayrı merkezi arzuyu yönetmelerinin olanağı yoktur. Halkı zerrelerden husule gelen canı yanan bir kitle değil de, çekiç darbeleriyle şekil verilecek bir nesne / kütle olarak kabul ettiklerinde farklılıklar, zor yoluyla umum lehine eşitlenir. Modern çağın başlangıcından itibaren, demokrasinin ruhuyla örgütlenmekte mütereddit davranan devletler, bir ekonomik taleple mafyalaşan baskı gruplarını kapalı cemaatler, partiler vd. formlarda kendi mimarisine dahil eder. Mafyalaşma temayülü sınıfsal bir özellik değil, kapalı toplumların güç hukukundan üreyen kültürel bir olgudur. Bu hazin problemin çözümü, kuvvetler ayrılığı olduğu kadar, temsili sistemde temsil edilmenin sayısal ağırlığına ulaşamayan sivil toplumun bireylerinin farklılıklarını ve varlıklarını kabul etmektir. Yönetmek, kişiler tarafından yerine getirilen ayrıcalıklı bir görev olmaktan çıkmalı ve istisnasız herkes, teknolojinin olanaklarıyla anbean karar mekanizmasının mekaniğine katılmalıdır..

Dünyanın her yerinde siyasetçiler, yönetilenler üzerinde güç kullanmayı yönetime mahsus, tabii bir hak olarak görürler. Adam Smith'in her meslek grubunun bir eksikliği gidererek topluma hizmet ettiği varsayımının aksine, toplumu ayakta tutan, herkesin herkesle savaşma yönünde kurgulanan diyalektiğin negatif yasalarıdır. Böyle yapılandırılmış bir kavram olmanın ötesinde kullanım değeri olmayan "hizmet", soyut bir yalan ve geçici bir istisna halidir. Savaşan sınıfların ardındaki güç, birbirleriyle uzlaşması olanaksız kültürel dokulardır. Modern yaşam, zannedilir ki yerellikleri çözdüğü oranda eşitleyiciliği bir umut olacaktır. Ancak biliyoruz: Sabit bir havzada konumlandığı müddetçe özneye dair her problemin çözümünün yeni problemler doğurması da kaçınılmazdır. Althusser'in "Gece kadar güzel bir metindir" dediği Tinin Fenomenoloji'nde Hegel, "Kendinden başka olan varlığın içinde kendi kendine varlığını sürdüren şeyin "olumsuzluğun varlığı" olduğunu söyler. Sınıflar, varlıklarını mülki olarak enterne ortamlarına borçludurlar. Sermayenin hammaddesi Emek için mutluluğun sırrı özgürlüktür ama özgürlüğün imkanı -ekonomikleştiği ölçüde politikleşen dünyada- köleliktir. Eğer kendisi için olabilmenin müstesna konumunu ele geçirmişse, en fazlasıyla iş vaadidir. Modern toplumlar, kamusal ortamda mukayeselere uğramadan herkesin kendini giderek daha fazla kendi olarak temsil ettiği; doğrudan katılımla siyasetin paranteze alınabileceği, hükmetmenin insanların değil, sadece şeylerin idaresiyle sınırlanabileceği konusunda ümit yaratmaktadırlar. Devlet, meşruluğunu yasa koyucu ve koyduğu yasayı koruyuculuğuna borçludur. Yüce'yi temsil edenlerin niyetini aşan kamusal tepkiyle toplumlar evrilirler. Pratik etkinliği (praksis) aracılığıyla örgütlenen ya da belli menfaatler çevresinde gruplananlar; ötekilerden farkla kümelenen insanlar, müşterek yararlılık prensibinden önce varoluşa tanınan hak çerçevesinde diğerlerine aklın nimetlerini kullanmaya çağrı çıkartırlar. Modern toplumlarda yönetici makam, ulus devletteki bilinegelen monarkın konumundan farklılaşarak gittikçe artan özgürlük talepleriyle askıya alınmaktadır. Tarih, kendini kuşatan örgütlü baskıya karşı özgürlük bilincinin genleşmesi, istihkak ile arzunun elele sürekli ilerlemesidir. Marks'ın dediği gibi "Sivil toplum, bütün tarihin gerçek kaynağı ve sahnesidir" ama bu dengeleri ihlal ederek hesap soran bir sivil toplumun özgürlüğü de tüm ideolojiler için gereğinden fazlasıyla rahatsız edicidir. Dünyada eleştirilere refleks olarak en acımasız yöntemlerle tepki veren mekanik yasa değişmezliğini korur; her sorunun çözümünün başka sorunlar yarattığı durumlara karşın, öznenin doğrudan katılımıyla politikacının son karar mekanizmasından dışlanmasına doğru dünyanın evrilmesi bir gerçektir. Marksist solun kültürü, 'üstyapı' olarak görmesi ve üretim sürecinden kopuk bir edayla itibarsızlaşması vahim bir yanlıştır. Bu durum aynen kadın sorununu proletaryanın özgürlüğüne indirgeyen sadece ekonomik eşitsizliklere yönelmiş düşük profilli bir sınıfsal tahlil denilerek geçiştirilemez. Sivil toplumdan maruzat beyan eden her birimini anlamaktan yoksun tavır, eleştirel düşünceye devreden karanlık mirasın yarattığı adaletsizlikle şiddet uygular. Sınıfın sirayet eden kültürü -Lenin'in Taylorizmi sahiplenmesi gibi- kökten değiştirme savında olduğu sistemin idamesine hizmet eder. Sosyalist demokrasilerin öznel otonom bir kavram olarak dahi hiçbir zaman var olmadığı dünyamızda, burjuva demokrasilerine alternatif sistemlerin 'devrim' adı altında müştekiler yaratan köylü despotlukları olarak tezahür ettiği bir gerçektir. Fakat olmamışlığına rağmen sosyalizm, tahayyülde evrimleşmiştir. Otoriterizmi yeğleyen muadilleriyse sınıf bilinci mottosuyla ince serzenişlere devam etmektedirler. Sosyal medyada "Kahrolsun Sivil Toplumculuk" nidaları yankılanmaktadır. Varoluş gerekçelerine sahip çıkan, öznel kapasiteleri olumlayan, etkinliğini istisna olmaktan çıkaran sivil toplum örgütlenmelerinden her fırsatta rahatsızlıklarını beyan edenler çürüdükleri oranda radikalleşmektedirler.

