Bu Blogda Ara

1 Nisan 2016 Cuma

Not Defteri / Nisan 2016


İnsan dediğimiz doğal bir varlık değildir. Bir fenomendir; yapıcı değil, bilinci yıkıcı olan kurgusal bir varlıktır. Doğanın somut bilgisinin karşısına diktiği kavramların ilk ve son durağı kanaatlerdir. İnançların biteviye sanrılar üreten sahte dünyasında suni hakikat düşünce formları olarak biçimlenir. İki seçenekli kötü sonsuzlukta fetişleri hakikat mertebesine yükselten insanlardır! Marks, Hegel ya da başkası.. Yaşadığımız çağda iyi düşünür, mutlak bilgi yoktur; düşüncenin ontolojisi kusurludur.


Hegel, bilinç felsefesidir diyenlere Marks'ın cevabı Sefaletin Felsefesi'nin 117. sayfasındadır: Hegel için bütün olup bitenler ve hala olanlar yalnızca onun kendi kafasında olanlardan ibarettir.. Capish!



Hegel, modern dünyanın nirengi noktasındadır ve kurduğu sistem çok önemlidir. Materyalist düşünce, doğayı tek hakikat kabul ederken, varlığın yorumunu koyan Hegelci sistem, bilinç tarafından yaratılan bir insani farkındalık dünyası inşa eder. Marks, teoride materyalisttir; oysa pratikte zeminde gelişen hakikatin evrilmesi yerine, tepede bilinç tarafından kurulmasını önerir. Proletarya diktatörlüğü savını geliştirir; sentezlerle yöntemini kullandığı Hegel omurgasını korumasına karşın bütünlüklü gövdesini tepetakla eder. Ancak Althusser'in bir dipnotta utangaçça belirttiği gibi, Marks'ın tarif ettiği biçimiyle bir Hegel teorisi asla mevcut değildir.



***



Karl Marks, 5 Mayıs'ta 1818'de doğdu. Üreticinin politik egemenliği, ancak toplumsal köleliğin sürekli oluşuyla var olabilir diyordu. Çağ sanayi devriminin başladığı dönemdir. Boğaz tokluğuna çalışan proletarya ile azami kârından vazgeçmek istemeyen burjuvazi, dönemin esas iki aktörüdür ve kapitalist toplumun uzlaşmaz iki hasmıdır. Marks'ın perspektifindeki emek/sermaye çelişkisi fabrikalara kıstırılan zamanın ruhuyla sınırlıdır. Tarihin tamamına yayılan as'l çelişki ise insanın üretici etkinliğinin ortaya çıkışıyla başlayan ezen/ezilen uzlaşmazlığıdır. Marks'ın dediği gibi maddi servetin babası emek, anası topraktır.. 

Marks, 1852 senesinin 5 Mart'ında New York' ta yaşayan kadim dostu Josep Weydemeyer'e, "Sevgili Weywy" hitabıyla başlayan bir mektup yazar. Mektubun "Bana gelince" diye başlayan paragrafı tüm hayatının özetidir sanki:  

Marks, 5 Mart 1852 tarihinde New York'taki dostu Joseph Weydemeyer'e yazdığı mektuba Sevgili Weywy diye başlar ve milyonlarca kez akademik ve marksist literatürde alıntılan paragrafta şöyle yazar: Modern toplumda ne sınıfların, ne onlar arasındaki savaşımın varlığını bulmuş olmanın onuru bana aittir. Benden çok zaman önce burjuva tarihçiler bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini ortaya koydular. Benim yeni olarak yaptığım şey şudur: 1) sınıfların varlığının, üretimin gelişimindeki belli tarihsel aşamalarla ilişkili olduğunu, 2) sınıf savaşımı­nın zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını, 3) bu diktatörlüğün, yalnızca bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma bir geçiş olduğunu göstermekten ibarettir. Yalnızca sınıf savaşını değil ama sınıfların varlığını da yadsıyan, Heinzen gibi soytarıların, insanın kanını donduran havlayışları ne olursa olsun ve kendilerine ne kadar insancıl bir hava verirlerse versinler, kanıtladıkları tek şey, burjuvazinin egemenliğine elveren toplumsal koşulları tarihin son ürünü, non plus ultra saydıkları ve yalnızca burjuvazinin hizmetkarı olduklarıdır. Ve bu soytarılar, burjuva rejimin önemini ve geçici olmasının gereğini ne kadar az kavrarlarsa, kölelikleri de daha çok tiksinti vericidir" der.

İdealist düşünce, varlıkları değil, ancak akla yansıyan görüntülerini bilebileceğimizi iddia eder. Numen- Fenomen kavramlarını, Kantcı kategoriler olarak adlandırırız. Mutlak bilgi, kendinde olan şeydir. Kendi için şey ise kendinin bilgisine ulaşandır. Bilince görünendir, fenomendir. Numen, fenomen terimleri, episteme ile ontoloji arasındaki ayrımı gösterir. Özne doğrudan zihnine görünenleri öznel temsiller sayesinde tedarik ettiğini bilinçte değerlendirir. Anlama ya da anlamladırma, özneden nesneye doğru akan sürecin bilgisidir.


