Bu Blogda Ara

1 Kasım 2014 Cumartesi

Not Defteri / Kasım 2014 - Türk Resminde 80'ler kuşağı


                             Komet, 1984 Ekim




Birkaç istisna dışında sanatçıların Kenan Evren'in başkanlığını yaptığı darbe döneminde kişisel arzularını askıya alarak sermaye rejimiyle aralarına mesafe koyduklarını ve halk adına tutarlı bir mücadele verdiklerini söylemek abartılı olur. Meta rejiminin ontolojisine aykırı bir bilinç katmanı, finans kapitalin beğenisinin formatladığı muhatabından özerk bir zümre siyaseti olamaz. Oysa bugünün sanat yazarları, dönemin eleştirmenleri, tarihi mücadeleden hiçbir şeyi anlamadıkları halde sanat adına okurun duymak istediği her şeyi yazıyorlar. Herkes adına yaşadığımız bu öykünün dürüst, cesur, güzel ve renkli olduğunu söyleyemeyiz... 1980'lerde sanat, kendi misyonunu eğer kusursuz olarak gerçekleştirebilseydi, bu sonraki kuşakların ölümü olurdu..


1980 Kuşağı: Serhat Kiraz, Bedri Baykam, Yusuf Taktak, Kemal Önsoy, Şenol Yorozlu, İsmet Doğan, Hale Arpacıoğlu ve diğerleri ..  Onlar, bir dönemin sonunda ve Şükran Moral'ın provokatif işlerine hazırlanan zamanın başlangıcında yer alırlar.. 

Toplumsal değişimler kuvvetlinin iktidarının değil, zayıfların lanetinin sonucudur. Hayatın süregiden gerçeğini değiştirmesi, fikirlerin parlaklığından ziyade, mustarip olunan hakikatın önlenemez gücünden dolayı gerçekleşir. Bu sergi, 1980'lerde başlayan, kendiyle sınırlı kalmayan büyük değişimi ve dünyada kapitalizme alternatif yaratılamayan bu üretim sürecini düşünmemiz için iyi bir vesiledir.

İnsanın doğaya yabancılaşması, onu 'emek' ile kontrol altına aldığı sürecin eseridir. Abartarak yücelttiğimiz 'emek' aslında nedir? Adam Smith bu soruya 'değer' diye cevap veriyor. Ama biliyoruz ki, bir semptom olarak 'değer' toplumdaki eşitsizliği ve hiyerarşiyi yaratıyor. 'Negatif' bir etken olarak tahakküm ve herkesin kaderini belirleyen 'değer' in ortaya çıkması subliminal 'görev' tanımıyla ilintilidir. Sorumluluk pahasına parçalara ayırdığımız hayatın gerçeği, tarihle birlikte üretim sürecinde nesneleri arayüz yaptığımız bilince ait farazi bir 'diyalektik' sürekliliği yalanlar. Bilim ve tekniği denetim altında tutan ekonomi politik, hakikati içinde aradığımız doğaya rakipleşerek onun özü gibi görünmeye çalışır. Temeli 'üreme pratiği' olanın, uzmanları ve çokbilmiş özneleriyle vitalin anlamına aykırı işbölümüyle ortaya çıkmasını 'Ulusların Zenginliği'nde A. Smith şöyle ifade ediyor : "Birbirlerine hiç benzemeyen seciyedeki kimseler arasında örneğin, bir bilgin ile sokaktaki sıradan bir hamal arasındaki fark, pek öyle yaradılıştan değil, daha çok alışkanlık, adet ve eğitimden ileri geliyor görünmektedir. Bu kimseler dünyaya geldikleri zaman ve ömürlerinin ilk altı ya da sekiz yılında birbirlerine çok benzerlerdi. Ne ana babaları, ne oyun oynadıkları arkadaşları aralarında göze batan bir fark görebilirdi. O yaşlarda yahut az sonra, bunlar çok farklı işlerde çalışmaya koyulurlar. O zaman aralarında ayrılık göze batmaya başlar ve bu gitgide genişler. Öyle ki, artık tüm o kendini beğenmişliğiyle filozof atalarıyla bir tek benzeyiş noktası bulunduğunu kabule yanaşmayacaktır. Ama alışveriş, trampa, değiş etme isteği olmasaydı her insan yaşamak için muhtaç olduğu her gerekli ve elverişli maddeyi kendi başına ele geçirmek zorunda kalacaktı. Her birinin yerine getireceği ödev, yapacağı iş aynı olacak, büyük yetenek farkları doğurabilecek biricik etken olan böyle bir görev ayrımı bulunmayacaktı." (..) "bütün toplumsal birikim, üretken emeğin sonucudur"  Adam Smith'in özellikle 'emek' ve 'sermaye' hakkındaki gözlemleri, ardından gelen düşünürlerin; hatta bir bilim olarak temelini attığı iktisatın temel argümanları olmuştur. Yoğunlaşmış emek, eşittir sermayedir. Değer, toplum örgütlenmesinde sermayenin seferber ettiği kitleleri üretici olarak çalışma zamanında, tüketici olarak öznel zamanının her merhalesinde sömürür ve genişler. Burada bütün zeminde faal olan cinsiyetsiz, zümrelerüstü, soyut bir mekanizmaya işaret edebiliriz. Görülmeden gören 'panoptikon' bakış, ışık kaynağından yayılana olduğu kadar modern envanterden algı merkezine geri gönderilene; beyne iade edilip bilgiyle tasarruf edilene de tabidir. Nesneler dünyasından kadrajladığımız imajlar tüm heybetleriyle kendilerini zihne takdim ederler. Karanlığı delen hüzmenin açısı satıhın altında kesintiye uğrasa da, kutsiyetçi metaforlarla öznenin gözünde agrandize edilen iktidarsal tertibatının hedefi, ağ üzerinden büyük bir aygıt olarak öznelleşen inorganik gövdenin tümünü asayiş altına alarak kuşatmaktır. Biyopolitik irtibatlarıyla makro bedene sızarak doğrudan doğruya, kılcal damarlarımıza, hücremize, organlarımıza yönelir. Dışarının, işbölümünün yarattığı uzmanlıkla giderek mikro düzeyde çalıştığını, obsesyonların dehşetiyle içteki algımızı kontrol ettiğini, farklıları yok ederek ultra 'birlik' arzuladığını iddia edebiliriz. Hegel'in tanımıyla söylersek 'dünyayı bir gece gibi kuşatmak' dememiz gerekir. Biyo politikaların giderek alacağı biçimin ölüm politikaları (thanatopolitique) olacağının bilinci, katastofik kehanetleriyle felsefenin olduğu kadar arsız iştahıyla emperyal bilimlerin de gündemindedir. Ekonomik arzın yarattığı keyfiyetler ve çokluğun aparatlara ve yapay mekanlara bağımlılıkları evrene, yeni bir ontolojik figür olarak insana ait olduğu çok şüpheli bir türün bilgisini vermektedir. Bedende öğüttükleriyle nörolojik sistemi etkileyecek değerler, canlı emeğin mekanı olan corpus'u bir zihinsel üretim/tüketim değirmenine çevirmiştir. Bedenin toplumsal olana katılımının her safhasını, ekonomik doğanın malzemesi ve çıkarların beraberliğiyle toplumsal egemenlik aracına dönüştürmüştür.  Fenomenal bilincin davranışı, 'sapere aude!' çağrısıyla varlığa ait olması gereken organik yasayı radikal bir reddedişle değiştirmiştir. Adam Smith'in önce telaffuz ettiği (bk. UZ, s39), sonra Marks'ın teorisini onun üzerine yükselttiği "Emek, biricik değer ölçüsüdür." tanımı tüm toplumsal göstergeleri oluşturan, makus geleceği belirleyen temel unsuru ifşa ettiği için önemlidir;  o, büyük fotografı görmez ve kodları, hücrelerimiz içine gizlenmiş şifreleriyle sadece tüm ilişkilerin 'meta'  biçimini almasını vurgulamaz; lakin bir olgu olarak emeğin değerleşmesi ve servetin kaynağını teşkil etmesiyle, kimsenin dışarıda kalamadığı cinnet toplumunun standartlarını belirler ve öznelliğin duvarlarını örer. Özgürlük, ancak bu hudutlar dahilinde savunulabilir. Temsili sistemde değerden muaf kalan bir talep düşünülemez. Politik hegomonyanın, meta üretim sürecinde kamu karşısında zirve yapması, sadece sınıfların mücadelesiyle açıklanamaz. Şizoid fenomenin özgürlüğü arzularken bile, icra ettiği eylemlerin ve tüm eşitlik/adalete ait ahlaki, cinsel ya da dinsel kategorilerin nihayetinde rezonanasla güçlü ekonomik sentezler yaratarak kurtuluşu amaçladığı ortadadır. İşbölümü, insanın, nesneler aracılığıyla doğasına yabancılaşmanın nihai sonucu değil, kaotik meselenin, negatif ahlakı ajite ederek eşitsizliği güncelleştiren sofistike iştiyakın asıl nedenidir. Kendini bir 'sentez' olarak dayatmaya çalışan soyut düşünce, amacı belirsiz ideolojiler sayesinde sistemin kendini revize etmesine sağlar. 'Üretim yapmayan bir toplum yaşayamaz' der Marks. Oysa, güvenlik açıklarını onaran, yaraları saran bir cihaz olarak 'politik umut' endüstrisi, refah toplumunu ütopyasının merkezine yerleştirirken üretimin behemehal nelere bedel olduğunu sorgulamaz. Hayatın fabrikalaşmasının biçimini, üretime şartlanmış zekanın özünü değiştirmeyi tahayyül bile etmez. Ancak iktidarın fonksiyonları sabit kalmak üzere yerini farklılaştırır. Birbirine zincirli istihdamlar yaratmış toplumda, çalışmanın tutsaklaştırıcı ideolojisine karşı çıkmadan 'özgürlük' olası değildir. Bugün hayatın tüm mekan ve zamanlarını kontrol eden kapitalizmden herkes huzursuz. Onun alternatifi olma savıyla ortaya çıkan Marksizm, refah toplumu arayışında bir bolluk teorisi düşü kurarken hiçbir zaman -üsüle ait değil- esasa dair sorunları; dünyadaki kaynakların tükenmesine yol açacak zaafiyetleri ve işbölümünün bizatihi yarattığı kadın/erkek eşitsizliğinin cinsiyetler arasındaki kapanması imkansız adaletsizliğini, organik hayatın bağrında yersiz yurtsuzlaşan inorganik toplumun yaşam sınırlarını ve olası intibak imkansızlıklarını fazla dert edinmedi. Heidegger'den Althusser'e kadar muarrız ve mahdumlarıyla sonraki kuşakta bile 'demokrasi' isteği, -Hegel'in devlet tekeline verdiği katkının tüm mukavametiyle- bireyler arasındaki uzlaşmanın, sembiyotik melezliklerin değil, teorik muhayyilede sınıfsal sorumluluklarını farkında olmayan toplumsal histerinin çağrışımları olarak yankılandı. Ampirik şüphecilik maddeye karşı eksilerek çoğalıyor,  emek, kaybederek kazanıyordu. Kapitalist metafizik, ruhlar alemiyle irtibatını kesmede acelesi olan tahammülsüz öznenin, sanayileşen bünyesine riskleriyle ölümüne bir yaşamın kurallarını ve gerçeküstü perspektifini koydu. İki karşıt merkezde de erk'e ait 'şiddet', -modernizmin kendi kurumsal teşekkülü olan totaliterlik eleşitirisine rağmen- kültleşen bedende hükümrana; fazlaya ait parçasıyla kendi iç dinamiklerinin aşırı normalleşmesi olarak tasvip edildi. Muallakta kalan, askıya alınmış, kaybetmek için kazanılmıştır; sisteme entegre 'emek' terimi itiraf etmeliyiz ki bilinç mekanizmasının itibarında hatalı yapılandırılmıştır. Marks'ın gözlerini diktiği piyasa (üretim) anarşisi, sömürünün, eşitsizliğin, hiyerarşinin tekerrür eden dinamiği olarak tüm cüretiyle kozmosa meydan okuyan insana sahip olması gereken karanlık enerjiyi, potansiyel rezervi sağlar. Artı değer, 'pazar' denilen biraradalık kültürünün kışkırtıcı etkeni; o da biliyordu ki, ilanihaye barış, toplumsal mutabıkat ve bireysel özgürlük bağlamında marsksist ütopya yok hükmündedir. İnsan ruhunun sınıflar üstü arzu ve taleplerinin bir politik çözümü olmadığı malum. Sıkça eleştirdiği Malthus'un nüfus ve kıtlık endişelerini biliyoruz; olasılığın şakaya gelir yanı yoktu. Göçlerle değişen kürenin heba edilen kaynaklarını ve insanlarda yaratacağı distopik dinamikleri kavrayamadı; oysa düşünmesi için zemin müsaitti. Ekonomi bir bilim olmadığı gibi toplum da insanların bir arada bulunmasıyla tamamlanacak bir yekûn değildir.

Ne proletarya/burjuvazi, ne mümin/kafir ne de emperyalizm/sömürgeler; bunların hepsi, zaman içinde biri ötekine dönüşebilir. Ne ki, dünyada ilelebed devam edecek ve çözülmesi imkansız olan tek çelişki kadın/erkek eşitsizliğidir! Biyolojik çaresizlikler vardır. Bunu ortadan kaldıracak keşif, insan ırkının da sonunu getirecektir.

