Bu Blogda Ara

1 Mayıs 2016 Pazar

Not Defteri / Mayıs 2016


Duchamp'dan itibaren çağdaş sanat, bir kapitalizm eleştirisine dönüşmüştür. Bu elbette ki takdir edilebilecek bir durumdur. Ne ki, sonraki gelişmeler nesnelerin yerinin, şeklinin, takdimin adâbının değiştirilmesinden ibaret biteviye ve marazi bir operasyona doğru evrilmiştir. 




Altın niye kıymetlidir? Az bulunduğu, zor çıkarıldığı için mi? Değil! Dünyada ondan daha az bulunan metaller vardır. 118 element içinde, insani yararlılık açısından diğerlerine nazaran daha mı önemlidir? O da değil! Altının değerinin nedeni, herkesin onun değerine inanması ve bu mutabıkatın sağlandığı bir borsanın olmasındandır. Sanat ve siyaset de böyle bir kavramdır. Değeri, giderdiği ihtiyaçta değil, sağladığı güvene istinaden değişim değeri olarak ifade ettiği anlamdadır. Herkesin yapması gereken bir doğal etkinlikten çıkmış ve sadece bir sınıf / zümre lehine, arzuları gideren tatmin aracı olmuştur. Oysa Marks, "sosyalist toplumda ressamlar olmayacak, herkes sanat yapma olanağına sahip olacak" derken, kasttetiği değişim değeri karşısında, kullanım değeri olarak insanın özüne ait etkinliklere sahip çıkılma sorumluğuydu. Bir bilinç, başka bilinçle karşılaşmalar yoluyla özbilincini kurar ve doyuma ulaşır. Oysa, manipule edilmiş "değer" oluşturma yöntemi, tüm manevi ilişkileri ve entelektüel girişimleri karşılıksız bırakır; öznenin kimyasal ve toplumsal faaliyetini kişinin kendine yabancılaşması pahasına kullanır. Adına Kapitalizm denilmesi durumu aşan bir yanılgıdır. Homo faber, alet edevat yapan insandır. Ama toplumu bu şekilde örgütleyen, kullanacağı aletten fazlasını yapmak azmiyle çalışmaya mecbur bırakan birikimci rejim, biriktirmeci zihin oluşumudur. Değer pratiğinde proletaryayı envanter malzemesi kılarak şeyleştiren fabrika ideolojisidir. Artı değeri kullanma mecburiyeti olan sanayi tipi üretim modelinden türemiş tüm ekonomik perspektiflerin ve toplumu mesleklere bölmüş olan yöntemlerin, pazarda değerini arayan sanatçıları, meta üretme rejiminin piyonları haline getirmesi kaçınılmazdır.. 

Duchamp'ın pisuarı teşhir etmesinden itibaren çağdaş sanat, cazgır bir kapitalizm eleştirisine dönüşmüştür. Bu elbette ki kınanacak değil, takdir edilebilecek bir durumdur. Oysa, sonraki gelişmeler nesnelerin şeklinin, yerinin, ebadının, mekanının değiştirilmesinden ibaret biteviye, absürd ve sahici olmayan bir operasyona doğru evrilmiştir. Söylem zengindir ama tekrarlar, Duchamp'ın mizahi zekasına hakaret eder gibi donmuş bir diyalektik konseptte eleştirinin ufkunu daraltır; sanatın amacını kilitler. Çağdaş Sanat'ın amacı kapitalizmi eleştirmektir; fakat eser değerine, müşterisine kavuşmasından sonra ulaşır. Alıcının modern endişelerini teşhis eden ya da tarafların gerilimini boşaltmaya çalışandır. Ölümüne bir mücadeleye giren kutupların karşılıklı yardımlaşmayla birbirlerini onayladığı bir paratöner görevi görmesi yadırganmamalıdır. Her aksiyom, burjuvazinin zenginliklerinin yoksulların malı olduğuna, iletişim imkanlarının artmasıyla azalan iletişimsizliğe, doğanın şirketler tarafından talan edilmesine ya da cinsiyet sorunları gibi mahut konularda sıkışıp kalmaya mahkumdur. Ekipmanların temini, nesnelerin lisanı, iktidarların sansürü gibi sınırlayıcı engeller aşıldığında önümüzdeki eşik bilgi ve uzmanlıktır; güzellik ile hakikatin özdeşliğinin geride kaldığı bu çağda sanatın giderdiği ihtiyaçları eksiksiz tanımlamak, kıstasları doğru okuyabilmek epistemolojik bir maharet gerektirir. Sanat ile izleyicisi arasına giren yetkililer, uzmanlar ve bir dizi prosedür vardır. Sanatın oluşunun, toplumsal bir varoluş haline gelmesiyle birlikte davranış kalıpları farklılaşmış, momentler politik modda şekillenmiştir. İde salt güzellik olarak karşımıza çıkma isteğini bıraktığı andan itibaren aktüellik sanatı araçsallaştırır; dejenere üslubu yönlendirici olur. Karşıtlıkların mecburen farklılıklarını koruduğu uyumsuzluk prensibinde karşı kutuplar, eklektik olarak birleştirilmiştir. İnsan, psikesini üretim ilişkilerinin yarattığı, moralitesini hiyerarşini yapılandırıldığı -oluş değil- bir duruştur; fizik ötesi bir ruhsal edimdir. Daha önceki çağlarda avcıdır, toplayıcıdır ama doğanın verdiğine karşı yeni bir kompartman açtığında onu safiyetini kaybetmiş ve hilekar aklıyla ar damarı çatlamış halde buluruz. Çalışma olarak tezahür eden eyleminde özne, bulduğu nesnel dünyayı yıkarak imha eder. Nesnelere, ruh kolonlar. İhya ettiği ise mülkiyet kurduğu doğal yasalara karşı topostaki hukuku ve kendi üretiminin rastlantılara dayanan değil, programlı etiğidir. Adorno'nın tesadüflerin kendisi bile planlanmıştır dediği durumdur bu. Dünyanın varolan niteliklerine saldırdığı ölçüde kendine yer açar ve üretici, mesleki etkinliğini sürdürebilir. Üretim biçimini yaratanlar, üretim biçimleriyle yeniden yaratılırlar. Her meslek grubu gibi sanatçı de önce sezgi ve duyarlılığı, sonra bilgisiyle bir boşluğu doldurduğu ve herkes ona inandığı için oradadır; orada olduğu için dünyanın değişiminden bir bankacı, su tesisatçısı, güvenlik görevlisi ve diğerleri kadar diyemeyeceğimiz müşterek sorumluluğu vardır. Sanatçı, negatif diyalektiğin moralitesi olarak sınırları zorlar, fantazileri besler, şahitlere oynar; işi kıvamında, kararında yapmakla yetinmez. Potansiyeli ve toplumsal bilinciyle oyunu, yaratıcılığı ve algısıyla dünyayı yeniden kuran olduğunu hissetirir. Henüz görünmeyeni intikal ettirirken tüm canlı dünyanın sezgisini bilgileştirir; faunasını tinleştirir. Hayatın bilincini, perspektifini başkaları için yeniden oluşturmanın sancılarını çeker. Buna karşın sezgisel duruşu kadar, sanatçının neyi nasıl anlattığından çok, kime ne bedelle takdim ettiği de önemlidir. O, neyi nasıl anlamış, fenomene nereden yanaşmış, dünya düzenine istikamet veren güncel politikalara nasıl bakmıştır? Toplumsal olanı, ekonomi ve istatistik içinde tanımlayan sosyoloji, sanat tarihi gibi disiplinler, çağdaş sanatın gösterdiği radikal tepkileri gereği gibi sindiremedikleri gibi kategorik bakıştaki sentaksı da tabiatıyla güncelleyemezler. Aksiyom haline getirdiği "Aynasından Bakmak" bir anlamıyla optik kırılmalara uğramıştır. Giderdiği çelişkiyi yeniden üretirken, kendini arındırdığı kadar günah odasındaki izleyiciyi de ortak olduğu suçlardan ferahlatır. Anlatı, her görünümünde tinsel dünyayı tüm parçalanmışlığı ve masumiyetiyle yeniden yaratır. Güncel Sanat'ın politik duruşunu yücelten, Dionysoscu fantaziyi coşturan, sanatın öznesiyle arasındaki sinik ve güvenli mesafedir. Doğruları adıyla çağırabilmek imkanı, geçici ittifaklarla yetinen kırılgan temasın eklemli yapısındandır. İlişkiler ve sınıflar, legolar gibi artikülerdir. Andy Warhol'un "Birgün herkes 15 dakikalığına ünlü olacaktır" öngörüsündeki zaman saniyelere inmiştir. YapBoz agorasındaki süreli temsiliyetlerle bir an, bir nedenle temsil edilenler tamamen sembolleşirler; cilanın altında kalan saf hakikatin grift dokusu anbean dönüşür. Tüm terimler gibi burada amacı simgeleştiren özgürlük hayali de sonludur ve altta kalanın kabulü, akıllarda kalanın karşıtlığını bastırır; farklı uğraklar yekpare bir yapı, ontik bir tezahürmüşcesine meta üreticileri tarafından etiğe katılır, kâra tevil edilir. Bunun için kimseyi suçlayamayız. Temsil bitse, sahne toplansa, oyuncular gitse de, tanıklık ettiği böylesine bir gerçeğin mesajını taşıyanların omuzlarında bu tatminsiz çark yeniden döner. Güzellikle başlayan tarih, sanatta özgürlük olarak yeni bir cemaat; çıkarları uğruna bedel ödemeyi bilen ve tasallut ettiği dünyaya bilerek bakan bir etnisite yaratmıştır. Oysa ki, empotans/güçsüzlük kültü toplumda sabit kalır. Özbilincin zarfı zariftir ama kimliklerin inşa sürecinde orijinalitesiyle tekilleşemediği ölçüde de sıradandır. Bilerek bakan kişi, heterojen ve evrensel bir kimliktir; zamanı dıştaki iradenin talimatlarıyla yeni baştan yaratan karar mekanizmasına tabidir. Seyircinin, sınırın içine ait yaratıcı bir hüküm geliştirmesi, eleştirel aklın tahayyülünü, hayal gücünün yargısını tamamına erdiren olması için mesafeli durabilmesi gerekir. Bunların hepsi birinci yolun açmazlarıdırlar. Eğer ikinci yolu seçtiğimizde, tam da burada sanatın yalanına, tam da onu doğru bir eda üzerine tanımlamayla çalışırken yeniden şahit oluruz. Modern çağın benlik duygusuyla kavrulan narsist öznesi, süperegonun buyruğunu değil, her durumda biliçdışında konumlanmış bir partnerin komutlarını yerine getirmektedir. Yaratıcı güdüleri, performatif edimlere dönüştüren kurumsal zeka, sanki bir sismografi cihazidır. Bünyenin kendi vücuduyla dışarıdaki mevcudiyet arasındaki çelişkiden beslenen Yüce, -akademik müfredat, müzeler, sanat tarihi vd. bunun için vardır- istisnaları olağanlaştırarak çoğaltır. Hegel'in fenomolojinin 405. pasajında isabetle belirttiği gibi "İş, genel olarak geçici bir şeydir. Başka kuvvetlerinin ve çıkarlarının karşı eylemleri tarafından yok edilir. Ve bireyselliğin olgusallığını yerine getirmekten çok, yiten bir şeydir. (..) Yapılan iş, bilincin kendisine verdiği olgusallıktır".  Müşahade doğrudur ve Hegel'in yabancılaşan öznesiyle her şartta tarihin sonuna doğru gidilmektedir. Bu kesif işbirliğinin tarafları, endüstri devrimi süresince bir tarafın mutlak hakimiyet kuracağı siborgyen eylemlerini son kez gerçekleştirmenin arefesindedirler. Yok edici hükmü yerine getiren kapitalizme alternatif olarak takdim edilen simulasyonların gadrına uğramıştır öznellikler. 1917 gibi üretim anarşisinden kurtulma programları başarıya ulaştıktan bir müddet sonra, başta felsefe ve sanat olmak üzere insani tüm kategorilerin askıya alınarak kıtlık kültünün nihai kertede aşılabileceği düşünülmeye başlanmıştır. 1991'de Berlin Duvarı'nın çökmesi üretim matematiği üzerinden yanlış kurulan bir denklemin iptaliydi. Oysa çözüm hayaletlerin, hortlakların yol gösterdiği Lacancı oyunbozanlık ya da Derridacı yapısöküm falan değildir; dişilileri, çarkları ve üretimiyle hayatlarımızı töhmet altına sokmayan, maskeleri kostümleri içindeki çalışma rejimine rehin bırakmayan, tedhiş unsurundan yoksun farklı psişik bir biyoloji, ekonomik ve yaderk terimlerini iptal etmiş müşterekler üstünden iktisat olmayan bir iktisat yaratmaktır. Devletin hükmedici beyanı karşısında öznelliklerin eşitlenmediği, ilkel toplumların mekaniğiyle çalışan farklı bir organik makina icat etme isteği düşünülmelidir. 