Tarih, sınıfların savaşından ibarettir dersek, toplumların kimlik mücadelerini, insanların prestij kavgalarını, kişilerin öznel alanlarını özgürleştirme sürtüşmelerini, eski yeni arasındaki diyalektik gelişmeyi, ilişkilerdeki tekamülü, dünyadaki çeşitli sebeplere dayanan göçlerin ve diğer altüst oluşların nedenlerini; hatta ve hatta ideolojisini sosyalist olarak tanımlayan ülkelerin birbirlerine karşı sahalarını genişletme mücadelelerinin nedenlerini çok idrak edemeyiz. Marks, iddiasının önemli kısmında elbetteki haklıdır. Ancak, Althusser'in Marks İçin sayfa 99'un dipnotuna sıkışmış cümlede ferasetle dokundurduğu tespiti gözardı etmemek gerekir. Burada Althusser, Marks'ın köklerinin adresini Hegel'den ziyade, tanrının tümelliğinden kopuşla Spinoza'yı gösterir. Yanlış sayılmaz çünkü, Marks da, tüm idealistler gibi "tepesi üstü" iddiasının aksine somut durumdan değil, özneden nesneye akan bilgiyle meta gibi bir soyutlamadan yola çıkarak sentezini tamamlar. Kapital 1. Cilt birinci bölüm emekle başlamaz. Somut durumun bilgisi Meta ve Para'dır. 1/58'de şöyle yazar: "İlk bakışta, bir meta, kendini, bize, iki şeyin karmaşığı olarak göstermişti: Kullanım değeri ve değişim değeri. Daha sonra, emeğin de iki yönlü niteliği olduğunu gördük; çünkü, değerde ifadesini bulduğuna göre, emek de, kullanım-değerlerinin bir yaratıcısı olarak taşıdığı aynı niteliklere sahip değildir. Metalarda bulunan emeğin bu ikili niteliğine ilk önce işaret eden ve eleştirici bir yaklaşımla inceleyen ben oldum" derken Weydemeyer'e beş sene önce mektupta yazdıklarını tekrarlar. 


İnsan, diğer insanın eylemine ihtiyaç duyduğunda politikleşir ama bundan önce, her kişi, ancak diğer kişinin ürününe ihtiyaç duyduğunda insanlaşır. Ürünler ya da her biçimiyle insani etkinlikler, karşılıklı ilişkilerinde yalnızca gizli/açık meta biçimlerine büründükleri için mübadele edilebilirler. Değişimde metalar, ancak değer olarak vardır ve diğer rayiç ürünlerle karşılaştırılma yoluyla fiyatıyla pazara sunulur. Ürün, çağa özgü olmamak kaydıyla mübadeleye girdiği andan itibaren metadır. Yani algılandığı ve kullanıldığı gibi sadece kapitalizme ait bir olgu değildir. Meta kurduğu ilişkiler ağında paradan önce gelmiş olan bir soyutlamadır. Gençlik eseri Alman İdeolojisi'nde "Sosyalizm, daha önceki faaliyet tarzına karşı yönelmiştir; çalışmayı ortadan kaldırır" demesine karşın (s.66) Marksçı sosyalizmde teorik olarak metayı ve çalışmanın nedenlerini ortadan kaldıracak bir cümle bulmak imkansızdır. Kapital'de ifade ettiği gibi "Emek, sermayeye bağlıdır". (1/375) Vaadedilen özgürlükler dünyası, karşılıklı sorumluluklar ve emek sermaye çiftleşmesinde çalışmanın merkezde olduğu zorunluluklar dünyasıdır. Elbetteki alınacak esas tavır, emeğin ürünü olan eşyayı olumsuzlamakla olurdu. Oysa bir sanayi devrimi düşünce pratiği olan marksizmin, kurumlarıyla olsa da üretim biçimiyle bir problemi yoktur, İnsanlar, şimdiye kadar kendileri hakkında ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip olmuşlardır. Onun savı, üretim tarzından ziyade, üretici  güçler ile üretim ilişkileri arasında uyumsuzluğun ortaya çıkmasına dayanır. "(..) Her fabrika, büyük bir maddi servetin ortak bir üretim amacında entelektüel yetenekler ve çok sayıda teknik beceriler ile oldukça geniş bir birleşmesidir". (1844/115)  Aynı bakış Kapital 3 ciltte de rastlarız: Gerçekte özgürlük alemi ancak emeğin zorunluluk ve günlük kaygılarla belirlediği alanın bittiği yerde fiilen başlamış olur. (..) Özgürlük alemi, doğası gereği, fiili maddi üretim alanının ötesinde bulunur. "Niçin Marksizm?" cevabının ipuçlarını okumak isteyenler Nüfus Üzerine'nin 174-194 sayfalarına bakabilirler. Spekülatif felsefeye ayar veren spekülatif ekonomi politik, fenomenlerin, antagonizmalarına rağmen mutlak varoluş biçimleri olduklarına inanmamızı bekler. Normatiflerin, önümüze suni formlarla servis edildiklerini söyleyebiliriz. Onları farklılıklar olarak değil, sentezlenen beraberliklerin, zoraki birliklerin hastalıklı ilişkileri olarak kavrıyoruz. Meta bir dolayımdır. Kapitalist üretim tarzının temelini atan devrimin yapısını anlamadaki soyutlama, somuta doğru evrilirken ütopyayla yine idealist bir durakta sonlanır. Ayrıca bk. Grundrisse 1/75

"Metalar, dünyaya, kullanım-değerleri ya da demir, keten bezi, buğday vb. gibi ticari mallar olarak gelirler. Bu, onların, sade, yalın, maddi biçimidir. Bununla birlikte, bunlar, yalnızca iki yanlı bir şey oldukları, hem yararlılığın nesneleri ve hem de değerin taşıyıcıları oldukları için metadırlar. Birisi fiziksel ya da doğal biçim, birisi de değer-biçim olmak üzere, iki biçime sahip oldukları sürece, ancak meta olarak görünürler, ya da meta biçimine bürünürler. Metaların değerinin gerçek varlığı, onu nerede ele geçireceğimizi bilmememiz yönünden gönüllü yosmadan ayrılır. Metaların değeri, onların özlerinin kaba maddiliğinin tam karşıtıdır, maddenin bir atomu bile bileşimine girmez. Bir metayı kendi başına elimize alıp istediğimiz gibi evirip çevirelim, değerin bir nesnesi olarak kaldığına göre, kavramlaması olanaksız gibi gö­rünür. Ama bir de, metaların değerinin salt toplumsal bir gerçeğe sahip olduğunu aklımızdan çıkarmaz. Bu gerçekliği, yalnızca, özdeş bir toplumsal özü, yani insan emeğini ifade ettiği ya da taşı­dığı sürece kazandığını gözönünde bulundurursak, değerin, ancak, metanın meta ile toplumsal ilişki içerisinde kendini gösterebileceği sonucuna kolayca ulaşmış oluruz. Gerçekte biz, metaların ardında gizlenmiş değere ulaşmak için, metaların değişim değerlerinden ya da değişim ilişkilerinden hareket etmiştik. Şimdi yeniden, değerin bize ilk kez yüzünü gösterdiği bu biçime dönmemiz gerekiyor. Başka bir şey bilmese bile, herkes, metaların, hepsinde ortak olan bir değer biçimine sahip olduğunu, ve bunun, kullanım değerlerinin çeşitli maddi biçimleri ile tam bir karşıtlık gösterdiğini bilir. Bunların para biçimini kastediyorum. Burada, bize, burjuva iktisadın bugüne kadar elini bile sürmediği bir görev, para biçiminin doğuşunun kaynağını, metaların değer ilişkisi içindeki değeri belirten ifadesinin gelişmesinin kaynağını, en yalın ve hemen hemen farkedilemeyecek biçiminden, göz kamaştırıcı para biçimine gelinceye kadar incelemek görevi bize düşüyor" der. 