Envanteri yaratan sorunları tahmin etmiş olan anarşist geleneğin, endüstri devriminden itibaren katkıları önemlidir. Marksist teori, 1871 Paris Komünü travmasıyla gardını alan burjuvazinin darbeci sınıf siyasetine karşı despotik bir ideoloji olarak 'proletarya diktatörüğü' tezini kavramsallaştırdı. Koşullar uygundu ve çok geçmeden ulus bazında Marksizm, monarşileri alaşağı eden cumhuriyetçilik sürecinde kalkınmacı bir yurtseverlik öğretisine dönüştürüldü. Yabancılaşmadan kurtulmaya çabalarken iktidarın eteklerinde daha önceden hiç düşlenmemiş yabancılaşma biçimleri, çalışma tarzları, baskıcı üretim modelleri yaratıldı. Yaratılan izdihamla hiç sevimli olmayan çehresi içinde bir oligark suretini fetişleştirmekten bahsediyoruz. 'Elektrik, Blanqui'den bile daha devrimci' olduğunda 'meta fetişizmi' eleştirisinin pratikte yok hükmünde olacağı belliydi. Hegel'in idealizmine kökten itiraz edenlerin, devlet tasavvurunu değiştirmeden muhafaza etmeleriyle, ekonomizm karşısında radikalizm içeriksizleşmiştir. Sağı/solu olmaz; iş'in mucidi biriktilmiş paradır. Sermaye, ölü emektir, canlı emeği yani proletaryayı işe koşma gücüne sahiptir. Adı sosyalizm, kapitalizm olması farketmiyor; işbölümü esasına uygun cürüm işlemek üzere organize olan sistem kapitalizm değil sanayi tipi üretim ilişkisidir. Bir düzenek olarak endüstriyel örgütlenme biçimi, hedefi olmayan eğitim, normu belirsiz sağlık, ve cezalandırıcı hukukuyla sadece doğayı değil beden organizmasını ve zihnin yeryüzünün matrisinden oluşan tüm bilinç katmanlarını da genişleme süreci içersinde ilhak ederek hakikat alanından uzaklaştırmıştır. Emperyalizm, dış kolonizasyonu takip eden son yüz yıllık süreçte üretiminin müşterisinden, alışkanlıklarının bağımlısı haline getirdiği bireyi, çeşitli adlardaki ideolojik iştiraklarla tahakküm ilişkilerinin tam merkezine yerleştirmiştir. Özne yoktur artık; 'nesne', her siyasal alternatifte, kümelenmiş bir 'çokluk' olarak tasniflenmiş insan malzemesidir. Özne kendinden mütaharrik bir metafordur. Zat-ül hareke, aydınlanmanın zafiyetine uğratılmış insandır. Kapitalizmin gadrına uğrayan özne, sistemin sigortası olan eleştirel düşüncenin, biyopolitik felsefenin, muarrız sosyolojinin, hatta ortaklaşacı politikaların nesnesi; dışarısının kalmadığı yeryüzünde yapay zeka olarak kurumlaşma aygıtının metası durumuna gelmiştir. Zihin ya da tin; kamu olanın ontolojik bilgisi yanlış bilinçtir. Despotik siyasetin tek menzili vardır; kalkınmak. Ne var ki, kitleler bugün kapitalizme karşı radikal bir teoriye ve geleneğe ihtiyaç duyduklarında geriye dönüp aradıkları adalet ve eşitlikle ilgili hakikati bulmak için çaresizlikle Marksist arşive başvuruyorlar. Oysa dün olduğu gibi yarın da -göstermelik özerklik belki ama- 'özgürlük', bir üretim ekonomisinin zemininde, tüketim araçlarının florasında/faunasında, tüm bilinç katmanlarının hiçbir cüzünde kesinlikle yer almayacaktır. İnsan, iç dünyadaki mücadeleyi kaybettiği için dış dünyada, o dünyanın paylaşılmasında bir şeytan arayışı içindedir. Emek kavramını yüceltmek, daha fazla demokrasi değil, daha fazla iş ve eşya demektir. Öznenin dünyası yalnızlaştıkça, hayatına kattığı nesnelerin dünyası kalabalıklaşır! Monark, komünist toplum ütopyasında ruhun izini sildiğinde geriye mühürlenmiş olarak bedenin işi ve iktidarı kalır. Hegel, her şey zeminde mevcut der; Saint Simon'dan itibaren ütopik sosyalist gelenek radikal Marksistler tarafından lanetlenmiştir. Marks'ın, Alman İdeolojisi'nde 300 sayfa boyunca dalga geçtiği Stirner, 'Tanrı'nın işi, insanlığın işi, gerçeğin işi, iyinin işi, doğrunun işi, özgürlüğün işi ve daha niceleri. Bunların hiçbiri benim işim değildir, benim işim sadece benim olandır ve o genel değil, biriciktir, benim gibi' diyordu. Keşke dediğini anlayıp kavrayabilse Marksizm, seçeneği olduğu düşünülen kapitalizmin tarihteki kötü bir kopyası, hatta Doğu Blok'nda bir karikatürü olarak zuhur etmekten belki kurtulabilirdi. Sonunda 'cennet' vaadiyle yola çıkan sosyalizmin apokaliptik metinlerle tamamlamakta eksik kaldığı 'özgürlük' kavramını liberterler, pazarın içinde sıkışmış özneyi ferahlatacak fısıltılar, onu mutlu edecek küçük rüşvetlerle zeminde, yeryüzünde aşkın kılmak istediler.. Nerede; başta modern tarihin ana yurdu İngiltere'de!

Her şey değişirken biz gelişebilirdik. Biz gelişirken toplum değişebilirdi. Ne var ki toplumsal sendrom, daima sistemin özneleri arasında gayri meşru bir taleple nükseder. Sanatın resmî söylemleri terketmesiyle birlikte politika, din, felsefe; gündelik hayatla ilgili bilinen bütün sadakat bağlarının kopartıldığı süreç, özerkleşmesinin başlangıcıdır. Bundan sonra gelen post modern dönem; tüm değer ve ilkelerin terkedilmesiyle sanatın muhataplarına sınırsızca saçmalama hakkı vermiştir. Burjuvazinin zenginlikleri, yeni örgütlenen kurumsal yapılanmada taraflarca paylaşılmıştır. Bir taraf, emeğin sömürüsüyle kaybettiği itibarı sanatla kazanırken, diğer taraf gösterisine finans temin ederek sermaye rejiminin aklanmasına vesile olmuştur. Bu durum sanatçıyı kader birliği ettiği kitlelerden uzaklaştırarak beklenenin aksine proleterleştirmek yerine burjuvalaştırmış, skandallara endeksli öznesinin sınıfsal ve ilerici karakterini pratikte ortadan kaldırmıştır. Ancak..​ 

Abartmamak gerekir: 80 kuşağını yaratan, sadece kendilerinin duyarlılık ve yetenekleri değildir. Bir politik ontolojinin sonu olması gereken ölüm, başlamada geciken bir dönemin doğum sancılarını arttırmıştır. Avrupa'nın üzerinde Nobelli iktisatçı Hayek'in serbest piyasa ekonomisi tezleri dolaşmaktadır. Tepesi üstü Hegel metaforu komiktir. Her zaman olanın fiziğine, diyalektik süreci olmayan doğanın ontolojisine karşı Aydınlanma bizatihi bir idealizmdi. Sanki ilerleyerek ulaşılacak bir hedef varmış gibi sunulan ve metafizik tahayyül üzerine inşa edilen otoriter hegemonyayı, istilacı yayılmacılığı onun tezlerinden ayrı tutamayız. Komünizm, bir 'çalışma' ideolojisidir; esas itibariyle tüm arzu ve kurumlarıyla kapitalizmin bir türevidir. Özgürlük mü? Krizin kalbine inersek, Marks dışında mesihvari bir tavırla müridlerini düşünme değil de dünyayı değiştirmek için eylem yapma konusunda oldu bittiye getirmiş başka bir felsefecinin olmadığı aşikardır. Marks, yüzyıl önce Batının niyetini ifşa etmişti: "Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile son derece kolaylaşmış iletişim araçlarıyla bütün ulusları; hatta en barbarları dahi uygarlığın içine çekiyordu" Yarım yüzyıllık rötarın ardından dünyanın bulunduğumuz coğrafyasında, ekonominin bu parselinde, Süleyman Demirel'in müsteşarı Turgut Özal'ın '24 Ocak Kararları' ile ülke, küresel sermayeyle arasındaki bariyerleri kaldırma yönünde ilk adımı attı. ABD'de Ronald Reagan, Almanya'da Helmut Kohl, İngiltere'de Margaret Thatcher bu ortamda iktidara gelip özetle piyasa ekonomisi diye tabir edeceğimiz neo–liberal politikaların benimsenmesine öncülük ettiler. Resmî olarak süregelen Keynescilik ters yüz edildi. Dönüşüm, ekonomide giderek burjuvaziyi zenginleştirirken, 
sivil toplum kuruluşları, bienalleri vd. paralel mecradaki etkinlikleriyle zımnen devletin otoritesini aşındırdı. Sivil insiyatiflerin  peşi sıra sergi ve gösteri alanlarının yıpratıcı etkisi büyüktü. Böyle bir çağda sanatı sorun eden gençler,12 Eylül'e kadar geçen sürecin politik birikimi ve küreselleşmenin birbirine yakınlaştırdığı bireyler olarak ürün vermeye başladılar. Karikatürde Selçuk Demirel'in hicvi, alışılagelen politik kavramların acımasız olduğu ölçüde kapitalizmin de bireysel katkılarla genişletebileceğimiz derin olumsuzlamasıydı. Eleştirel sanatın bütün seksiyonları zembereğinden boşanmışçasına hazır materyal ve görsellerle, var olan gerçeğin karşısına öznel mi öznel başka bir hakikati, barışıklıkla, meta rejiminin kurallarını altüst etmeden yerleştiriyorlardı. Adına 'kapitalist üretim süreci' denilen tarihin bu büyük anlatısında hayata, dolayısıyla pazara sürülen tüm imge ve sembollerin içini doldurmak aydınların asli görevidir. Metinlerde anlamların olduğu kadar toplum düzeninde insanların da nasıl birbirine eklemlenerek imkanların türetildiğini görebiliriz. Soros'tan anti kapitalist müslümanlara, çevrecilere, feministlere, hatta KP'lere; sanatın sarkastik etkisi ve kapitalizmin eleştirisi olarak sosyalizm ve Marksizme; otoriter tahakkümün ürettiği mübadede değeri olan 'hakikat' üzerinden gerçekleşmeye başlayan çatışma doğrudan doğruya sistemle olmasından ziyade öznelliğin kurumsallaşmasıyla tekillikler ve müşterekler üzerinden geliştirilir .. Operatörün elindeki araçlar bunlardır ve değiştirmeye çalıştığımız dünyada görev tanımı zannetiğimizden fazlasıyla muğlaktır. Bu yoksulluk ve yoksunluk içinde ancak daha fazla hayal ve sisteme dair umudu olanların dikkat çekeceği ise barizdir... Serhat Kiraz, Bedri Baykam, Yusuf Taktak, Kemal Önsoy, Şenol Yorozlu, İsmet Doğan, Hale Arpacıoğlu, Mevlut Akyıldız, Bünyamin Özgültekin, Mithat Şen, Aydın Ayan, Bubi Hayon ve diğerleri .. Onlar, özgürlük şiarıyla tüm ideallerin tasfiye edildiği, bütün muteber inançların yıkıldığı bir dönemin sonunda ve sonun başlangıcında yer aldılar.. Özeldiler; doğru zamanda, doğruluğu tartışılır bir mekanda sadece kendilerini değil kendilerinden öncekileri de etkileyerek dönüştürdüler. Sanat pratikleri 80’lerle birlikte nispeten özgürleşti; sadece konular değil sözel materyal ve olağan malzemelerde de farklılaştı. Referans noktası artık salt Akademi olmaktan çıkmıştı; alıcıyla satıcı aynı fikirde olmasa da genç Türk sanatı adım adım daha evrensel ve bağımsız bir profesyonelliğe kavuşuyordu. Evrimsel merhaleleri Hayek'in açtığı serbest ticaret yolunda merdivenleri çifter çifter çıkanlar bu geçişte cepheyi genişlettiler; sembiyoz ya da dönemsel sıkışmaların, sosyal basınçların, tıkanmaların ekonomik nedenleri üzerine farklı meslek gruplarını da kapitalist üretim sürecinin içine katarak çözümler üzerine birlikte kafa yormaya başladılar. Sanata içeriden bakarak anlatmak sanat eleştirmenlerinin işi. Ancak, bu sergide 1950/60 diliminde doğmuş ve 1980-1989 arası ürün vermiş kuşağı anlamlandırmak için sanat tarihçilerine, işin uzmanlarına değil, kullanışlı cihazlara; makroskopa, her yeri görebilen bir merceğe, hatta ufki bakışla yorumlanacak bir dünya haritasına ihtiyacımız var. Sonrasını çok takip edememiş olsak da dönemleri ve sanatçıların başlangıç serüvenlerini biliyoruz. Serginin fikir sahibi Bedri'nin vurguladığı gibi "II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde doğan kuşak The Beatles, Pink Floyd, Rolling Stones'un müzikleri ve 68 rüzgarları ile gittikçe özgürleşen bir dünyada büyümüşlerdi" Marks, dünya devriminin Almanya'dan başlayacağını iddia eder; 'tarih kötü olan çatlaktan ilerler' dese de böylesi öngörülemezdi. Almanya'nın yarısı 1944'te SSCB işgalinin ardından sosyalist oldu. Baba'nın ürkütücü bir figür olarak Freud'a nazire yaparcasına komünist terminolojiye girişi 1918'deki Lenin/Kautsky polemiğine tarihlenir ki 1919'da Almanya'da Rosa Luksemburgların öldürülmesiyle zaten çoktan başlamış bir cepheleşmeden söz ediyoruz. Büyük Öteki'nin sarih olarak ismini koymak epey zaman aldı. Soğuk Savaş deyimi ilk kez 1947 yılında ABD'li Bernard Baruch tarafından kullanıldı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa'nın parçalanmasıyla dünya ruhen ve bedenen ikiye bölündü. Ardından Nato, Varşova Paktı, Çin/Rusya rekabeti, Çin'in Kore ve Amerika'nın Vietnam saldırısı, Ortadoğu'da Baas, Nasır gibi ulusal toparlanmalarla mil­letlerarası politikaların alanı genişledi; Asya, Afrika ve Latin Amerika da uluslararası siyasetin arka bahçesi haline geldi. Stalin'in ölümünün ardından bedava iş gücünü özgürleştiren ve mantığını doğru olarak kuramadığı artı değeri üretmekte zorlanan bir ekonominin son kaynakları Afganistan işgaliyle heba oldu. Finansman krizi SSCB'nin Gorbaçov'la birlikte sonunu getirdi. Bu tarih ikinci dünya savaşının ardından sosyalist ajitasyon ve Rusya propagandasına rağmen ABD'nin sanatı içeriksizleştirme gayretleriyle hazırlıklarını tamamladığı çağdaş sanatın sahne almasının başlangıcıydı. Nesneleri kurduğu cümlelerde kelimeler gibi kullanıp insanları düşünmeye zorlayan Marcel Duchamp'ın 1968'de ölmesinin ardından yükselişe geçen yeni anlayış tuval resmini öteliyordu. Koleksiyoner Mustafa Taviloğlu sorduğumuz soruya yazılı olarak verdiği cevapta 'İş nedeniyle sık sık seyahat ediyorum ve yurtdışı sergilerini ziyaret ediyorum. Dönüşte bir moralsizlik çöküyor. Adapte olmak için bir süre gerekiyor' demesine karşın  yaklaşık bir tarihte; 9 Ocak 1987'de İsveç'ten bize gönderdiği mektubunda Şenol Yorozlu 'Burada yaşadıklarım ve gördüklerimden sonra kendime olan inanç ve güvenim bir kat daha arttı. Şunu rahatlıkla yazabilirim; bizler bu gibi ülke sanatçılarından çok daha iyiyiz. (..) Bence dünyaya açılmanın zamanı!' diyordu.   

