Bu Blogda Ara

1 Mart 2016 Salı

Not Defteri / Mart 2016 - Filozofların şahıdır Hegel!




Filozofların şahıdır ve felsefesi her şeyden önce devletin hizmetindedir. Ne var ki şahın bilinci, devletin içinde serpilen yeni sınıfı görmez. Eskisi-yenisi demeden onda Özneler, Mutlak'a aittir. Yabancılaşmanın, insanın ve doğanın Tinselleşmesiyle aşılacağını düşünür. Ontolojisi sakattır ama zamanın ruhu, bu sakatlığı normlaştırmakta, Avrupa'nın müzmin sakarlığını küreselleştirmekte zorluk çekmez. Hegel, Mutsuz Bilincin kendi içinde bölünmüş ve kendine karşıt olarak konumlanmış bilinç olduğunu vurgular. Tarihsel yaşamın lokomotifi olan öznenin bu mutsuzluğu aşma yönünde göstereceği imkansız çabanın farkındadır. Hakikati arayan bilinç, zaten böyle bir gayretkeşliğin ürünüdür. Sınırlanmış sonsuzluktaki her şey gibi özgürlükleriyle eksiksiz bir toplum ve devlet de ancak muhayyilede mümkün olur. Tarih, acıların savaşların, istilaların ve dünyayı ele geçirmek için verilen mücadelelerin tarihidir. Adil evrensel bir düzende bütün çelişkiler ortadan kaldırıldığında barbarlık çağına ait olduğu farzedilen bu tarihin de sonuna varılacaktır. Oysa düşüncedeki hakiki sınır, insan olmanın doğasıyla arasına giren üretim sürecinden ziyade eşyanın kendidir. Filozoflar, kendi çağının çocuklarıdırlar ve üstadı azamın bunu idrak etmesi imkansızdır. Kapital 1/29'da  belirttiği gibi "diyalektik hiçbir şeyin zorla kabul ettirilmesine izin vermez". Çelişkili varlık bilincinin doktirinleşmesini Hegel'den fazla kavrayıp, bölünmüş biliçteki kutupları sınıflar olarak teorisinin temel argümanı yapan Marks, diyalektikle geldiği noktadan itibaren ise takipçilerini donmuş bir devlet felsefesinin tutsağı kılar. Çeşitli inançlara bürünen öznellikler hakeza üretken bir güçtür ve yaşam üzerinde öznel tahakkümlerin kurulamayacağını iddiası çok doğru değildir. Ancak dünyada insana, düşüncesine, fetişlerine ölümlü olduğunu hatırlatan ve üretken güçlerin tarihte ilerleyeceği yolları açan diyalektiğin ruhunu yaşatmadan da devrimci olmanın olanağı yoktur.



Homo Faber, yani alet yapan İnsan, doğaya yabancılaştığı nisbette gelişen bir kendilik bilincine kavuşur. Üretim araçlarını tasavvur edebilmesi, kendi kendine olmaktan çıkıp kendisi ve oluşum süreci hakkında düşünen sınıflara, kastlara bölünmüş varlığın yaptığı tarihin başlangıç noktasıdır. Zaman icad edilir, süreç başlar ve insan, üretimiyle birlikte hiyerarşisini ve fetişlerini yaratır. Kök insanın kendidir. Ancak çalışan insandan yola çıktığımızda tecrübenin yarattığı alt/üst bilinçlere ve sıfatlarıyla tanrıya ulaşabiliriz. Ne ki, Spinozacı idealist felsefe, bunun tam aksi yönde panteist bir argüman sunar. Bu matriksin sistematiğinde, insana kudret verilmesine karşın iradeyi üst otoritenin parçalı yapısına teslim etme gayretini görürüz. Oysa, irtibatları kestiren düşünürün sosyalitede kuracağı ahenk, insanla toplumun senkronize olma kabiliyetlerini öngörmelidir. İnsanla otoritenin metazori uyumu her vechesinde Avrupa'daki sermayenin birikimine denk gelir. Spinoza'nın Tanrısı, Hegel'in Devleti, Marks'ın Proleteri dönemlerine uygun sermayenin analojisidir. Üretimle özdeşleşen erkin ekonomisinin ve sermayenin hareketleriyle senkronize olan bir ahlak tasavvur edilir ve çeşitlilik gösteren insanın evrensellik denilen tek profile dönüştürülebileceği vazedilir. Aydınlanmanın öncesi ve sonrasında bunun bir misyon olmasının temennileri vardır. Kapasite kuvveden fiile dönüştüğünde birey, özgürlük ve zorunluluk arasına kıstırılır. Eşitlik dediğimizde özgürlükle çelişen, Roma tanrısı Janus gibi iki yüzlü bir metaforun gündelik hayatta bedenlenişiyle karşılaşırız. Uygulamadaysa, insan eyleminde şuur kazanan aklın yerini öznenin kabiliyetlerini elinden alan teslimiyet vardır. Neden kendi içinde olup, kendisini etkinliğiyle tanıdığımız Töz'ün hakikati (veritas) ekonomidir. Temsiliyetle kitlelerin icra edilen edilen politikalara tabiyetleri kurallaşmışsa eğer, bunda emrivaki bir bildirimle aydın tutarlılığının eninde sonunda ekonominin dayattığı zora itaati öngörmesinin rolü büyüktür. İtiraf yıllar sonra gelir..


(1) Analojik olarak "Hegel, filozofların şahıdır!" saptamasını, Romalıların, İsa'nın Yahudiler'in kralı olduğu suçlamasına benzetebiliriz.  Üstlerine yıkılan töhmete karşın kendilerin böyle akıl dışı iddiaları hiç olmamıştır. Şöyle geçer İncil'de O zaman Pilatus İsa'yı tutup kamçılattı. Askerler de dikenlerden bir taç örüp O'nun başına geçirdiler. Sonra O'na mor bir kaftan giydirdiler. Önüne geliyor, "Selam, ey Yahudilerin Kralı!" diyor, yüzüne tokat atıyorlardı. Pilatus yine dışarı çıktı. Yahudilere, "İşte, O'nu dışarıya, size getiriyorum. O'nda hiçbir suç bulmadığımı bilesiniz" dedi. Yuhanna 19. bölüm


http://kutsal-kitap.net/bible/tr/index.php?mc=2&sc=1560&id=1572






ENGELS'TEN KÖNlGSBERG'DEKl JOSEPH BLOCH'A LONDRA, 21 -22 EYLÜL 1890 ... 

"Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken, son kertede gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha fazlasını hiçbir zaman ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse "ekonomik etken biricik belirleyicidir" dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik durum temeldir, ama çeşitli üstyapı ögeleri - sınıf savaşımının politik biçimleri ve sonuçları - savaş bir kez kazanıldıktan sonra kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar vb. - hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek savaşımlar onlara katılanların beyinlerindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve daha sonra bunların dogmatik sistemlere gelişmeleri - hepsi de tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yapar ve birçok durumda özellikle onların biçimini belirlerler. Bütün bu ögeler arasında bir etkileşim vardır; bu etkileşirnde bütün sonsuz ilinekler (accidents), aralarındaki iç bağlantı o kadar uzak ya da ortaya konulması o kadar olanaksız olduğundan var değil sayıp gözardı edebileceğimiz şeyler ve olaylar çoklugu ortasında, ekonomik devinim, sonunda kendisini olurlamak zorundadır. Yoksa teorinin herhangi bir tarihsel döneme uygulanması, birinci dereceden basit bir denklemin çözümünden daha kolay olurdu. Tarihimizi, biz kendimiz yaparız, ama, her şeyden önce, çok belirlenmiş öncüllerle ve koşullar içinde. Bunlar arasında en sonunda belirleyici olanlar ekonomik koşullardır. Ama siyasal olanlar, vb., ve hatta insanın beyinlerine musallat olan gelenekler bile kesin belirleyici olmasalar da, bir rol oynarlar. "