Politikleşmiş bir üretim/tüketim toplumunda, tatmin edilmesi gereken ihtiyaçlar değil fikirlerdir.. Önerilen ve radikal addededilen çözüm ise politikanın askıya alındığı bir üretim/tüketim toplumu modelidir.. Zekaya hakaret kısmına girmeden devam edelim..

İnsan felsefeyi yaratmaz; felsefe, insan aracılığıyla kendi çıkmazını, garip soyutlamalarıyla gizemini yaratır. Bunu yaparken, aynı zamanda, para gibi bir soyutlamanın da ne olduğu bilmecesini çözmeye uğraşır. En basit değer ilişkisinin, bir metanın, başka türden bir meta ile olan ilişkisi olduğu besbellidir. Bunun için, iki metanın değerleri arasındaki ilişki, bize, tek bir metanın değerinin en basit ifadesini sağlar. Karşılıklı yapıları şekillendiren bu süreçten geçiş koridorunda nesne/özne bilincinin mütekabilyet içinde olması gerekir.

Marks'ın kapitalizmle gösterdiği agresif tutumun, radikal direncin ezen/ezilen ilişkisinden kaynaklanan insani bir karşı çıkış olarak değelendirilmesi yaygın bir kanıdır. Oysa dipteki sorun, proletaryanın üretmek için gerekli ihtiyaçlarının sistem tarafından karşılanmamasıdır. Çünkü burjuvazi, kâr oranlarını yüksek tutarak işçiyi modern yaşamın verimli çalışma olanaklarından mahrum eder. Aklın ve bedenin bütün ihtiyaçları, maddi ve toplumsal münasebetler, üretimden gelen gücün diyalektik karşılaşmalarlarıyla belirlenmelidir. Dolayısıyla doğal gereksinimler, basitçe bireylerin doğal ihtiyaçları olarak değerlendirilse de, buradaki amaç fabrika rejiminde çalışanın çarkın dişlisi olarak gereksinimleridir. İşçinin, kendi işgücüne gerekli eforu temin edeceği ve ailelerini sermayenin emek gücü olarak üretimin dünyasına eksiksiz olarak imkan vereceği bir talepte bulunulmaktadır. Proleter bir üretim aracıdır ve verimli çalışmasının ihtiyaçları giderildiği oranda işiyle özgürleşecektir. Toplumun bir ihtiyaç sisteminde eksiksiz ve dengeli tekamülü, üretim araçlarıyla, üretici güçlerin uyum içinde ilerlemesi modern sosyalizm olarak adlandırdıkları marksizm için kabul edilebilir diyalektik bir gelişimdir. Leibniz, bir mıknatıs eğer bilinç sahibi olsaydı, kuzeye doğru yönelimini, özgürce bir olay olarak tanımlayacaktı diyor. Hayret etmemek gerekir: Araçların minorleşmesi, aracıların uzmanlaşması, makinaya ve sermayeye bağlılıkların artmasıyla beraber maddi hayat safiyetini, fikirler masumiyetlerini kaybetmişlerdir. Bireyin şahsi ihtiyacını, toplumun ihtiyacı karşısında uzlaşmaz bir çelişki gibi konumlandırsak bile insana ait olan her şey, insansı olan ne varsa mutlak surette öznenin açtığı gayri şahsi kulvarda kendi sınırları dışına doğru taşan bir yolculuğu sürdürecektir. Düşüncenin yeniden üretimi, bir kerteden önce apriori sadece henüz toplumsallaşmamış hayatın pusulasıyladır. Gelişen ihtiyaç kavramı, çelişkilerin uzlaşmazlığına aldırmadan sistemin kendinde mevcut veriler üstünde yükselir. Düşünce, dünyadaki somut görünümlerden başlayarak hareketlenir. Olması gerektiği haliyle maddeci görüş somuttan yola çıkan düşüncedir. Eğer düşünce hayatın gerçeğinden değil de, ide'nin soyut yansımalarından gücünü alıyorsa bu madde dünyasına sızan metafiziktir.. Gerçek olanın üzerinde istibdat uygulayan apriori felsefe saf irade ise adı ne olursa olsun bu saf ideolojizm ve idealizmdir.   



Kapitalist/Sosyalist toplum arasında ontolojik fark yoktur. Endüstri toplumlarında ihtiyaçlar, sermaye biçimine bürünürler. Ancak soyut emek ve finansı sağlayan kapital tarafından giderilirler. Para'nın işlevi ideolojik farklılıklara aldırmaz. Demokratik ya da diktatörlüklerde;  tüm toplum modellerinde birebir aynıdır. Sorunun çözümsüzülüğü, bizatihi problemin amorf biçimindedir. Emeğin dolaysız ve aracısız değişimi gibi arkaik çözümler de, ihtiyaçların toplumda ancak meta olarak mübadele edilebilir olduğu gerçeğini değiştirmez. Tarihin başlangıcıyla birlikte düşünce formları ilk önce toplumda ortak eylemlerle sembolleşir; ardından soyutlamalar sanatta, dilde ve dinde yeniden  şekillenir. Toplumun tekamülüyle giderek artar ve zeminle uyumlu düşünsel bir mükemmelliğe ulaşır. Mikhail Bakhtin'in ifadesini politikleştirirsek: emekle sermaye arasındaki müstehcen ilişkide kapitalizmin tavizsiz kendi morfolojisini koruduğu eyyamcı diyalojik karşılaşmaların, 21. yüzyılda böylesine pespaye bir kaynaşmayla sonuçlanmaması gerekirdi. Emeğin sermayeyle mücadelesinin, birinin diğerine muhtaçlık ilişkisi olduğu perdelenmiş, üretimin zaafiyetleri anlaşılmamıştır. Kapitalist rejim, halkın tüm yaşamını ilhak ederek emek zamana dönüştürür. Toplum, kendinden nedendir. Öznel hayatlar, dünyanın servetini paylaşanlara meze yapılır.