Hegel, devleti belirleyici, sivil toplumu ise devlet tarafından belirlenen olarak görmüştür. Ardından Markscı düşünce devletin, sınıflar tarafından belirlendiği yargısını geliştirir. Liberal, sosyalist, Bolşevik vs. Temsili demokrasilerin hepsi mefruçtur; sivil toplumun, gerçek bir politik toplum tecrübesini yaşattığı bilgisini es geçerler. Biliyoruz ki sadece kendileri olarak hayatta kalmak için direnenlerin masumiyetinden çok, bugün kuvvete dayalı hiyerarşisisiyle parti tipi örgütlenmeler ve mafyolojik cemaatlerin kaderlerine yazgılı bireylerin menfaatlerinin bu ilişkiler ağından istifadesine tabidir. İster dini, ister sınıfsal bir yapılanma olsun; iktidar amaçları ve örgütsel şemalar tüm yapılarda aynıdır. 19. Yüzyılın başından itibaren istisnasız tüm siyasi aktörler, didaktik söylemleri, sadakata dayalı politik bağları yücelterek öne çıkarırlar. Öznelerden özne olmalarını terkederek integral hesaplar uğruna feda olmaları istenir. Federal ekonomileri olan kitleler umarsızca çözülür. Cemaatler, örgütler, sol ya da sağ farketmez; hiyerarşik teşkilatlanmalarında tüm siyasal ilişkiler, derlenişlerinde mafya ahlakını ve hukukunu temel alırlar. Ekonomi son kertede illa ki, 'sınıf' diye teleffuz edilemez. Çünkü, adına mutlak hakikat dediğimiz toplum, sınırı ve sınıflarıyla mutlak bir olgu değildir; ne'liği muğlak göçebe belirsizliktir.