Şeylerin özüyle, biçimi arasında bir uyum olsaydı zaten eleştiriye ihtiyaç duyulmazdı. Buna rağmen en zor olan, "sanata neden ihtiyaç var?" sorusunun makul cevabıdır. 

Sanatın görevinin yalnızca estetik bir haz üretmekten daha çok ahlaki bir duruluk yaratmak olduğunu savunan Aristoteles’in repliği, savaşlar dahil her işi bir oyun konsolundaki ekrandan seyirliğe dönüştüren teknolojinin ereğiyle uyumludur. Kapitalist pazarda tüm sembolleri ve imgeleri mesaisinde kullanan modernist eleştiri bir anlamda hazzı ve ahlakı yeniden tanımlar; bu da bir şeydir. Susan Sontag, 'Başkalarını Acısına Bakmak' yazısıyla zamanında , edilgen öznenin, yalnızca eyleme bakmakla katılarak gösterdiği olumlu işleve değinir. Yaratıcılık, bütün cevaplara sahip olan özneye, yeni sorular hazırlamaktır. İsa'nın bu dünyayı yargılamak için geldim sözüne istinaden tarihteki her çağ, günahı üstüne alacak bir özne arayışındadır. Yüklem, kendini aşacak, çürüyen kişiler üstünden deforme sistemi devre dışı bırakacak koşulları zaten oluşturmuştur. Şeylerin özüyle, biçimi arasında bir uyum olsaydı zaten eleştiriye ihtiyaç duyulmazdı. Mali kuramın zimni / örtülü yasası, modeller değişse de toplumsal sözleşmenin taraflarını olduğu hal üzerine bırakma eğilimindedir. Herkesin bildiği gerçek, sır gibi saklanandır. İnsan, bedendeki bir eksiği, toplumdaki bir gediği, ruhtaki bir boşluğu mu tamamlamak için sanat yapar? Aristo, tekhne olarak tabir ettiği tekniği, psişik bir erdem saymıştır. Doğrudur; ancak luden'den ibaret olmayan homofaber, varoluşun dışında yeniden yaşamsal araçları oluşturandır. Lakin, yaşamak için Luden olmanın keyfini çıkarmakla yetinmemiş; keşfetmekten çok Faber olmanın sorumluluğuyla imkanlar icat etmiştir. Dönemlerine uygun bütün buluşlar, kullanım aparatları olmalarından ziyade öncelikle itibar nesneleri olarak kabul edilmişlerdir. Modernizmle birlikte refahçı ideolojiler kozmik anarşinin, doğanın rastgeleliğinin aksine insan merkezli bir disiplin yaratarak, eğitimin ve çalışmanın önemini abartır. İnsanın yanlış bilinci, ekonomik toplum haline gelmiş olan yeryüzünü bir inovasyon enstitüsüne dönüştürmüştür. Toplumun tüm üyelerini büyük bir mali disiplinle, sahte etkinlikleri içinde tutsaklaştırmıştır. Özgürlük, idari tedbirler karşısındaki felsefi tahayyüller, ütopik önermelerden mürekkep evrensel bir muammadır. Şizoid proses, istisnaları marjinalleştiren, öznellikleri yücelten boyutuyla sapmaları kışkırtmaktadır. Sermayenin edep dışı örgütlenmelerine müsamaha göstermesi, toplumsal saplantıları abartmıştır. Değerin propagandası ve kendinden fazlasını temsil etmesi her türlü nesnel ve öznel üretim arzının merkezindedir. Hatta ihtiyaç fazlası olarak açığa yapılan birikim ve mülkiyetin nedenidir. Eğer, sistem olumlaması değil de değişim, mübadele için benliğin teşhir isteği ise bunu doğuran gerilim büyük muammadır. Telaffuzu en zor olan, "sanata neden ihtiyaç var?" sorusunun cevabıdır.

Anarşizm fikrinin babası Proudhon, Sefaletin Felsefesi adlı kitabını yazdıktan sonra "Kamçılayacak eleştirilerinizi bekliyorum" diyerek Marks'a gönderir. Sonuç ağırdır. Proudhon, Felsefenin Sefaleti kitabının kendisine gönderilen nüshasının kenar notunda Marks'ı, "Sosyalizmin tenyası" olarak tanımlar..

Marks, 1847'de yazdığı Sefaletin Felsefesi'nde "Bilimsel diyalektiği anlayamayan Proudhon, saf diyalektiği ise çok sığ bir şekilde kavramıştır" diyor. Devam ediyor ' Proudhon için her ekonomik kategorinin iki yanı; bir iyi, bir kötü yanı vardır. İyi yan, kötü yanla birarada ele alındığında bir çelişki oluşturur. Dolayısıyla diyalektiğin çözülmesi gereken sorun 'kötü' yanıdır. Öyleyse 'iyi' yan alıkonulmalıdır". Marks burada eleştirisine mizah katarak alaycı bir şekilde bir soru oluşturuyor: "Bu anlayışı köleliğe uygulandığında ne yapacağız. Proudhon'a göre kölelikte diyalektik bir kategoridir Demek ki onun da iki yanı vardır. Köleliğin kötü yanını bir tarafa bırakalım, öyle ki, iyi yanından söz edilebilsin!". Güya Marks, tarihin kötü öznesi Proudhon'u sıkıştırıyor. Ancak, 28 Aralık 1846'da Paris'teki Pavel Vasiliyeviç Annkov'a yazdığı mektupta 'Zenciler sağılmadan önce sömürgeler Eski Dünyaya pek az ürün sundular Dünya üzerinde görünür bir değişiklik yapamadılar. İşte bu nedenle kölelik en önemli kategorileridir. Kölelik olmasaydı Kuzey Amerika, ataerkil bir toprağa benzeyecekti. Kuzey Amerika dünya haritasından silinseydi, sonuç anarşi, ticaretin çöküşü ve modern uygarlığın bozulması olurdu. Ama köleliğin kalkmasına izin vermek Kuzey Amerika'yı dünya haritasından silmektir.' diyebiliyordu. Proudhon'a sorduğu, 'köleliğin iyi yanı' sorusunun cevabını biliyordu ve demek ki kendisi vermeye çoktan hazırdı! Tarihi diyalektik bir süreç diye kabul ettikten sonra, köleliğin zorunlu bir uğrak olması kaçınılmazdır. Oysa tarihin doğru bir çizgide seyreden, önceden belirlenmiş resim, planı olan güzergah değildir. Asya tipi üretim tarzından kızılderililere, Afrika kabilelerine, Alaska yerlilerine kadar sayısız toplum, Ortaçağ karanlığından doğan Rönesans sömürüsü üstüne kurulan Avrupa modelini yalanlar. Kölelik tarihin her döneminde ortadan kaldırılması mümkün gayri meşru bir kategori ve sömürgeci zihniyetin ahlaken defedilmesi zorunlu bir mirasıdır. Marks'ın, Kuzey Amerika için yaptığı tespitin yanılgısı, bugün kölelik olmadan da devam eden bir ABD olduğu için ortadadır. Bu bile dikotomilerle iyi ve kötünün açıklanamayacağını bize gösterir. 