Aslında 'dünya' bizim için Batı'ydı, Avupalı için Türkiye Doğu'ydu; ancak bu kavramlar coğrafi olmaktan önce bilince ait mevkilerdi..


Tabiatın yönetilme sorunu varmış gibi dünyayı kavramak, çeki düzen vermeye çalıştığımız hayatın asıl anlamını yadsımaktır. İnsan bilinci, kurulu gerçekliği inkar etmek için bir dile ve onun vasıtasıyla oluşturabileceği imajlara ihtiyaç duyar. Özünde politik bir etkenlik, yaşadığımız ana ait bir praksis felsefesi olan çağdaş sanat, uluorta entrika çevirebilir, halka kapalı matinelerde propaganda yapabilir, toplumun bilinç altına/üstüne, dışına telkinlerde bulunabilir! Sanatın sonu diyerek kimsenin kınamaya hakkı yoktur; o, bunun için buradadır!

Post modern engisizyon tezgahlarını yaşıyoruz; şahit olduğumuz günümüz geçmişinin izini 1950'lerden başlayarak sürmek gerekir. ABD'nin Hitler'den sonra ekonomik yayılmacığını arttırması, kültürel varlığını sürdürebilmesi için yeni bir düşman yaratması gerekiyordu. Joseph Raymond McCarthy 'nin işgüzarlığıyla Truman-Eisenhowerların imal ettiği Avrupa'nın üzerinde dolaşan yeni dalga komünizm hayaletinin sarsıntıları çok geçmeden bize kadar ulaştı. İlki trajedi, ikincisi komedi saptamasına uygun olarak her ülkede soğuk savaşın propagandasına uygun düşen kendi özgünlükleriyle bezenmiş melodramlar yaşanmaya başlanmıştı. 1952'deki TKP tevkifatı, aynı yıl Nato'ya girişimizin diyetidir. Tercihin aydınlar üzerindeki kuşatıcılığı, yeni hayat tarzının sosyolojik etkileri olacağı, siyasetin tarafların hayal gücüne yansıması kaçınılmazdı. Bu ortamın doğurduğu toplumcu sanatçılar, kendi özgün dillerini oluşturdular. Öte taraftan kaçacak yeri olmayan entelijansiya, halka sadakatlarını sınamak için bile 'değişim' istiyordu. Gerçi bu tanımlamaya Marcuse'nin, Foucault, Sartreların çıkışını, birinin Küba, ötekinin İran tecrübelerini; hatta Genet'nin 'Açık düşmanımı arıyorum' repliğini parantezde tutarak değinmek gerekir; halkta karşılığı olmayan bu değişimin gerisin geri tepmesi nefes darlıklarına yol açtı. Biçimsel tahakkümlere ait bütün varoluş biçimlerinin aynı maddi koşulların zuhuru olmasıyla soyut başkaldırış ile somutta tüm ifadesini bulan tekillikler arasındaki keskin çatışma, üretimin seçeneğinin değişmezliği, organik dünyaya karşın eşyanın tabiatına maddeten bağımlılığın imkansızlığı gözönüne alındığında tepede uzlaşmak zorundadır. Rasyonalite adına politikanın organizmalarına nüfuz eden ikameci aklın zamanın amorflaştırdığı mimari (kurgusal) coğrafyada istinatsız çoğaltılması ne özgün bir sol parti ne de sağda yaratıcı birikimler sağladı; gene de en nezihi, kültür-sanattı. Avrupa görmüş flanörler, topluma karşı çıkarken, güruhu onaylamak zorundadırlar; bu sol adına sürdürülemez bir aymazlıktı. Özellikle edebiyattaki münevverler, kimsesizlikten değil herkesleşmekten muzdariptiler. Sanat, sekansla toplumun duygu yoğunluğunu artırmaya yönelik yapılan iştir; dolaysıyla bedelinin 'para' olması bir duygu istismarına yol açmadan ödenebilmesi, kamusal ilişkilerin doğal boyutu olarak algılanabilir. Ancak müşteri kamu değil bizatihi tüm huysuzluğu ve hırçınlığıyla öfkesini kustuğu para rejimidir. Meta sistemi, çalışan bedenleri serbest bıraktığında, boş zamanlara sirayet eder; gezgin ruhlar her an -söylemesi bile abes görünen- devrim/değişim isteyen kapitalizmin idelojik saldırısı altındadır. Aydınlar, 'her şeyi kazanmakta olduklarında bile yitirecek hiçbir şeyi olmayanların cinneti içinde olan' burjuvazinin, emek ile arasındaki sınırları gevşetirken tanımları/terimleri yeniden belirleme stratejisine katkı sağladılar. 1980'lere geldiğimizde kadın/erkek eşitsizliğinden, çalışma koşullarına, nükleere, dışavurumculuktan, ekolojiye, felsefenin yenilenen ilkelerinden, hayvan haklarından melezleşmelere; her şey, çağdaş sanatın yıkıcı retoriğine uygundu. Komünist Manifesto'da veciz bir ifadeyle belirtildiği gibi sermaye, katı olan her şeyi buharlaştırdı, kutsal olan her şeyi dünyevileştirdi; en sonunda insanlar yaşamın gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlandılar.  ​D​iyalekti​k kavramına gösterilen iki farklı bakış vardır : İlki Leibniz ya da Spinoza'nın etkisinde olduğu panteizmdeki gibi;  ​çokluğun aslında teklik olduğu fikrini ileri süren monist bir ontolojik anlayıştır. Bilgiyi, açtığı delikten (Barthes'in 'Camera Lucida'da dile getirdiği 'punctum' misali) bakarak mutlak bir bütünlüğün içinde kalmak koşuluyla ​neden/sonuçlarıyla temelde metafizik bir diyalektik ​inşa etmek için kullanırlar. İkinci görüşte ise Parmenidesin öğrencisi Zenon ve modern çağda Hegel'de ifadesini bulan sarsılmazlığıyla, zıtların birliğiyle senkronize olan temel postulatlarıyla düalist, epistemolojik anlayış​tır. Ölçülmeyeni kuşatan, bir tutunma noktası arar. Bir nedeni (cause) değerlendirirken  sivil toplumda (affect) bireylerin karşılaşmalarıyla duygudan üreyen bilgiyi ​hayatın geldiği yerde bilimsel koşullarla gözlemlese de, devamında -ya da temelinde dememiz gerekir- inayetçi çerçevede ​tutarak görüntüler. Spinoza dönüşümü normalist etiketle insanın davranışlarındaki kimyaya tekabül eden (effect) duygulara bağlar: "Her şey bedenimize ve düşüncelerimize uygun gelen karşılaşmalar örgütleyebilme kabiliyetimizle teşekkül eder." Köle/ efendi sembiyozunda olduğu gibi içteki punctum'un kamerasından 'etik karşılaşmalar' dediği dünyaya ​daha yüksekten ​bakar. Ancak bir dizi ahlaki prensipler silsilesinin kesin​likleriyle diyalektiği yaratıcı düşünme, siyasal karar verme ve ​praksis felsefesine bağlamasına karşın Marks'ın radikal hezeyanlarının, kurallarını finans kapitalin koyduğu endüstriyel dönemin metafizik monadından ayrıldığını iddia etmek hayaldir. Kapitalizmin bir bütün olduğu ve sermaye birikiminin kurucu olmadığı hiçbir toplum yapısı modern inşa döneminde yoktur. Tüm idealizmiyle Marksçı esinti, kapitalizmi imha (ihya?) politikalarına rezerv teşkil edecek kadar -insana değil de ekonomiye endeksli olan- ideoloji adına ütopya denilen 'cennet' metaforuyla sulandırılmıştır. Ed Begley doğru ifade ediyor: İnsan tarafından yaratılan bir şeyi yok ettiğimizde adına vandalizm deniliyordu. Doğanın yarattığını imha ettiğimizdeyse adı 'ilerleme' oluyor.. Ancak, Begley'in çevreci tezahüratına karşı insan, sadece doğayı değil, birikimini ve tarihini de kırıma uğratarak ilerleme hürriyetine sahipti. Özgürük taleplerinin sonsuz, dünyayla iletişimin önünün açık olduğu bir ortamda nominal kanaatleri, standartları oluşturan belgeli verileri, herkesin herkesle olan mücadelesinin arşivini göz ardı etmek oldukça zordur. Zaten dünyayı değiştirmek gerekir diyen Marks da 'Toplumlar, üstesinden gelemeyecekleri sorunları gündeme getirmezler' demesine karşın, 'insanın, doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşacağını, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşacağını' ve bunun bir problem olarak birgün önüne geleceğini 'biliyordu' demek isteriz. Edward Said modern öznenin kurum karşıtı bir varlık olduğunu ifade eder. Devletin ağırlığına karşı yürüttüğü mücâdelede yılgınlığa düştüğü, yorulduğu, hatta yenildiği zaman umut ve hakikatı aradığı yer, Rousseau gibi ruhen saklanacağı mevzii tabiattadır. Anarşizme göz kırpan bu kaçışın kültür/sanatta en yoğun ifadeyle duygusal bir karşılığı vardır. İndirgemecilikle tarihte olanları, aradığımız normlarda iyiler ile kötüleri sıfatlarıyla biçimsel elemeye tabi tutarsak büyük bir hata olur. Bu bağlamda 80 öncesi Türk sanatını ele alıp incelediğimizde, 12 Eylül darbesini takip eden dönemde üretilen eserlerin kavramsal ve plastik değişimlerinin ötesinde sanattaki ontolojik dönüşümün nedenlerinin jeopolitik süreç ve ekonomik hayatta nelere tekabül ettiğini daha somut değerlendirebiliriz.

Sanatçılar yapıları itibariyle zor insanlardır. Sürüye katılmamış ya da katılamamış olmalarının haleti ruhiyesiyle, içlerinden gelen sesin etkisiyle, her iktidarın dayattığı tüm biçimlere insiyaki olarak karşı çıkarlar. Bu kendi jargonlarını teklifsiz yaratanların yalnızlığı, kendi tercihleri olan ötelenmişliktir. 1980'ler sadece tual boyutu, renkler ve teknik değil, sosyal-politik bakımdan da fikren özgürlüklerin, meta örgütlenmesinin her yanına sızan melezliklerin; ötekileştirmek kavramıyla seküler teolojinin henüz tartışıldığı yıllardır. Patriyarkal ilişkiler değişmemiştir ama azgelişmiş beden palazlanmış, ceket küçük kalmıştır. Devletin ticaretteki geri adımları, özelleştirmeler, uluslararası taahhütler, ekonominin ve rantın motoru müteahhitlikler; siyaset ve kültürdeki yansımaları meta değeriyle anlamlı isteklerdir. Özgürlük söylemleri hayatın tüm alanlarında özgün üretimleri arttırmış, aykırı kimlikleri görünür kılmıştır. Sanatçılar şanslıdırlar, vareste kalırlar. Bir model olarak eşitsizliklere ihtiyacı olan kapitalizmin gelişmesi, onun hayasızca sömürdüğü aydınları, ekonomik hayatın kifayetsiz bir başka seçeneğine doğru savurmuştur. Çalışma zamanıyla, yaşama zamanını birbirinden ayırmak tarihin en tatsız icadı ve aklın en büyük ayıbıdır; kapitalizme çözüm olarak beliren sosyalizmin ise en radikal söylemi mesai saatlerini kısaltmaktır. Teoride, sömürü ve adaletsizliklerin kaynağı olan üretim biçimi sonunda sabit kalmıştır. Sanatçıların sistem eleştirisi, onlara hayat veren bu çelişkilerdir. Müşterisinin iktidarına kastedmesi mümkün olmayan sanatın, değişmenin jeopolitik ve stratejik bir gereklilik olduğu dünyada ona rağmen nasıl bir oyun oynayacağını tahmin edebiliriz!


Özgürlük, bir kategori olarak sisteme eklendiğinde, insanların ve eserlerinin serbest dolaşan metalar dünyasında nesneleşmesi kaçınılmazdır. Modern dünyada sanatın itibar kazanması, gündelik hayatta eşitsizlik/adaletsizliği deşifre etmesi ya da ulvi mesajı muhatabına iletmesiyle değil, eserin alıcıya ulaşmasıyla başlar.. Gösteri toplumunda burjuva düşün-yaşam tarzına övgüler düzen kültürel etkinlikler, modern anlamda ibadete dönüştürülmüşlerdir. Müzeler, galeriler öyle sanıldığı gibi bütünüyle duygusal pirüpak arınma mekanları değillerdir. Tüm dünyada sanatın alıcısı emeğin gasbedilmiş kısmıyla yaşar; sanat, sıradan emekçiye hakkı olduğu halde ödenmemiş artı değerden beslenir. 