Engels, 21 Eylül 1890'da Konigsberg'deki Joseph Bloch'a yazdığı yukarıdaki mektupta ekonominin hayattaki tek belirleyici etken olmadığını yıllar sonra gayet açık bir şekilde vurgular. Bu, "Bütün nedenler, ekonomiye bağlıdır" mottosuna bir düzeltme talebidir; bütün iktidarı isteyen bilimsel materyalistler tarafından görmezden gelinen, teorinin ekonomizmden mürekkep olduğunun ifşasıdır. Hegel, Tinin Fenomenolojisi'nin önsözünde felsefenin bilim düzeyine yükseltilmesinin zamanı geldiğini göstermek gereğinden bahseder. "Bunun yapılması, amacın zorunluluğunu tanıtlayacak, üstelik aynı zamanda onun yerine getirilişi olacaktır". (s12) Marks'n bize getirisi, bilim/ideoloji arasındaki etkileşimdeki kopma ilişkisini tartışmaya açmasıdır. İdeolojiler, tarihin verilerle işgal ettiği nesnel alanda yükselirler ama müdahale etmezler; epistemolojiyi dogmatikleştirerek bilginin bakir muhtevasını kendi haline bırakırlar. Kabul; Marks, bu sürecin önemini doğru okumuş ve toplumsal oluşumların bilimini ferasetle yaratmıştır. Ama sonucunda o da ideolojidir ve ideolojiyi tersine çevirerek bilim elde edemeyiz. Burada Marks'ın dominand konumundaki belirleyici etken kanaatler sosyolojisinden ya da spekülatif düşünme tarzından sınıfsal düşüncenin elle tutulabilir aksiyonlar pratiğine geçişidir. "İnsan kendini pratik etkinliği aracılığıyla kurar. Çünkü o, kendisine dışarıdan sunulanın, kendisine aracısız verilenin içine kendisini yeniden tanımak ve kendisini bulmak için itilmiştir" diyen Hegel praksisine karşı Marks, burjuva ekonomi politiği ve kapitalist sistemin eleştirisinde materyalist diyalektik ve sınıfsal perspektifi şiar edinir. Tarih, üretim biçiminin belirleyiciliğinde komşu husumetlerinin, siyasi ve tabii coğrafyanın, ekonominin, geleneklerin ve dinin biçimlendirdiği zihnin aksiyonlarının, yaşam tarzlarının bileşiminden sınıfsal karşılaşmalarla kendi yolunu açar. Belirleyici etken ekonomik diyalektiğin kral yolunu açan ise zorun psikolojisidir. Kuşkusuz Zor'un bilinci, sınıflardan önce inkişaf etmiştir fakat bunun üzerine felsefesini inşa eden Hegelcilik, -"tepesi üstü" metaforunun bilinirliği sınırlarında- küçümseyici bir ifade tarzınının ögesi olmaktan kurtulamaz. Modern felsefenin paradigması sanki pejoratif bir bildirimmişcesine kullanılagelmiştir. Mutlak olana varmanın ilk aşaması, özbilinçle kendini dolaysız ortaya koyabilme istencidir. Hegel'in Hukuk Felsefesi/Önsözde belirttiği "Felsefe daima geç kalır"dan anladığımız idrakta zorlanan bilinçtir ki, o ancak realite oluşum sürecini tamamladığında ortaya çıkar. Sanayi devriminden sonra sınıfların çelişkilerinin keskin ideolojik temellerde savunulması, ancak Schelling'i ve nisbeten Alman idealizmini sollamış düşünürü kulvarın dışına itmiştir. Hegelin canı gönülden onayladığı spekülatif felsefe erk'i belirleyici öge, toplumu ise bu öge tarafından belirlenen Şey olarak görüyordu. Hegelci okula yaratıcı dehalarıyla katkılarını sunduktan sonra kopuşu hızlandıran üç isim vardır ki, bunların adları artık kimse tarafından hatırlanmaz. Friedrich Richter, August Cieszkowski ve Moses Hess'in ardından diğer öğrencileri, David Strauss, Eduard Guns, Ludwig Feuerbach, Arnold Ruge, Max Stirner aynı zamanda eleştirileriyle son kopuşun teorilerini hazırlayan isimlerdi. Bunlardan özellikle Bruno Bauer'in kaleme aldığı Son Hükmün Hegel Üzerindeki Kozu adlı risale, ustalarından bütünüyle kopmak üzere olan radikal gençlerin işaret fişeği oldu. Belki de gerçeği abartmamak gerekir. Varlıkların olgunluk çağındaki ideal, reel karşısında bir daha boy göstermiş, toplumsal dünyayı cevheri içinde kavrayanlar onu fikirler aleminde yeniden inşa etmişlerdir. Minerva'nın baykuşu, ancak gün batarken uçmaya başlar. Şahsi bir kanaat olarak okunabilir belki ama sorarsanız sosyolojinin 'doğru' olarak namlandırdığı sınıfsal yapıyı ortaya çıkaran siyasal toplumsal süreçlerin hakiki olduğu söyleyemeyiz. Bilgi atlasında bazı yükseltiler ve çökeltiler gerçeği yansıtmaz. Değeri oluşturan çarpık konum hakikat mertebesinde kanıksanmıştır. Artı Değer'in elde ediliş şeklindeki açmaz, düşünce ritmimizde spesifik bir eşik oluşturmamasına karşın nakarattaki Değer'i oluşturan hile, matematik bir formülasyon olarak kabul görmüş durumdadır. Çalışmanın nedenini artık algılayamaz olmamıza rağmen zihnin derinliklerinde evrensel olduğunu zannettiğimiz bazı normatifler vardır. Bunlar kapitalizmi ortaya çıkaran bazı zorunlu olmayan tarihsel değişimlerin sonucudur. Düşüncede ne kadar itidalli, dirayetli ya da tavizsiz olursak olalım insanlarla birlikte masaya otururursak ortak mutabakatta bazı problemler yaşarız. Ortak bilginin bedelini ödemeden kanaatlarden sarsılmaz kuramlar oluşturamadığımız gibi, konsensus de sağlayamayız. Umuma şumul kalıcı kararlar alamayız. Böyle bir ortamda diyalektik, zorun önünde ve ardında; ancak ekonomik gelişimini sürdüren tarihsel insanlığın arasında, sanki üretim biçiminin belirleyiciliğinde gelişen fikir olarak belirir. Sistematik yaratıcı bir süreç olan mantığın soyut ve diyalektik aşamasından önce spekülatif bir zeminde durur. Öznenin nesneyle irtibatlarından üreyenleri, ilişkisini kuran belirlemeleri zihin, düşüncenin gerçeklendirmeleri olarak kabul eder. Bilincimizin yapısını oluşturan fenomenler, kendi başlarına sahtedir ama kavramlara içeriği sağladığında belirlenimler o ana kadar rezervlediğimiz yargılardan doğmuşlardır. Hegel'in altını çizdiği gibi anlarız ki gelişme, tarihsel zorunluluğun eseridir. Eylemin, etkinliğinden başka görünen belirlenimi yoktur ve içeriğin tümel özelliklerini şedit bir lisanla belirler. 1848'e yetişseydi sınıfların uzlaşmazlıklarını değerlendirir ve belki de Avrupa'da sanayinin gelişmesine sonradan katılan Berlin'in o ortamında düşünceleri farklılaşabilirdi. Hegel'in kör baykuşuna göre mahdumlar büyük fotografı görme becerilerine daha çok sahip oldular ve karşıtların varlığını temel aldıkları bir senteze vardılar. ​Bunların hepsi 1789'un rezonansı ve dönemin beklentileriyle felsefeden çok siyasete meyyal isimlerdi. Siyasetin felsefesi, Kutsal Aile'de 1844'te Bauer kardeşlere vereceklere cevaptan fazlasına hazırdır. Proudhoncu aktarımlardan önceki dönem, daha çok Alman Wilhelm Weitling mahreçli olduğunu söyleyebiliriz. At üstünde Jena'ya giren Napolyon'u, 'Tin'in vücuda bürünmesi!' diye ilahlaştıran burjuvazi artık tökezleyen güçtür. Sosyalizm apokaliptik bir metne henüz dönüşmemiştir. Sadece iniltiden irice bir nida havasındaki ezilenler söyleminin üzerine Blanquinin sert ve kara gölgesi düşmüştür. Aristokrasinin denetimindeki Prusya monarşisinde, kunduracı ve felsefecilerin eşitlik arayışından doğması mukadder hale gelir. Şöyle ki: Kağıt paralardan, tahvillerden, maaş bordrolarından, çeklerden, senetlerden, tahvillerle, bonolardan kocaman bir ateş yakıp sonra herkes elindeki cüzdanı, banka defterleri, tapularla beraber kişisel tüm eşyalarını da bu ateşin içine atacağı zaman ancak özgürlük gelecektir diyenler o zaman için Hegel'de kapalı olan çakrayı uyarmışlardır. İnsanlar, kültürün, bilimin, sanatın, dinin yekunu olarak spekülatif felsefede faydalandıkları kavramların, epik değil de diyalektik konumuyla çeşitli sınıfların menfaatlerine mahsus araçlar olduklarını biraz geç intikal ederler. Episteme, geç gelen bilince rağmen dünyanın akılla kavranmasıyla oluşur. Sanayinin gecikmesi dezavantajdır; Almanya'da entelektüelizm, burjuvazinin sermaye birikimlerine değil de, yoğun Fransa ziyaretlerine borçlu olan bir kuşağın aktüel aktarımıyla hareketlenir. 1840'ların başında Genç Hegelcilerin gerçekleri, Cieszkowsky'nin Prologemenası'nın yönlendirmesiyle biçimini doksadan alan bir tür maddeydi. Bu madde giderek Hess'te ütopyasını siyon'a dönüştürdü, Marks'ta komüne. Tatbikatın ortak paydası, güç ilişkilerinin pek masum olmayan karakteriydi. Hess gibi Marksizm de kavramın kendinde nedensiz bulunan artı değeri ve zoru reddetmedi; sadece kendiyle birlikte doğan karşıtını yok etmek üzere formülü yeniledi, revize etti. Gerçeklik ve hakikat bir bütün olarak kavranabildiğinde rasyonel olanın ussal olma ihtimali vardır. Finans gücünde dünyada ilk onu paylaşan ülkelerin yabancı sermayeli yatırımlarıyla kamu iktisadi teşebbüsleri arasındaki tarihsel makasa çok dikkatli bakmamız gerekir. Lucknow saldırısı ya da Arrow olayı ve Kanton isyanının çıkma nedeni ve bastırılma şekilleri lojikle, akılla açıklanmayacak olaylardır. Engels, Çinlileri ikiyüz yıldır savaş yüzü görmemiş barışçı ve korkak bir halk olarak tanımlarken Marks, özet olarak sorunun kaynağını Sömürge Yönetimi dedikleri İngiliz işgal kuvvetlerinin, kendilerini sevk ve idare eden ülkenin demokratik kurumlarından bağımsız ve başına buyruk davranmalarında bulur. (Bk. S.Ü. 63, 127 vd.) Marks, 1850'lerin sonundan itibaren Hindistan ve Çin'deki İngiliz varlığından beri makro iktisadi idarenin siyasi kurumlara yön verdiği savlanan teorik bilgiler, uygulamada ortaya çıkan politik iradenin davranışlarındaki bireysel kararların yön verdiği sıradışı anomalileri, metazorinin psikolojisini görmez, hakim meşru eğilimilerindeki öznel iradeyi hiçe sayar. Soyutlamaların yeni senteziyle manipule bir gerçeklik tesisi, bizden bağımsız örütlenemeyecek verili koşullarını bulduğumuz hakikatin yıkılmasının önünü açar. Sanayi devriminin Gramsci'ye kadar olan bölümünde sermayeyi doğuran emek, kendini baskı altında tutan iktidara, ekonomik ve politik mevzisiyle asimetrik moment üzerinde konumlanmıştır. Tin, değişirken değiştirendir. Marksizm özü olduğu kabul edilen materyalist diyalektik, ekonomik gelişmenin özerk hareketinin kışkırtıcılığını yıllar sonra anarşi olarak tanımlar ve şevkle herkesin toplumsal bir ihtiyacı yerine getirirken kendi için çalışmasının diyalektiği doğurmasını, koşulların belirleyiciliğine rağmen tecrübe edilemez olanın apriori yapısını görmezden gelir. Engels, "Yıllardan beri bizim en iyi ve etkili çalışma aracımız olan materyalist diyalektik ne dikkate değer bir şeydir ki, bizim tarafımızdan değil, bizden bağımsız, hatta Hegel'den bağımsız olarak Doseph Dietzgen adlı bir Alman işçisi tarafından bulundu" der. (3) (Bkz.s 45/46) Kaba bir diyalektik prensipten pedagojik araçların keşfine geçiş zaman alır. Freud'un zuhruna kadar çapsız transformasyon ikiden ibaret yadsımanın yaygın bir satıhta sınıflaşarak minorleşmesiyle yetinir. Sınıfın kendini ve dolayısıyla geçmişi aşmanın -aufhebung- anlamı muğlaktır ve üstünden atlanarak savılacak bir ontik yapı, üretim düzeninin nihayetinde kaçınılmaz olarak gene kendi resmini verecektir. Bir şeyin özü, eğer onun ereğiyle değil de bütünün oluşup tamamlanmasıyla oraya çıkacaksa, varılan sonuç, yaşanan süreçle beraber tüm'e erecektir. Her üretim evresinin alt ve üst yapıları benzersizdir ve bugünkü anlamına bürünmemiş burjuva toplumu modern devletin kurucusudur lakin, böylesine bir üretici güçler teorisinin engeli sivil toplumun karşısına konulan toplumsal insanlığın adalet ve mutluluğa ermesi için de proletaryanın gücünden öte umulmadık yolları vardır. Biz ki bendir, ben ki, biz!