Makinaların icadıyla, daha fazla üretmek ve çalışmadan yaşamak umudu artmıştır. En feminist felsefecilerden Donna Haraway'in Simurg Manifestosu'nda dile getirdiği "partner olarak makina beden" teklifi henüz hatırlardadır. Ütopik Makina'dan bahseden Marks'ın hiç düşünmediği böylesine akıl dışı öneriler, psiko sosyal arazlar günümüzde su yüzüne çıkabilmektedir. Romantik ama gene de lineer bir çizgide düşündüğü varsayılan post modern felsefenin, böyle distopik makinalar imal etmeyi zorunlu neden sayacağını kim, nereden bilebilirdi?


1770'de ortaya çıkmaya başlayan endüstriyel kapitalizme karşı, dokuma tezgahlarını kırarak bir anda mücadelenin simgesi olan Ned Ludd'un simgesel önemi, bugün daha da büyüktür. Marks'ın Grundrisse'de (2/163) yazdığının aksine emek aracı olan makina, emekçiyi üretim aritmetiğine konumlandırır. Proleteri, müteşebbisin sermayesi, sistemin ücretli kölesi yapar. Luddistler, peygamberane bir kehanetle bugünü haber veren modern tarihin antagonistleridir. Daha önce değinmiştik. Machina teriminin Latince kullanımının en eski örneklerinden ilkçağ sonlarında, ortaçağ öncesinde, MÖ 2. Yüzyılda İrlandadaki Ennius yerleşim yerinde bulunmuştur. Bu belgeler post modern dünyada yerinden edilen aydın için sağlam bir referans noktasıdır. Machina multa minax minitatur maxima muris: Kaleleri korkunç biçimde tehdit eden bu makina demektir. Roma'nın gemilere kurarak geliştirdiği bir mekanik taaruz aracıdır. Tanım, daha sonra burjuvazinin korunaklı kalelerine önce oklar, daha sonra da kızgın yağ ve ateş topları gönderen mancınığı tarif eder. Ortaçağın sonuna doğru köyünün topraklarında şehirlerdeki fabrikalara doğru göç ederken ihlal ettiği sınırlar, çalışmanın mahiyetini değiştirir. İlk önce savaş aracı olarak ortaya çıkan makinaların icadı, ister savunma ister üretim aracı olsunlar; kıskıvrak tebalaştırıldığı kitlesiyle monarkın arasında mekanik bir uçurumdur. Daha sonraları, proletaryanın doğumuyla birlikte -Marks'ın mezar kazıcı dediği- bir Truva atıdır. Morfoz ve morfoloji aynı kökten gelir; uygunsuz hakimiyet, tabiyeti yıpratarak bir başka uyruklaştırma pratiğine doğru çağı ve kurumlarını dönüştürür. Leviathan ile modern dünyanın sözleşmesi olarak kalan yönetim ilkesi halihazırda askıdadır; öznelerinin kudret kazanmasıyla birlikte yüzünü şimdi bize çevirmiştir bu tertibat. Şiddetli eleştirisinin temelinde ise surların içinde kıstırılmış bireyi, tehditkar düzeneğin savaş askerleri olarak konumlandıran şizofrenik işbölümü, barış zamanlarında çalıştıran üretici akıl; refah toplumunun zora dayalı iradesinin otoriter müfredatı vardır. Toplumda sınırlar olduğu müddetçe mücadeleler olacaktır; cephanesi insan olan tüm çarpışmalar tikel için de akıl dışı bir paradokstur. Errico Malatesta, "Kötü bir birlik oluşturmaktansa hiç birleşmemek daha iyidir" diyordu Herkesin dostlarıyla birlikte olmasını, tecrit olmuş ve kaybolmuş güç olmamasını isteriz. Bir yerde herkes birbirini müthiş bir uyum içinde tamamlayıp toplumda herkes birbirine benzemeye başladığında; dışarıda kalanlar dışında orada kimsenin özüne dair bir şey yaşayamaz. Şanını, gönencini başkalarına yapabildiği kötülüklerde gören siyasetin güç istencinin zaferlerle taçlandırılamadığı zamanları yaşarsak eğer, göreceğiz ki, güçsüzlükler ve yetersizlikler, yeni bir ruh yaratarak toplumları barıştıracaktır! İnsanlar ve toplumlar iyi ya da kötü değillerdir; onlar sadece aralarında değer ve güç ilişkileri tesis etmiş bileşimlerdir. Kaderini yanlış bilinç aracılığıyla eline alan hilekar aklın eylemi, şeyleşen insan malzemesinin metalaşan görünümüdür. Toplumun üyeleri, tercihlerini biyo politikalarla müşterek hayata yansıtamıyorsa, zihinsel prizmadaki kırılma agrandize olarak şiddeti doğurur. Aklın diyalektiği, kabustan kurtulmanın yolunu istemese de açık tutar. Kördüğümü Gordiyom'da parçalayan İskenderin şedit hamlesi hatırlardadır. Sanat, iknadan fazla, ilga üzerine kurulmuş bir oyundur. Sanatı, makinayı ve altını becerisiyle dönüştüren simyacıyı, biyolojik organizmayla ilişkili olarak, toplumsal bir bedenin teğellenmiş ilişkileri açısından yeniden tanımlamamız gerekir. Müphemliğin, gizemli bir iştirakın, kavramsal sanatın dili olarak ayakları yere basmayan önermelerde bulunabilir olmasının sonuçlarını Brecht'li bienallerde gördük. Her şeyin kitabına uydurularak kullanılması ahir zamanların periyodik sürçmesidir. Süperegonun karşı konulmaz gücünün tasallutuna uğradığında çağdaş sanat, düşünmek isteyen özneyi tamamen abstre nesnenin ve kirli bir epistemenin ablukasına alarak cevapları tahrif etmiştir. Altının kratı, anarşinin idesi, organik tarımın manası, halkçılığın anlamı, kurumsallığın somptomları, metanın olduğu kadar politik emeğin de tanımı soyuttur ve kullanım değerinden yoksundur. Biçimde olmasa da kavramda ve dilde korunan, mutsuz bilincin kendinde, çoğalmanın özünde, değişimin kalbindeki gerçek arzuda saklıdır. Kifayetsizliğimiz, varlığın varoluşuna yönelen fetişleri aşma kudretinde olmadığımızı göstermektedir. Aparatlarla donattığımız hayatımızda feragat ettiğimiz eylemimiz bize, düşüncemiz dile aittir. Fabrika toplumlarının metası haline gelen sanat üretim biçimleri, kapitalizmin sırlarını deşifre edebilecek kabiliyettedir. Marks'ın ifadesiyle: Birey, toplumsal gücünü ve toplumla olan irtibatını cüzdanında taşır. Onlar, toplumsal entropiyi bozma ihtimalini ortadan kaldırmak için paranın alabileceği en yüksek değerin nesnesi olmuşlardır. İnsan aklının görece üstünlüğünde bedenin güçsüzlüğünün rolü büyüktür. Ancak aklın uyum sağlamadığı tabiatın, bedenlerle diyalogu daha gerçektir. Sahiciliğini, yaşanma ihtimalini kaybetmiş olan hayat, insan bilincinin, bilinçsiz bir çabası olarak bu haliyle nereye kadar gidebilir?..




***




Lamı cimi yok: Aradığımız ideoloji, ideolojik olmayan, İktisat, birden fazlası bulunmayandır... Yeryüzü kimsesizdir..


Başkalarının hayatlarını berbat etmeden bir politikacının yönetme olanağı yoktur. Dünyanın her yerinde siyasetçiler, bireyler üzerinde güç kullanmayı devlete mahsus tabii bir hak olarak görürler. Toplumları, toplum olarak ayakta tutan bir 'düşman' bilincidir; diyalektiğin negatif yasalarıdır. Bir metafor olmanın ötesinde kullanım değeri olmayan Gençlik ve İyi'lik, geçici ve temsil edilemez bir istisna halidir.

Politikacılar varlıklarını bulanık ortamlara borçludurlar. Modern toplumlar, gittikçe herkesin kendini temsil ettiği doğrudan katılımla siyasetin parantezde kalabileceği, hükmetmenin insanların değil, sadece şeylerin idaresiyle sınırlanabileceği umudunu yaratmaktadır. İlk icadından beri devlet, meşruluğu imleyerek şiddeti devam ettiren yasa koyucudur. Yüce'yi temsil edenlerin niyeti aşikarlaştıkça, kamusal tepki, müşterek yararlılık prensibiyle aklı kullanmaya çağrı çıkartmaktadır. Modern toplumlarda otoriter makam, gittikçe artan özgürlük talepleriyle askıya alınmaktadır. Buna rağmen erkil şiddete refleks olarak yeri geldiğinde içte ve dışta en acımasız yöntemlerle tepki veren mekanik yasa değişmezliğini korumaktadır; nedir ki, öznenin doğrudan katılımıyla politikacının son karar mekanizmasından dışlanmasına doğru da dünya evrilmektedir. 