Amerika'nın yurtta asli oyuncu olmasıyla Kore'ye gönderilen askere itiraz eden Nazım'ın 'Memleketim; çırpınıyor ayakları altında bir avuç hergelenin' demesinin üzerinden otuz koca yıl geçmiştir. Ülke, Pentagon'un eğittiği askerlerin, işkenceci yurtseverlerin(!) himayesindedir. Hepsini diğer yazarların ele alacağını varsayıp biz sürecini kâh kavga ederek kâh barışarak yakından izlediğimiz Bedri'yle devam edelim. Kavramsal sanatın diliyle oluşturduğu 1987 Bienal öncesi AKM'deki 'Demokrasi Kutusu', 1987 Bienali'ndeki Hamam Sergisi'nde, 'İşkence', 'Günah Odası','Referandum Kabini' işi bir ilktir. Ardından Bienalde yer alan 'Kubilay' gelmiştir. Postallı faşizm dönemlerinde Metris'te, Mamak'ta, Hasdal'da Diyarbakır Cezaevi'nde dayak zoruyla İstiklal Marşı, Devrim Tarihi, Atatürk özdeyişleri okutulurken, tekrara dayalı bu tür retoriklerin açmazları dışına çıkmanın gereğini görmüştür. 'Demokrasi Kutusu'yla başta darbe mağdurları, izansız davranışlar, işkence görenler, kayıp yakınları, siyasi, ekonomik, dinsel veya kültürel, sömürüye, baskıya maruz kalan herkes için demokrasi talep etmektedir. Özellikle 1987’de yaptığı “Demokrasi Kutusu”ndan bugüne kadar gerçekleştirdiği tüm büyük dönemsel sergilerde, 27 Mayıs Devrimi’nden (1990: 555k Sergisi), 68 Kuşağına (1987 "68'li Yıllar"), Kurtuluş Savaş'ından (1994: "Kuva-yi Milliye"), Özal döneminin karanlığına (1988: İç Manzaralar 2.Bölüm), Küba devrimine kadar (1999, Küba Devriminin 40. Yılı ve Che) ile eşik cinini yerinden oynatmıştır. Bedri dışında sergide yer alan isimler, bu dönemle birlikte ilk aklımıza gelen adlardır. Kendinden önceki kuşaklardan beslenen ve daha önemlisi onların sağladığı yapının üzerine Türk sanatı için taze açılımlar getiren 80’lerin başat isimlerini, dolaşıma girdikten sonra piyasa, onları taleple öğütmekte zorlanmamıştır. Göstergeler, gönderme yapmakla kifayet eder ve devasa bir bağımlılıklar sistemine meftun olmuşcasına sömürü düzeninin arzu makinaları olarak işler. İtirazları sermayenin sigorta işlemi hükmünü muhafaza ederek eklemlenir. Sanat, kendi terminolojiyle, amacına aykırı terimlerle felç olmuştur ve uyum gösterdiği üretim sürecinde kendini bile açıklamaktan acizdir. Ancak bu kuşağın, sonrakilere yol açan öncü müfreze gibi Türkiye'de sanat dilinde bir sıçramayı gerçekleştirdiği, Akademi çevresindeki konjonktürel yapıyı yerle yeksan ettiği aşikardır. Sergide yer alanlar haricinde andığımız isimler de dahil hepsinin sanat ortamımıza fark edilir özgün katkıları inkar edilemez. Ajitatif dinamikleri, amorflaşan hayatımıza aittir. Genel olarak sanatın söylediğinden fazlasını söylettiği/yazdırdığı makalelerle düşünürlere eleştirel bir mevzi sağladığı ortadadır .. Şenol Yorozlu, yukarıda bahsettiğimiz mektubuna şöyle devam ediyordu : '(..) bu ülkeler bizi hiç tanımıyorlar ve bilmiyorlar. Bu dezavantaj ama görünce de çok çarpılıyorlar. Ve de çil yavrusu gibi kaçıp dağılıyorlar. Buna hem çok gülüyorum, hem de çok düşünüyorum'

Istanbul'da iki büyük çağdaş sanat fuarı kapılarını izleyicilere art arda açtı. Kültür endüstrisinin hizmetindeki tüm elemanlar, koleksiyonerlerde hayranlık uyandıran pırıltılı aksesuarlar, biblolar ya da incik, boncuk türevi ipe sapa gelmez materyallerle yaptıkları kapitalizm eleştirisine inanmamızı bekliyorlar. Bu hayasız gösteride tedavüle sunulan en radikal kelimeler bile kalpazanca.. Fuar sanatçıları, reklam spotlarının satışı kışkırtan cümlelerinin içeriksizliğiyle tribünlere oynuyorlar; sahte eleştirilerini, meta rejiminin efendilerine büyük bir ciddiyetle yönlendiriyorlar.. Galeriler sanki bir ruhsal arınma mekanı; aydınlanmış özneden beklenen en müthiş eylem ise bütün içtenliğiyle alışveriş! Çağdaş Sanatın yüzde doksandokuzu safradan ibaret olsa da buna rağmen yüzde bir çok değerli.. İstihzayı abartan, fiilleri işlevsizleştiren bienaller/fuarlarla sanata yatırım yapan ulusal burjuvazi, çağdaş toplumun değerlerini temsil ettiği için 'modern' değildir. Kasaba ekonomisine karşı, küresel şehrin ideolojisi olan eşitsizliği ve dinamiği finanse ettiği için moderndir. 

Bir hakikat ölçümüz olmadan, bir sava karşı kendi savımızı nasıl meşrulaştırabiliriz?  Biz 'gerçek' bu dediğimizde her şeye rağmen hayatın içinde (ve karşısında) statü kazanmasını istediğimiz yeni bir insani form yaratmak istiyoruzdur. Metnin dışında tutunma imkanı mevzubahis bile olmayan 'gerçek' ile onu aktardığımız dil arasında ne tür bir gayri meşru ilişki vardır? Sanatın tercümesi, biçimlerin zihne aktarımı her şart altında dile gereksinim duyar. Sözün dışında bir hakikat yoktur. Kelimelerin toplumun içinde tutunduğu bu çok katmanlı dünyayı anlayıp değiştirme ve ele geçirme teşebbüsleri mutlak surette yeni yıkımlara yol açacaktır. Değişim ne kadar önemlidir sorusunun cevabı ahlaken muhafaza etmeye çalıştıklarımızla tezat teşkil eder. Değişimin faili düşünen öznedir;  mülkiyetin mekanı ve yıkımın müsebbibi ise aynı zeminde tekrar eden ekonomik faaliyetle irtibatlıdır. Toplum, masumane bir etkinlik olarak görülen politika ile kızıştırılıdığında ancak adına 'para' denen materyalin çoğalabileceği mümbit ortamı; kültür ise özneler arasındaki dinamiği üretir. Siyaset kitleden onay bekleyen kanlı bir gösteridir. Okuru mağdur eden, münevverin hezeyanlar içinde başkaldırmasına sebep olan, huzur arayan toplumun canını sıkan odak noktası da burasıdır. Sanatı temellük etmemiz, resmin değişim değerini; eserden aldığımız hazzı inanca dönüştürmemiz, sanatın mübadele ederini etkiler. Piyasa ekonomisinde temas ettiğimiz her nesne aracılığıyla metalaşan toplumda politik bir pozisyon alır; hayat tarzları üzerinden tavır koyar ve sınıfsal bağ kurarız. 1980 güzünden itibaren 'gösteren/gösterilen' temelinde yapılan büyük anlatıyı, gösterinin teğellendiği tüm alanlara sıçramadan çözülemeyecek refah isteğini anlamak gerekir. Kültürün çekirdeğinde burjuvalaşma muhteviyatı vardır. Öyleyse, bir sanatçı portresi olarak benlik ve failliği nasıl anlamamız gerekir? Gösterge ilişkisine dayanan 'göstergebilim' çağdaş sanatın dayanağıdır ve izleyici açısından yardımcı metinler kadar önemli bir anlatı çözümleme stratejisi olarak kavranmalıdır. Yoksulların acıları farklı olsa da kademeli yoğunlukta frekanslarına rağmen zenginlerin mutlulukları birbirleriyle umulmadık ölçüde benzerlikler gösterir! En yüksek paranın satın alacağı üç, beş parça kategorik kavram vardır. Bu benzerlikleri aşmanın yolu bildirgelerine, seçenekler arasında tercihlerine, mesajları aktarımlarına yansır; bunlar irite edici ve örtülü kimliği saklarken ifşa eden tercihleridir.. Markalaşma sürecinde özne/nesne birlikteliği, toplumun renklendirilmesi, sanatçının fetişleşmesiyle sürer.

Aydınların kendine güvenine hayranım. Ne var ki pratik yaşam, doğrularla eğrileri yeterince dengelemiyor. Sanat ve piyasa gibi aralarında sağlıklı bağ kurulamamış iki olgu arasında bir ilişki tesis edilmesi için birinin tesiriyle ötekinin müteessir olması kaçınılmazdır. Burada etkilenen ve gelecek dünyaya ait düşler kuran sanatçı; ancak o, kendi kanaatlerine göre toplumsal bir hipotez yaratmaya çalışsa da 'hayat' dediğimiz olgu zaten acı veren kişisel tecrübelerden ibaret. Bilgi'den yola çıkan hocalar hep öğretme telaşında; oysa toplumu yaratan hepimiz gibi onlar ve bizler; aydınlar ve gölgeli alanda yaşayanlar; birlikte öğrenerek gelişiyoruz. Hayatta aslında ne sabit bir doğru var ne de kimseye öğretilecek ders. Gelecek nesillerin nasıl bir ortamda yaşayacaklarını bilmeden onlara bir öneri oluşturmak işgüzarlık. Biraz tevazu sahibi olup ileriye doğru önermelerden çok geçmişe dair değerlendirmeleri ihtiyatlı ve sağlıklı yapmak, yaşamı hayallerle süslemekten ziyade durumumuzu anlamaya kafî gelecektir. Ancak bu dünyanın da kendine ait semptomları, kabusları var.. Post kapitalist çağda, 'sermaye' sadece emek aracılığıyla 'meta' üretmiyor; metalar aracılığıyla öznenin fetişlerini, ideallerini, doğumundan ölümüne kadar alması gereken her hizmeti; Corpus / beden'e ait biyopolitik süreçleri de yönetiyor. Modernizm yeni konumunda, insanı üreten kurum ve kolektife ait aygıtları itaatkarlaşmakla kalmadı, öznenin hayatını idame ettiren temel üç unsura; tıp, eğitim ve cezalandırmaya yönelik faaliyetleri de normlaştırdı. Bugün sermaye rejiminin her yerdeliği, mutlak bir negatif enerji alanı; herkesin itaatkarca rolünü icra ettiği zeminde hiçbirimize dışarısı yok. Merkezsiz bir dünyanın en ücra köşelerine kadar sirayet eden sermayenin üretim dinamiğini hareketlendiren standardizasyon için sosyal ağlar, küresel fuarlar, uluslararası sempozyumlar, para hareketleri, ulaşım imkanları; hepsi için; hepsinden daha fazlasıyla fanatik olmayan yerel iktidarlar ve demokrasi vazgeçilmez bir araçtır.  Herkesi tabiyetinde tutan büyük efendinin bilgisi, modernizmin iktidarı, salahiyetini (potestas) rehin vermesine karşın konvansiyonel iddiaları olan yerel monarkları töhmet altında bırakmaktadır. Yusuf Taktak'ın sanatta eskiye bir mesafe koymak babında ortaya attığı 'öncü' kelimesine henüz değinmedik. Bu bakışın bir cephesi ve görünüşün iki veçhesi var. Hegel diyalektiğinde fark, kendini olumsuzlama olarak koyar. Yaşamın dinamiğini, hedefimizdeki modernitenin gücünü farklılaşmalar sağlar. Schopenhauer, 'kendimizi kavramaya çalışırken yakaladığımız şeyin tözsüz bir hayaletten başka şey olmadığını ürpertiyle farkederiz' diyor. Konu, Taktak'ın 'öncü' kavramı. Devam edeceğiz..  


1980'lerde Bedri Baykam, 'this has been done before' / 'bunlar daha önce yapıldı' diyordu. Sanatta gerçekten de her şey, o güne kadar yapılanların şahsileştirilmiş birer tekrarıydı. Bugünse tüm yapılanların yıkım vakti; artık sanatı değil hayatı talep ediyor insanlık..

Genel olarak sanatı, onun sanatçı imgesini ve ıstıraplar içindeki künyesini terketmeyi tartışıyoruz. Yalnız o mu? İnsan kavramının bağrına gömülü tüm muhteviyat, hakikatin cephesinden baktığımızda edepsiz ve sakıncalı. Galat-ı meşhur lugat-ı fasihten evladır diye bir laf vardır. Kısaca herkesin bildiği yanlış, kitapta/sözlükte sıkışıp kalan doğru sözden anlamlıdır gibi bir deyim. Anlamlıdır ve Marks'a saygı duyarız ama onun fitilini ateşlediği acınacak sefilliklere, emeğin yoğrulmuş sermaye olarak kendini olumlayan bir hedonizme yuvarlanmasına şerh koyarız. Yarını taahhüt eden her inanç gibi o da bugünü güvence altına alan ekonomik örgütlenmesiyle dar kadroculuğu ilahlaştırır. Sosyalizm gibi sanat da, proletarya gibi sanatçı da bu içinde yaşadığımız berbat kapitalizmin eseridir. İki yüzlü sermaye ve onun garip ideolojileriye dünyanın bu hunharlık üzerine kurulu sömürü düzeni olmasaydı ne sanat olurdu ne de sanatçı ..  

Asja Lacis'e mi, proletaryaya mı oynadığına tam emin olamıyoruz. Benjamin'in samimiyetine inansak 'evet' diyeceğiz; tarihsel materyalizme düşen görev, geleceği yapmaktan ziyade geçmişi kurtarmaktır. Tarihsel materyalizmden beklenen; tarihsel sürecin bütününe bakmak değil, elde olan parçaları yeniden bir araya getirmektir. Zafer sahipleri tarafından yazılmış tarihi onarmaktır. Savaşta kaybedenlerin de en az kazananlar kadar, kayıplar nedeniyle yazılamamış tarihleri vardır. Bizim sadece geçmişi onarmak değil gelecekle bütünleştirmek için geçmişin muayyen aşamalarına büyüteç tutmamız gerekecektir. Bu durumun emekçisi olmak, materyalist tarihçinin işi ve görevidir.