(3) Engels'ten alıntılar için bak: Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin sonu

Lucknow Saldırısı hakkındaki bilgiyi Engels'in "İngiltere, Avrupa'nın en barbar ordusudur" dediği 8 Mayıs 1858 tarihinde NY Daily Tribune için yazdığı makaleden öğreniyoruz. Bk. Sömürgecilik Üzerine s197. Ayrıca 1857'de İngilizlerin Hintlilere yaptığı işkenceleri anlattığı yazısı aynı kitabın 168. sayfasında okunabilir. 



***



Eşitsizlik ve adaletsizlik muhteşem tarihi yaratan temel dinamiktir. Hakikatin ne olduğunun, dünyada neyin değişmesi ya da sabit kalması gerektiğini gerçekten bilmemiz mümkün değil. Benlik bilincimize kodlanan sadece ısdıraplar ve tecrübelerimizdir. İstikamet belli. İnsanın elinde gideceği uçurumun bilgisi dışında başka bir seçenek de yok.. 






Yaşanmışsa hakikattir ama her hakikat doğru mudur?

Marks'ın Kapital'in önsözünde "Bu güçlü düşünürün öğrencisi olduğumu itiraf ettim" demesinden önce Feuerbach altını çizerek "Hegelci felsefe bugünkü sistemlerin en mükemmelidir" diyordu. Öncülü Fitche, sistemini başlangıçla özdeş bir sonla değil, bir gereklilikle bitirir. Hegel, özdeşliği aşararak Fitche'nin isteyip de başaramadığını başarır; aufhebung olarak dünyayı Tinleştirir. Gerçi, "Tin kemiktir" diyerek kapıyı aralamıştır. Marks ise Tin'i ideoloji olarak evrenselleştirir ve usun gerekliliğini, komünist zorunluluğa olarak tevil eder. Gene Kapital önsöze dönersek "Benim diyalektik yöntemim, hegelci yöntemdem yalnız farklı değil, onun tam karşıtıdır" dedikten sonra Hegel'in düşünme sürecini Fikir/İdea adı altında bağımsız bir özneye dönüştürdüğünü söyler. Marks, konsepti değiştirirken, tabandan hareketlenen yeterli bir mimari sunabilmekte midir? İnsan, üretim aletlerini yaptıktan sonra dünyasının yaratıcısı ve toplumunun mimarı olup, doğa sadece (Geist) ruhun fenomenolojisi biçimine bürünür. Marks için ise tersinedir. Fikir, maddi dünyanın insan aklına yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka şey değildir. Hegel'de diyalektik başaşağıya duruyor. Mistik kabuk içersindeki akla uygun özü bulmak istiyorsanız onu yeniden ayakları üstüne oturtmak gerekir der. Ama bilir ki, dünyadaki politik tecrübeye entegre edersek Diyalektik süreç, kendinde düşünme değil, kendi durumunu Jenus gibi tecrübeden öncesi ve sonrasıyla düşünmedir. Burada canalıcı ayrıntı; emeğin sadece değer evrenine ait olduğu olgusunun, yol haritasında derkenar bir ayrıntı olarak muhafaza edilmesidir. Teori ile pratiğin özdeşliği apriori değildir; fenomenal bilincin aradığı özdeşlik sadece Escher'in eserleri gibi yanılsamadır. Etkinliğine mutakabiliyeti olan pratiğin yolda kurulma olasılığı hunharca zayi edilmiştir. Bir şeyin amacını aşan maksadı varsa hakikat, özneleri sarmalayan nesnel bildirimler hunhar öznel yargılarla dışlanmamalı, yadsımayla onu saran düzlemde ilerlemeli ama (faturası Troçkiye kesilen Kronstad iyi bir örnektir) Leninist pratikte olduğu gibi zamanın aklını ele geçirenler tarafından müdahilce kopartılmamalıdır. Kavramlar, kendileriyle beraber sınıfları da üreten nedenle tekamül eder. Fransa'ya altın çağını yaşatan XIV. Louis, 'Devlet benim" diyerek eğer zemin müsaitse maç devam ederken kuralın değiştirilebilir olduğunu gösterir. Bir ütopyayı gerçekleştirmek ile toplumsal bir ilke olarak kamu yararına yalan söylemeyi içselleştirme arasında karakter zaafından ötesi, hatta kronik bir iktidarı yeniden yaratmanın fazlası vardır. Zeminin, kiniklerin arayıp bulamadığı bir kayganlığa sahip olduğunu görürüz. Sokrates'in öğrencisi Antisthenes binlerce yıl önce böyle bir toposta insani tavrını sistemleştirir. Her şeye mütebessim bir edayla bakan, sorgularken iğneleyen, överken bile alay ederek aşağılayan, en ciddi konuları bile sarakaya alan bir meşrebin jargonu çıkar önümüze. 1917'de rafa kaldırılmasına karşın mühim olan mahrem tecrübedeki insanilik olgusudur. O ıssız düşünce çölünün bağrından İskenderle mesafesine koruyarak krala bakan filozof Sinoplu Diogenes'i pratik yaşamına bakarak helenistlerin karşı yakasında yer alan sofistlere ya da 1917 öncesinde umutları olan anarşistlere; Mayakovskilere, Emma Goldmanlara, Mahnolara ve diğerlerine dahil edilebilir miyiz? Davranışını geleceğe miras bıraktığı unutulmaz retorik unsurlarla bezediği için edilebiliriz. Ancak onda biçime duyulan sadakat, ne üsluba ne de öze ihanet anlamına gelmez. Atina'ya göçetmesinden sonradır Antisthenes'in öğrencisi olması. Muhakkak ki, Sinop'tan sonrasında da farklı vechelerin toplamıyla düşüncesi inkitaya uğramadan teşekkül eder. Üstadın fener ve su çanağı öyküsü dışında eserleri kalmamıştır ama diğer taraflara sızan düşünceleriyle ahlak eksenli felsefeyi bugün de performe eder. Geleneklere karşı çıkmasıyla dikkatleri üstüne toplamıştır. Faaliyetleri onu felsefe tarihinde Kinik olarak adlandırmamıza neden olur. Kelime bilindiği üzre kynikos'tan gelir; köpek gibi demektir. Kinik okulun düşüncesinin öznelliğini, kendi bilincinin hürriyetiyle tanıtlayan başı dik aşağı dallardan yemeyen Sokratesçi ekolden sayabiliriz. Köpek gibi yaşamak fıçıdaki hayatının devamına tekabül ediyorsa eğer bu, her şeyden önce mülkiyetsizliğin göstergesi değil midir? Hakim düşüncenin yerine ahlaki bir bağımlılıkla doğanın korunmasını öneren sofistlere karşın kinikler, tabii yaşamın erdemini temsil etmişlerdir. Zihnin evrenselliğini, bilincin nesnelliği olarak alanlarla mukayese edilmese de adları sahte bir faziletçilik gibi telaffuz edilir. İnsani değerlerin doğaya aykırı olduğunu söylemeleriyle nesnel irtibatların işlevini ortada muallak bırakan anlayış, bir yönüyle cılız ve erken bir Hegelci damar oluşturur. Hakikat değeri olması gereken zihnimin zihnidir dediklerinde düşünce eylemine değil, etkinlik kendini sıfatlarıyla tanımlayan ve düşünceyi kışkırtan ya da olumsuzluğa çağıran erk'e tabidir. İnsan, her şeyin ölçüsüdür diyen Sokrates'in karşısında duran Anthisthenes düşüncesi, mutluluğun doğal bir erdem olduğunu bunun dünyevi hazlardan vazgeçmekle mümkün olabileceğini söyler. Tek tanrılı dinlerin kurumlaşan yapıları gibi mülkiyet, aile, din vd. değer ve yargılar sekülerleşemeden inanca bağlanır. Ailenin, Devletin, Kutsal Mülkiyetin Kökeni'nini yazanlar gibi olmasa da Sinoplu Diyojen'de fevkine ulaşan okul, sufistlerdeki gibi muhayyel felsefeyi kendi sosyal bedenlerinde görünür kılmışlardır. Kavramlaştırılan malzeme, her zaman nihayetinde yine yuvasına döner. Burada gerçekler hayallerden değerlidir diyebilir miyiz? Ütopyanın mitos temelli olmasından logos temelli olmasına geçişte bir eşiktir fıçı performansı. Tahayyüller üst akılın epik anlatısında sınırlanmamış mekanda mitosa dayandığında sınırsız bir gecikme içerecektir. Günümüzde teknolojik zımbırtılarla doğanın yeniden yaratılması artık adına insan diyemeyeceğimiz bir varlığın nesneler dünyasına ilhakıdır. Hegel'in işaret ettiği gibi bu andan itibaren "Ödeve bu sarılış için bilinç artık kötüdür. Çünkü artık kendi içinde varlığının evrensel ile özdeşsizliğidir". Bizim aksiyonda yapacağımız düzeltme, nesneler aracılığıyla kültürel yapıların değiştirilerek yeniden derlenmesinde, insanı, üstünlük konumuna yükselten egemenlik söylemine aracılık eden bilginin sınıfsal karakterinin perdelemiş olup olmadığıdır. Sınıfların sahip olduğu ayrıcalığın kökeninde üretim araçlarının sahipliğinden ziyade, sınıfların temsiliyetini gerçekleştiren öznelerin yönetim becerileri ve karar mekanizmasını örgütlemekteki yaratıcı eylemleri gelmiştir. Marks'ın Feuerbach üzerine ikinci tezi şöyledir: Nesnel hakikatın insan düşüncesine atfedilip edilmeyeceği sorunu bir teori sorunu değil pratikte yer alan bir sorundur. İnsan gerçeği, yani düşüncesinin gerçekliği ve gücünü, bu dünyaya aitliğini (Disseitigkeit) pratikte kanıtlamalıdır". Marks'ın söylediğinin altını çizerek tekrarlayalım: İnsan düşüncesinin gerçekliğini ait olduğu tarihsel dünyada pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma bütünüyle skolastik bir sorundur. Tabii ki bu gerçeklik demos'un gerçeği olarak toplumun iklimine, çokluğun habitatına yukarıdan değil, inşa sürecinin diyalektiği içinde zeminden uygun olarak tekamül etmelidir. Spinoza'nın kendi konumundan kaynaklanan yaklaşımını saymazsak, sivil toplum ile yurttaşa hizmet ve sorumluluklar kabilinden henüz yeni örgütlenen modern çağdaki devlet ile toplum arasındaki ayrımı ilk defa 1821 yılında yazdığı Hukuk Felsefesi adlı düşünce pratiğinde önce Hegel yapmıştır. İnsan için en yüksek şey kişi olmaktır (s71) derken kişilerin toplamı olan sivil toplum, ailenin diyalektik bir gelişmeyle devlete varmasına eklemlenir. Yurttaşlar birliğinin koruyucusu olan devlet tarihte kendi bitimine kadar sürecek aracı bir basamak olarak kabul edilir. Spinoza, Tractatus Politicus'da "Bir halk, bir kralın, egemenliği altında geniş bir özgürlüğü muhafaza edebilir. Yeter ki, krala verilen güç, halkın gücü olsun ve kralın halktan başka koruyucusu olmasın" saptaması bu düşünürlerin bulundukları tarihe ait olduklarını bize hatırlatır. Spinoza gibi Hegel'de de sivil toplum, ne özgürlüklerin teminatıdır ne de toplumdaki zümrelerin ideolojik sözleşmesinin payandasıdır. Kimse bilinen hakikatin etik öznesi olmamasına karşın Hegel'in TF 604. pasajda geliştirdiği gibi yurttaşın ödevsel bilinci, çıkarsal ahlakın kompartmanındaki yolculuğuna mütenasiptir. Burada Foucault'un heterotopya'yı örneklerle anlattığı Öteki Mekanlara Dair yazısına dönmek ihtiyacını hissederiz. Gemiler, akıl hastahaneleri ya da farklı kurumsal kategoriler gibi toplum olmanın da kurumsal ahlakının sahiplenilmesi ödev kavramıyla rabıtalıdır. Devletin yekpareliğini askıya alan sınıfsal konumu ancak İngiliz ekonomistler ve Fransız devrimci romantiklerin etkisiyle diyalektik zorunluluk teorisi anlamında Marks'ta inkişaf eder. Tin'in özgürlükten ve bilinçten yoksun olduğu hallerde proletarya diktatörlüğü zorunluluk alanının öngörüsü olarak tebaruz eder. Marks, bu kararında Feuerbach, Bauer, Moses Hess ve Waitling gibi Alman damarlardan ziyade Blanqui'nin darbeci manifestosundan etkilenmiştir. Proudhon'a Felsefenin Sefaleti'yle verdiği cevap kesin bir duruş değildir. Kapital 3. ciltteki şeytan ayetleriyle tereddütleri yaratmadan önce burjuva toplumundan geçişin emarelerine defaatle rastlamışızdır. Örneğin husumetle davrandığını ima eden muhabirin sorusu üzerine New York World'e 18 Mayıs 1871'de yayımlanan mülakatında verdiği cevapta "İngiltere'de politik iktidar yolunun işçi sınıfına açık olduğu görülür. Barışçı bir kampanya çok daha basit ve etkiliyken bir ayaklanma çılgınlık olacaktır" diyordu. Anladığımız anlamıyla tarihsel bir gelişme olarak modern bir toplumun bağrında olgunlaşan sivil toplum, devletin örgütlendiği alandaki tüm senkronizasyonu kapsar. Nesnenin dünyasında öznesine yer açan Bilgi, üretken bir güçtür. İlişkiler keza üretkendir. Hegemonyada Sivil toplumu reddedenler, Platon'un Menon diyalogundaki gibi kölenin içinde hep mevcut olan cevapları diyalektiğin ortaya çıkartabilme kapasitesini inkar edenlerdir.