Gustav Flaubert, "Demokrasinin bütün düşü, proletaryayı burjuvazinin eriştiği aptallık düzeyine çıkarmaktır" der. Tüm devletlerin düşü, histerisiyle bloke ederek kendi azınlık rejimleri için çoğunluğu tehlike olmaktan çıkartabilecekleri yavan bir bolluğu sağlamaktır. Yanlış anlaşılma ihtimalini bertaraf etmek mümkün değildir. Marksizmin zihnen değiştireceği bir üretim ratyosu, olandan başka bir sınıf ideolojisine intisap ettirebilecek bir emek teorisi, fabrika düzeninde örgütlenen toplumun emel arzularından farklı bir imalat rejimi yoktur.

Modern çağın tüm örgütlenmiş aktörleri, cemaatlerini ve toplum tecrübelerini devletle ve devletlerle kurdukları derin ilişkilerde geliştirdiler; yapılarını, mimarilerini bir mafyalaşma sürecinde tanzim ettiler. Dayanışma ve itaatle oluşan topluluklar küçükten büyüğe doğru siyasal arenada rol aldı; emir telakki edilen buyruklar yerine getirilirken uygulama minorden majöre piramitvariydi. Fevkinde bir mecra olarak Arap Baharı tecrübesi, içinde insanlık namına kurtarılacak politik bir değerin kalmadığı toplumlarda eğilme ile yasak çiğneme arasındaki farkı itibarsızlaştırmışlardır. Buna karşın toplumsal farklılıklar doğrulanmıştır. Hassasiyetle jargonu egale eden stratejiler, umutları helak ederken bile aynı şema içersindedir. Mısır'da Libya'da Tunus'ta ya da coğrafyanın tüm eprimiş diktatörlüklerinde: Hükümlerin adalet içerebileceği, mutedil birlikteliklerle hükmedenlerin demokrasisinin hedeflerini yeniden kodlayabileceği düşüncesi bir varsayımdı. Dünyada bir ABD tasarımı olarak üretilen Arap Baharı'nın biçareleri, yasal ve kurumsal düzenin geleceğine ait stratejik oyunun piyonu olarak kullanıldıklarını farkettiklerinde şaşkındılar. Her merhalede mevcut görüşlerin çaresizliklerine medet niteliğinde, ülkede sivil toplum bireylerinin benzersiz entelektüel yaratıcılıklarını gördük. Hakimlerin dillerine pelesenk ettikleri sembollerine karşı Wall Street'te, Londra, İstanbul, Kahire, Milano'da ve eşzamanlı diğer dünya metropollerinde; adına şehir denilen bu cehennemlerin uçurumlarında kanat çırpan marjinallerin absürd sayılabilecek cesaretlerine şahit olduk. Bu anlamıyla sivil toplum örgütleri, teoride radikal pozisyonlar alanların karşı tarafında, özgün edaları ve farklılıklarının zerafetleriyle konumlandılar. Oliver Cromwell'in seçkinlere, "Acele edin ve defolup gidin!" demesi tarihsel eşiktir, milattır. Bastil ayaklanması, Paris komününden beri kendileri lehine politize olan kitlelerin dile getirdikleri sadece sivil toplumun istençleriydi. Sınıf siyaseti yapan örgütlenmelere karşı, sıradan insanlar namuslu ve sahi yaşanmışlıklarıyla, dünyaya ders niteliğinde müşfik bağlılık pratikleri geliştirmeleri sır değildir. Marks, 10 yıl sonra 22 Şubat 1881'de Ferdinand D. Nienuwenhuis'e yazdığı mektupta "Komün çoğunluğu hiçbir zaman sosyalist değildi ve olamazdı da" diyordu. Sosyalist değildi lafzını burada "politik değildi" anlamında okumamız gerekir. Zaten Engels'te 1882'deki bir başka mektupta "Paris Komünü'nün yaşamına malolan şey, merkeziyetsizlik ve otorite eksikliği oldu"ğunu vurguluyordu. Bu tespitlerin hepsi, sivil toplum lehine kaydedilmesi gereken görüngülerdir. Sermayesini imaja dönüştürmüş, öznesini nesnesinin aşkıyla uyruklaştırmış sınıfın sabit gözünden bakarsak sivil toplumun değerlerini savunmak bir oyunbozanlıktır. Kuşkusuz, tek renkli beşeriyete, fasılalarla diğerlerini, ötekilerin kimliklerini, hesaba katılmayan fenomenlerin nedenlerini öğretirken ya da mülksüzleştirenleri mülksüzleştirme teşebbüsünde bulunurken feragat ettikleri kendi bedenleriydi. 
Marks, Leipzig'deki Wilhelm Liebknecht'e 6 Nisan 1871'de yazdığı mektupta "Parisliler yeniliyor. Kendi kusurlarıyla yeniliyor. Bu aşırı dürüstlükten doğan bir kusur" diye feryat ediyordu. 