Emek/sermaye çelişkisini ortadan kaldırmak için eğer yola çıkmışsak, kapitalizmin ihtiyaçlarıyla, proletaryanın gereksinimleri arasında bir fark bulmakta güçlük çekeriz. İhtiyaçların sermaye toplumunda aldıkları biçime odaklanırsak, gelecekteki bir ütopyayı değil, ancak kapitalist çelişkilerin kurguladığı mevcut toplum içindeki alternatifler olasılığını düşünürüz. Filvaki, teorideki hipoteze bakacak olursak komünizm veya müşterek üreticiler toplumu, bir çeşit uzak gelecek düzeni değil, aynı neslin hedefindeki yakın bir derleniştir. Aşina olduğumuz ihtiyaç algoritmasına, eşya rejimine uygun bir tahayyül vaad etmektedir tüm devletçi çözümler. Hegel gibi Marks'ta da toplumsal sözleşmenin bir ayağında sorumluluk anlamında etik prensipler vardır. Bu bağlamda birey özgürlüklerini, politik teorisinin kapsamı direktifleri doğrultusunda topluma feragat ederek kurtuluşuna erişir. Felsefelerinin tersyüz, tepesi üstü demeden bedensel bütünlüğünde ya da ontik eylemindeki genel çizgisi, tümel ve evrensel olanın tikel ve öznel baskınlığıdır. Mahdum ilhamını tarihin diyalektiğinden alsa da akıl etkinliğini empirik desteğe ihtiyaç duymadan sadece diyaloglarla, karşılaşmalarla, düşünme yoluyla yapmaktadır. Son kertede etik anlayış, pratik olandan idealist olana savrulur. Emir hükmündeki önerme, kişiyi özgeciliğe sevk eder. Teoride en iyiyi özgürlük değil disiplin, komün, yurttaş, cemaat gibi kolektif sorumluluk prensipleri oluşturmaktadır. Özgürlüğün toplumsal iyi olarak ortaya konması, spekülatif etik anlayışın vitrindeki teleolojik perspektifini ortaya koyar. Özgürlük, bireyin tarih içindeki beyhude çabasıdır. Bu tespit, kategorik düşünceyi ihlal eden şahsi bir kanâât olarak okunabilir. Ancak sosyolojinin 'doğru' olarak namlandırdığı sınıfsal yapıyı ortaya çıkaran siyasal toplumsal süreçlerin tamamının da hakiki olduğu söyleyemeyiz. İnşa edilmiş bir gerçekliktir tarih ve bilgi atlasında bazı yükseltiler ve çökeltiler, tecrübe ettiğimiz hayata ait gerçeği olduğu haliyle yansıtmaz. Her coğrafyanın farklı mahsülleri kendi doğasından zuhur etmesine rağmen küreselleşme her kategoride tektipleşmeyi evrensel bir doğru olarak dayatmaktadır. Standart İş ve Değeri oluşturan çarpık konum bugüne kadar hem muhafazakar hem de radikal düşünceler tarafından hakikat mertebesinde kanıksanmıştır. Artı Değer'in elde ediliş şeklindeki açmaz, düşünce ritmimizde spesifik bir eşik oluşturmamasına karşın nakarattaki Değer'i oluşturan entrika, kartezyen bir formülasyon olarak yargısız kabul görmüş durumdadır. Özgürlük planlarının merkezindeki tabir yokedici bir kavramdır, negatiftir ancak sahte hedef olarak toplumsal ehemiyetiyle yaşamaya devam eder. Grundisse'de (1/162'de) tespit ettiği gibi değişim değerine tekabül eden çelişkinin temeli korunduğu sürece mübadeleye sunulan emeğin değerinin para olması kaçınılmazdır. Çalışmanın nedenini artık algılayamaz olmak, öznenin as'l gailesini ideolojiye teslim etmektir. İnsanlığın bütün organları devletlerin himayesinde ve uzmanların denetimindedir. Zihnin derinliklerinde evrensel olduğunu zannettiğimiz bazı psikosomatik normatifler vardır. Hastalık bünyeseldir. Ah Bakunin ah!..

Authority kelimesinin yetkin kişi olduğu gibi kullanımına göre kişinin baskıcılığını ifade eden olumsuz bir anlam yüklendiğini de unutmayalım; kısaca toplumdaki özne, derinliğe ait mevzu olduğu gibi sert yüzeyin kendi topolojik bükülmesi olarak da zuhur edebilir.