Ölüm, hayatı bitirse de, kurduğu ilişkileri öyle bir anda bitirmiyor. Zahiri varlığıyla hüküm süren öznenin ölümü kemiyeti, niceliği bitiriyor, ancak fikrin irtibatlarındaki ampirik edimler kendi başlarına yaşıyor. Spinoza gibi tarihin içinde kalması gereken bir bedeni yerli yersiz dolaştıranların cürmündeki toplumsal keyfiyet sürüyor.

Jameson bir hikaye anlatır. Öğrencisi olan şair Henrich Heine bir dersin sonunda Hegel'e "Rasyonel olan gerçektir, gerçek olansa rasyoneldir" formülünün doğru olup olmadığını sorar. Hegel bu soruya "Gerçek, rasyonel olmalıdır, rasyonel olansa gerçek olmak için çabalamalıdır" diye yıkıcılığı bariz bir cevap verir. Jameson'un anlattığı gerçekliği şüpheli hikaye burada biter. Ne ki, hikayeyi bilmese de bu önermedeki mesajı doğru okuyan Marks'tır. Yaşı itibariyle Hegel'e yetişememiş ama Berlin Üniversitesi'nde Hegel'in asistanı Eduard Guns'un, Ludwig Feuerbach'ın derslerini izlemiştir. Guns, güzel konuşan bir eğitmendir. Öğreciler ise sağlığında Hegel'in Hukuk Felsefesi prensiplerini Hegel'den değil de ondan dinlemeyi yeğlerler. Marks, Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisi'nde 'skolastik' deyişiyle ahlaki olanın doğrulanmasının güç ama pratikte görünenin doğrulanmasının nesnelliğini eleştirir. Bu durum, Dokuma İşçileri şiirinin şairi Heine'den, İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu'nu yazan Engels'den, asistan Guns'dan; ama daha ziyade Fransızlarla yakın ilişkisi olan ve Saint Simon'un fikirlerini Berlin'e taşıyan kendinden altı yaş büyük Agust von Cieskowski'den etkilenmesinin toplam sonucudur. Polonyalı Cieskowski felsefesinin ana ekseninde, fabrika düzenine geçen üretim dünyasının yarattığı sınıfsal ilişkiler ve emekle sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiler yer alır. Eseri Prolegomena'da, Hegelci rolü cüretkarca reddeder. Hegel'in Tüze Felsefesi'nin önsözüne nazire yaparcasına kendi praksis felsefesini geliştirir. Şöyle söyler: "Minerva'nın Baykuşu, kendi karanlık köşesinde gizlenmekten hoşlanır. Ama bizim Athenamız, güçlü kanatları ve güneşe dayanıklı gözleriyle bir kartala ihtiyaç duyar". Onun Hegel eleştirisi, zorunluluk ve özgürlük bilincinden, sınıf bilincine geçerek praksis felsefesine güçlü bir köprü oluşturmuştur. Bu köprüden geçen Marks'ın komünist temelinde Engels'in İngilterede İşçi Sınıfının Durumu'ndan önce Moses Hess ve bugün çoktan unutulmuş olan değerli düşünür Cieskowski'nin "Defol Minerva" diyen felsefesi vardır. Saint Simon'un Sanayi Sistemine Dair yazılarını ve Endüstriyel risalelerini okumadan, Hegel'deki iş tanımını eyleme, siyasi praksis'e tevil eden Agust von Cieskowski'nin Prologemena'sını bilmeden Marks'ın nereye kadar özgün bir düşünür olduğunu anlamak mümkün değildir. Hegel'deki tinsel hayvan krallığı insanda çeşitli mesleki artikülasyonlarla  toplumun arzularını cevaplandırır, duygularını tamamlar. Marks'ın Kutsal Ailedeki eleştirisi, "Bugün için vazgeçilmez sanılan ama aslında gereksiz olan bir yığın iş yaratılmıştır" şeklinde olur. Ahlak, impuissance mise en action, eyleme konulmuş güçsüzlüktür. Pasif direniş gösteren Diyojen ile Anthisthenes arasındaki fark, Marksın açtığı parantezle belirginleşir. Bugün nisbeten umut veren bir düşüncelerinden çok hakikatin evrensel alana aktarılan politikasıyla bedbahça zenginliğe boğulanların yaşam pratiğini sorgulayan fıçı/fener enstalasyonuyla hatırlanan kişi yoksulluk içinde şehrin meydanında bir evsiz ve mülkiyetsiz olarak yaşadığı ve yiyeceğini dilenerek topladığı halde, herkesin aynı şekilde yaşaması gerektiğini savunmamıştır. Onun başta Amerika ve Avrupa'da sokaklarda yaşayan mülksüzlerden farkı gönlünde ya da kafasında diyelim göstermek istediği bir ideanın olmasıdır. Kişi kendisini, diğer kişide tanır, varlık, kendini öteki vasıtasıyla idrak eder. Tin, tek kişide değil, bireyi aşan bir fenomenolojide topluma ait epistemoloji olarak kendini bulur. Paradoks, hegemonik rol oynayan varsıllığın, uygulamadaki farklılıkları şiddet yoluyla bastırma eğilimidir. Diyojen suni isteklerle başa çıkabilen kişinin en kısıtlı yaşam koşullarında bile mutlu, sağlıklı ve hepsinden önemlisi özgür olabileceğinin fırsatını bize gösterir göstermesine ama bu, onu Ruso'dan, Saint Simon'dan itibaren günümüze taşınan sanayileşmiş modernliğin, kendinin ürettiği sınırlılık, özgürlük paradoksundaki fenomenoliyi görmezden gelmemizi sebep olmaz. Buna karşın otoriter modernliğin çelişkileri Marks'ın yaptığı gibi belki de bir yere kadar sahiplenilebilir. Siyasal mürşitlerin inanmadığına, ekonominin kıskacında yaşayan militan müridler inanmak zorundadır. Hegel diyalektiğinin çağdaş felsefeye ve dolayısıyla moderniteye rampalanan özsel biçiminden önemlisi, tarihin sonu fikridir. Kant'ın ve Sivil Toplum vesilesiyle Hegel'in etkin yurttaşı, kendini kendini özneleştirir ve kendini gücün mülkiyeti ve hakimiyeti gölgesinde güvenle geliştirir. Saint Simon'daki çalışmanın yasa olması muhteviyatı Alman İdeolojisi'nde çalışmayı ortadan kaldırmak olur. Her şeyin insana yararlı olduğu bir özyönetimde insan da zevk haline getirdiği çalışma dürtüsünden bulunduğu toplumu nasiplendirecektir. Özgürlükleri için didinen İnsan bu dünyanın bilincidir. Tin, ekonomik ve toplumsal olanın yeniden tanzimi düşüncesinin ötesinde olan tam ifadesiyle insanca üretilmiş ve paylaşılmış olan dünyada görevlerinin farkına varanların bir kendilik bilincidir. Sorgulanması gereken sadece tarihin sonunda zuhur edecek hedonotik iktidarlar değildir; ifa edilen ilerlemeyle endüstriyel birikiminin insana boş zaman açacak niteliği inkar edilemez. Buna karşın niceliğiyle, sermayenin kanditesiyle Zeus'un gücüne ulaşan ya da sanatla, bilimle, koleksiyonlar edinerek ölümsüzlüğü arayan semptomik insanın her anında duran (geist) dizginlenemez yönetim araçları ve kendinden güçsüzleri idare arzusu sorgulanabilir. Ölüme meydan okuyan rasyonel felsefe, tarihin sonundaki ütopya ile hayatın aleyhinde hibrit bir yol; sahte cennet idealiyle kapitalizme çare olmayan bilinen vaadi yaratmıştır.