Ermişe tanınan imtiyazın aksine sivil toplumun anarşistleri, bireysel mülkiyeti savunan kapitalistler ve toplumsal mülkiyeti yeğleyen Marksistler tarafından hep bir tehlike olarak addedilmişlerdir. Sönümleme gibi uçuk teorilerle gelecek üstüne bahis oynayanları, bugüne inananlar rahatsız etmişlerdir. Onların her şeye gülen delilerden farkı, akılları, mizahları ve gereğinden fazla dürüst olmalarıdır. Beyin denilen organın kimyası değişmiştir. Direnilmesi gereken onbin yıllık insanlık tarihinin omurgasını oluşturan tahıl toplumudur. Gelişme mezmurlarıdır; özgürlükler maskesi takılı aptallıklar ideolojisidir.


Zahitlikle, zındıklık arasında ince bir çizgi vardır. Ulus devlet normatifi savunucularının ciddiyetleri, kamusal iktidar makinalarının soğukluğuna denk gelir. Görünümü kurtarmaya yönelik militan adanmışlığın menşeii doğu, maskesi kabuktur. Sermaye rejimin gösterisini tersine çeviren sivil zekanın üyeleri, mesihçi politiklerin mesafeli ve sert mizaçlarının aksine, kombine mizahlarıyla, siyahı beyazlaştırıp, tebessümü siyasallaştırmışlardır. Panteist kuvvetlerin ayrılığı prensibine karşı mesihçi teolojiden beslenenler 'merkez' derler. Ahit'lerinde dünyaya paralel bir cehennem distopyasıyla yaşayanları tehdit etmelerine alışkanızdır. Kapitalizmin sadece teknik temeli değil, empeyal fetihdeki amaçları da yıkıcıdır. Bir anlamıyla eski ilişkileri yerinden ettiği için alt yapıda devimcidir; ancak üst yapıyı kurmaya giriştiğinde hedonisttir, gericidir. Toposu ahlaken siyasallaştırmak, toplumların bağrında gelişen ikircikli oligarşinin mezalime dayanan yönetimini ve sömürüye dayanan ekonomisini merkezileştirmektir. Bütün toplum biçimleri, takastan sonra üretimin başlamasından itibaren ekonomik unsurların aygıtlarıyla çerçevelenir ve özgürlükler sınırlandırılır. İdeolojilerde, suptil bilincin arazları entelektüel çehrelere yansımıştır. İmparatorluk artıkları liberallerin, Hobbesyen çelişkileri usta bir virtiözlükle halının altına süpürmeleri yetmez. Tüm önermeler, dönüp dolaşıp dünyanın birgün uğrayacağı kıtlık kaygısına karşı katastrofik hasar yönetiminde düğümlenir. Diyalektik materyalizmin, üretim anarşisini kaldırarak refahı sağlayacak sınıfla özdeş olduğu meselesi tartışılmalıdır. Ne ki, alışagelen haliyle böyle değildir ama medet ummadan vuku bulan sınıflar ötesi bu şenlikli oluş, geleceğin tecellisi olarak ütopyanın şu andan sonrasının gerçeğidir. Hegel ve Marks, sivil toplumdan burjuva toplumunu anlamışlardır. Bizse ideoloji yerine varoluş dinamiklerine, yaşam kültürlerine, rastlantıların metafiziğine sahip çıkmak için espaslar yaratan, kirli alanları boşaltan insanları anlıyoruz. 