Yalnız bizimle aynı endişeleri paylaşanlar değil, hepimiz sonunda kaybedeceğimiz bir oyunu bile bile oynuyoruz.. Peki amaç ne?  Şayet hedefse başlangıçta gözlerimizi kilitleyerek yola çıktığımız ütopyayla, ulaşılan hedefin ontolojisinin aynı olmadığını görürüz. Töz için, kendi kendine varolan; varlık nedeni kendisi olandır. Varolmak için kendisinden başka bir şeye gereksinim duymayan şey dediğimizde bizim de dışarısın olmadığı yerde insan malzemesi farklılaşır. Deri kalınlaşır eskir, tecrübe denilen illet ruhu olmasa da bedeni korkak yapar; eklemler kireçlenir, gözler görmezden gelir, kulaklar uzar, duyular kendine yabancılaştıkça edilgenleşir. Uzaktan detaylarını göremediğimiz 'şey' vardığımızda başka bir şey olarak yaşanır. Yarını düşünmeden bugünü gözü kapalı yaşayan gençlerin yerini, bugün ve yarınlarını kaptırarak gözü açık giden yaşlılar alır.. Alınan dersi, anlatacak zaman kalmaz.. Bunları niye yazdık. Marks'a liberal demokrat dememize üzülen arkadaşlarımız olmuş. Marks'ın 22 Temmuz 1853'te New York Daily Tribune Gazetesi için yazıya bir göz atmalarını öneririm. Şöyle diyor Marks: ' İngiliz kılıcının dayattığı bu birlik, şimdi elektrikli telgraf ile güçlenecek ve süreklilik kazanacaktır. İngiliz eğitim çavuşları tarafından örgütlenen ve eğitilen ordu, Hindistan'ın kendi kendisini kurtarmasının ve önüne gelen ilk davetsiz yabancıya av olmaktan çıkışının kaçınılmaz koşuluydu.' Yazının başlığı Hindistan'da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları. Hindistan'ın bugün İngilizlerin attığı temelde bir devlet yapılanmasını hala sürdürdükleri ve dünyanın Çin'den sonra gelen en büyük günlük tüketim araçlarını ihraç eden ülkesi olduğunu düşünürsek Marks haklıydı diyebiliriz. Bunu zaten liberaller de söylüyor. Marks'ta özgürlüğü ararken, Amerikan kamu oyunu aydınlatmak için mülteci krizleriyle boğuşan neo liberalizm dünyada, hegemonik ve faşizan bir dili yeniden yarattı. Geçtiğimiz hafta NY Times'da Roger Cohen'in liberalizmin faşizme yenildiğini ifşa eden yazısı başta Cumhuriyet gazetesi olmak üzere mutedil yazarlarda büyük ilgi uyandırdı. 150 yıl önce Marks'ın N.Y Tribune yazdıkları doğrultusunda neo liberallerin teorilere yeniden rastlamaya 'serendipty' mi diyeceğiz?  Genetiği değiştirilen ahlak anlayışının yapaylığı içinde, gene de insanda içeride kalan ölmez bir damar var; bir ışık gördük mü burun direğini sızlatan; umut var hâlâ dedirten! Jean Paul Sartre'ın beklentisi Cezayir sorundan sosyalizmin teorik inşasına kadar bir dizi katılaşmış düşünceden farklıydı. Varoluşunun tekil anlamının izini derinden sürdü. İnsanın, özgür iradesini kullanmasını engelleyen nedenlerin peşine düştü. Biz dinsel malzemenin, yaşamın her alanda belirleyiciliğini söylerken o, kendi doğru ve yanlışının peşine düşemeyip toplumun değer yargılarına yaslanan özniteliklerine dayanmayan, otantik olmayan bir yaşam biçiminde belirleyiciydi. Bad faith dedikleri sadece karşı kıyıda tutunanların kötü kaderiydi. Toplum üyelerinen, üyeleri toplumdan bencil ihtiyaçlarını gidermesini bekler. Bireyin varlığını, bir üst iradenin idamesi uğruna feragat edeceği kaderi doğuran kötü inanç aslında Hristiyan ahlakıdır. Batı toplumunun tüm ideolojilerini bu tür özgecilik sarıp sarmalamış ve biçimlendirmiştir. Bu, sağ/sol liberal vd. aydınlarla sıradan insanın emrivaki buluşma noktasıdır. Post-modern çağın önemli figürlerinden Zizek'in itirafı, Afrika'dan Asya'dan Avrupa'ya halen göç eden mültecileri garipseyen zihnin trajedisi; ekmek kapısı olan mutsuz bilincinin ikrarıdır. O, daha iyi, daha namuslu bir Batılı olmanın sınav sorusunu şöyle cevaplandırıyordu: "Adorno'nun bir tema haline sokamadığı şey, Kant'ın aşkınsal döngüsündeki 'gayrı-insan'ın değişen konumu; bu boyut Levinas'ta eksiktir" derken Levinas'ın bütün o ötekilik övgüsüyle birlikte dikkate alamadığı şeyin bütün insanların temeldeki aynılığılığın değil de, ötekinin gayri-insaniliği olduğunu vurguluyordu. Doğrudur. Ebu Garip'in ardından gayri-insaniliğe indirgenmiş bir insanın ötekiliğin çırpınışı, umarsamazlığı iletişim araçlarının işgüzarlığıydı sanki. Entelektüel duyarlılığa kapılmış bir elektriklenmeyle uzak bir coğrafyadan bahseder gibi Ortadoğudaki demememiz gerekir. İçimizdeki ürkütücü Müslüman figürüyle, toplama kamplarındaki yaşayan ölüyle örneklenen ötekilik olduğunu ifşa ediyordu. Levinas, şoah/holocaust=soykırım tabirini toplama kamplarındaki herzelerin artık herkes tarafından bilinir olmasının getirdiği cesaretle, cüretkerca kullanır. Onun insan olma hakkı, Avrupalı'nın ihlaliyle sadece inkitaya uğramamış, Batı'nın konumu iğrenç bir parodiye dönüşmüştür. Ancak Levinas gibi ırkın gazabına uğrayan bir Yahudinin konumu Filistinlinin durumu karşısında öfkesine yenik düşmemelidir. Eros'un Fenomenolojisi, Sıfatların belirişinin öncesindeki zayıflık, bizatihi başkalığı niteler. Sevmek başkası için endişe etmek, onun zayıflığı karşısında yardımına koşmaktır" der. Tevrat'ta bizde olduğu gibi "Faiz alma!" emri vardır. Bunu bir musevi arkadaşımıza sorduğumuzda "doğru bizde de var ama eksik hatırında kalmış". "O, kardeşinden faiz almayacaksın emridir" demişti. Levinas, soykırımı yaşamamıştır; yalnızca başkalarından duymuştur ve böyle bir muammele için kendi tarafına acırken, gerçek anlamda kardeşleri için ötekileştirmenin ne olduğunun bilincini geliştirmiştir. Bir Filistinlinin öfkesine hak vermesi başkadır. Şabra ve Şatila katliamlarında "Etik karşısında ne yazık ki kendi sorumluluğuna sahiptir diyordu. Hocalı, Beslan ve diğer katliamlarda sadece tarafları dinleriz ancak taraf olmak yetmez; canın yanmadan, ruhunda, derinde o acının ateşini duymadan öteki hakkında tanıklığın entelektüel bir gözlem olmaktan ileri gitmeyeceği doğru bir saptamadır. Hegel'in "kötü sonsuzluk" olarak adlandırdığı canavarca süreç tam da budur belki. İslam coğrafyasına taşan dramanın tamamının nedeni yanlış değil, ta mahfillerden, üst aklın merkezlerinden vekalet eden menzillere hatalı yapılandırılmış bilinçtir. Mantıksal olarak doğru, kendi dengelerini kurmuş, diyalektik tutarlığa sahip olması yetmez. Hakikat perspektifinden doğru görünebilir; ancak tözdeki duruş, öznel merceğin bakışından farklıdır. Levinas ideolojik açıklama çağrısının temel koordinatlarını yeniden ürettiği ölçüde -ötekinin savunmasız yüzünden yayılan sonsuz çağrıya 'ben buradayım' diye karşılık verdiğim zaman ben etik değil sadece duyarlılık ve sorumlulukları gelişmiş bir siyasi özne haline gelmiştir. Zizek gibi figürlerin onun için tam olarak artık 'işte buradayım' diyemeyecekleri ve benim de bu onun bu dokunaklı çağresizliğinden dolayı, gıyabında ve mukabilinde 'işte buradayım' çağrımın hükümsüz halini dokunaklı bir şekilde ilan edeceğim perişanlığım olacaktır. 