Sosyalist demokrasilerin öznel otonom bir kavram olarak dahi hiçbir zaman var olmadığı dünyamızda, burjuva demokrasilerine alternatif sistemlerin 'devrim' adı altında müştekiler yaratan köylü despotlukları olarak tezahür ettiği gerçektir. Fakat olmamışlığına rağmen sosyalizm tahayyülde evrimleşirken, otoriterizmi yeğleyen muadilleri, ince serzenişlerle varoluş gerekçelerine sahip çıkan, öznel kapasiteleri olumlayan, etkinliğini istisna olmaktan çıkaran sivil toplum örgütlenmelerinden her fırsatta rahatsızlıklarını beyan ederek radikalleşmektedirler.

Hayat olanlardan çok, kaderlerine yazgılı olguların işgali altındadır. Buna rağmen adına 'hakikat' dediğimiz mutlak bir olgu değildir; yarısı muğlak belirsizliktir.


Vicdanın ölçülerinin, hukukun kıstaslarına denk gelmesi; mutlak adaletin bir gün siyasi talep olarak tartışılmaya başlanabilmesi bir dilektir. Eğer, herkesin kolaylıkla uyum sağlayabileceği bir 'neden' ve mantık için kullanım değeri olan bir ölçü birimi bulunursa, bunun adı yeniden 'vicdan' olacaktır. Kapitalizm, tüm ilişkileri indirgemeci bir bakışla ekonomik ilişkilere çevirmektedir. Öyleyse onun alternatifi olan paylaşımcı önermelerin asıl anlamı, kapitalizmden farklı bir hayat tasavvuru ve aidiyet fikri olmalıdır. Bunun temeli, insanları 'tüketici' gibi müşteki ve müşgül bir pozisyonda bırakan, proletaryayı makinanın dişlisi gibi çalıştıran inovatif sosyal yaşamdır. Çözümü, emeğe reva görülen üretim/tüketim biçimlerinin ve eğitimin hedeflerinin değişmesidir. Anlaşılmaktadır ki, tüm idealleri iktisatlaştıran müfredatın bilinci, insanı yabancılaştıran başat arazdır. Lamı cimi yoktur. Aradığımız ideoloji, ideolojik olmayandır. İktisat, birden çok olmayandır. Üretim tarzı, fabrikanın mantığını tarihin arşivine kaldırmalıdır. Tasviyecilik, bugüne kadar öznenin iradesini hükümsüzleştirmiştir. Toplum, bireylerin toplamından daha fazlasını ifade eder. Toplum içinde bireylerin her biri ekonomi ve siyasetin lokal endişeleri yansıtan hücreler gibi konumlandırılmışlardır. Şahsi deneyimlere karşı öznelliklerden feragat bekleyen ekonomi politik ideologyanın çıkarlarını ve mantığını, çalışma düzeni içinde örgütlenmesi bilinçaltının büyük bir problemdir; bu durumun yarattığı mefruçluk ve kötülük, -eğer tercihini yaşamdan yana kullanmak istiyorsa- birey lehine behemehal askıya alınmalıdır. 

Aradığın ne ise, sen de o'sundur; sen nasılsan, dostların da öyledir...


Arap Baharı tecrübesi, içinde kurtarılacak politik bir değerin kalmadığı toplumlarda boyun eğme ile yasak çiğneme arasındaki farkı itibarsızlaştırmıştır; stratejiler umutları ihlal etmiştir. Hükümlerin adalet içerebileceği, hükmedenlerin modern demokrasi hedefleriyle yeniden kodlanabileceği düşüncesi bir varsayımdı. Hegel'in dediği gibi "Güven ve inanç, kendine dönük düşünce ile başlar ve fikir üretme ve ayrım yapma gücünün varlığını gerektirir". Dünyada bir ABD tasarımı olarak üretilen Arap Baharı'ndan medet uman mevcut görüşlerin çaresizliğine karşı ülkede sivil toplumun bireylerinin benzersiz entelektüel cesaretlerine şahit olduk. Bu anlamıyla Gezi, teoride radikal pozisyonlar alanların karşı tarafında özgün edası ve temyiz gücünün zerafetiyle konumlanmıştır. Yaşanmışlığıyla, dünyaya ders niteliğinde müşfik bir bağlılık pratiğidir. Kendisine ıstırabın eşlik ettiği otoriteryen bilinç dikotomilerinin aksine, gülümseten anıları ve her fotograf karesindeki mizahıyla tebessümle hatırlanacaktır. Alışagelen haliyle böyle değildir ama vuku bulan bu şenlikli oluş onun gerçeğidir. Umudun yaratıcı zekası, müşterek iyilik ve gençliğin bu istisnai etkinliği, modern toplumların makus tarihindeki benzersiz bir modeldir. Her anının neş'esiyle müzikle, sanatla hayatın bağrında, ölümü yüceltenlere karşı yaşamın tarafında yer alan evrensel bir tecrübe olarak arşivlere geçecektir.



***










Sanatçıların en büyük hatası sanatta, eleştirmen adlı bir 'otorite' vardır zannıdır. Eğer, sanatta bir 'doğru'yu bilen bir otorite ve sağlaması yapılacak bir hakikat olsaydı 'sanat' yaratıcılıkla değil, araştırmayla bulunacak bilgiye muhtaç bir kategori olurdu. Bilim adamlarının kartezyen gerçeğiyle, sanatın sonsuz hayalleri arasında sadece akıl ve çalışmayla giderilemeyecek büyük uçurumlar vardır. Eleştirmen, ancak sanatçının işaret ettiğine bakıp tutarlılığı, sistemi ve amacı eleştiriyorsa haklılık payı taşıyabilir..



***


Değişen, hayatın diliyle kendini yeniler; değişime direnen ise kaçınılmaz olarak çürür. İradenin, irade haline gelebilmesi için eskiyi imha etme yeteneğine sahip olması gerekir. Ancak böyle bir ifadedeki agresif tutumu kamçılayan tüm kavramları yaratan kullanılan lisandır; müşterek şuurumuzu eğip büken anlatıda araç olarak kullanılan dildir. Bilinçaltı dahi dil tarafından düzenlenerek görünürlüğünü elde eden ve tutarlılığını, anlaşılmasını dile borçlu bir alandır. Öyleyse hayatın tüm sonuçlarıyla faturasını dile çıkartmamızda bir mani yoktur.

Kimseden, kimseyi anlamasını beklememek gerekir; yapmak farklıdır ama şahit olan akıl sadece edilgen bir izleyicidir.



Tünel, Galeri Zilberman'da Mart ayından beri süren Extramücadele sergisi 7 Mayıs'ta kapandı. Bu cehennemde mesuliyet almadan günlerini dolduranlar için bu alemi, bir gül bahçesi zannetmek hiç de zor değil diyen sanatçı devamında şunları söylüyordu: Ne de olsa vakti geldiğinde "ben sadece bana söyleneni yaptım" diyebilecek olmanın lanetli huzuru var kalplerinde...

Hangi biçimi almış olursa olsun, toplumun bir bölümünün öteki tarafından sömürülmesi, bütün çağların ortak olgusudur.. Özgürlük fikri, ister korunmuş, ister ayaklar altına alınmış olsun; her türden refah ideolojisinde işçilik köleliktir. 

Ataol Behramoğlu, 14 Mayıs tarihli Cumhuriyet'te Hayatlarımız Çernişevski’nin ünlü romanının (sonrasında Lenin’in yapıtının) adı olan“Ne Yapmalı?” sorusuna yanıt aramakla geçti diye yazdı. Uzun yazısı sadece kişisel bir hesaplaşma değildi. Şunu söyleyebiliriz: Her kuşak kendini içinde bulduğu koşulların dünyasında hazır bulduğu materyallerden yararlanarak mücadele aksını belirler ve bu materyalleri kullanarak öznel düşüncelerini geliştirir, geleceğini, hatta geçmişini yeniden yaratır. Behramoğlu'nun açısı Ekstramücadeleyle taban tabana zıttır, panoramik bakış tezattır. Onlar farklı kulvarlarda olsalar da, aydın sorumluluğunun bir sentez oluşturmak için eldeki verileri kullanmak dışında çaresi yoktur. Mesele, talep edilen hakikatin gerçek fonksiyonlarıyla özgürlükçü söylemin arkasında pusu kuranları görmek, kendi varlığını savunan sınıfların çıkarlarını doğru çözümleyebilmektir. Düşünce, gerçeğin kalbinden değil, kültürel algılardan, hiziplere ayrılmış sınıflardan ya da Utku Varlık'ın Zoby Rober örneğindeki gibi nevişahsi hikayelerden olmakla birlikte aslında bedenini korumakla mükellef olan öznenin kendinden yola çıkar; ne ki, eğer bulunduğu topluma sorumluluk gailesi varsa bugün ve gelecek üzerinde benzerliklerle, uyarlamalarla gayri şahsi önermelerde bulunur. Behramoğu'nun değindiği makale bir kült eserdir. Ne Yapmalı'da Lenin, dönemin muhaliflerine söz hakkı tanınmasından yana değildi. Ki onlar içinde Iskra yayın kurulunda kader birliği yapmış ve menşeviklerle ayrılmasında kendisine destek vermiş önemli aydınlar vardır. Gerçi 1908'de Materyalizm ve Ampiryokritisizmle Plehanov, Bogdanovla bütünüyle, Kautskyle kısmen, hatta ve hatta Rosa Luksemburgla, Zetkin'le ve diğerleriyle köprüleri sert şekilde atmıştır ama 1905 yenilgisinin müsebbibi gördüğü tavra 1920'de de öfkesi hala dinmemiştir. Şöyle söyler: "Özgürlük büyük bir sözdür, ama sanayi özgürlüğünün bayrağı altında soygun savaşları yapılmış, emek özgürlüğü bayrağı altında emekçiler soygundan geçirilmiştir. Aynı içsel yalancılık, "eleştiri özgürlüğü" sözünün bugünkü kullanılışında da vardır. Bilimi ileri götürdüklerine gerçekten inanmış kimseler, özgürlüğü eskilerinin yanında yeni görüşler için özgürlük değil, eski görüşlerin yerine yenilerinin konmasını isterler. Şimdi yükselmiş olan "Yaşasın eleştiri özgürlüğü!" haykırışı, boş fıçı masalını çok anımsatıyor". (ISPÜ s158) 