12 Eylül darbesi, Özal'ın 24 Ocak 1980 kararlarına uygulama alanı açmak için önceliği siyasi olan askeri bir darbedir. Siyasi alanda alınan ekonomik kararların, kültürel alana paralel yapılandırmalar oluşturması kaçınılmazdır. Prensleri ve papatyalarıyla Turgut Özal Hükümeti, 1983’te iktidar oldu ve tüm kurumlarıyla 'devlet' tanımını değiştirirken sınıfların tasnifinde yeni bir yapılandırma süreci başlattı. Burjuvazinin zenginleşme sürecinde özgürlüklerin pratik anlamı vardı; hükümete ekonomi programı yazılırken ödemeler dengesi tüccar lehine iyileştirildi. Paranın konvertible olması, insanların çağdaş değerlerle eşitlenmesinden ayrılamazdı. Enflasyonla mücadele ve ihracata yönelik serbest piyasa ekonomisinin yaratılması ulus devlet ve haysiyet alışkanlıklarının değişmesini gerektiriyordu. Hep söylediğimiz gibi: Çağdaş Sanat, iyi niyetle terleyenlerin kendi amaçlarından -ayrılarak- başka amaçlara da hizmet etme potansiyeline sahip kullanışlı bir Truva Atı'dır. Yine bu dönem bütün dünyada bilgi ağı toplumu ve küreselleşme sürecine ara geçiştir. Bilgi dijitalleşirken, özne gelecekteki sınırsızlığın belirtilerini hissediyor, sanatçıysa batılı meslektaşlarına radikal meydan okumalarla (Bedri, maymunların resim yapma hakkı vd.) mütalaa, müzakerelerle sanatta özerkleşmenin emarelerini gösteriyordu. Türkiye'deki etkileri ve yol açtığı değişimi gözlemlerken Bienallerin toplumdaki taassubu ne kadar çözdüğünü konuşabiliriz. Bu aşındırıcı etkiler sonucunda 1924'lerde başlayan, dış rekabetten korunan ithal ikameci sanayileşme modeli terk edilir. Modernizmin talepleriyle dış dünyaya açılma ve ithalata dayalı bir sanayileşme modeline geçilir. Dışa açılma politikası, sadece ticarette ve yeni konseptte şehirlerarası yolların inşası, yatay olarak örgütlenen ekonomi değildir. Ülke kültürüne ait ve yerel ama çağdaşlaşmakla ilgili temel sorunlar; cumhuriyetin ufkunu oluşturan Avrupa değerleri, müteahhitlere ve ticarete müteakip reformlar eşliğinde tartışılmaya başlanır. Kepenkler kaldırıldığında vitrindeki malzeme sakil ve cürüm can yakıcıdır.. Özal hükümetinin kültür politikasını dillendiren o dönem kültür Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu, 'kültür ve sanat, milli değerlerin korunmasında ve gelişmesinde olduğu kadar, milletlerarası ilişkilerde de yakınlaşma ve dayanışmanın temel unsuru' olduğunu vaaz etmektedir.. Ancak 1980 kuşağının sonraki kuşağa devrettiği malzeme ne kadar tecrübelerden damıtılmış hayatın gerçeklerini yansıtıyorsa, devraldıkları geçmiş de o kadar meşum, bohem, kepazeliklerle dolu, taklit ve özentidir. 


http://utkuvarlik.blogspot.com.tr/2014/10/mor-otesi-dostluklar.html



1980-90 Döneminin ilk yarısı oldukça travmatiktir; ikinci yarı ise dünyadaki liberal gelişmelerin sonucunda ekonomi ve sanatı aynı anda dönüştürmeye başlar. Bunun ne kadarının iç dinamikler, ne kadarının bağımlılıklar neticesinde olduğunu cevaplandırmaktan aciziz. Sorunun net cevabı yoktur..  

Şeyda Barlas Bozkuş yerel gelişmeyi, şahsi tarihimizde dirençler oluşturan bu süreci kronolojik olarak özetlemiş; ordan devam edelim: “I. Uluslararası Çağdaş Sanat Sergisi” olarak belirlenen İstanbul Bienali, Türk Çağdaş sanatını uluslararası platformlara taşınmasında etkin bir rol üstlendi. Modern sergi mekanlarının azlığı nedeni ile ilk iki bienalin koordinatörü Beral Madra, bienalin konusunu “Geleneksel Mekanlarda Çağdaş Sanat Sergisi” adı altında düzenledi. Türk ve yabancı sanatçılar Aya İrini, Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya gibi tarihsel mekanlarda çalışmalarını gerçekleştirmek ve sergilemek fırsatına kavuştular. İstanbul Bienali’nin çağdaş sanatçılar için sağladığı olanak, kültürel belleğin diri tutularak görsel sanat algılamasını değiştirdi. Bu bağlamda, üçüncü etken ise, 1980 sonrasında dünya sanat çevreleri ile Türk sanatçılarının etkileşimlerinin çoğalması sonucunda minimalist, hiper-realist, neo-ekspresyonist yorumlar yapan, kavramsal sanatı ve video sanatını seçen, enstalasyon yapan kuşak sanatçıların yetişmesidir (Germaner, 1998: 25). Geleneksel motifleri ve desenleri çağdaş dönem Türk resminde ilk kez Erol Akyavaş’ın 1975’te yaptığı “Eski Kent” tablosunda görebiliriz. Osmanlı minyatürlerinde yer alan kale betimlemelerinden yola çıkarak 16.yüzyıl Osmanlı şehrini soyut kuşbakışı görünümünü yeniden kurgulayan eser geleneksel betimlemenin çağdaş uygulama içerisinde sunulduğu önemli bir eserdir. 1990’lı yıllarda post-modern sanat anlatısının etkisi ile yapılan yerleştirme çalışmalarından Handan Börüteçene’nin “Anadolu Medeniyetleri Müzesi yerleştirmesi”, Halil Akdeniz’in Anadolu’daki tarihsel süreci kronolojik olarak ele aldığı medeniyetin oluşumunun katmanlarını içeren “Siyah-Beyaz”adlı eseri çağdaş sanatın tarih ve gelenekle olan bağını yeniden kurgular. Gülsün Karamustafa’nın popüler kültür öğelerini kullandığı “Osmanlı Soy Ağacı” sergisinde Osmanlı kültürünün izlerini taşıyan eserlere yer vererek harem geleneğinden alıntılamalar yapar. 1980’lerin sonunda Erdal Aksel, Hüsamettin Koçan ve Mevlüt Akyıldız eserlerinde desenleri ve formları deforme etmeden kullanarak hicivsel olarak ele alırlar. Hüsamettin Koçan’ın “Alanya Tersanesi” ve “Anadolu’nun Görsel Tarihi” adlı eserlerinde Anadolu’nun Türkler tarafından fethedilmesine ve Osmanlı el sanatlarından direkt alıntılanma yaparak hayata geçirir. 1990’larda ise genç kuşak sanatçılardan olan Mustafa Altıntaş’ın “Ingres Erotikamani I-VII” ve Genco Gülan’ın “Tekrar-Yeniden İnşa” adlı video çalışması gelenekselin yeni medya sanatı çerçevesinde kurgulanmasına örnek teşkil eder. Altıntaş eserinde Ingres’in 1863 yaptığı Türk Hamamı tablosundan esinlenerek seramik ve kumaşın birleştiği kaplan postu üzerinde erotik göndermeler yapar. Gülan ise daha yakın bir tarihsel perpektife odaklanarak Windows yazılım pencereleri üzerinden Atatürk Cd-Rom’undan aldığı görüntüleri kurgular.." (1) 


(1) Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 2/1, Haziran 2014, s. 16-28 Şeyda BARLAS BOZKUŞ, HAYALDEN GERÇEĞE: 1980 SONRASI ÇAĞDAŞ TÜRK SANATI'NDA GELENEKÇİ YAKLAŞIM ve  http://www.asosjournal.com/DergiTamDetay.aspx?ID=147


(2) Dönem özeti olarak ayrıca Yrd. Doç. Berna Kaya Okan'ın Türkiye'de Yerel Sanatın Dönüşümü ve Bienallar makalesi bk.  http://sbe.erciyes.edu.tr/dergi/sayi_33/2.pdf


Burada yerelden evrensele sıçrama temayülünde bir eşik vardır ki irdelemeden seçemeyiz. Dönemin ruhuna uygun bir vasıf kazanmasına neden olan bağdaştırıcı etkinlik Yusuf Taktak'ın şahsi çabalarıyla gerçekleşen 'Öncü Türk Sanatından Bir Kesit' sergileridir. Burada bir parantez açarak o günlerde şerh koyduğumuz 'öncü' kelimesinin yanlış kullanımını bir kere daha hatırlayalım. Bu sıfat proletaryanın toplumda öncü olması kavramını çarpıtarak, önderliğin sınıfsal karakterini aydınlara tevil etmesi bakımından; hem de sanatın ilerlemeye tabi ve diyalektik bir süreç olduğunu ima etmesi nedeniyle hatalı ve çarpık bir tanımlamadır. Sahneyi kurduğumuzda taklit başlar. Zeminde olan mimesistir. Bir bilim değil, bünyesi itibariyle bir 'oyun' olan sanat, ancak ekonomide olan ne varsa perdeye düşen görüntüleri belki biraz abartartıyordur. Ezcümle, yapının mahsülü olan çözümleri mutlak surette vurguluyor ve büyüteçle aktarıyor. İlkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum dediğimizde; bunları belirleyen, üretim şeklinin doğurduğu sınıfsal yapılanmadır. Yeri geldiğinde feodalite, yeri geldiğinde burjuvazi, yeri geldiğinde proletarya öncü konumuna yükselir. Önderliğin bir 'sınıf' karakteri vardır. Mukayese edilmezliği kenara itip, sınıfı değil de sanatçıyı/sanatı 'öncü' konumuna yükselttiğimizde, meta üretimini ve onun biçimlerinin zamanını, devinimi üreten, iktisadın hayat tarzlarını doğuran ve tarihi yaratan esas unsur olduğu gerçeğini görmezden gelmiş oluruz. Burada ya da dışarıda; bu ismi icat eden her kimse yanlış yapmıştır ve bir hakikat olarak ne sosyolojide ne de terminolojide karşılığı vardır.

Organizasyonların farklı imaj uyandıran başlıklarını bir kenara koyup liberal değişimi özetlerken başlangıç çizgisi olarak Yeni Eğilimler, Günümüz Sanatçıları İstanbul, Öncü Türk Sanatından Bir Kesit sergilerini anabiliriz. 1951doğumlu Yusuf Taktak, kişisel olarak birçok alanda öncülük yapmıştır; itiraz edemeyiz. Öyle ki, 1971'de yaptığı çalışmasıyla çağdaş sanata bilinçli geçişin ilk habercisi olduğunu kabul etmek zorundayız. Duchamp'la eser beyanında bile benzerlikler taşıması, sanatçıyla ilgili konuyu derinleştirmemiz için önemli bir vesiledir. Kabuklar kaldırıldığında mümbit bir alana gireceğimizden şüphe yoktur.  

Sanat, anti sanata dönüştü. Merkez dünyada ani bir kararla mesleği bırakan eleştirmenler var. Sanat tarihçileri ayakta. Geçen gün Cumhuriyet gazetesinde galeri Nev'in kurucusu Ali Artun, müzayede şirketlerinin sanat piyasasındaki egemenliğini değerlendiriyor ve çaresizce manşetten 'Sanat kuşatma altında!' diyordu. Bu tür tepkiler mikro bakışın sonucu. Aslında sanat değil hayat, sermaye rejiminin kuşatması altında. Bu kuşatmaya herkes kurucu ortak. Suçlu arıyorsak Hegel, 'efendiye başkaldırmayan köle' der. Öyleyse ve başkaldıracaksak; kaybettiğimiz doğamıza bizi geri kazandıracak ve ruhumuzda/bilincimizde asıl radikal değişimi yaratacak bir teori elimizde mevcut mu? Herkes sosyalizmin ya da daha net söylersek Marksizmin, kapitalizme seçenek olduğu konusunda bir kanaata sahip. Peki bu doğru mu? İnsanlığın elinde hayatımızı anbean dönüştüren kapitalizmden daha devrimci bir doktrin var mı?  Söylediklerimiz ezber batağına batmış özne için anlaşılmaz gelecektir; okuduktan sonra 'anlamadım' demeden önce çok düşün! Hayatımıza kasteden bu gidişin sonu yok!

Modern birey, toplumu hiçleştiren meta rejiminin ideolojik zekasına bedenen çalışırken değil, daha çok ekran başında ruhen ferahlarken teslim olmaktadır.. Aynı sanılsa da Etik ile Ahlak aynı değildir. Biri evrensel bağlamda insanı arar; diğeri​ ​geleneklerden aldığı bilgi ve öğretiyle ne olmamız gerektiği konusunda fikrini beyan eder. İzlerken tahrik ya da müteessir olanları anlamak için gerekli veriler modernitenin temelinde, ikonculuğun bilinçaltında saklıdır; vizyona giren fragmanlarıyla başkalarının acılarını belli bir mesafeden, mümkün mertebe uzaktan seyretmeyi yeğleriz..