https://en.wikipedia.org/wiki/August_Cieszkowski
https://tr.wikipedia.org/wiki/Claude_Henri_de_Saint_Simon


Kanıtlama, düşüncenin kaynağına geri dönmesi babında umarsız bir çabadır. Niye umarsızdır? Çünkü düşünce ile kaynak arasında sözel bir oyalanma, çaresiz bir dolaylama vardır; aktarıma karşın hiçbir zaman özdeş olamazlar


Marx’ın Spinoza Defterlerini yazan Nicolás Gonzáles Varela'yı okuyoruz: "Spinoza’nın genç Marx’ın teori ve pratiği için anlamı nerede yatıyor peki? Bu özümseme ile ilgili en önemli belge Mart ve Nisan 1841’de Berlin’de yazılan Spinoza notlarıdır. Metin Marx’ın el yazısıdır, başlık (Spinoza’nın Teolojik-Politik Traktat’ı) başkasının elinden çıkmıştır. Peki, ama arkasından yine Marx tarafından yazılmış olan “Karl Heinrich Marx. Berlin. 1841” sözleri nasıl anlaşılmalı? Gençlik Çalışmaları – Ekler cildinde Riazanov notları kesin olarak tarihlendiriyor ve Bonn Üniversitesi’nde Bruno Bauer’in yanında akademik bir kariyer olasılığı nedeniyle yazılmış olabilecekleri hipotezini ortaya atıyor (MEGA(1), I.2, XXIf). Maximilien Rubel, Spinoza’nın düşüncesinin Marx’ı “Almanya’da demokrasi mücadelesi için bir işaret verme” kararında desteklediğini, “Marx’ın Hegel okulunda değil, Spinoza okulunda zorunluluk ve özgürlüğü barıştırmayı öğrendiğini” söylüyor (1962/1974, 172). Alexandre Matheron, genç Marx’ın yaptığı “tam ve otantik bir montaj”dan bahsediyor (1977, 160). Spinoza Defteri’nin başlı başına bir metin olduğuna dair bir şüphe bulunmuyor; defterdekiler Spinoza’nın sözleri, ama artık Spinoza değiller.

Yeni MEGA’nın yayıncıları defteri “bir araya getirilmiş notlar” (IV.1, Apparat, 773) arasına yerleştiriyorlar. Bu ifadeyi Hegel’in devlet hukukuna yönelik ünlü eleştiriyi barındıran 1843 Kreuznach Defterleri ve 1844 Paris Elyazmaları gibi başka defterler için de kullanıyorlar. Berlin Defterleri, özellikle Spinoza’ya ayrılmış olanlar, sadece ön çalışmalar, bir anlamda akademik bir kariyer için yapılmış kültürel sermaye yatırımları olarak değerlendirilemezler. Bunlar Genç Hegelci Marx’ın entelektüel ilgilerinin tanıklarıdır. Spinoza Defterleri genç Marx’ın geçmişine işaret etmezler, tersine, onun yakın geleceğine işaret ederler. Spinoza, Prusya hukuk devleti çevresinde, monarşist ve cumhuriyetçi damgaları taşıyan liberalizmin aşılması çevresinde gelişen parti mücadelelerinde bir silahtır. Spinoza teolojinin siyasetinden özgürleşmek için bir adımdır. 1841 yılının başında Spinoza Marx için “ahlakın entelektüel kahramanlarından” biridir, Hegel düzeyinde değilse de Kant ve Fichte düzeyinde. “Bu ahlakçıların hepsi ahlak ve din arasındaki ilkesel bir çelişkiden hareket ederler, çünkü ahlak özerkliğe (Autonomie) dayanır, din ise insan ruhunun dış belirlenmişliğine (Heteronomie)” (MEW 1, 13). Aynı dönemden başka bir metinde Marx Spinoza’yı tipik bir hegelci sıralamayla “Machiavelli, Campanella, daha sonra Hobbes, Spinoza, Hugo Grotius” ile başlayıp, “Rousseau, Fichte, Hegel’e ulaşan” “devletin yerçekimi kanununu” keşfedenler arasına yerleştirir. Bunlar “devleti insanın gözüyle ele almayı ve devletin doğa yasalarını teolojiden değil, akıl ve deneyimden geliştirmeyi” başarmışlardır (MEW, 1, 103)"
​​






Eğer aklın egemenliğine inanıyorsak gizli/açık mutlak tözün felsefecileri Hegel ve Spinoza'yla ne temelde ne de satıhta uzlaşmamız olanaksızdır. İmalı göndermeler lapsus / sürçme ve istisna olmaktan çıkmıştır. Ancak bu düşünürlere her fırsatta kur yapan ortodoks marksistlerin kendi teoremleri apaçık ortada dururken her şartta Devletin filozofu olan Hegel'i aşağılamaya hakları olmadığı gibi post marksistlerin de panteist Spinoza'dan kapitalizmle köprüleri atma yönünde reddiyeci bir felsefe yaratmalarının olanağı yoktur. Oysa sınıfların varlığına rağmen tarihin içinde gerçekleşecek adil bir toplum tasarımı her şeyden önce hukukun evrensel mutabakatıyla uzlaşılabilecek teknik bir iştir. 