Oysa 3 Ocak 1872'de Engels, Sonvillier Kongresi ve Enternasyonel makalesinde şunları yazıyordu: "Enternasyonal, Versailles kurşunlamalarının, savaş mahkemelerinin, ayakta duran orduların, zorla mektup açmaların Braunschweig Ağır Ceza Mahkemesinin bir daha bulunmayacağı geleceğin toplumunun bir örneğidir! (..) Eğer her bölümde azınlık çoğunluğu kendine uydurursa, özgürlük ilkeleri bakımından suç işlemiş olur; güce ve diktatörlüğe yönelmiş bir ilkeyi benimsemiş demektir. (..) Çünkü bu, hiyerarşik ve otoriter bir örgüte götürür. Ve özellikle disiplinli hiçbir bölüm olmaz! Hatta parti disiplini, güçlerin bir noktaya merkezleştirilmesi olmaz, hiçbir savaşım silahı olmaz! Geleceğin toplumunun yansıması nerde kaldı? Bu bakışla ilk hıristiyanların, her tekmeyi teşekkürle kabullenen ve üçyüz yıl sonra ancak dalkavukluklarla zaferi sağlayan kölelerin korkak örgütüne varırız. Proletaryanın gerçekten taklit etmeyeceği bir devrim yöntemidir bu! (..) Ve bize bu saçmalığı öğütleyen kişiler, biricik gerçek devrimci oldukları çalımını satıyorlar!".


Aradaki fark, modernist diyalaektiğin telkin ettiği insan unsuruna bakıştadır. Politik söylem, yeri geldiğinde aydını kendi düşünür özüne yabancılaştırmakta ve tepeden inen emir öznel bilinçten kendi aleyhine feragat etmesini istemektedir. Düşüncenin diyalektik bir makasta yol alabilmesi için ya önünün boş olması ya da diyaloglarla fikirlerin boşaltılabilme imkanının olması gerekir. Tek tanrılı dinlerdeki ilah kavramının her ulusta değişmesi gibi, tecrübelerin getirdiği çözümlerin her toplumda farklı tezahürleri ve idolleri olmuştur. Marks'ın Alman İdeolojisi'nde (s62) ferasetle söylediği gibi "ampirik olarak ancak tüm halkların eşzamanlı hareketi olmadığında", coğrafyanın yerel ağırlıklar, kültürel bagajlar taşıyan modeli, modern sosyalist metnin içini pervasızca doldurabilir. Okumanın algısı, bireylerin, toplumsal statü ve muktedir olma erişimlerine kabaca müsaade etmenin ötesindedir. İnsan malzemesini, iktidar ilişkilerinin merkezine koyarsak, anlatıdaki somut fiziksel tezahürlerin bireysel ve psikosomatik nedenlerini belki anlayabiliriz.. Kendi çıkarını, herkesin iyiliği gibi istemek deşifre olmuş bir yöntemdir. 

Sınıfsal bilinç, belki de insanoğluna çağlar boyu musallat olan en vahim hastalıktır. Onun panzehiri ise toplumu sınıflarla kutuplaştırmadan, mülkiyet belasıyla ayrıştırmadan, doğanın herkes için ürettiği zenginlikleri neşe içinde paylaşmanın ortak huzurudur. Filozofların töz ve insanın özü olarak ifade ettikleri böyle bir dünyanın ölmeyen şeyidir. Buna karşın teorideki her kavram ölüm kokar. Pratikteki müşterek aklın özlemi ise emeğin mübadele unsuru olamayacağı bir gerçek yaşamın zeminidir. 

Demokrasi, sahte bir faaliyet mefhumu olarak Bolşevik devrimden sonra sosyalist literatüre girmiştir. 1844 Yazıları, Alman İdeolojisi ve Kutsal Aile'de Marks'ın sorduğu canalıcı soruların hepsi 1917'de dolaba kaldırılmış ve muamma haline dönüşen diyalektik mantık, devletin aklı ve gücü karşısında çürümeye terkedilmiştir. Ranciére, Filozof ve Yoksullar'nda "Emek ile ortaklık (communauté)  taban tabana zıttır. Komünizme, sınıfsız toplumdaki kardeşlik değil, emek ve mülkiyetin mantığından ideal olarak sıyrılmış bir sınıf tahakkümünün yarattığı disiplindir" diyor. İddia kısmen doğrudur. Proletarya Diktatörlüğü, kıyıma uğrayan toplumda pramidin tepesinde kalan bir diktatörün tüm sapmalarını yücelterek meşrulaştırmıştır. Freud'un histeriyle ilgili söylediği her şey, hastalıkla ilgili tanımlanmış bütün semptomlar hiyerarşinin tepesindeki lidere bağlı siyasetin hegemonyasının temel malzemesidir. Görüyoruz ki, ister parti, ister toplum olsun ne yapmalının tek gerçek cevabı, istisnasız bu soruyu herkesin sormasına olanak sağlayacak demokratik bir toplum örgütlemesi için çalışmaktır. Oysa bugünkü alışagelen yapılarda ne grupların ne de kişilerin merkezin dikte ettiği doğrular dışında kişilerin kendi olarak iradelerini temsiliyet hakları vardır. Her birey, mevcut veriler olarak buldukları toplumsal ilişkilerde kendilerini dolayımlarla ifade etmeye başlarlar. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal, entelektüel hayatları ve onların farklı tarzlarını yaratır; insanların bilinçlerini koşullandırır. Normal kabul ettiğimiz tüm doğrular, sıradışı politik bir perspektifin negatif bilincini yansıtmaktadır. 1917 ihtilaliyle umulmadık bir dönemde Sovyetler Birliği gibi ırk temelinde şekillenmiş bir ulus devletin, dünya proleter hareketi yeniden formüle eden sosyalist bir model olması çok sorunlu olmuştur. Ulusal Tinleri, tek bir Pantehonda birleştiren Lenincilik, marksizm açısından ideolojinin tarihsel görünümlerinden biri olmakta beraber, teoriye uyumu en müşkülüdür. Mayıs ayında Eurovision'da 1944'te Rusların, Kırım Tatarlarını imha ve sürgün etmelerini anlatan parçanın birinci olması, Lacan'ın hayaletlerin dönme nedeni, ölülerin uygun şekilde defnedilmemeleridir sözünü doğrulamıştır. Proletarya ideolojisi yörüngesinden sapmış, üretici hayatın üretici çelişkileri, antinomiler diyalektikten kopmuş ve sosyalizm şablon vasfında bir ulusal doktrin olmuştur. Hegemonik fikrin bedelini halklar ağır ödenmiştir. Halbuki, partisiz ve devletsiz sosyalizm fikrini ikiyüz yıl önce Bakunin ortaya atmıştır. Ancak Badiou gibi Leninciler bugün bu kavramı içselleştirerek modern bir kavram olarak aktarmakta ve yeniden savunmaktadırlar. Bu, ezilenlerin hukukunun partinin tasallutundaki proletaryanın gücü ve ağırlığıyla artık sınırlandırılmayacağını bize göstermelidir. Manifestoda vurguladıkları gibi fikirlerin tarihi, maddi üretim değiştiği ölçüde zihinsel üretimin de değiştiğini kanıtlamaktadır. İhlal edilen teori, ezilenlerin lehine bir kazanımdır ve diktatöryel özlemleri kaldırıp bertaraf eden akıl, duygulanımların geometrisinden yararlanırken rasyonel olana sarılmak zorundadır. İnsandan yana tavır koyan müştereklerimiz, dünyanın geleceğine dair umut vermektedir. 



***


Utku Varlık ve Hiç..

Ressam Utku Varlık, Hiç adlı sergisini gerçekleştirdi. Sergi, sanatçının ustalığını muhakkak ki yansıtıyor. Henüz sergiyi gezmek olanağımız olmadı. Ancak Hiç kavramı üzerine dostumuz Varlık'la yazışmalarımız oldu. Serginin Roby Zober üzerine kurgulanan öyküsünü aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz. Ancak biz farklı bir yöntem izleyip, bizatihi kavramın kendine doğru felsefi bir yolculuk yapacağız. Sanatçının kaygıları es geçilmeden, bunları sanat eleştirmenleri ve sergi izleyicilerine bırakmak, yeri geldiğinde Utku Varlığın blogunda serginin izini sürmek iyi bir yöntemdir. Ancak burada farklı bir optik göz olarak biz, tabula rasayı defalarca hiçleştiren  en büyük toplum fotografında yer alan arınmamış eylemleri ve düşünceleri paylaşacağız.






Bozlu Art Project Nişantaşı, 3 Mayıs – 16 Haziran 2016 tarihleri arasında Utku Varlık’ın “HİÇ: Gidilmemiş denizler, söylenmemiş sözler” isimli sergisine ev sahipliği yapıyor. Sanatçının kendi deneyimlerinden yola çıkarak kaleme aldığı kısa bir hikâye üzerine kurgulanan sergide, Varlık’ın tamamı ilk kez sergilenecek yeni resimlerine yer veriliyor. 1970’li yıllardan beri Paris’te yaşayan Utku Varlık, yeni sergisi için geleceği İstanbul’da Bozlu Art Project için 7 Mayıs tarihinde bir sanatçı konuşması gerçekleştirdi. Video,  bu serginin tamamlayıcısı.