Tarih tekerrür etmez, eden zamandır. Zamanın içeriğini dolduran tarih ise sınıfların öğrenerek mücadele ettiği diyalektik bir alanıdır. Burada sıradışı olan, sınıfsal karakterlerin birbirlerine ve beklenmedik başka şeylere dönüşüm ihtimalidir.

Bir ezber olarak tekrarlandığı gibi tarih tekerrür etmez; eden mekanik bir hareketi biteviye tekrarlayan insansız zamandır. İnsan, ifadesini değişimde, eşitlenemeyen farklılıklarda bulur.Düşünmez misiniz! emriyle metafiziği parçalayıp epistomolojik bir kabul olan 'islam' geleneksel bir din olmaktan farklılaşır. Ötekinin, ezilenin, aklını kullanma çağrısıyla yoksulların kimliği olur. Karşısındaki emperyalizmin dini olan hristiyan retoriğinden farklı bir ideolojik önermesi ve bu dünyaya ait kurucu bir temennisi vardır. İslam saf haliyle vicdani bir tercihtir. İnsani bir idealdir. İlk elden mesajları gözönüne alırsak ekseni eşitlik olan bir arayıştır. İlahi mesaj zenginleri muhattap almaz. Din bizatihi yoksullara gelmiştir ve onların siyasi plandaki başkaldırısı olarak nihayetinde dünyadaki iktidar seçeneğini hedeflemektedir. Durum mülkiyet hukukunun bir taraf lehine güç kazanmasıyla gelişir. Amacı ezilen ve aşağılananların yürekleri titreten konumu olsa da son kertedeki arzu ezilenlerin yönetimidir. Peygamberler hakim yönetime karşı bizzat yoksul halkın gücünü yanlarına alarak yepyeni ufuklar açmışlardır. Tümel yaklaşırsak kılığından kıyafetine, toplumsal düşünüş şekli ve geleneklerine kadar dini halkın üretim şekline bağlı olarak ortaya çıkan bir yaşam tarzı olduğunu görerek onu siyasallaştırmak mezheplerin asli gelişim alanı olmuştur. İnsanı kendisine, doğasına, yeryüzüne yabancılaştıran 'akıl' ile hesaplaşmasınının mantığı insanın tarihinin emek ürünü olduğu gerçeğini saklamaz. Hegel'in Fenemolojide bir Alman olmanın getirdiği derin bir hazla saptadığı gibi mazlumla zalimin öyküsündeki süreklilik, dünyada ilerlemenin enerji kaynağıdır. Doğru kavramının, bilgi deneyinin tekil ve her yaşamın benzersiz tecrübesiyle anlam kazanacağını, ancak görerek/bilerek değil, yaşayıp öğrenebileceğine inansak da Töz belirlenen olduğu kadar belirleyicidir. Yetiştirdiğimiz hayvanlar, tahıllar, bitkiler ya da yaptığımız eşyalar, ürettiğimiz fetişler aracılığıyla zihinlerimizi ve bedenlerimizi yeniden şekillendiririz. Bir suç örgütü olarak uygarlık organizasyonun üretmenin şehveti üzerine inşa edildiğini ortadadır. Özgürlüğün, tarihsel doğamızda kazananılacak bir konum olması, yel değirmenlerine saldıran Don Kişotunki gibi traji-komik bir durumdur. Modern çağa geldiğimizde belirleyici olan fabrika düzeninin halkın yaşam tarzını ele geçirmesidir; şehrin sesi olan proletaryanın dışında soyut emeğin yarattığı piyasanın alternatifi yoktur. Görünen o ki, dünya en kötü sistem olan kapitalizmdir ancak ezberleri tekrar edenlere karşın bilinen o ki, kapitalizmin yerine koyacak işleyen bir sistemi icat etmek olanaksızdır. Ezberlerle işi götürdüğü için de denenmiş/sınanmış cepte keklik bilgiyle hata yapmayan bilimi üretir sosyolojiyle ilgili akademik dünya. Ne var ki, bazı alanların yıldızları olarak ışıldayan, dünyaya bakışı değiştiren insanlar, o mesleğin değer yargılarını hiçe sayan, oyuna dışarıdan katılanlar arasından çıkar. 'Avrupa'nın hasta adamı Osmanlı' deyişi tarihe gömüldü. Bugünse 'Hasta Adam' Avrupa/Amerikan uygarlığı. Krizlerle sarsılan kapitalizmin yıkılacağını söylemek Marks'dan bu yana tekrarlanan en büyük hayal.. Ne var ki 2000'lerden itibaren kökten sallanan dünya ekonomisinin hasta olduğu bir gerçek. Wall Street eylemleriyle Batı coğrafyası yeterince sarsıldı. Bunda savcı Bharara'nın rolünün büyük olduğunu Tıme dergisine kapak olduktan sonra öğrendik. Kıyamet tellaları, kaybedenlerin olduğu bir dünyada kazananlar olduğunu unutuyor. Finans kapitalin Batı'dan göçü sürerken mültecilerin temel vasfı olan emek ise aksi yönde coğrafya değiştiriyor.. Reza'ya kilitlenmiş medyaya karşın başka İran asıllılara da rastlıyoruz. Bunlardan biri Nouriel Roubini (d. 29 Mart 1959, İstanbul, Türkiye) ABD'li ekonomist ve mevcut IMF danışmanı ve IMF'nin Türkiye şefi başkanı. 1959 yılında İstanbul’da dünya gelen Prof. Dr. Nouriel Roubini, aslen İran Yahudisi olan ailesi ile birlikte iki yaşındayken Tahran’a taşınmış. Daha sonra ailesi ile yaşamını İsrail ve İtalya’da sürdürdüğünü okuyoruz. Medyada yazanlara göre Tahran'da ilk ve orta öğretimini tamamlayan Roubini, ardından Amerika’ya gidiyor. Harvard Üniversitesi’nde Uluslararası ekonomi eğitimini tamamlar. 1982 yılında Kudüs İbrani Üniversitesi master yapar (B.A.) ünvanına sahip olur. 1988 yılında Harvard Üniversitesinde doktorasını (Ph.D.) alır. Yale Üniversitesi'nde 1988 - 1995 arasında Ekonomi Politikası Araştırma merkezinde görev yapan Nouriel Roubini, ABD Hazine Bakanlığı'nda Temmuz 2000 ile Haziran 2001 arasında danışman olarak bulunur. 'Politik İnişler ve Çıkışlar: Teori ve Delil' adlı kitabın yazarlarından olan Roubini, bir döneminde IMF'ye danışmandır. Araştırma konuları arasında uluslararası makroekonomi ve uluslararası finans, para politikası, ekonomi politikası, politik ekonomi ile büyüme teorileri vardır. Amerikan vatandaşı olan Roubini, İngilizce, Farsça, İbranice ve İtalyanca konuşabiliyor. Arap Baharı, Güney Avrupa’daki borç krizi ve şu anda ABD’de yaşananlar Amerikan İmparatorluğu’nun yıkılma sürecinin başlangıcı gibi sözler, onu ‘jenerasyonunun en iyi antropoloğu’ olarak nitelendirilen anarşist Dr. David Graeber’a aittir. ABD’de ‘Occupy Wall Street (OWS)-Wall Street’i İşgal Et’ eylemlerinin startını Kanada merkezli Adbusters dergisinin verdiği söylenir. Ancak Türkiye'de alan araştırmalarında Graeber'in, Amerika'dan dünyaya yayılan bahar eylemlerinin farklı topografyalarda sistemli bir hal kazanmasında en büyük katkı sahiplerinden biri olmak vasfına da haiz olduğuna şahit oluyoruz.