Liberalizmin ve postmodernizmin dünya çapında yükselmesinin nedenini Sovyet Rusya'nın 1917'den itibaren modern bir distopya olmasında aramak gerekir. Ütopik teoriye karşı farklı bir eğilim gelişebilir miydi sorusunun cevabı bir nebze Althusser'in yaptığı çözümlemelerde saklı. 20. yüzyılın sosyalist inşa süreci Kurucev iktidarıyla beraber 1968'den itibaren gerilemeye başlar ve 30 yıllık süreçte teorideki eleştirelliği besleyen sınıf politikalarına ilgiyi bloklayarak çökertir. Teatcher'la beraber kolektif çözümler iflas etmesindeki neden tabii ki sadece ülkemize özgü değil. Witgenstein'den derin bir şekilde etkilendiğini açıklayan Nobel ödüllü ekonomist Hayek'in teorilerini uygulama alanı 1980'li yıllar. Margaret Thatcher, Helmut Kohl, Turgut Özal yaklaşık yaklaşımlarla liberal ekonomiler inşa ederek ülkelerini dönüştürdüler. Althesser'i kıyasıya eleştiren FKF'nin resmi teorisyeni olan Roger Garady'nin İslamı seçmesi, Cat Stevens'in Yusuf İslam adını alması, Afganistan'a Rusya'nın müdahelesi hep 1980'lere tarihlenir. Merkezi planlamanın özgürlükleri sınırlandırdığı ve çoğulculuğun ekonomik subjektivizmle olanaklı olduğu görüşler sadece Ortadoğu ve Avrupa kimliğini değil modernizme alternatif post modernizmi de yeniden şekillendirir. Marksizm’in karşısına çıkan sivil toplumculuk ya da daha doğru ve yaygın terimle sol liberalizm böyle bir sürecin eseridir. Feuerbach üzerine 10. tezde "eski materyalizmin bakış açısı sivil toplumdur yeni materyalizmin bakış açısıysa toplumsal insanlıktır" derken bu cümleleri Marks'ın 1845'de nisbeten 'sosyalizm hümanizmdir!' dediği yıllarda yazdığını unutmamak gerekir. Teorideki yenilginin ideolojisi eğer "diyalektik felsefe karşısında hiçbir şey sonal, mutlak ve kutsal değil" ise ve "bu felsefe her şeyin geçici karakterini ve her şeydeki geçici karakteri ortaya çıkarır" bildirimini (2) içselleştirmişse o zaman sivil toplumculuğa "hep sağ iktidarlardan demokrasi beklediler" suçlamasını yöneltmemek gerekir. 1980 darbesi ertesinde üst akıl dediğimiz ABD'nin hegemonya stratejisi meyveleri birçok kategoride birbiri ardınca toplanır. Doğu Bloku'nun yıkılış sürecinde aydınların, sanatçıların -özellikle çağdaş sanatın sarkastik bir söylemle ortaya çıkışına tanıklık ederiz. Burjuvazinin işlerini yapmaları, kara para aklama çetelerinin operasyonlarıyla himayelerine girmelerinin tarihi 1990'lardır. Jargonun, piyasaya göre biçimlenmesi, iletişim ağlarındaki kolaylaşmalarla küresel olgu barizleşir. Liberalizm ve postmodernizm hem sol görünmek, hem de sermayeye hizmet etmek için uygun dozda özgürlükleriyle sığ bir ideolojiye dönüşür. Bu egemenlik arayışlarının fundemetal ideolojileri yeniden doğurması global sermaye hareketlerinden kopuk düşünülen koşullardan, Türkiye'nin özgül şartlarından tabii ki gelişmemiştir. Çok daha önceye Hegel'deki düşüncede, tarihte, bastırıldığı için tinde kendine geri dönen yabancılaşmaya bakmamız gerekir. Lacan'ın dediği gibi hortlaklar, uygun şekilde gömülmediği, kurallara uygun defnedilmekdikleri takdirde topluma yeniden dönerler. Gerçek toplumsal bağ, siyasal yaşam tarafından değil sivil yaşam tarafından kurulur. Kutsal Aile'ye atıf yaparsak; günümüz sivil yaşamın birliğinin devletin işi olduğunu sanan sadece kör inançtır. Oysa gerçeklikte tersine, korunmuş bulunan devlet birliği sivil yaşamın işidir. Devletin bağışıklığı, sivil hayat sayesinde korunup sürdürülür. Bütün kuruluş şemalarıyla Devlet, topluma yabancılaştığında ahir zamanda dahi onu yeniden ayağa kaldıracak olan angaje kadrolar değil, dengeleri kuracak sivil toplumdur.

İdealist düşünce, varlıkları değil, ancak akla yansıyan görüntülerini bilebileceğimizi iddia eder. Kendinde-şey ve kendi-için-şey (neumenon-fenomen) terimleri, salt Kantçı kategoriler olmakla kalmaz; düşünce dünyasında epistemoloji ile ontoloji arasına ayrımı gösteren kavram olarak kabul görür. Özne doğrudan zihnine görünenleri öznel temsiller sayesinde bilinçte anlar; bu, -anlama ya da anlamladırma- özneden nesneye doğru akan sürecin bilgisidir. Böyle bir zemin üstüne 27 Ağustos 1770'de Stuttgart'da doğan Georg Wilhelm Friedrich Hegel, spekülatif felsefenin son temsilcisidir. 14 Kasım 1831'de Berlin'de öldüğünde Karl Marks 13 yaşındadır. Ustasının adını, ilk defa eleştiri bayrağını devralacağı Alman felsefecisi Feuerbach'dan duyar. Dışarısını görmesine rağmen kendinin içerisini görmeyen beyin, tasarımları kendinde bulduğu öteki adına toplumsalın fenomeninde tamamlar. Tin'de kendini iptal ederek ilerleyen Cogito'ya gösterilen alaka, Descartes'tan çok önce, Rönesans filozofu Giordano Bruno ile başlamıştır. Kim tanrıya her şeyi verirse onu yok eder. Çünkü onu kendi varlığının koşullarına uygun kılar. Gerekli olana çarersizlik içinde bulaşmış hükümdarın egemenliği ve keyfiliği, yaratıcının özgürlüğü sona erer. Bunlar dönem için kabul edilemez tezlerdir. Bruno, Campo die Fiorore meydanında odun yığınları içinde yakılır. Giordano'nun idamından on yıl sonra, Kepler astronomiye ait eserini yayımlayacak cesareti bulur. Ardından Galilei, Descartes, Newton, Bayle, Leibniz, Paskal, Newton deney ve gözlemlerini yayımlarlar. Tanrısal kurgunun yerini, insan tecrübeleri ve önerileri almaya başlar.. Ne ki, insanoğlu, herhalükarda kutsal fetişlerini ve bağnaz inançlarını bilgi üzerinden tekrar yaratmakta gecikmez.. Meziyetleri kendine bağlayan inayet mekanizması, potansiyel olarak yüklenmiş veriyi kullanır. Halka aktarılan risalelerdeki sinik mesafe, ideolojik fantazinin yapabileceklerinden ölesiye duyulan korkuyu inkar etmez. Hegel, Mantık Bilimi'nin son kitabı olan Kavram ve İde Öğretisi'nde evrensellik, özellik ve bireysellik olmak üzere üç dereceye rastlarız. Gerçekliğin varlığını, insanın ve dünyasının tarihteki fenomenal yaratılışının tümelliği içinde ele almak gerekir. Sonuç nihilizm olmasa da aydın potansiyelinde maskelenen çaresizliği, modern olan her şeyi yerinden eden özgecilik, yıkıcı semptomlarıyla doğada değil, tam da burada zuhur edendir. Sonucta bilinçte canlanan bir akistir. Her olayın bilhare gerçekleşmesinin ardından gelmiştir; okunmayı bekleyen anlakta bilime tereddütsüz teslim olmadan önce felsefede kendini askıya almıştır. Kendi için olmayı gerçekleştirirken umulmadık anda nihayete de oluşabilir. Hiçbir tutarlılığa sahip olmayan saf bir kendilik olduğunda romantizmle bezenir. Olan bitene mutedil bir konum almak zordur. Liberallerin korku tellalığı ayyuka çıkar. Aşırı uçlara mesafeli duran küçük burjuva stratejileri en iyi ihtimali seçerek, etik komitelere dönüştürdüğü sivil toplum örgütleriyle ekonomik doktrinlerini sağlama almışlardır. Simgeleştirme işlemi irasyonelleştiğinde suç, arzunun nesnesini denetleyen iradede aranır. Stirner'in kendi canına kıyması beklenen bir sondu; yüceltmenin asimetrik tezahürü intihardır. Bile bile uçuruma gidiyor ama bu durumu idrak edecek bir eleştirel yardımı sağlayacak kolektif iradeden mahrumuz. Şayet büyük bir dekadans içindeysek ve bu travmayı yaşatan için yaptığımız her ne ise, tam da onun psikolojisi alak bullak olmuş müridleri toplu intihara sevk ettiğini göremiyoruz. Başarısızlıkta tahammülsüz öznenin başkaldırısını sadece edebi eserlerde değil, gazete sayfalarında da, buradanın tarihinde zamanın evrenselliğinde her anda yeniden görürüz. Vladimir Mayakovsky'nin 1930'da hayatını bir otel odasında son vermeye iten neden Lilli Brik'e aşkı değil, devrime olan inancınının yitiririlmesidir. Kaybolduğu rivayet olunan makale yıllar sonra arşivlerde ortaya çıktı. Satırı tıkladığınızda halen taze olan burjuva toplum verileriyle Karl Marks'ın 19.Yüzyılda Avrupa'da intiharın istatistikleri üzerine az bilinen bir yazısı var:


Yalnız bizimle aynı endişeleri paylaşanlar değil, hepimiz sonunda kaybedeceğimiz bir oyunu bile bile oynuyoruz.. Tin'in malzemesi tutkudur. Ne ki, ütopyayla, tözün zeminindeki ontolojinin aynı olmadığını görmüşüzdür. Bu arada bizim de malzememiz farklılaşmış, deri kalınlaşıp eskimiştir. Tecrübe denilen illet ruhu olmasa da bedeni korkak yapar.. 

Yeri geldiği için dönüp yeniden bakma ihtiyacı hissettiğimiz kiniklerin temel felsefi konumları, zamanın uygarlık değerlerine yönelik aldırmaz tavırları ve eleştirel yaklaşımlarını yeniden okurken saygı duymamak mümkün değil. Hatırlatıyorlar bize: İnsanın her şeyden önce kendisine, öz gücüne güvenmesi büyük erdem.