Aklın bir sınırı vardır sanılır. Oysa bir sınırı tanımak ya da tanımlamak bile onun aşılmaya başladığına delalet eder. Hiç, Doğu/Batı felsefesinde önemli kavramdır. Mamafih​ biraz düşünürsek hiçliğin kendinden bir kavram olmadığını görebiliriz. İnsan, varlığa ancak ​bir ​​formasyon tasarlarsa, belli sınırları olduğunda ​düşüncesiyle kavrayabilir. ​Sonsuzluk bile akıl ile canlandırabileceğimiz; algıda yeri olan bir konsepttir. Hiçlik ise düşünülemez. Paralellikler kurulamadığından sembolünün içi (eğer yoklukla eşleştirilmez ise) doldurulamaz. Dolayımsız ve amacın kendisiyle bir özdeşlik anlayışında ısrar edilirse, bunun sadece simgesel bir temsiliyet olması kaçınılmazdır. Hiç'liğin insan zihni tarafından tahayyülü​ imkansız​ olduğu için mantıklı, sürdürülebilir ve tutarlı bir kavram olarak olduğu söylenemez. Biçimlendirmeden ve onun için bir kullanım değeri oluşturmadan tanımlayamayız. Buna karşın teolojiye kayan manipülalatif söylemlerde, edebi metinlerde, bakışın merkezine özne yerleşmiştir; öznenin varoluş mücadelesine, iştahına, bireyselleşme kaygısına rağmen bir vazgeçiş ve ebediyete teslimiyet olarak yansır. Şeylerin mezaliminden uzaklaşıp, kavramlar alemine sığınmak tabii ki daha güven ve  huzur vericidir. Sanat, kendisine ıstırabın eşlik ettiği mutsuz bilinçtir. Bilincin bir varlık olması dolayısıyla hiçleşme isteği sadece kavramsal bir arzudur ve bireyin tutkusu, hiçler aleminde farkedilmeyle sınırlı imkansız bir taleptir. Lakin belki bir olumsuzlama olarak hiçten yola çıkabiliriz. Kendinde olduğu varsayılan şey ancak rabıtalandırdığımız süreci teşvik, tahrik eden nesnesi olur ve betimleyişlerle meydana çıkar.  Sorgulamadan kabul ettiğimiz konularda, sanatın payanda olduğu güncellik, aktüellikler üzerinden bazı yargılar oluşturur, yeni savlar geliştirmemize neden olabilir.

Buna yakın düşünceleri Utku Varlık'la paylaştığımda yolladığı e postada şunları yazdı üstat. 
Sevgili Emin Çetin, Nasıl bir “dün” yoksa; giderek "dün aslında bugündür”, yani “hiç” in olgu biçimi,
Big-Bang öncesini tanımlayan, evrenin oluşumu bir “HİÇ” den doğmuştur, bunun dışında James Turrelle’in “pyschollogie et perception” tartışmasından edindiğim bulguları yani ışığın ve sesin kesin yolculuk araştırmalarından vardığımız hiç tek başına açıklanması olanaksız".


http://utkuvarlik.blogspot.com.tr/2016/04/hic_93.html
   
Burada Utku Hoca "dün yoksa; dün aslında bugündür" diyerek yaptığı tanımda varlık ve yokluğu birinin diğerinin matrisi olarak tanımlıyor. Doğrudur, yokluk, varlığın negatifidir. Aynı şekilde sonsuz, sonlunun hakiki özüdür. Birini tersyüz etmekle ötekine ulaşırız. Spekülatif felsefede sonsuzun hakikati sonludur. Ancak Hiçlik bunlardan farklıdır ve karşısına müsbet bir hiç olmayanı zamana mekana yerleştiremeyiz. Uzamı ve zamanı olmayan bilinç, gelişim diyalektiği olmayan metafiziktir. Hiç'ten yola çıkarak zamanın somutlarına ulaşamayız; ancak zamanın somutlarından yola çıkarak hiç üstüne tefekkürde bulunabiliriz. Biz de öyle yapacağız:

Sermaye, sömürü, işçi vd. paradigmaları kullanan modern aksiyomlar, ne yazık ki, emeğin tahakküm altına alınışının gerçek nedenleri üzerine kafa yormamıştır. Hiç, belki de henüz düşünülmemiş birçok şeyin cevabıdır..

Zizek bundan birkaç yıl önce Londra/Birbeck konferansında kürsüde müthiş bir soru sormuştu: 1989'da kendimizi bulduğumuz karanlık felaketin ardından baştan nasıl başlanır? Bildiğimiz gibi Zizek öncesinde devlet başkanlığı adaylığına kadar yükselmiş bir Doğu Bloku yurttaşıdır. Propagandanın etkisi ya da stratejik derinlik hangisi olduğu meçhuldur. O kapitone diyerek pişkinlikle, adına adına emek ve sermaye denilen iki farklı biyolojiyi direkt ekonomiye teğelliyor. Politik ve ekonomik bir hayatı doğuran neden, ütopya gibi paranormal öznel arzular değil üretim olduğu sürece yaşamaya devam edecek olan sınıflardır. Emeğin üretken gücü, ancak bir artık değer yarattığı ölçüde güçtür. Değer ve sınıf özdeştir. Artığın denetimi, üretici güçler, politik öznellikler ve üretim süreçleri üstünde sınıfsal kontrol uygulamakla mümkündür. Bu süreçte felsefeden sanata, siyasetten piyasaya kadar birbirlerine para ile teğellenmiş alanlarda farklı ihtiyaç formları ortaya çıkar. Bu formlar kendi kendine oluşumlar değil yönetebilen bileşimlerdir. Emeğin getirisiyle özgürlük alanları genişlerken, kölelikler artar. Toplumun üyeleri sermayeleşir; emekleri aracılığıyla ücretlendirilir. İnsanlar, mübadelenin unsurları oldukları oranda toplumsallaşırlar. Evrenselleşme, sermayeye dönüşen insan etkinliği olarak tahakküm pratiğini kapitalizmi ve alternatifleri umut olarak üretir. Ne yazık ki, ne sosyalizmin ana vatanı dedikleri emperyal devlette ne de Avrupalı sömürgelerinde emeğin tahakküm altına alınış nedenleri felsefi olarak sorgulamamıştır. Oysa Marks'ın Kapital edlı eserinde değer teorisine bağlı olarak sermayenin kaçınılmaz uluslararası ve organik değişim ilişkileri, metanın tarihsel ve teknik süreçleri eleştirel bir incelemeye tâbi tutulur. Bolşevik devrimden sonra emeğin hâlâ ücretli emek olarak sınıflandırılmasının nedeni, artı değerin üretim süreçlerinde yer almayan baskılanan grupları, asker nüfusu ve rantiye politik kadroları beslemesi ve ulusal ülkünün, ideolojinin içini fazlasıyla doldurmasıdır. İlişkilendirmekte güçlük çekmeyiz. İki cepheli dünya herkes için muhayyel olmayan durumdur. Zizek'in işgalciyle arasında sevgi nefret ilişkisi kurması ve suptil hafızanın zaman zaman bunu körüklemesi anlaşılır bir durumdur.


Diktatörlüğün kara meleği Leninden verdiği dağcı örneğine sarılmış, allamış, pullamış, Kierkegaard'ı referans göstererek, entelektüel bağı tamamlamıştı. Üzerinden yaklaşık on yıl geçti. Sonuç HİÇ..


Sorun aslında yalnızca taşıyamadığımız ağırlıkta, ideolojinin deşifre olmuş sonuçlarındadır. Üretim için işbirliği gerektiren totaliterizm, zannedildiği anlamda politik olmayan bir doktrindir. Teknik zarureti anlamadığımızda cevap anahtarıyla soru arasındaki çetrefilli bağı kurmak mümkün olmaz. Problem onun varlığını idalleştirerek kapitalizmden ziyade siyasal sistemin alternatifi olarak önerilen Marks'ın mübalağlı bir algıyla her duruma eklemlenebilen iktidar anlayışındadır.. Bakunin, 'Halk yığının büyük çoğunluğunun, ayrıcalıklı bir azınlık tarafından yönetimi (..) tüm devlet çarkının tepesinden bakacak olan işçilerden olacaksa, onlar artık halkı değil, yalnızca kendilerini temsil edeceklerdir.' dediğinde Engels'in cevabı kısaca 'Eşek!' olmuştu.
Tarih eşeği haklı çıkardı..


Siyasete Karşı Kayıtsızlık yazısında "karşılıklı yardımlaşmanın kaygı veren sakıncaları" diyerek kavramı burjuvalıkla suçlar. (AÜ98) Lenin'in diktatörlüğünü, Marks'ın devletinden ayırmaya çalışanlar, ikilinin 21 Temmuz 1873 tarihli Lahey raporuna bakabilir. Asında Engels, eşek vurgusuyla aralarındaki geçen bir yazışmaya atıf yapıyordu. Teorisyen olarak bir hiçtir ama entrikacı olarak üstüne yoktur suçlamasını yapan Marks, ona şöyle yazmıştı: "Bakunin'in programı bütün politikaların ortadan kaldırılmasını savunmaktadır. Böylece işçi sınıfı da politika yapamayacak, ekonomik mücadeleyle sınırlı kalacaktır. Politik bir söylem alanı bulamayan, politik mücadelenin araç ve yöntemlerinden soyut bir işçi hareketi yenilmeye mahkûm kalacaktır. Her halükarda devletin ortadan kalkmasını savunmak temel olunca, işçi sınıfını politik mücadelenin araçlarından soyutlamak, eksen oluyor. Bu eşek, her sınıf hareketinin, sınıf hareketi niteliği ile, zorunlu olarak siyasal bir hareket olduğu ve her zaman da böyle olmuş olduğunu bile anlamamış". (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm s.56) Aynı cümleleri Engels, Ocak 1872'de Enternasyonel'in tasviye sürecinde Thodor Cuno'ya yazdığı mektupta tekrarlar. 
Bakunin'in naif bir duyarlılıkla dile getirdiği sezgisel yaklaşımının yanında Marksların tavrı, paradigmanın gerçekliği konusunda anut bir inanç taşır.