Eşitlik düşüncesi, farklılıkların üstünü kapatmak gibi bir gizli tehdit barındırır. İnsan olmanın ifadesi, değişiminde, eşitlenemeyen farklılıklarında bulunur. Sermaye, ancak kümülatif olarak algıladığı zeminde tektipleştirmelerle normlarını yaratırsa zehrini aktarabileceği, öngörülebilir bir sistem yaratmak ister.


ABD başkanlık seçimlerini finanse eden Wall-Street, 4 Kasım 2008 seçimlerini kazanan Barak Obama'nın da bankalarla olan organik bağını kurmuştu. Buna rağmen 2007 krizinin 38 büyük aktöründen biri olan Sachs'ı ahlaka mugayir ikramiyeler dağıttığı ve yüksek karlar sağladığı için 'şişman kedi' olarak suçlamıştı. O günlerde ünlü Independent gazetesi, Goldman Sachs'ın dakikada elde ettiği karın 14 bin sterlin olduğunu yazıyordu. Finanslaşan kapitalizmin teminatı olduğu kadar tescilli ama sabıkalı aktörlerinden biri olan Goldman Sachs'a Amerika'da irtikap, rüşvet, dolandırıcılık suçlamasıyla dava açılmıştı. 2007 Krizine müteakip İngiltere Başbakanı Gordon Brown, Goldman Sachs'ın yatırımcıları yanlış yönlendirerek Londra finans piyasasında yüz milyonlarca sterlinin el değiştirilmesine neden olduğunu söyledi. Obama 'bankalara savaş açtığını' ilan ederek, kamuoyunu yatıştırmak ve zararını telafi etmek için 90 milyar dolarlık ek vergiler koyarak kurtarma operasyonuyla verdiği paranın bir kısmını finans kurumlarından geri aldı. Ancak paranın halen geri gelmeyen büyük kısmını Obama'nın iktidarı ele geçirmesinden sonra devreye giren Arap Baharı'nın kışkırttığı savaşlara malzeme tedarik eden silah endüstrisinden temin edileceği biliniliyordu. Plan bölgedeki müteffiklerle birlikte yeni bir coğrafya yaratmak için tefekkürle uygulanmaya başladı. Çürümüş diktatörlük leşlerinin paylaşımından herkesin beklentisi farklıydı. Logonun giderek kenetlenen, büyük resimde birbirine eklenen parçalarına baktığımızda zıtların ittifaki dudak uçuklatacak cinstendir. Geçtiğimiz günlerde ABD'nin yanıbaşındaki sorunu Komünist Parti'nin 6. kongresinde, Devlet Başkanı Raul Castro'nun reformları kabul edildi. Yapılan resmi açıklamada, Jr. Castro'nun “sosyalist modelin gözden geçirilmesine” yönelik yaklaşık 300 önerisinin bin delege tarafından oylandığı belirtildi. Anadolu Ajansınının geçtiği habere göre Castro'nun önerileri arasında, özel sektöre açılım, kamu sektöründe istihdamın daraltılması, devletin yaptığı para yardımlarının azaltılması gibi maddeler yer alıyor. M.Hardt/ A. Negri, Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan Ortak Zenginlik'te Ortadoğu'daki senkronize isyanların öncesinde Küba, şimdiye kadar sadece kendini zamanda dondurarak, başlangıçtaki bileşenlerini kaybetmiş bir sosyalist ideolojiyi korur hale geldiğini söylüyordu. Krizin sonuçlarını kendinden uzak tutmayı başardığını münasip bir lisanla sanki kitlelerin arzularına karşı ülkenin çıkarlarının lehinde bir gelişmeymiş gibi aksettiriyordu. Buna rağmen , ekonomik krizin muazzam baskısı, turistleri yolunacak tavuklar olarak gören yönetimin çaresizlikleri, suskun infialin derin etkileri Papa'nın ardından Obama'nin ziyaret sürecinde gözlemlendi. Akılalmaz tavsiyelere karşı Küba halkı, kaderini belirleyeceği belli olan iki seçenekli ama ikisinin de birbirinden korkutucu olduğu alternatifleri nasıl bertaraf edebilirdi? Sovyet deneyiminin mefruç olmasından sonra Çin'in neo-liberal evriminde emekçi nüfusun perişanlığına şahit olduk. Aydınların umut veren temennilerinin aksine Obama'nın ziyaretinin ertesinde Küba'dan da kötü kokular gelmesini efsane lider, son mohikan Fidel Castro sonrası dönemin hazırlığı diye yorumlamak gerekiyor galiba.