İnsanın doğaya karşı geliştirdiği toplumsallık tartışılır bir durumdur; tarihini kurarken büyük ölçüde özniteliklerini yozlaştırmış, parçası olduğu tabiata yabancılaşmıştır. Kinikler yozlaşmış toplum birliğine karşı doğal ve sade yaşamı öne çıkartırlar. Onların temel etik ilkesi erdemdir; bundan anladıkları bugünkü kendini şehir yaşamından azade edip köylere yerleşen uygar insanın özgürlük arayışından, bu arayışı temellendiren snop, sinik felsefeden pek bir farkı yoktur. Savunulan doğruluğun doğasının sınanabilirliği, pratiğe vurulabilmesi mümkün olsa bile doğruluğun ahlakının cevherini yarıp geçen pragmatik kayganlık sabittir. Hegel'in Tinin Fenomenolojisi 624. pasajda vurguladığı budur: Günlük hayatın tecrübesi, ahlaklı bireylerin işlerinin kötüye gittiğini, buna karşın ahlaksız olanların ise şanslı çıktığını göstermiştir. İnsan, her tür gereksinmeye olan bağımlılığından kurtulduğunda ancak özgürleşebilecektir ama önce ateş ve suyla, toprak ve havayla sınanabilir olan hayatla karşılaşma önemlidir.. İnsanlar, ahlaklarını bir başkasında taşıyabilirler ve ahlaksal bilinç olmayan şeyi kutsayarak gizler. Diyojene dönersek böyle bir erdem anlayışı, bilgelikle temellendirse de, biliçte ahlak tamamlanmış değildir. İnsan ancak yaşayarak edindiği bilgilenme aracılığıyla kendisini kuşatmış olan gereksinmelere her an yasayı ihlal ederek açıkça meydan okuyabilir. Kinikler açısından bilgi ve ahlaki ilkeler bu nedenle salt soyut bir edinme, savunma meselesi değil, somut yaşamdan damıtılan özniteliklere aktarıldığı farz olunan ancak ihtiyaç toplumunu denetim altında tutan doğan zaruri bir öğretidir.. 
Bir inançtan öte, kültür olarak tasarımın orta yeri, nirengi noktasındadır ki, tüm davranış modellerinin içsel kaynağı, özbilincin pınarıdır. Bilme hali, ya ona karşı durarak- aydınlanmada olduğu gibi-, ya da ondan yana eğilimleri geliştirerek kurulur. Bilinçte olma halidir; sanatta, felsefede, dinde. Varlık tez, yokluk antitez, olma hali dediğimiz bileşim ise istisnaları gözeten bir sentezdir. Oluş, öncesi ve sonrasıyla mutsuz bilinc, güvenlik açıklarında beliren huzursuzluğun eseridir. Diyalektik süreç, sürekli yadımanın yadınmasıdır. Negation, mutsuz bilincin eylemidir. 'Diyalektik' kavramının modern anlamı Hegel'e aittir demiştik. Devam edelim: 'Materyalizm' kelimesini ise modern çağın başlangıcında kimya biliminin kurucusu Robert Boyle (1627-1691) çağın düşünce sözlüğüne eklemiştir.. Marks, Kapital'in, Almancı İkinci Baskıya Önsözünde şöyle söyler : Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünme süreci —Hegel bunu "Fikir" ("Idea") adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür— gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca "Fikir"in dışsal ve görüngüsel (Phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir."
Walter Benjamin'in, Eski Ahit'teki Firavun vurgusu dikkat çekicidir. Kralın Mısırlılara 'Ben sizin tanrınız değil miyim?' diye çaresizlikle haykırırken, 'veren' ile 'yaratan' arasındaki fark öne çıkar. İdare etmek, hükmetmek demektir. Simgesel iktidar, muktedir olmanın yalnızca bir yüzü ve yüküdür. Dünya tarihinin hiçbir çağında Genel anlamda verili bir ahlak yoktur. Yalnızca üretim ilişki/çelişkilerinin yarattığı hukukun irade gücü vardır. Mülkiyetten doğan hakların kurduğu zemindeki mücadele, olduğumuz değil, haline, eşiğine geldiğimiz çıkarsal diyalektiğin yansımasıdır; mutabakatı kuran sınıfın emredici gücü ve gücün hükmüdür. Kant, 'Dünyadaki her şey sadece doğanın yasalarıyla uyumlu olarak vuku bulur' derken, bir toz tanesi eksik olsa evrenin yıkılacağı farazisini öne çıkartır. Hegel, riyanın açılımını yapmadan önce toplumsal temaşanın hep hüküm süren ahlaki kurallarının olduğu varsayılırdı. Yasa, bir kişiye bir şeyin doğru olduğunu kanıtlayacak kuralın olması halinde ancak modelde çıkar birliğinin hukuku içinde anlam kazanırsa doğrudur. Platon 'Tragedyanın ödevi, acıma ve korku duyguları uyandırıp ruhu tutkulardan temizlemektir' diyor. Katharsis, Büyük İskender'in hocası Aristoteles’in Poetika’sının ana kavramıdır. Aristo, sanatın seyirlik hazdan çok, ahlaki arınma yarattığı takdirde değerli olacağını ima eder. Platon'un katharsis'i, Hegel'in zeitgeist'ı, Markistlerin diyalektiği gibi konuyla ilgili herkesin bildiği ortak kabuller vardır. Bunların hepsinin ortak bağlamını kuran sözcüklere atıf yapmadan önceki kavram geçersizdir. Örneğin Aydınlık ideolojisi değil, "yoksulluk" kavramı olduğu için sol terennüm ortaya çıkmıştır. Ruhen arınma, toplumsal olmayan servet üzerinde bir şerhtir. Onunkine bilinç felsefesi deseler de bu sınıfsal bir itiraz oluşturmaz ama mantık yürütmeyle handikapların altını çizer. Tarih Felsefesi'nde ısrarla birkaç yerde yerde belirtir: Tarih Felsefesi'nin 70 ve 116. sayfasında "Faal bir devlet ile etkin bir hükümet ancak sınıflar arasında büyük ayrım bulunuyorsa, zenginlik ile yoksulluk çok büyümüşse ve çoğunluğun gereksinmelerinin karşılanamadığı durumlarda doğar" der. Nasıl Tales, doğa, Sokrates ahlak, Platon diyalektiğin babası olmuşsa, Hegel'de Tin'in, daha açık bir deyişle sınıfsal özüne bakmadan sadece Devlet'in felsefecisi olmuştur. Bundan dolayı 211. sayfada bu endişelerini tekrarlamasını garip karşılamayız. "Büyük bir kitlenin, toplumun üyesi olması için gerekli ihtiyaçlarının karşılanamaması, az ile geçinmeye zorlanması ve servetin az sayıda ellerde toplanması zorunlu durumun ortaya çıkmasını sağlar. Burjuva toplumunun sahip olduğu servet, aşırı sefaleti ve nüfus artışını ortadan kaldırmaya yetmez". Hegel'in duyduğu endişe her cümlesinde insan aklının en muhteşem örgütlenişi dediği Devlet içindir ve endişesini sarih biçimde ifade eder. Danca'dan İngilizceye 'dread' diye çevrilen sözcük gelir; korkunun kaynağını tarifler. Korku, bu günkü uygarlığı temellendiren en önemli kavramdır. Felsefeci Kierkegaard, kişinin yaratılışın doğasından gelen değerler sisteminin insana verdiği bir idrak olduğunu belirtir. Doğada olduğu kadar günlük yaşam pratiğinde de birçok olay korkuyu kışkırtır, insana farklı bir idrak ve eylem durumu yaratır. İnsan, eyleminin eseridir ama korkmanın ontolojisiyle bir nedene bağlı değerler sistemini kurar insan. Etik talebin, ikbalin ahlaki kurallarının bu sistemle yakın bağı olduğunu gözardı edemeyiz. Büyük Öteki hipotezi, özdeşleşme kiplerinin birbirine denk olmadığı durumlarda önem kazanır. Kanunun müdahil olduğu tek yasa sahipliğin olmasından ziyade hukukla kurulan bunaltıcı ultra gerçekliğin ihlalidir. Bir nesneyi acayip olarak tanımlamak, bir benzerliği hatta özdeşliği talep etmektir. Sadakat ve ihanetle yaratılan mesafe, asimetrik konumun ve huzursuz öznel kanââtın korku ayağını oluştururur. Alman Heidegger tarafından kullanıldığı şekliyle kabul görmüştür. Varoluş felsefesiyle bağlantılı olarak kaygı anlamına gelen 'angst' kavramı bunaltıyı anlatır. Sartre'ın bu isimde bir kitabı vardır. İnsanın doğa üzerinde süreli yaratılışındaki hiç'lik kapitalizmin parçaladığı boşlukta tutunur; yapılan seçimlerde somut bir tutunma noktasının olmamasının yarattığı bunaltı, nihilizmin olduğu kadar Varoluşçu düşünme tarzının da referansı olarak hiçliği sorgulatır. Ancak, biraz düşünürsek hiçliğin kendinden bir kavram olmadığını görebiliriz. İnsan, varlığı ancak düşüncesiyle kavrayabilir. Sınırsızlık tahayyül imkansızdır. Formel olmayan kavranılmadığı için düşünülemez. İnsanlar ahlaki yargılarıyla siyasi kararlara katılmakla korkularına çeki düzen vermektedirler. Mekanizmayı kuran yargı yeteneğimizi, iyi/kötü tanımlamamızı oluşturan mülkiyetin üstündeki törellliktir. Lacan'ın ayna deneyimi, Yale Üniversitesi'nden Paul Bloom'un bebekler üstünde yaptığı acı çeken birine karşı yardım etme davranışları gözlemleri genetiksel hukukun varlığını, tepkinin kaynağını, doğal olanın devinimini gösteren örneklerdir. Bu bağlamda sürdürülebilir olanı doğal soyutlamada aramak, malzemenin içsel hukukunun önermelerini gözardı etmemekle olur. Görevler bölündüğünde ilişkiler sahiplenilir ve mülkiyetin nesnesi, öznesine yer (sınıf) açar. Sınıfın arzu ve ihtiraslarının peşine takılan ve dolaylanmasıyla artan kazancını kamufle eden Bilim 20. yüzyıl felsefesini adeta terörize etmiş ve tedhiş alanına çevirmiştir. Bilim felsefesi, ontoloji, etik veya siyaset felsefesi gibi, bütün felsefe tarihinde varolagelmiş bir felsefe alt dalı değil; epistemolojinin 20. yüzyıldaki gayrimeşru çocuğudur. Bu tarzdaki disipliner bir başlangıç için, David Hume’un nedensellik eleştirisi belki milat edinilebilir ama bilim felsefesinin 20. yüzyıldaki durumu öylesine farklıdır ki, kendisinden önceki bir başlangıcı, bağlam dışı bırakmaktadır. Burada bir parantez açalım.. Bilgi felsefesi dediğimizde, söz konusu olan şey, bilginin, kaynağı, sınırları, değeri ve neliği bakımından irdelenmesi veya sorgulanmasıdır. Dolayısıyla, bilim felsefesi derken de, söz konusu olması gereken, bilimin neliğinin, değerinin veya sınırlarının irdelenmesi veya sorgulanmasıdır. Viyana Çevresi’nin yaptığı, bilimin neliğinin irdelenmesi değil, tam tersine neredeyse, bilimsel olmayan dünyanın eleştirilmesidir ve neticede bütün edimselliği de, bütün dünyanın, bilimsellik ülküsü doğrultusunda dönüştürülmesi çabasına dönüşecektir. Nitekim Viyana Çevresi’nin manifestosu niteliğindeki bu kitapçık şu teşhisle başlar: Pek çok kişi günümüzde metafizik ile ilahiyatla ilgili düşüncenin yalnız yaşamda değil bilimde de yeniden yükselişe geçtiğini savunuyor.” Dolayısıyla dünyanın bilimsel olarak kavranması ve metafizik önermelerden arındırılması gerekir. Onlara göre, olgusal karşılığı veya duyu deneyi sonucu olmayan bir önerme metafizik ve anlamsız bir önermedir. Viyana Çevresi, doğrulanabilirlik adını verdiği ölçütle, sadece metafizik ve ilahiyatı değil, etiği, sanatı, müziği ve şiiri de devre dışı bırakır. Viyana Çevresi düşünürlerinin ana kaygısı, bilim olan ile metafizik olanı ayırmaktı. Onların devamında gelen Karl Popper ise, doğrulanabilirlik ölçütüne karşı çıkıp yanlışlanabilirliği getirir. Yanlışlanabilirlik, bir kuramın hangi koşul altında yanlış olduğunun belirlenmesidir. Doğrulayıcı veriler ne kadar çok olursa olsun bir kuramı bilimsel yapmaz. Popper’ın ana kaygısı, bilim ile metafizik arasındaki ayrı değil, bilim ile sözde-bilim arasında bir ayrım yapmaktı ve ana hedefi de, o dönemde bilim olarak adlandırılan Marksizm ile psikanalizin bilim olmadığı teziydi. Popper’la birlikte, Viyana Çevresi’nin bilimsellik ülküsü doruk noktasına çıkar.. Gazetede köşeyi kapmış düşünür, düşünmeden genel doğruyu tekrar ediyor: "Sosyolojinin en temel metodolojik kuralı sosyal olayların, olguların yine sosyal olgular ve olaylarla açıklanabileceğidir. Toplumların tıpkı fizik dünyada olduğu gibi kendilerine özgü gelişme ve değişme yasaları vardır. Fizik dünyanın nasıl yasaları varsa, orada olaylar nasıl doğa yasalarına göre gelişiyorsa, toplumlardaki olaylarda, toplumların gelişmeleri de sosyal yasalara göre olur." Engels'in düştüğü hatayı bile Stalin düzelterek Marksizme balans ayarı çekmiştir de, tarihin sonunda bir toplum tasarımıyla zinciri kırmak çabasında olanlar için söylenen Yasa doğru mudur? Yasanın olması, kuralların bilinirliği, her coğrafyada kayıtsız/koşulsuz tekrarlanacağı anlamına mı gelir? Ne önemlidir? Rastlantısallık mı, ilişkilerinin bilincindeki mutlak şey'in bilincinin ilerlemesi mi? Gelişmenin dinamosunu bulduk da, gelişme insan doğasındaki çürümeye doğru giden bir süreçse, çıkarsal anlamda özbilinçte önemli olan psikanalitik anlamıyla düşümselliktir. Toplumun maddi veya ekonomik temeli cümlesi kullanılagelen bir şablondur ama jesti kışkırtan arzunun ferasetle ne'liği olduğu anlaşılabilecek bir şey değildir. Ekonomik, kültürel, hukuki, geleneklerden üreyen ahlaki ve siyasal ilişkilerinin hiç dışında değildir. Aslında konunun özü, giderilmemiş çelişkinin ana unsuru, sorunun kurucu paradigması İlerleme kavramıdır. Kendi kendine bir toplum olmaya asli unsur kabul eden Ütopyacı modele aykırıdır. Zaten Marks da Alman İdeolojisinden sonra bu konuya kafa yormamıştır. Geriye kalıyor 'Üretim, tüketimden önce gelir; arz talebi zorlar' kabulü. Marks, Felsefenin Sefaleti'nde "Bugünkü toplumda, bireysel değişime dayanan sanayide, bunca sefaletin kaynağı olan üretim anarşisi, aynı zamanda tüm ilerlemenin de kaynağıdır" diyor. Benzer cümleler zaten Kapital'in temel bakışını, ekonomik morfolojinin omurgasını teşkil eder. Bu Devletçi toplumsal örgütlenmeyle, toplumları aynı ortak paydada eşitleyen anlayış, emperyal hegomonyanın kültürlerin içsel dinamiklerine nüfuz eden anlayışla birdir. Marks'ın Hindistan'da İngiliz egemenliği Üzerine Yazıları'ndaki bakış tarihteki zor'un rolünün yüklemini belirleyicidir. Felsefeciler bugüne kadar değişen dünyayı yorumladılar oysa önemli olan tarihsel doğadaki sabit fikri anlamaktır. İlerlemenin merhalelerinde görülen, hayatın basamakları gibi önceden çizilmiş bir yolda yolculuk mudur? Evet dediğimiz de Engels'in belirleyici/kaderci yasasıyla karşılaşırız. Tevafuk gibi Diyalektik de, kozmostaki düzenin görünmez yasalarına hayran olanların kullandığı bir kelime. Evrende var olan her şeyin belli bir düzen içinde seyretmesininin prensiplerini keşfedip, belli bir iradenin elinde olduğunu inananmış insanların kullandığı harika bir sözcüktür. Oysa Tin'in doğası tam kaşıtı yoluyla bilinebilir. Çünkü, maddenin tözünün yerçekimi olması gibi, demeliyiz ki Tin'in özü de Tözü de özgürlüktür ve evrensel tarih bilincin, özgürlük formunda inkişafıdır. Diyalektik Materyalist ise doğanın benzeri sosyal yasaların toplumda olduğunu, neden/sonuç ilişkisindeki toplumsal gelişmenin sosyal yasalarının önceden bulunduğunu, toplumun ilkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist olarak ilerlediğini ifade eden kişidir. Peki tarihten çıkış için önerdiği formül Tin'inin ontolojisiyle uyumlu ve dolayısıyla doğru mudur? İnsanın doğası ekonomi ise oksijenin yerini alan yaşam ögesi de para'dır. Bu özgürlük diyalektiğinin çeliştiği ya da olumsuzlamayla aşabileceği bir enigma değildir. Bu arada hatırlatalım: 'Diyalektik Materyalist' terimi, Marks/Engels'e ait bir tanım sanılsa da Sovyet ideolojisi tarafından dolaylanarak üretilmiş, farz üzerinden yeniden biçimlendirilmiş bir olgudur. Deleuze'in "Marks'ın gibi bir para kuramı icat etmek gerekir" sözündeki garabeti Nisan 2014'te yazdığımız için bu konuya bir daha geri dönmeyelim. Ve yazının girişindeki Değer'den devam edelim:

1857-1858 yıllarında yazmış olması kuvvetle muhtemeldir: Grundrisse'de Marks kâr oranındaki düşme eğiliminin devrime götüreceğini söyler. Bu kitapta sermaye ile ilgili bölümün sonunda yer alan bir iddiadır. Çünkü onun mantığın göre üretim güçleri gelişirken makinaların sağladığı imkan, işçilerin kapitalist üretim sürecinde oynadığı rolü azaltmakta ve sermayenin kâr oranını artırmaktadır. Marks daha önceden hiç kavranmamış bu yasanın modern ekonomi politiğin en önemli yasası olduğunu ifade eder. Aslına buna benzer bir pasajı yıllar önce 1844'deki el yazmalarında da dile getirmiştir. "Ücretlerin düşme eğilimi zorunlu olarak devrime götürecektir" Bundan 13 yıl sonra Grundrisse'de tam olarak şunları yazar "Bu yüzden üretici gücün en yüksek gelişimi mevcut zenginliğin en büyük yayılımıyla birlikte sermayenin değer kaybetmesiyle emekçinin aşağılık bir duruma düşmesiyle ve onun yaşamsal güçlerinin en sıkı şekilde tüketilmesiyle uyuşacaktır. Bu çelişkiler patlamalara, felaketlere, buhranlara neden olur. Bu durumda bir an için işin askıya alınması ve sermayenin büyük bir kısmının yok olması, intiharlara kalkışmadan üretici güçlerini tamamen kullanarak devam edebilecek noktaya kapitalizmi hızla geri götürür. Düzenli olarak meydana gelen bu krizler daha yüksek derecede tekrarlara ve sonunda şiddetli bir şekilde kapitalizmin alaşağı edilmesine yol açar." Kapitalizmin zorunlu çöküşü ve yukarıdaki beklentilere yol açan düşüncenin nirengi noktası Marx’ın Grundrisse’de tanımlamış olduğu, kapitalizmin gelişiminin zorunlu bir merhalesinde, tıkanmanın eşiğinde devrimi ortaya çıkaran zorunlu diyalektik çapraz bağdır. Kitapta: Kâr oranının düşmesi (2/199) ve Zenginliğin emek tarafından yaratılmasının ve emek zamanla ölçülmesinin ortadan kalkması (2/263vd). Görüyoruz ki Marks'ın öngörüsü üretim sürecinde makinalar tarafından devre dışı bırakılan işçinin kâr oranlarının düşüşe geçmesiyle birlikte uygun zaafiyet anında kamunun üretim araçlarına el koyma beklentisidir. Erken dönem bir mücadele enstürmanı olarak değerlendirmiştir ama Leninlerin teorik eksikliğine karşın daha sonra keşfedilen tüm eserlerini okuyan post Marksizm de bu emek/zaman tezleriyle hesaplaşmamış hatta sadece fabrika düzenin değil tüm distopik rejimin temel argümanı olan bu 'değer' biriminin teorik sakarlığını görmezden gelmiştir. Böyle kaotik bir program içeren netameli kavramı olduğunca bir hakikate ulaştırmanın tek yolu nerede tasarımının yanlış, mühendisliğin hatalı olduğunun teşhis edilmesi ve sosyopsikanalitik konsültasyonun doğru yapılmasıdır. Bu aklı rafa kaldıran inanç değil, özgür zekanın imkan sorudur.







***