Chomsky'nin alaycı bir doğrulukla kurduğu cümleyi yeniden düşünmemiz gerekir: 'Kimyasal formüllerin, psikolojik gerçeği olması gerekir mi?' Ekonomi politiği aksiyomların temeli yapan modern filozofların cümlelerinde, dürüst ve lojik bir siyasi bir karşıtlık aramak boşunadır. Çünkü, özgürlük konusunda 'gel yapalım' denilecek pratik bir anlam üretmezler.. Oysa tecrübeden sonra biliyoruz ki iktidar, teknik bir mekanizmadır. Otoriterdir. Sorumluluk sahibinin halk üzerinde kamçı etkisinde tek silahı vardır ve bu şiddettir; iyisi/kötüsü olmaz. Negatif ve pozitif yolda arzular aynıdır. Emeğin yoğunlaşmasıyla üretilen refah, ya elitlerin ya da sıradan bireylerin gelirlerini ve boş zamanlarını artırır. Hedeflenen her iki seçenek de tüketim toplumuna çıkar. Meşruluklar, hastanın ya da müşterinin onlara tanıdıkları kredilerden alırlar. Freud, psikolojiyi, irin dolu bir yarayı operasyonel şiddetle kesip atmak olarak tanımlıyordu. Büyük fotografta kim kimdir doğru tanımlanmadıkça, terimlerin içi doldurulmadıkça Marks'ın hayaleti, umutların üzerinde başıboş dolaşacaktır. Sorun aslında yalnızca Deleuze, Derida, Zizek (ve dolayısıyla gönülsüzce eklemlenen Lacan'ın) taşıyamadığı ağırlıklarda mıdır? Hayır! Emek ideolojisinin deşifre olmuş sonuçlarında, üretim için işbirliği gerektiren totaliterizmin siyasal olmayan doktrinindedir. Modern paradigmalar, sanayi üretimi için emeğin sömürülmesine değil, işçinin ezilmesine karşı fikirler geliştirmişlerdir. Çalışmanın doğal bir ihtiyaç olmadığı gerçeği, üretim sürecinin proletarya devleti tarafından zapturapt altına alınmasıyla onaylanır. Emtiayla olan çelişki, üretim disiplininin sağlanmasıyla giderilir. Sartre gibi cevap anahtarıyla soru arasındaki pornografik bağı kuramayanlar sadece edebiyatçılardır. Politika zaten bunun içindir ve tereddütler ise Marks'ın merkezinde emeğin yer aldığı ontolojisinedir. İlerlemenin ve sanayileşmenin tek amaç olduğu bir zaman diliminde, 1818 doğumlu düşünürün değiştirmek istediği dünyanın, değişmiş halini görüp yaşayanların itirazları olması kaçınılmazdır.. Ne ki, ilericilik adına 'Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların üstüne kabus gibi çöker' kelimesi kelimesine doğrudur. "Hegel , dünyadaki bütün önemli tarihsel gerçeklerin ve kişiliklerin, tabiri caizse iki kez ortaya çıktığını söylüyor. Şunu eklemeyi unutmuş; ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak"

Sanayi üretimi çağında, biçemden, kavramdan başka hiçbir şey ideolojiye ait değildir. Aydınlar, üretim sürecindeki görevlerin yüklediği öznel sorumlulukla doğal düşünme yeteneklerini kaybetmişlerdir. Hiç, henüz düşünülmemiş bir çok şeyin cevabıdır..



***



Eli kamçılı kolonyalistin yurttaşlarıyla, istilaya uğrayan sömürgenin tecrübesiz insanlarının, hayatın acemisi unsurlarının ilişkilerini, iş, usta/çırak yahut hayat-insan ilişkisi olarak tanımlayamayız. Ya da kölelerle efendileri, birbirlerininin kaderi olarak addedemiyiz. BBC'nin geçtiği haberi gördükten sonra Desiderius Erasmus'u hatırlamamak mümkün değil: Riyakar olmak için canla başla çalışsalar da, şapkadan çıkan kulakları Midas'ı ele verdi...



Çağdaş Sanat, sorumluluk yasası ya da toplumsal sözleşme; hangisini dersek diyelim merkezi gündemi anbean takip etmek zorundadır. Aktüel ve politik olmak, cümlesini kurmak, eleştirisini yüksek sesle haykırmak durumundadır. Sanatta aradığımız hakikat, zeka ve tutarlılıktır. Bizim için böyledir; gerisi lafı güzaf..

İngiltere Başbakanı Cameron, dün (10 Mayıs) yolsuzlukla mücadele konusunda İngiltere'nin ev sahipliği yaptığı toplantıda devlet başkanları onuruna verilen davette Kraliçesi İkinci Elizabeth ile konuşurken Nijerya ve Afganistan hakkında "fevkalade yolsuz" iki ülke ifadesini kullandı. İkili arasındaki diyalog kameralara yakalandı. Başbakan liberal görevini yerine getirmiş ve demokratik bir edayla azgelişmiş ülkedeki bilinen bir yaraya dokunmuştu. Davetin ertesi günü Londra'da, yolsuzlukla mücadele konusundaki anı etkinliğin oturumunda konuşan Nijerya Cumhurbaşkanı Muhammadu Buhari "kimseden özür beklemediğini" ancak İngiltere bankalarında tutulan çalıntı varlıkların geri gönderilmesini istediğini söyledi. Cevabı yaratan nedenler Cameron'un mahremi olmaktan çıkarak bir geri bildirim beyanında sömürgenin yarasıyla birlikte sömürgeleştirenin hayasını da tartışmaya açıyordu. Her kesinlik ve mantıktaki tutarlılık, ancak yerine getirdikleri kadar sakladığı toplumsal talepler kadar bir görevdir ve ortadaki anlamın ötesinde bir anlama da sahiptirler. Hakiki bir ilişkiyi oluşturan şey ilişiklenmenin ihtiyacıdır. Bazı durumlar vardır ki, kişinin hayati çıkarlarına aldırmadan özneye mesleki olarak işini yapmaya davet çıkarır. Sanatçının, burjuvaziyle, güçle ve parayla kurduğu sevgi nefret ilişkisinin çıkmazı aşikardır. Çağdaş Sanat, eğer bir misyon yüklenmişse değeri öznesinden yahut etiketin kendinden değildir. Afaki salvolarla harcadığı zamanın aksine nokta vuruşlarla peşinden koşması gereken güncelliğin ta kendisidir.





***



Hayvanların, tarihleri yoktur. Oysa bir tarih bilinci olan beşeri kurtuluş ideolojileri ve teolojileri itiraf etmeliyiz ki bize negatif yolu dikte ettirmektedirler. Hayvan dünyasıyla aramızdaki ilişki edep dışıdır..


Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı var da, bir garip kavim olan hayvanların kendi kaderlerini belirleme hakkı, özgürce yaşama hukukları niye ellerinden alındı?.  Biz buraya geldiğimizde, onlar binlerce yıldır buradaydılar.. Ekonomik krizlerin yaşanmadığı, paranın bir 'değer' olmadığı, sınıfsız, zümresiz, mülkiyetsiz, işbölümü içinde sorumluluk sahibi adil bir toplum kurmuşlardı. Eski dünyanın yerlileri, sonraki zamanların değişimine ayak uyduramadı; uygar dünyanın yersizleri, örgütlenemeyen dilsizleri, şimdi'nin kimsesizleri oldular. Mantalite farklıydı: Hayvan karşısında insan, bir makam sahibi olarak davranır ve tabiatın düzenini mukayeselerle anlamaya çalışır. Karşısındakiyle hiyerarşik bir kıyaslama içindedir. Tamamen arzu nesnelerine dönüşmüş olan canlılar dünyasını, sapkın bilincinin hilesiyle manipule eder. Ne ki hayvan kendisine yabancılaşan bir ortağının bilgisinin tehditlerle dayatılamayacağı; bütünlüğü, tutarlılığı, herbirinin ayrı ve benzersiz kimliği olan otonom bir varlıktır. Onlar hakkında üretilen fikirler sadece öznellikleriyle bataklığa düşme tehlikesini içerirler. Ne var ki, onlar adına konuşmamak da dünyanın hakikatini düşünmemektir. Hayvana, kendi pespektiflerinin geleceğinden, rasyonel sorunlarından değil de, insanın tahakküm alanını genişletme ve daraltma endişesinden, düzensiz güç karşısında kazanılmış imtiyazlardan bakmamak olanaksızdır. Ne yaparsak yapalım, tüm isteklerimiz birarada bulunma talebidir. Vicdani gayretlerin hepsi, karşılıklı yardımlaşmayla yaşayanların karşısında kalmanın aczi, bilincin acısı ve modern tüketim rejiminin fiyaskosudur. Hayvanların tarihi yoktur. Kendinden neden olarak zamanın yaratılmasıyla birlikte hayvanlar, somut bir yarar için kendilerine üretirlerken, insanlar değişim için üretmeye ve birbirlerinin ürünlerini mübadele etmeye başlamışlardı. Bu çok masum bir etkinlik değildir. Ki, ardından işbirliği gerçekleştirdikleri dostlarından ürünlerinden fazlasını istemeleri, yurtlarını keyfekeder istila etmeleri bunun ispatıdır. Hayvanlar ile talepkâr insan düşmanları arasında fark kalmamıştı. Tarihin icadı, tarımın başlamasıyla çalışan emeğin getirisi olarak tehlikeli gördüklerini öldürüp umarsızca, başıboşları ehlileştirdiler. Çağlar boyu süren toplumun tekamül sürecinde işbirliği yapanlar maskaralaştırıp, işe yarayanları köleleştirdiler. Laftan anlamayanların soyları tüketildi. Kitleler halinde imha ettiklerinden arta kalanlar, eğer düşmansa köleleştirildi. Hayvanların hepsine bunu yapmak olanaksızdı. Ancak hapishanenin icadından sonra onlar da insanlar gibi barınaklara, hücrelere konuldular. İnsanların hayvanlarla ya da kendi insan rakipleriyle kurduğu tüm ilişkilerde gün ışığı gibi bariz olan odur ki, insan ilişki ve diyaloglarını, tikel bedenini olduğu kadar kendini de ifade etmenin bir engeli ve mutlakiyetini tehdit eden bir iktidar sorunu olarak görür. Doğal ihtiyaçlar, herbir kişi tarafından temsil edilen bencil ihtiyaçlar tarafından baskılanır. Çağlar sonra hayvanlarla düşmanları arasında ayrım yapmaya başladığındaysa ellerinden aldığımız yeşil alanlar yerine, katrana bulanmış mekanlar, ziftli asfaltlar, betonarme barınaklar ortaya çıkmıştır. Yeryüzü tarihselleştirilip, doğanın bağrına sığınmaktan ibaret olan yurtların coğrafyalılaştırılması adına bilim denilen ve dışarısının olmadığı muhkem bir bilinç ideolojisi yaratılmıştır. Tespiti zeki olmasına karşın rahatsız edicidir: Marks'ın tabiriyle "insanlar, hayvanlardan farklı olarak yüksek ihtiyaçlarını gidermek üzere dolayımsız fiziksel gereksinimlerinin ve tatminlerinin ötesinde bilinçleri olan varlıklardır". Görüyoruz ki, İnsan gibi ne zaman, ne yapacağı belli olmayan bir düşmanla, sadece doğal ihtiyaçları peşinde olan hayvanları yaşamaya mahkum kılmışızdır.. Ellerini kollarını bağladık; kafes, akvaryum, hayvanat bahçesi deyip, yaban hayatın özgür ruhlarını savaş ganimetleri saydık, esarete zorladık .. Doğal alanlarda karşı karşıya gelmeye korkacağımız heybetli varlıklar, modern insanlık tarihinde çocuklara eğlence oldular. Bugün şehrin en sefih hayatlarının parçasıdırlar. Karanlık korkusu (kenefobi) insanlara mahsustur; buna rağmen sürüler halinde varoşlarda, ücra köşelerde ya da çöplüklerde, mezbelelikler içinde yaşayan bedenler kendilerine ve zamanın karanlığına direniyorlar. Hudutları, gümrükleri, kuralları bir nebze aşarak sınırlarımızda serbest hareket etme olanaklarını henüz yitirmemiş olanlar içinse bugünlerde caddelere, sokaklara, kapımızın önüne, evlerin balkonuna bir kap su koyabiliriz. Benjamin'in dediği 'geçmişi kurtarmak' mümkün değil; o da zaten girdap içindeki siyasi bedenimizi, kendimizi arındırmaktan bahsediyordu. Tüm toplumların, hayatta kalmak için kendilerini yeniden üretmek ve doğal ihtiyaçlarını karşılamak zorunda oldukları apaçık ortadadır. Bu güdüde fark yoktur ama bütün dinlerin ortak söylemi, insanın, günahkar bir varlık olduğu yönündedir. Kötülük içselleşmiş bir formdan çıkarak toplum olarak zuhur etmiştir. Peki, yerden üzerimize doğru çevrilmiş bir çift kara gözün hafızasındaki suçlarımızdan arınmak, endüstriyel toplumda günahlarımızdan ilerleyerek uzaklaşmak mümkün müdür? Yaptığımız her çaba riyakarlıktır. Planlı bir imha hareketinin mağdurları, sadece psiko menfaatlerin gözetimindedir. Kartezyen imalatla birlikte anbean doğasına yabancılaşan ruhu absorbe eden antropolojik makinanın işleyişinde kriz vardır; hayvanlar hakkındaki hakikat, kendimizle yüzleşerek anlaşılmayı bekliyor. Onlara yaptıklarımızın kefareti olarak vicdanımızın ağırlıklarını atacağı işe yarar bir eylem olarak belki de modern insanın artık yapabileceği tek bu hamle kaldı. Kavurucu sıcaklar başlamadan önce şehre gelen kuşlar, kediler, köpekler ve tüm hayvanlar için şimdiden erken bir çağrı olarak su diyoruz....










***



Eğer, afaki bir ihtiyaçtan çıkmışsa ve kapasitesi kendi üretimini ortaya koymaya yetmiyorsa sanatçının işi zordur. Tilmizlerin, mahdumların ortaya çıkışıyla, malumu ilan etmeyi görev edinenler, şayet oyuna geç katılmışlarsa daha çok taklit yeteneklerine sığınırlar. Amacından koparılmış nesnelerle, müphem bir kapitalizm eleştiri yaparken sureti belirsiz bir özneyi sürekli suçlarlar. İzleyiciyi, bakıp görmediklerini gösterip gözüne sokarak güya utandırırlar. Burjuvazi için yapılan, alıcısı ve satıcısı burjuvazi olan bir eleştiri türüdür bu. Teşhir ettiğini zannettiği bu yapının asli bir unsuru olarak sadece malzeme ya da büyütülmüş bibloları kullanırlar. Meta değişim değeriyle oyuna katılanlar eleştirdikleri yapının, hatta seçkin üst yapının temel figürlerinden biri olduklarını unutmuşlardır.



***





Ne hümanizmin ne de temeli tümel ya da tikel yardımlaşma olarak Din'in gerçek bir tema halinde 'olumlama' haline sokamadığı şey, zamansal döngüdeki gayri insani olanın değişken konumudur. Bu boyut tüm ideolojilerde eksiktir. Tarihsel paradoksta bütün yardımlaşma övgüsüyle birlikte dikkate alamadığımız şey bütün insanların temeldeki aynılığı değil, angaje olanın kendi içine kapanmış mutmain pozisyonuna karşı ötekinin bariz şekilde herkese açık duran mutsuz gayri-insaniliği olgusudur. Aradaki berzah inanç değil, aksine fetişlerini üretmekten bir an bile geri durmayan inançsızlıktır. Tarihinin sonunda insandışı bir nesnellik dünyasının aparatı haline gelecek insan, kaybettiği kendi özüne bir daha dönüş yapamayacaktır.


Kategoriler, önceden varolan şeylerin çağdaş dünya tarafından yeniden keşfi ve ihtiyaca göre bölünerek yeniden inkişaf ettirilmesi olarak görülür. Zihin, doğanın momentlerini, tarihin içinde diyalektik ilişkilere sokarak öğrenir. Bilinç, kendini yaratır. Para, enerjisiyle özneleri ve nesneleri birlikte hareket ettiren kavramdır. Teknik işbölümünden ortaya çıkan mesleki formasyonlar, sermayenin görevlendirmesine uğrar. Gittikçe minimalize olan uzmanlıklar, toplumsal bölüşümde sanal alanlar açar. Finansın mutasyonuna zemin teşkil eder. Karmik döngüdeki bağımlılıklar, ürünler ile üretenler arasındaki sembiyoz, organizmadaki mücadeleler ve emeğin formasyonu para ile gerçekleşir. Özgürce bir araya gelen insanların iletişim aracı paradır ve kirli denilen sermaye, aslında yoğunlaşmış emektir. Üretimi gerçekleştiren emek ona tabidir. Para, insana ait olan her şeyle özdeşlik ilişkisi kurarak kendini sınar. Her üretim, yaratılışa karşı girişilen bir komplodur. İnsanın ürünüyle girdiği ilişki basit bir mübadele ilişkisi değildir; doğayı değiştiren insan, rakamsal girdilerden ibaret, tüm verilerinin sayılardan mülhem dünyasında kendi varlığının da değişiminine neden olur. Burada Kutsal Kitap, Yeni Ahit'te yer alan çok enteresan, bugünkü barkod yazılımlarını akla getiren kehanetvari bir pasaj dikkat çekiyor. 








Sanki günümüzde çok kollu devasa bir ahtopot gibidir teknolojinin son eşiği. Her yere kolları uzanan kapitalizm bu kadar iyi tarif edilemezdi. İkibin yıl önce İncil'de yer alan paragraf için bugünü önceden gören katastrofik bir öngörü diyebilir miyiz? Hayret veren apokaliptik bu pasaj ile bitirelim: "Bundan sonra bir canavar gördüm. Küçük büyük, zengin yoksul, özgür köle herkesin sağ eline ya da alnına bir işaret vurduruyordu. Öyle ki, bu işareti yani canavarın adını ya da adını simgeleyen sayıyı taşımayan ne bir şey satın alabilsin ne de satabilsin. Bu konu bilgelik gerektirir. Anlayabilen canavara ait sayıyı hesaplasın. Çünkü bu sayı insanı simgeler ve sayı 666 dır". İncil / Vahiy(13) - 11,18





***