Marks Kapital 1/541'de vurgular: Bugün için vazgeçilmez sanılan ama aslında gereksiz olan bir yığın iş yaratılmıştır. Yıl 1867

Hardt/Negri ikilisi devletlerin adı değişse de, ekonomilerin sabit bir ideolojilerinin olamayacağı gerçeğini görmüş gibi davranmışlardır hep. Gerçeklikten çok bir ideolojiye karşılık gelen halk egemenliği nosyonu, sıklıkla demagoglar tarafından, kendi iktidarlarını gizlemek için kullanılmıştır. Tarih güruhları kandırarak kendi yöntemlerini meşrulaştıranlarlarla doludur. Demogojik bir analojiyle kendilerine tüm muhalif unsurları yok eden proleter ya da burjuva demokratların olumsuz misalleri ne yazık ki diktatörlerin yüzünü görmemiş müridler tarafından olumlu örnekler olarak anılıyor.. Dünyada son merhalede büyük iktidarlara eklemlenen küçük iktidarların bir üst akıldan bahsetmesi ironidir. Sosyalist devlet yapılanmalarında da aynı yöntemin özgürlükler ve ütopya adına vazgeçilmezliği nihayetinde tüm mücadelelerin ekonomik-politik zarfta geçtiğini gösterir. Burada hükümetleri sürdüren nedenlerin, Castro örneğinde olduğu gibi mutlak bir durumla parelellik, gerçeğin bir güncelleşmesi olarak hükmedebilme halinden ayrı düşmemesi zorunluluğunu görüyoruz. Bulunduğumuz günlerde Obama Küba'yı ziyaret ederken onu havaalanında düşük profilli bir yetkili karşıladı. Ne olursa olsun Castro, yanlış kurgulanan bir anlatının nihayetinde konumlanır. Merkez Bankası ilk başkanı olan Guevera gördüğü için bırakmıştır. Peki süreç nasıl işledi; sadece politik mi? Hayatı üreten bilinç değil, bilinci üreten hayatsa teknolojilerin birbiri ardına pazara etken ve edilgen bilinç atakları olarak sürümü, şirketlerin verimlilik ve kâr odaklı beklentileri, imalatı gerçekleştiren ancak proleter olmalarına karşın zihinleri proletar olmayan çalışanların ve hayatımızı paylaşanların yeniden üretimi, varlıkbilimsel zeminin de yeniden üretimidir. Zekice yazmak, yeri geldiğinde önermeleri kendi pratik tecrübesiyle yetkinleştiren, bağlantıları mükemmel kuran okurun hafsalasına güvenmek, anlayışına sığınmaktır. Geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğin çarpışması sonucunda şimdinin içine sıkışır. Ontolojinin sorgusu, zamanın sadece tümel değil, minor bağlantılara ve çıkarlara sahip siyasal bir erek olduğunu da belirtir. Bu erek daha çok, toplumsal yapıdaki boş yerin, kafilenin nesnelliğinden çok, kifayetin yoksun başıboş öğeleriyle ilintilidir.  Onlar çokluk değil, tekil, iki farklı varlık değil, bir ve aynı varlığın arka ve beri yüzüdür. Bir dünyanın geceyle gündüzüdür. Negito, hareketin diyalektiğinde fenomendir; görünüş değil belirişidir; insanın eylemi tözün zamanına, dünyanın iki yüzüne işlenmiş bir ve aynı varlıktırlar. İnsan, derinliğe ait değildir. Yanılsamanın kendi suretindeki topolojinin bükülmesiyle ontik varlığı belirir.

Toplum denilen formlar, bireylerin bencil nüfuslarını güven içinde muhafaza edebilecekleri barınaklardır. Üretimle ortaya çıkan gereksinimler, duruma uygun ve gittikçe şahsileşen yepyeni ihtiyaçlarla tarihsel süreçte şekillenirler. Üretim araçlarının mülkiyetinden çok üretimin yarattığı yoksunluk ve ruhsal sefillik, insanın barışcı doğasına yabancılaşmanın nedenidir. Eğer hakikati arıyorsak bu kadar laftan sonra sormamız gereken temel soru şudur: İnsan için gerçek ihtiyaç nedir? Tüm akıl sağlığı yerinde olanlar bilirler ki, artık gerçek olan paradır ve para tüm bireylerin hakiki ihtiyacıdır. Ne yapmalı? 









***