Gramsci, Proletaryanın tarihi görevinin bir 'düzenlenmiş toplum' yaratmak olduğuna inanır ve 'devletin yok oluşu'nu, sivil toplumun kendini düzenleme yeteneğinin tümüyle gelişimi olarak tanımlar. Hegel'in tersten okumasıdır ama inanan çoktur!


Her şeyiyle sivil olan zekaların itirazları, çağdaş toplumların makus tarihinin şu anında ortaya çıkan benzersiz modellerdir. Modern yaşamın asli unsuru haline gelen sivil örgütlenmeler, her anının neş'esiyle hayatın bağrında, -ölümü yücelten siyasi nihilizme karşı- yaşamın tarafında yer alırlar. İnsanlar eğer bir ardcı bir şokun emrivaki dalgalarıyla mustarip olmamışlarsa, kendi başlarına gelmesi muhtemel olan şeyler hakkında önceden nadir olarak düşünürler. Ermişe tanınan imtiyazın aksine sivil toplumun anarşistleri, bireysel mülkiyeti savunan kapitalistler ve toplumsal mülkiyeti yeğleyen marksistler taraftarından sırabozan fikirleri ve aykırı düşünceleriyle hep kurumsal yapı için bir tehlike olarak addedilmişlerdir. En iyisi Gramsci'dir ve partinin bir tahakküm aracı olarak beşeriyetle kurduğu temasın sonucunda üretim toplumunun resmi simgelerini muhafaza etmesini önerirken, proletaryanın kendini iptal edeceği varsayımıyla demokrasiyi ve özgürlüğü iktidarın yerini değiştirmek olarak algılamıştır. Sınıfsız toplumun kapısını açan iktidarsız proletarya, esin perisi olarak tarihin sonunda sönümlenerek göğe yükselecektir. Teori bütünüyle Hristiyan teolojisinin inayetçi argümanlarını, mesihçi ilmihali kullanır. Oysa kitlelerin mağduriyetleri kaldırmak iddiaları, bir sınıfın darbesinden çok, kapitalizmde oyunun kurallarını esnetmek ve eşya imparatorluğundaki oyuncakların yerini biraz değiştirmekten ibaret olabilirdi. Amaç hiçbir şey, hareket her şey geleneğini sürdürenler için bu talep naiftir ama böyle bir naiflik belki daha da rasyoneldir. Sanayi döneminin ideolojileri arasında müşterek bir dünya hayalini savunanlar devrimden sonra olmadık ezalara uğramışlardır. Her şeye gülen anarşistlerin namusu, bir çocukluk hastalığı olarak yorumlanmıştır. Geçmiş ve gelecek, bugün bir göz kırpma sürecinde yaratığımız imgelerdir. Sağ ve Sol cenahtan devletle toplumu özdeşleştirenler, arada tampon görevine haiz sivil toplumu, seküler halkayı düşman ilan etmişlerdir. Sosyolojide bir milat olarak görülmesi gereken Dünyada, 2013'ten itibaren radikal teorileri, iktidar isteyen sınıfcı öğretileri, azınlıklar aleyhine görüş beyan eden indirgemeci ideolojileri bulundukları hal üzerinde savunmak imkansızdır. Toplum, kendisini vücuda getiren aksamların birarada çalıştığı, karşıdakinin kuvvetiyle direncini geliştiren, hayatını sürdüren maddi ve manevi farklılıkları olan organik bir bütündür. Uçucu, sönümlenici teoriler, geleceğe ait öngörülerde bulunarak zar atmaktadırlar. Sınıfsal imtiyazlar tanıyıp despotizmi meşrulaştırarak aksini iddia etmenin ne ütopyada ne de rasyonalitede bir karşılığı yoktur.

Nasıl, genel olarak sosyalizm yok ama sadece ulusların ve toplumsal çıkarların çatışması varsa, tarihin sahipleri, sabitleri anlamında evrensel sınıflar da yoktur. Sadece ölümlü insanların kültürleri, ülkelerin şartları, baktığımız perspektiften gördüğümüz olaylar ve birikimimizle yaptığımız yorumlar vardır.