Kapitalistler, burjuva toplumunun güvenilir kişileridir ama bu güvenin tüm nimetlerini cebe indirmekte tereddüt etmezler saptamasını yapan Marks, Kapital'de 'emekçi, sermayeye aittir' der. (1/592) Toplumsal olaylardan yola çıkarak ele alınan epik düzenlemelerde, anlatının bir gösteriye dönüştüğünü ve aydınlanma temelindeki savların büyük bir dönüşüme uğradığını görürüz. İç gerçeğe gönderme yapan figürler, ilahileşip simgeleştirilmediği takdirde yaşayamayacaklardır. Proletaryanın hak arama kavgasına mütenasip kurgu, emek için paranoya olamayacak kadar gerçek bir dönemdir. Teori bizi zaman/mekan olarak kucaklar; bizse tezleri, emek/sermayenin imgeleri eşliğinde düşünce olarak zihnimize yerleştiririz. Emek, Marks için ontolojik olduğu kadar spekülatif bir kategoridir. Kapitalizme alternatif olarak sunulan sosyalist teoride çalışmanın doğal bir gereklilik hatta zevk veren bir etkinlik olması savı, eşya fazlası yaratarak kurulacak bir refah toplumu projesine denk gelir. Kapitalizmin bu radikal eleştirisinin, onun üretimini bütün kurumlarını deşifre ve ilga eden bir yıkım teorisi olduğunu zannedebiliriz. Ancak, emeğin mübadele edilme biçimini muhafaza eder; fabrika düzenini islah edici argümanlarla üretim biçiminde hiçbir değişiklik olmadan savunması kalıcıdır; geçicilik içermez. Burada savunduğumuz mevcut olanın bariz pozitifliğinden kaynaklanan katılık değil, her türlü katiyetin ontik tasavvurunda içkin olan başarısızlığa endeksli, alenen ortaya koyduğu paradigmayla eksiklikleriyle artı değerde cebren fazlayı yaratma haletidir. İlerleme savı, son durağı 'cennet' olan bir fikriyatın bulanık noktasıdır. Nereden bakarsak bakalım doğanın diyalektiği varsayımıyla başlayan abes bir durum vardır. 1844 Elyazmalarında 'komünizm yakın hedef' der. Leninist 'işçi devletinin ana vatanı' sloganına karşı Marks, proletaryanın vatansız olduğunu söylemiştir vd. Zaten, 30 Aralık 1920'de bir salon toplantısında Lenin ilk defa 'işçi/köylü devleti' terimini kullandığında 'aranızda ondan iyi teorisyen var mı?' diye övdüğü Buharin havaya sıçrayarak 'Ne; işçi/köylü devleti mi' diyerek şakınlığını belirtir. Diyalektik olduğu savına karşı tarihsel süreç garipsi katkılarla sürekli akamete uğrar. 'Hiçbir teori, pratiğin yarısı kadar iyi değildir' dedikten sonra burjuvaziyi, sanatı ve değeri yaratan tüm argümanlar, temsil hakkını kullanan proletarya adına devrimden sonra muhafaza edilir; geçici devlet, kalıcı zorbalık mekanizmasına dönüşmekte zorlanmaz. Öncesi gibi sonrasında da ne emek ne sermaye ne de toplumsal mülkiyetin eseri olan sanat, bir dönüşüm umudu taşımaz. Ontolojik mahiyeti itibariyle işçi, işe aittir. Emeği yoğunlaştıran 'üretim', öznelliği üreten ve onun tarafından üretilen, doğal olmayan ve tarihe endeksli; öznelliği kavramsallaştırdığı ölçüde tutsaklığı mutlaklaştıran bir süreçtir. Sömürü düzeninin asli parçası olan emeğin, yıkmak üzere yola çıktığı farz edilen sisteme alternatif bir kategori oluşturabilmesi için ya işi bir daha başlamamak üzere bırakması ya da doktrinin, değişim değerini askıya alması gereklidir; bu da üretim biçiminin ve tarihin sonu demektir. Toplumu toplum olarak örgütleyen iş, emeğe ihtiyaç duyduğu, emek ise bir değer teşkil edip herhangi bir şeyle mübadele edildiği sürece sosyalizm, kapitalizme ciddi bir rakip olamaz.. Stalin'in 'sosyalist anavatan' söylemlerini, 1937'de Kruçev'in etnik temizlikteki rolünü, Yezhov'un ve politbüronun 'o kadar zengin ve güçlü olacağız ki' bildirilerini (Bk. Stalin'in Celladı s.194-216) nutmak mümkün değildir; endüstriyelizmden türeyen adı 'komünist' olan ideolojinin nasıl bir canavar yarattığının kanıtlarına kolaylıkla ulaşabiliyoruz artık. Bunları söylemek 'emek' üzerinden hurafelerle bir mülkiyet rejimi kurmaya çalışanlara aykırı gelecektir. Modern dünyada özgürleşme ve totaliterleşme süreci, gündelik hayattaki pratiklerin deşifre edilmesiyle değil, örgütlü toplum düşüncesinin canlı biçimde muhafaza edilip, iş imgesinin sürekli hep bir ağızdan tekrarbetekrar kullanılmasıyla sağlanmaktadır. Biriktirilmiş emeğin yarattığı sermaye ve kültürün bulaşılıcığının süreklilik olduğu farazisiyesi üsüne oturtulmuş 'diyalektik', tarihin külfetli bir ürünüdür; ilerleme olgusu doğal bir insan etkinliği değildir. Özgürlük için sürekli bedeller ödeyerek yazdığımız tarih, özgürlüğün bir anlam içermediği arkaik komünal başlangıç noktasına dönmek zorundadır. Paranın alabileceği en muteber nesne olan sanat, sömürünün altın çağını yaşayan toplumların eseridir. Aklın hileleriyle dolu sürece neden/sonuçlarıyla birlikte baktığımızda, rahatsızlık veren eleştirilere mekan sağlayan ve olumsuzlamalarla ilerleyen ve mütemadiyen genişleyen bir ağa yakalanırız. Tüm birikimleriyle bizi doğuran o dinamik temeli kurcaladıkça zemini büsbütün kaybetme tehlikesiyle yüz yüze geliriz; kimse bu kuşatmanın dışında değildir. Eğer bilmezden gelip dışarıda gibi davranmak isterlerse pek sevdikleri Adorno'nun 'Kişi kendisinin bir hiç olduğunu anlayıp yenilgisinin altına imza attığı andan itibaren işin içinde sayılır' demesini hatırlamalarında fayda vardır. Ali Artun'un sermayenin oyunlarını durduk yerde sabote etmesinin ya da Dave Hickey, Sarah Thornton misali eleştirmenlerin umutsuzluğa düşüp sistemi lanetlemelerinin geçerli bir anlamı yoktur. Sanat dünyasında her daim sermayenin kurallarının belirleyici olması kaçınılmazdır. Objektif bakış savı, insandaki bilinç yarılmasıdır; eşitlemeye çalıştığı haksızlığı, çalınmış aidiyeti unutturma mücadelesidir. Manik depresif nesnellik, biyolojik huzursuzluğa neden olan çaresizlikleri reddeden bakıştır. Bizzat organik eşitsizliğin nedenine 'kültür sorunu değil, kadın sorunudur' diyebilecek cesarete sahip olabilmesi için, içeriden bakan gözün acıları kafidir ve inandırıcıdır. Empati değil, içeriden bakışın gerçek olması için tecrübesi gereği öznel olması bir mecburiyettir.
Organik menfaatlerine tabi olması gereken bir varlık olarak insan, sürekli kendi aleyhine çalışan bir doğa yaratmak azmindedir. Kurtuluşunu zihnen örgütleyemeyen 'birey' toplumun değil, çokluk'un sorunlarına tabii ki çare olamaz. En iyi başlangıç, hakikat ile anlam arasındaki bağı doğru kurduğumuz anda gerçekleşecek olan travmatik yüzleşmedir. Biyolojimizin mahremiyetine girmiş, kimyamızı dönüştürmüştür. Sadece eşya/meta değil, kültür de dahil; sevgi/nefret tuzağına düşmeden kapitalizme karşı çıkmak, onun her alanda salık verdiği üretim yasalarına, patolojik işbölümüne, meslekler üzerinden yaptığı manipülasyona, toplumda kurduğu zapturapta, doğayla ve dolayısıyla hakikatla ilişkilerine; velhasıl meta rejiminin miktarına değil tamamına karşı çıkmak demektir! Buna hazır mıyız?




'Demokrasinin bütün düşü, proletaryayı burjuvazinin eriştiği aptallık düzeyine çıkarmaktır' sözü Gustav Flaubert'in. Ancak, rengi ne olursa olsun tüm devletlerin düşüdür bu; halkın zihnini eşya histerisiyle bloke ederek kendi azınlık rejimleri için çoğunluğu tehlike olmaktan çıkartabilecekleri yavan bir bolluğu sağlamak siyasetin temelidir. Engels'in hatırlattığı gibi Marks, 'Ben Marksist değilim!' der. Bana sorarsanız da kralın yerine proletaryayı koyan Marks sağlam bir Hegelcidir. Kapitalizmi değiştirmek için yola çıkıp artı değer, dolayısıyla sömürü üzerine inşa edilen çarkın eksik/gediklerini onarmaktan öteye gidemeyen liberal ya da sosyalist bakışın mülahazalarına yorum farkı deyip geçemeyiz; aradaki nüanslar 'üretim' rejiminden doğan öğretinin temelindeki şiddeti her zaman serbest bırakabilecek kabiliyettedir. Emek paradigması dokunulmazdır. İdeolojideki sağlık, başlıbaşına hastalık demektir!

Ne alakası var diyemeyiz; sosyalist teorideki farazi 'özgürlük' talepleri, mücadele eden kitleleri yorgun düşürmüştür. Ulaşılması imkansız hedefler, işbölümüyle birbirlerine zincirlenmiş toplumun üyeleri arasında fikren özerk alanlar kurulmasını engellemiştir. Eşya rejimi, özneleri mütemayil oldukları nesnelerin, inanç beslediği idollerin kölesi haline getirmiştir. 1980'lerden itibaren dünya hızla aynı imalatları, payına düşen bireye dağıtarak küreselleşti. Kapitalizmin tasallut ettiği beyinler, birbirine benzer öznelerden oluşan bir amalgam meydana getirdi.

Zihnin, dış dünyanın bir yansıması olduğunu iddia etmek materyalist bir yaklaşımdır. Oysa, farazi bir çıkar savaşında şekillenen zihnin özünün ne'liği yaşadığımız süreçte, tüm canlıların mücadelesi ve insanın hayatta yer alma yasalarında saklıdır. Zihnin uyanışını, insanın dünyayı idrakını; türleri doğuran maddenin fiziksel yasalarının keşfinde ve nedenlerin akıl/beyin tarafından işlenmesinde aramamız gerekir. Materyalist dünya görüşü hakikata, bu kavramları toplumsal ilişkiye soktuğumuzda tecrübe ederek ulaşır. Kavramın özbilincinin doğruluğu ve imkânları, görünen dünyayla nesnel ilişkilerde, taksirli/taksirsiz değişimle değil emeğin kullanım amacının bilinçli tatbikatında sınanır.

Kapitalizmdeki gibi Marksizmde de asıl amaç tüketim ve refah toplumudur dedik. Hegel'in Hukuk Felsefesi Eleştirisi'nde açık açık söyler: 'Genel refahı geliştirerek kendi refahımı geliştiriyorum ve kendi refahımı geliştirerek genel refahı geliştiriyorum.' Liberté / égalité / fraternité diyerek işe başlayan Marks, kurtuluşu planlı ekonomide görerek, iradeci/volantarist diyalektikle sıçradıktan sonra determinist ekonomizme düşüyor. S283/ 2.cilt Kapital'de meramını özetliyor; meş'um çare insan ahlakına galebe çalan iktisatta gizli : 'Eğer toplumu kapitalist değil komünist bir toplum olarak düşünürsek, her şeyden önce ortada ne para-sermaye diye bir şey olacak ne de bundan ileri gelen alışverişi örten sahtelik. O zaman sorun, toplumun gereksinmelerini önceden hesabetmekten , toplam yıllık üretimden, emek üretim araçları ve geçim araçları çektikleri halde, herhangi bir üretim ve geçim aracı sağlamadıkları gibi, uzun bir süre, bir yıl ya da daha uzun bir süre herhangi bir yararlı etki yaratmayan -örneğin demiryolu yapımı- iş kollarına zarar vermeksizin toplumun ne kadar emek, üretim aracı ve geçim aracı yatırabileceğini önceden hesaplamaktan ibaret olacaktır.' Görüyoruz ki, komünist, anti kapitalist ya da sosyalist, faşist, korporatist olmak farketmiyor; önce görev tanımı, maişet listesi, iş bölümü, teoride olmasa da pratikte zorunlu çalışma yasası var. Herkes devleti zorunlu bir ekonomik varoluş durağı, makinaları, kurumları, çalışanları, ödül ve ceza sistemi olan ayrı bir zeka, kendinden menkul organları olan bağımsız bir beden olarak kabul etmekte mutabık.. Devletin erki konusunda kolektif 'kavram' yaratılmıştır. Aydınlanmanın tetiklediği düşünce biçimiyle Kavram, hiçbir şekliyle önerme değil, bir zihinsel tasarımıdır.. 


Marks'ın mahdumlarıyla birlikte, spekülatif 'emek' gücünün politik öznelliği artmıştır. Negri, Deleuze, Zizek ya da aynı okulun Ali Akay, A. Cengiz Baysoy gibi farklı köşegenlere yerleşen yerli muadil ve gayet radikal entelektüel mutedilleri.. Sermayenin siyasal ekonomisinin üstüne kapanarak, polorozasizyonla çalışmanın ideolojik taleplerinin asimetrisiyle örtüşen bir uzamsal zaman/mekanda, sermayenin karşı kutbu olarak değerlendirdikleri  'emek' üstünden sistemi reforme etmeleri tamamıyla garabettir. Ancak meta ile eşya arasındaki görünmez farkı abartarak, sömürülen 'emek' gibi kendilerindeki o tahammül edilemez fazlalığa biz ne kadar yabancıysak, onlar da olumsuzluğun olumlanarak olumsuzlanmasına, analojinin birbirini tamamlayan kıyamet çığlıklarına,  ontolojik bakımdan sermayeye ait olan emek üstünden yükselen katarsisin felesefesine o kadar fazla teşnedirler. Modern tahakküm, döneminin asli karakteri olarak merkezi olmayan finansmanına paralel trafiğiyle kendi denetim kurallarını yazarak (ya da sansürünü ihmal etmeksizin diyebiliriz) normlaşma eğilimindedir. Toplumsal sözleşmelerin zemininde ücretli emeğin politik bir güç olarak sermaye tarafından baskılanması vardır. O ölçüde, inatla reddediğini tamamlayan karşıt ideoloji tarafından kışkırtılarak dinamize edilmesi yer alır; endüstri çağında emeğin yabancılaşması, doğanın sömürüsü sabit kalmak üzere üretkenliğin standartları muhaliflerin katkısıyla yükseltilmiştir. İyi'nin sembolü, iyiliğin yasasını başarısızlığa mahkum etmiştir.

 (Şöyle söylemek de mümkündür; dünyanın varoluşundan beri süregelen örgütsüz ve aleni olan somut iyilik, pratikte çoğunluğun aleyhine örgütlenen soyut iyiliğe kurban edilmiştir. Artiküler olarak insana sunulan yardımcı aygıtlar, eklemlenen makinalar, kadim olanla, zamanın merceğinde kırılanın arasındaki uçurumu arttırmıştır. Medenilik bağlamında iktidarların koyduğu perişan edici bariyerlere karşı, bünyesinde kamusal diyaloglara sürekli açık tutulan kanallarıyla "yurttaşlık",  ortak zenginlik ve sevincle tanzim edilen vicdani iyilik, anbean oyun içinde kuralları değiştirilerek ihlal edilen  kanunları değil, dürüstlük esasına uygun sözleşmeli birliği arzular. )


 Marks, gayet iyi bilir ki, 'toplumsal üretimin gücü, işbirliğinin kendisinden doğar' ve Kutsal Aile'de belirttiği gibi 'Fikirler, belirli tarihsel durumu aşamazlar. Onlar sadece bu duruma uygun düşen fikirleri aşabilirler. Aslında fikirler hiçbir şey gerçekleştiremezler. Fikirleri iyi bir sonuca vardırmak için pratik bir gücü kullanan insanlar gerekir..' Biliyoruz ki, yalnız fikirler değil, o fikirlerin müellifleri de kendi zamanlarının ürünüdürler ve onların geleceğe dair hayallerinden, düşüncelerinden çok, geçmişe ait bilgileri rasyoneldir.