Zaten tahtın tüm varisleri gibi hiçbir zaman kitlelere inandırıcı olamadıkları için onları başeğmeye zorlayanlar 18. yüzyılın sanayi tarihinin eşitsizliklerinden doğmuşlardır. Alternatif sınıf bazında, endüstriyel bir tasarım olarak inşa edilen Karşı İktidar, taleplerine uygundurlar. Burjuvazi ve proletaryadan mülhem iki kutuplu politikleşmiş görüşlerin bitiş tarihi 1917'dir. 20.Yüzyılda ise siyasallaşmış kitlelerin ideolojisi, 'sosyalist ana vatan' projesidir. Ulus devletlerin ve totaliterizmin empoze edilmesidir. Amaç her şeydir, hareket hiçbir şey'e dönüşür; bu, bütünden türetilen anamolinin hükümranlığıdır; integral, diferansiyel farkıdır. Daha doğrusu, Vera Zazuliç'in mektubuna Marks'ın "Aksine, onların tanımladığım gelişmelerden tamamen bağımsız ve yeni argümanlar ileri sürmeleri gerekecek" derken normatiflere endeksli olduğunu düşündüğü cevaptır. Toplumsallıkta öznelliğin inşası olarak ortaya konan rota çevrilir. Yeni terminal, 'ulus'un emperyalizm karşısında mevzilendiği düşünce yasasıdır. Proletaryanın yerini alan ezilenin, ezilmişliğinin potansiyeli sadece kontrolsüz hakimiyet isteği ve Kronstandt'ta olduğu gibi yol arkadaşlığına bile tahammül edemeyen öfkedir. "Bütün Yetki Partiye Değil Sovyetlere!" diye haykıranlar katledilir ve sınıf siyasetiyle bir daha imaj dışında mütekabiliyet kurulması imkansız hale gelir. 1921'de Lenin maddeten ve manen ağır hasta bir adamdır. Varolan ile mümkün aasındaki açı gittikçe kapanır.1872'de La Haye kongresi dağılırken Bakunin, "Hem militanlar hem de devlet/parti üzerinde ikili diktatörlük kurmaya çalışıyor" diye bir kuşak öncesinden ikaz etmiştir. Bu aynı zamanda Marksizmin gerileyişi, anarşist taleplerin, hak ve özgürlüklerin yükselişine denk gelen eleştirel derlenişi doğurur. Ne var ki, hiçbir toplumsal düzen, bütün üretici güçler (Marks, "gelişmeden önce" der ama doğrusu dönüşmedendir) asla yok olmaz. Yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, varoluşlarının maddi koşulları bizzat eski toplumun bağrında olgunlaşmadan asla ortaya çıkmaz. İşte tam da bunun içindir ki "insanlık, önüne ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar". Çünkü yakından bakıldığında, görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerlerde ortaya çıkar. Santral konumdaki burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son antagonist (uzlaşmaz karşıtlıktaki) biçimidir. Öyle olmalıdır. Bu antagonizm, bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamındadır. Burjuva toplumunun bağrında bununla birlikte gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Marks'ın vurgusu yerindedir: "Böylece, bu toplumsal oluşum ile insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur". İktidar ve devlet müştereklerini bilerek cephe açan, siyasal toplum postulatının aksi yönde taleplerle ortaya çıkan sivil toplumun materyalist tarih kategorisi iktidarı değil, her dönemde iktidarlardan kendi varlıklarına saygı ve imkan istediği için farklıdır. Seküler tavır, karşıdan iktidar istemez, durduğu yer anti iktidardır. Hiyerarşiyi yatay konumda tesis eder; ironisiyle, dilini itibarsızlaştırır. Potestas (güç) ile Poiesis (yapmak, imal etmek fiilinden türemiş etkinlik, eylem) arasındaki mesafeyi mizahı ile korur. Burada Bahtin'in mezurasını, makasını, iğnesini, ipliğini kullanmamamız şarttır. Bizim katkımız sadece onun edebiyat