Halkın iradesinin, halkın tercihiyle eşzamanlı zuhur etmesi halinde ancak doğrudan ve saf demokrasiden bahsedebiliriz. Politikayı ve temsili sistemde politikacıları 'meslek' olarak doğuran etken buradaki anakronizmdir. Temsili sistemi 'diktatörlük' savlarıyla pekiştiren Marksizm, sömürüye karşı koyuyor ya da onları/olanları teşhir ediyor değil; sadece sosyalizmi, rekabetci siyasal söylemin, iş bölüşümünün bir parçası kılıyor ve ekonomizmin karşı konulamaz ilerleme realitesinin içine bir zümrenin iktidar talebini kalıcı bir şekilde sıkıştırıyor. Tahakkümün ekonomik politiğini, devraldığı kurumsal yapıya serpiştiriyor. Merkezi olmayan doğanın, sınırlardan azade yaşamın işleyişine mekanik bir 'zeka', yapay bir 'merkez' monte ediyor; söylemin içine karanlık labirentler, çarkları, dişlileri, kilitleri, tertibatı olan despotik bir makina yerleştiriyor.. Biricik emeği, 'değer' üretmeye mecbur kılıyor. İdeolojilerde doğaya, akla, yaşam hukukuna ve ahlaka aykırı olmayan, para ile kirlenmemiş bir tutunma noktası aramak beyhude bir çaba.. Mülkiyet haklarının devletçi yüzü çal/ışmaya zorlamaktadır.. Peygamberler 'emir' cümleleriyle tebliğ ederler; filozoflarsa kesinliği olmayanı -apriori- önerirler. Marks, tüm tarafları ve kurtuluşçu argümanlarıyla hristiyan retoriğini kullanarak katastrofik/teolojik bir teori yaratmıştır. Marks dışında peygamber edasıyla okurlarına emrivaki yapmış başka bir filozof yoktur..


Uluslararası toplumu harekete geçiren etmenler farklı olsa da vicdanları uyaran ortak bir 'ölüm' imgesini biyolojik zeka, her dönemin şahsi kültlerini kullanarak mutlaka yaratmıştır. İnsan topluluklarının gereğinde sıkça başvurduğu ahlak oyunlarında bu imge, geleceğini görüp aslında kendi riyakarlığına hayıflandığı bir gösterinin ikaz edici parçasıdır. Zaman makinasının ilerleyen karelerinde kadraja alınan metafor, kıyameti haber veren dengeleyici bir kehanet işlevi de görebilir. Uygarlığın nüfuz ettiği her yerde, yerel kültür elemanlarıyla tekrarlanan yeni 'ölüm' imgelerini savaşların çoğaltma kabiliyetleri vardır. Barış içinde yaşayan doğanın tüm canlı unsurlarına inat, insan, savaşlarla kendini yücelttiği bir tarihin sahibidir de. Tarafların kendi kitaplarında lanetledikleri zalimlikler, ötekine reva görmekte tereddüt etmedikleri tekrar eden zulümler sanki bu makus insanlık tarihinin bir özetidir. Bu imgeler uluslarötesi bir muhayyilenin yaratıcı ürünüleridir. Burada bir parantez regülasyona dayanan korporatifleri hatırlatan ama hiçbir biçimde kaale alınmayan Kapital 3. ciltteki şeytan ayetlerini hatırlatalım. 27. Bölüm olan Kapitalist Üretimde Kredinin Rolü adlı makalede Marks 'Kapitalist üretim tarzının bizzat kapitalist üretim tarzı içersinde ortadan kaldırılmasından bahseder. Bu devrimin, evrimle olabileceğinin sinyallerini veren 6 sayfalık bölüm şiddetle gideceği düşünülen bir hayat tarzının mutedil bir süreçle dönüştürülebileceğini ima eder. Oysa 'Zor, yeni bir topluma ebe olan her eski toplumun ebesidir' demiş midir; demiştir! Marks, Hegelin Hukuk Felsefesi Eleştirisinde (sayfa 196) 'Tarih neden bu yolu izliyor; insanlık kendi geçmişinden neşe ile ayrılsın' derken acaba neyi kastetmektedir? Şeytan ayetleri, yeniden düşünmemize vesile olur.


Olağanüstü zamanlarda yaşıyoruz. Şükran Moral'ın alışagelen sürece çomak soktuğunu gördük. Bugün sadece sanatta üzerinde durmamız gereken hizipsel istismarlar ya da tekrardan doğan yorgunluklar, okuru bezdiren apartmalar yahut üretenler arasındaki küçük farklılıklar değil, bizatihi gündemi her alanda meşgul eden eleştirideki sahte faaliyettir..

Hal böyle olsa da, bu kadar kanonik alıntı, katastrofik mecazdan sonra geleceğe olan umudumuzu kaybedecek miyiz? Tabii ki hayır!
 


Eşitler arasındaki sözleşmelerle dünyanın her bireyine istisnasız aynı kalitede hizmet vermek mecburiyetinde olan teknoloji önündeki engellemeler, insanlığın barbarlık çağını aşacak ve meczupların yıkmasına mahal vermeden belki de sosyal ağlar üzerindeki denetim bertaraf edilecektir. İktidarlar, kendi tebalarından ekonomik mekanizmayı ayakta tutacak mebzul miktarda boyun eğmiş patolojik bedenlerin yanısıra sisteme çomak sokan karşıt kümelerini de yaratırlar. Devletin zihni ile bedeni arasındaki uyumun nöbetçisi, monarkı işsiz bırakacak bir girişim arzu edilebilir. Serseri artı değeri olduğu kadar değişik orduları da tek merkezden yönlendirerek barışın hizmetine verecek ortak aklın işbirliği programı, bu iki küme arasında dengeyi sağlayacaktır; böyle bir seçenek olasıdır. Ne ki işi insan iradesine bırakmadan yazılımı olabildiğince mekanize bir kurumu yeğlemek, geçmiş deneyler kaale alınırsa daha akıl kârıdır. Yeni makinaların herkese eşit mesafede duran ontolojisi daha güven verici olacaktır. Ancak başta Marks'tan bayrağı devalan Leninist Bolşevikler olmak üzere "Bütün siyasal devrimler, miyadı dolmuş eski makineyi kıracakları yerde, heyulayı yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar." Radikal değişim vaadiyle gelse de siyasetteki 'tutku', iyi/kötüye sirayet ettirerek hayatta kalma mücadelesinden ziyade ruhun büyük tatminsizliğine dayanır. Keşke, en güzel düşünceler havai maytaplar, işaret fişekleri gibi kullanıldıktan sonra kendi kendilerini imha edebilselerdi. Oysa en güzel ütopyalarla gelen iktidarların hayatı en kötü distopyalara çevirebildiklerini biliyoruz. Velhasıl insanlara bahşedilen hizmetin, risalelerin umut verici himayesinden değil, şeylerin mekanik techizatından servis edilmesini yeğlediğimizi söyleyebiliriz. Eski sosyalist elitlerin mahdumları bugün de, yanılmazlık zırhı kuşanmış bir karar alma mercii hayali kurarlarlar. Fakat, ağ bileşenleriyle birbirlerini kışkırtan internet kuşağı, sosyalizm de dahil kapitalizmi onaran tüm türevlerinin yüce/cüce amaçlarını eşitleyerek insanları hiç uğruna galeyana getirmeyi hedefleyen bu minvaldeki makro politikaları yerle bir edebildiler. Kitlelerin eleştiri haklarını bire bir kullandıkları mikro katılım süreçlerini yapılandırdılar. Moral değerlere ihtiyaç duymayan fiziksel aparatlar, iktidarlardan görevi devraldıklarında, güruhların arzularının yaratıcı özneleri heder ettiği bu barbarlık çağı da sonlanacaktır. Kullanıcısı olan insanın tasavvurundan 'yetki' alınıp, insan kaynaklı değişkenlerin ürettiği soyutlamalar sıfırlandığında, bu umutların sonundaki 'adalet' kavramına tekabül eden 'somut' yasanın hizmetindeki gerçek evrensel demokrasinin kusurları ileride monitörlerden tespit edilerek düzeltilebilecektir. Bugüne kadar ideolojik metod, tersyüz edilmiş dünyada bir cendere işlevi ve vazifesi görmüştür. Elbette bu saiklerle kurulacak yeni toplumda kurnaz siyasilerin yeri ve topluma önderlik eden rantiye kadroların işlevi olmayacaktır. Zaten siyaset de doğal bir insan etkinliği değildir; ömrünü doldurduğu zaman dilimini aşamayacaktır. Oysa 'ölüm', haz ve acıyı aynı anda teşvik eden bu politik dans, insanlığın arkaik evresinin bir mirası olarak zihin ekranlarımızda henüz yaşamaya devam etmektedir.

2011 Bienal'de Milena Bonilla 'Kapital/Solak Elyazması/Lüks Versiyon 2008 adlı çalışmasında "yazı faaliyetinin pek çok anlamı bulunuyordu. Fakat en önemlisi, kitabı gerçekten okumanın imkansız oluşu. Kitabın üç versiyonunu hazırladım ve sergileyecek olduğum versiyonda, anlaşılmaz içerik ile gösterişli biçim arasında bir gerilim bulunuyor. Ciddi miktarda el emeği ürünü, 'içeriksiz' bir sanat yapıtı." diyordu. Yıkmak için yola çıktığı ama ruhunu onardığı Marks'ın Kapital'ine çağdaş sanat adına yapılan her gösteride aynı alâka devam ediyor. Bu yıl Haliç'te ikincisi düzenlenen çağdaş sanat fuarı ArtInternational'da yer alan eserleri için Ayşegül Sönmez şunları yazmış : 'Nasan Tur, fuara galerinin geniş standında söylenişi Kapital yazılışı farklı Kapital yazılarıyla aslına bakarsanız “levhaları”yla katılıyor. Bu levhalarda bir nakkaş gibi yazı fırçasıyla bir “kodcu”ya yazması için verdiği yazılım programının ortaya çıkardığı Kapital versiyonları yer alıyor. Evet Nasan Tur, bir kodcuya, Kapital'in okunacak ama farklı yazılacak versiyonlarını türetmiş. Sonra bunları bir grup Alman borsacıya telaffuz ettirmiş. 800 tanesini eliyle yazmış. Tibet kağıdına. Hind mürekkebiyle. Geriye yazması gereken 39 bin 200 versiyon kalmış."





Kuş bilimi kuşlar için ne ifade ediyorsa, Kapital'de sermayenin hareketlerini gözlemleyen Marks'ın işçi sınıfı teorisi de emeğini mübadele ederek yaşamak zorunda olan işçiler için pratikte onu ifade eder. Ancak bize sorarsanız önsözündeki inancına karşın Kapital'in işçiler tarafından okunacağı ne kadar hayalse de Tur'un levhalarının sermayedarlar tarafından alınma ihtimali bir o kadar gerçektir.

1980'lerde Bienallarle hayatımıza katılan güncel sanat, sentezlediği karmalarla ikircikli bir düşünce süreci başlatmıştır. Sağdan önce hesaplaşmamız gereken tüm mahdumlarıyla sol retoriktir. Sosyalist solun iki ana akımı tanımlaması pek yerinde değildir. Marksizmle anarşizm farklı kutupları işaret eder. Biri sağlam bir iktidarın yarattığı ekonomik özgürlükten diğeri tüm iktidarların defedildiği sınırsız/patronsuz ertelenemez demokrasiden sözeder. Marksizmdeki muğlak nokta 'devrim' kelimesiyle neyin kastedildiğidir. Leninsist doktrindeki en tedirgin edici kısımsa sonrasıdır. Sömürüyü yaratan 'emek' ve onu satın alan 'para'nın sabit kaldığı sosyalist örgütlenmede, toplumun tehir edilen yaşam hakkına mukabil kişinin yaşadığı süre içindeki kazancı belirsizdir. Proletarya Diktatörlüğü savıyla demokrasinin askıya alınmasına karşın Devrim olgusunun emek/para mübadelesinde neyi dönüştürdüğü muammadır. Değişen iktidar olmasına rağmen, dönüştürülen bir özgürlük rejimi olmaması, çaresizliğini haykıran muhalif hareketlerin eleştiri ve mütalaasında zaten vardır. Bakunin, Tanrı ve Devlet'te 'İnsanın özgürleşmesi yalnızca buna bağlıdır, çünkü o doğanın yasalarına itaât eder; onlar insana dışarıdan insanî veya ilâhî, kollektif veya bireysel her ne olursa olsun, herhangi bir yabancı irade tarafından empoze edildiği için değil, kendisi onları böyle kavradığı için' derken anarşizmle Marksizm arasındaki temel farkı dile getiriyordu. Biri refahçı eşya rejiminin sağladığı tedarikler üzerinden eşya fazlasıyla toplumu abad etme talebi; diğeriyse proletaryanın emek ve meta üretme zorundalığının reddi. Biri bu dünyadaki zenginlik için insanların yaşam hakkını gelecek nesiller uğruna terketme çağrısı; diğeri hayatı ertelemeden korkusuzca eşit bir beraberlikle kendi adlarına yaşama talebi. Tartışılması gereken kutsal kitapların vaadettiği cennetle, Marksist ideolojinin tarihin bir kavşağında ulaşılacağı varsayılan komünist toplum modeli arasındaki benzerliktir. Marks, Alman İdeolojisi'nde gelecek toplum tasavvurunda şöyle der : 'Bugün bu işi, yarın başka işi yapmak, canınız istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirmen olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam yemekten sonra eleştiri yapmak'. 'Ne zaman?' diye sorduğumuzda bu tahayyülün kendi yaşamımızı kapsamadığını görürüz. Adına 'hayat' dediğimiz mutluluk veren biyololojik etkinlik ancak tarihin keşfinden itibaren acıların ve sömürünün yoğunlaştığı ticari ve siyasi bir faaliyete indirgenmiştir! Bu faaliyetin çağımızda, adı 'kapitalizm' olandan başka ekonomik seçeneği yoktur. Tilki akıllı olsa sonu kürkçü dükkanı olmazdı. Kapitalizmin, din olduğunu kabul edersek onun eleştirisini de; Marks'ı yerli yersiz anmayı bir gelenek haline getiren bienal sanatçısı müritlerin insafına, fuarları parselleyen ilerlerici küçük burjuva müteşebbislere hizmet veren malumatfuruş sanat yazarlarının hoşgörüsüne sığınmadan her zemin ve imkanda anbean yapabilmemiz gerekir!


Benlik, bir kavramla karşılaştığında önce akılla etrafını kuşatır ve ardından yargı yetisini kullanarak olumsuzlamayla onu sınar; anlamaya çalışır. Şayet inanırsa, o zaman eleştirel zekanın merhalelerini askıya alır ve anlama nüfuz etmese de, kendi olarak yeni bir üretim sürecinde yarattığı anlamın esiri olur. İnanmak, soru sormadan teslim olmak demektir. Biliyoruz ki pratikte seküler bir din olan kapitalizmin satın aldığı 'emek' ile sosyalizmin kutsadığı emek arasında fark yoktur.. Oysa mücadele, emeğin kurtuluşu için verilir.. Heyhat!..  Hayatta ne bir doğru vardır ne de kimseden öğrenilecek bir ders..