kuramcısı olarak başlattığı şenliği, edebi disiplinin ötesine taşıma yönünde bir gayret. Bahtin'in terimi, diyalojiden başlarsak, monologun tam tersidir diyebiliriz. Diyaloji karşılıklı etkileşim üzerine kurulu anbean bir anlamlaştırma düşüncesidir. Dil, özne'den önce varolan bir hazır kullanıma açık, espiyoncu bir yapıdır. Konuşma an'ında şüpheli gerçeklik beliren değil sezilendir. Konuşma, karşılıklı etkileşimdir. Hangi anlamın hangi anlamı nasıl yönlendirdiğini, dönüştürdüğünü belirlendiği; jestin ve sesin eylemdeki adıdır. Diyalogu, her an inkıtaya uğraması mukadderler arasındaki kırılgan temas biçimi olarak kabul etmemek gerekir; esas olarak çoğulu konuşan öznelerin dili, anlamın kurucu ilişkisidir. Bu nedenle, Diyalojik bağlamlar sınırsız, sınırlar belirsizdir. Multuvizyon, imajlarla, sembollerin ortaklığı, amblemlerin çokluğu ile ortaya çıkar. Bütün dillerin karnaval terimindeki doğumun ortaklaşacılığı, duygudaşlıktaki komünatiretir. İdeolojinin dışında duranı, öznenin biyolojik iktidarının merkezindeki çoklukun anlamını pekiştirir;  muktedir bir pozisyon almasına kaydırır. Karnaval, hayatın merkezi bir yapının güdümünde yaşanması fikrine karşı duran bir kavramdır. İdeologyanın gerçek niteliği, ortak dilin monokrom yapısında değil, ideolojinin kırılan kilitlerinde, o andaki imajların mübedelesinde ortaya çıkar. Söyleyen ile dinleyen arasındaki ilişki anında beliren ortak dilin anlamını yaratan eylemdir. Her türlü devrimin yol açtığı hegemonik yıkıma karşı eyleyenin ve dinleyenin yapıcı, yaratıcı, müşterek, teorisiz etkinliğidir. Olumsuzlamaya karşı olumlamadır. Burada Bahtinci bir sosyoloji kurarak, Bacchuscu, Dionysoscu bir alter-karnavaesk tarih ögesini sivil toplum mitolojisine teklif edebiliriz. Dünyada yurttaşlarını borçlandıran, kutsallığıyla dokunulmazlığını teminat alan retoriklere karşı sivil toplumun ütopik arzuları her zaman diri kalacaktır. Silezyalı dokumacılar, Paris komünarları gibi umulmadık anlarda parıldayan şenlikli karşılaşmalar, evrensel bir tecrübe olarak kuşaktan kuşağa aktarılacaktır, hikaye edilecektir. Öteki taraftan, modern toplum tarihinin arşivlerinde sınıfa dair gayri ciddi tespit ve netameli önermelerin de yerini koruyacağına şüphemiz yok. Ne de olsa tarihi yazan termik enerjisi ve arzuya ait entropisiyle sınıfların dinamiği değil mi? Yeter ki, farklılıkları ezmeye değil, korumaya ve hayal etmeye cesaretimiz olsun!




***














Herkesi yolda bıraktım; sonunda her şey yarım kaldı hayatta. Ölümü kabul edip en baştan -isterse adına serserilik de- tutunamadım, tutunmadım.. Derinliklerde de kalmadım, geleceğe ait teferruatla boğulmadım. Belki de tek teselli, sokağı masaya, sözü yazıya tercih eden insan ve tecrübelerden öğrenen bir yazar olarak kelimelerle beyhude uğraşmışlığımızdır. Düşündüklerimiz, söylediklerimiz konfetiler, havai fişekler gibi zaten yok olup gidecekler. Benden, senden, herkesten; geriye sonunda buruk bir kayboluş hikayesi kalacak. Aradaki yok oluşlar, gündüzün karanlığında kayboluşlar.. Meslek etiğinde gerekçe hazır: Ne de olsa hakiki eleştiri doğası gereği olumsuzdur. Hem insan, hem söz, mesafe ister. Sadece onu üzülürüm. Tarihte bir kadına özür borcum var, o kadar. Değil mi ki çiğnedim inancın en seçkinini! Tek ölüm paklar beni, vazgeçtim bu dünyadan ..

https://www.youtube.com/watch?v=ydX4WqErn3E




***


.







.