İş ve işçi arasında; fabrika düzenin köleleştirdiği emeğin istismarıyla, paranın mübadele ettiği emeğin 'değer' kıldığı eşyanın üretimi arasında, burjuvaya artı değeri üretmek zorunda olan emek ile devlete artı değeri üretmek zorunda olan arasında;  hiçbir fark yoktur! Mealen söylersek Marks, 'kapitalist üretim rejimi, sadece özneler için nesneler/oyuncaklar üretmez, nesnelerin kölesi olan özneleri de üretir' der. Tüm kurumlarıyla devlet, örgütlü üretim sürecinin sonucu itibariyle öznelliği sabit bir sermaye olarak kullanmakta ve eğitim ya da idari kurumları aracılığıyla tahakküm ve toplumsal denetim ilişkilerine ekleyerek biçimlendirmektedir. Üretim retoriği, farklı kategorilerde araya parça sıkıştıran özerk imalatlara ivaz vermez. Nasıl bugün kapitalizmi yerden yere vuran radikal muhaliflerinin eleştirilerinde bile çalışma zamanı ile üretim zamanı arasındaki antagonistik bağ korunuyorsa; insanın doğasına aykırı bu haysiyetsizlik, emek adına dolgun ücret vaadleri mücadelesine dönüştürülüp uyumla muhafaza ediliyorsa, jenerikte yer alan 'fabrika düzeninin eleştirisi' nin de uygulamada yok hükmünde olması olağandır. Kapitalizmin politik ya da kültürel eleştirisi de, öznelliği melezleştiren, insanı hibritleştiren üretim sürecinin rezonansıyla uyum halindedir. Kapitalizmin satmaya çalıştığı maddedir, metadır yahut hizmettir ancak, özneden almaya, hatta dumura uğratmaya azmettiği şey bizatihi öznelliğin üzerinde yükseldiği biyolojik faaliyetidir. Bizim sorumuz 'eşya bolluğu ile bedenen tutsak edilen ruhun yoksunluğunu gidermek mümkün müdür?' şeklinde olacaktır. Onlar bize siz hayalperest misiniz diye sorduklarında bizim cevabımız belki Hovard Zinn'in dediği gibi 'evet; biz hayalperestiz' dir; ve bizce doğrusu da budur. Öyleyse bize sunulan her zemin ve fırsatta tüm umut ve yalanları, imtiyazlı suç ortaklarını yüzlerine haykırarak 'hemen şimdi; herkes için sınırsız özgürlük' demememiz için bir neden yok!. 


Artık akıllı telefonlarımıza daha fazla, dostlarımıza daha az zaman ayırıyoruz. Nesneler, tüm yardımlaşma duygularıyla öznelerin yerini alıyor. Çözüm istiyorsak ya üretim ilişkilerini kökünden değiştirerek doğanın verdiğiyle yetindiğimiz bir yaşamı savunacağız ya da proleter kitlelere hayatlarını kolaylaştıran küçük aparatları / mutfak vd. aletleri vererek susmalarını talep edecekleri küçük burjuvaların eşya rejimine teslim oldukları dünyayı vaaz edeceğiz. Ya herkes için sınırsız demokrasiyi talep edip her türlü üretime cephe alacağız ya da ekonomiyi merkezden yöneten diktatörlüğün daha fazla meta gayreti/rüşvetiyle vaat ettiği refah toplumunu benimseyeceğiz.. Fenerbahçelilerin, 'burası Saraçoğlu, burdan çıkış yok' demesi gibi ne yazık ki, devletin olduğu hiçbir toplum düzeninde, birey için gerçek bir adalet ve idealize ettiğimiz fasılların uygulamaya konulabilir olduğu bariz anlamıyla bir kurtuluş yoktur. Emperyal kültür, toplumun safrasını oluşturan serüven meraklısı lümpen topraksız köylülere, sergüzeşt gemicilere, maceracı tayfalara çok şey borçludur. Ülkelerin ihtişamı, (Adam Smith buna 'ulusların zenginliği' diyor) savaşların ıskartaya çıkardığı kılıç artığı suça meyilli nüfusun ana kıtadan ayrılmasıyla birlikte okyanuslardan beslendi; haydutların himmetiyle gerçekleşen fetihlere müteakip açık denizlerde, kendinden uzak coğrafyalarda güçlendi. Yolsuzluk, arsızlık, haydutluk ve talan, müze kültürünün temellerinde bulunur. Ganimetlerin 'iyi' çapulcunun hakkı olduğu inanışı, kolonyalist birikimini sanayi devrimine henüz tevil etmemiş olan Batı sermayesinin zenginliğinin fitratında vardır. Sanat, emperyalist dünyanın damarlarında akan petrolü, eğitim sistemini, bankaları ve sermaye düzeninin muktedirlerini eleştirileriyle hedef alabilir. Ancak işverenini tehlikeye sokacak ölümcül bir hamlede bulunması olası değildir. Sanatı özerk bir güç olarak tanımlayıp onu doğuran koşulları hesaplamayanlar yanılmaktadır. Varoşları görmeden, metropollerden ibaret bir dünya haritasını sadece burjuva özgürlükleri güvenceye almaktan ibaret sefil bir stratejiyle çizmeye kalkışanlar ne kapitalizme makul bir seçenek oluşturabilirler ne de söyledikleri söz bir değer ifade eder mahiyettedir. Özele indirgersek; 1980 dönemini anlatırken 'sanatçı bu sistem içinde nerededir?' diye sorarsanız; bir paranın alabileceği en yüksek itibarı üreten ayrıksı proleter olarak sömürünün tam merkezindedir diyebiliriz. Ben en çok şeytanı oynarken aziz gibi görünürüm diyor Shakespeare..

Marks, Gotha Programının Eleştirisini,  'Söyledim ve ruhumu kurtardım' - Dixi et salvavi animam meam- diye bitirir. İnsan değerinin kaybolduğu, ruhun bedeni ölmeden evvel terkettiği dünyada sanat rejiminin derdiyse daha büyük; ruhumuzu kurtarmak için hesaplaşmayı bitiremediğimize göre kaldığımız yerden devam ediyoruz..

1980 döneminin en büyük özelliği, siyasal anlamda zapturapta alınmış bir coğrafyada her şeye karşı siyasal eleştiri yapma cesaretini gösteren unsurlara sahip olmasıdır. Mağlupların doğasında vardır öldükten sonra dirilmek; sonradan yeniden ortaya çıkmak. Dönemin zinhar yasak sözcükleriyle eşleşen özneleri vardır; Kürt, komünist, fahişe, zina vd. Üretim süreçlerinin rasyonelleştiği sanayi devrimi çağında, burjuvazinin zenginleşmesine karşıt proleter kitlelerin yoksunlaştırılma, halkın resmi söylemlerle eblehleştirilme tezatıyla karşılaşırız; yarılmada, açılan gediği onarmada aydınlara, sanatçılara epey iş düşmüştür. Sanat eseri, gördüğü ve gösterdiğinden daha fazla kelimeyi hareketlendirir. Yapılan ürün en uygun ya da aykırı görüntüyü sahneye taşıdığında hiçbir şey, her şey olur. En yaratıcı eser, geçmişi en yıkıcı olandır; eserin bir kültürü değerli kılan hemen her şeyle sorunu vardır;  sanatçı, içinde bulunduğu toplumun bilinçaltını tersyüz etmektedir. Oradaki sembollerle yüklenen gizemin, efsunlu metaforların açığa çıkarılması, herkes tarafından anlamın adil ve eşit paylaşımı imkansızdır. Burada 1950'lerde doğmuş kuşaktan Bedri Baykam'ın yanısıra Aydın Ayan, Kasım Koçak, Mevlut Akyıldız gibi konuya damardan girenlerin yanısıra, Nedret Sekban, (hatta bir yaşla bu kuşağa girmekte geç kalan) Kemal İskender gibi isimleri hatırlıyoruz. Bir de bu yıllarda görmeye başladığımız avandgard dili kullanan ancak ayrıca başka bir yazıda değerlendirilmesi gereken adlar var: Yusuf Taktak, Şahin Kaygun, Rafet Ekiz, Mehmet Gün, İnci Eviner, Argun Okumuşoğlu, Yavuz Tanyeli, (eleştirel çizgili mizahın bu alana giren temsilcilerinde Selçuk Demirel, Gürbüz Doğan Ekşioğlu) ile resim ve çağdaş sanat kategorisinde bireysel farklılığı, kişisel özgünlüğüyle hatırlananlar : Murat Morova, Mahmut Celayir, Fatma Tülin, Fuat Acaroğlu, Habip Aydoğdu, Mahir Güven, Kezban Batıbeki, Handan Börüteçene, İnci Eviner, Metin Güçlü, Yücel Dönmez, Alp Tamer Ulukılıç, Murat Sinkil, Elif Ayiter, Sema Ilgaz Temel, Filiz Başaran Özayten, Şahin Paksoy, Doğan Paksoy, Gonca Sezer, Bubi, Odet Saban, İrfan Önürmen, Nedret Sekban, Canan Tolon, Yasemin Şenel, Esat Tekand ve diğerleri.. 

Başlıkta andık burada devam edelim: Şükran Moral'ı 1950 doğumluların ardından gelip ilk eserlerinin 1980 sonuna yetişmesi nedeni ve redaksiyona ihtiyaç duyan hikayenin sonrasını belirleyen provokatif duruşuyla belki bu kuşakla anabilir, hatta ona ayrı bir pasaj açabiliriz; 'ruhumu kurtardım' demek için açmalıyız da!


Ey, orta ikiden evlenerek ayrılan kız çocuklar!


Handan Börüteçene, 1987 Ocak'ta Urart Sanat Galerisi'nde açtığı Mutfak Ordusu'nun ardından İzmir'de, Havva'nın Önlenemez Yükselişi ve Zamane İdolleri adlı sergilerini açar. Sanatçının 22 Mayıs 1987'de Milliyet'e verdiği röportajda 'Formlarım hep kadın üstüne ama yanlış anlaşılmasın; sorun, kadın sorunu değil' dediği cümle başlıkta tamamlanıyordu: 'Asıl sorun kültürel kimlik'. Marksın dediği gibi 'ortam ve koşullar insanları yarattıkları kadar, insanlar da kendi gerçeklerine uygun yaşayabilecekleri ortam ve koşuları yaratmak için çabalarlar'  Toplum, bireylerin toplamından fazlasına delalet eder. Erkeklerin yazdığı tarihten delil getirelim ya da çıkıp bu kuşatıcı duruma mütalaa yapalım. Olmadı iflas eden erk mücadelesine değinmeden  müflis tüccarlar gibi sıvışacak delik arayalım. Sonsuz sorumluluk talebine dayanan etik bir ilerlemenin işgüzarlığı, Aydınlanma felsefesinin en karanlık bölgesini oluşturur. Hegel, 'sınırı düşünmek onu aşmakla aynı şeydir' der. Doğru mudur? Sınırı düşünmek, zihnimizde onaylayıp yeni sınırlar inşa etmek değil midir? Yüce sanat, maddi kültürün eleştirisini yapamaz. Sadece ortamın beslendiği eşitsizlikleri ayna gibi yansıtır. 1950'lerde doğup 1980'lerde eserlerini sergileyen sanatçılardan cinsiyetler arasındaki tezatlara ve adaletsizliklere değinen isimler olmuştur. Fakat, o günlerde kadın sorununu başat dert edinmemeleri konuyu kültürel kimlikle sınırlandırmaları hafızamızda yer etmiştir. Ta 1960'ın başlarında doğan bir başka kadına kadar; onun kahreden bakışı ve bütün çıplaklığıyla kışkırtıcı daveti olmasa, sorun, kapitalizmden devşirilmiş müesses nizamda ve adına sosyalizm denilen alternatifi dünya görüşü içinde bir kültür sorunu olarak kalacaktı.. Zaten Marks da Fourier'in sözünü tekrar ederek ''kadının kurtuluşu, toplumun kurtuluşuyla belirlenir' dememiş miydi? Ancak, Deleuze'un dediği gibi yeni başlayanlar için Beethoven diye bir şey yoktur. Cinsiyetler arası eşitsizlikten bahsediyorsak bir kültür sorunundan değil kadim bir adaletsizlikten bahsediyoruzdur. 'Kadın sorunu', hiçbir ideoloji ya da inanışın çözmeye tevessül etmediği acı veren bir semptomdur. Bugün çağdaş sanatla, tuval resmi arasındaki en bariz fark, aldığı açık pozisyonun azizliğinde mevcuttur.  

O, alışagelen düşünce formunu perçeminden yakalayıp erkek bilincimizi alabora etmese, bu gelişmişlik mertebesinde baştaki örneklere rağmen henüz bu tartışma gereğince yaşanmadan kalabilirdi.

Şükran'la telefonda konuşurken kendisine şunları söyledim. "Senin yaptığın işler hakkında genel bir kanaat sahibi olsam da yetişme koşulları nedeniyle yaptığın işleri başından sonuna kadar izlemekte güçlük çekerim. Oysa hakiki bir performans, yalnızca yıpranmış kuralları, çürümüş ahlaki formları darmadağın etmekle kalmaz; kendisine ait şartların belirlediği hayatta yeni duvarlar ve değiştirdiklerinin yerini alan koşullara paralelel ahlaki değerleri de kabul ettirmeyi başarır. Yeni sınırlar yaratarak sen bunu yapıyorsun. Olayın nosyonu, ifşa ettiğin sırların mefhumu, bizi sarstığı gibi çok kişiyi de rahatsız etmeden bu çarpıklıklar tartışmaya açılamaz. Ahlak, gerçekle değil, toplumsal ben'in şizoid hakikatıyla kurulan bir temas olduğunda, mutabık kalınacak demokratik uzlaşma imkansızlaşır! Sana duyulan abartılmış tepkide parantezde tutulan neden budur!" 

Kim ne derse desin, son tahlilde 'akıl', kendi yaptığı yasaların boyunduruğu altına girmeye mecburdur. Şükran aslında hiçbir şey yapmıyor; sadece normları yaratan garip iktidarımızı tüm patavatsızlığıyla rencide ederek dünyanın ufuk çizgisine bakıyor ve tarihin gidişatına uygun eşitlik taleplerini dile getiriyor. Kadın cinayetlerinden, çocuk gelinlere; değişmek, değişebilmek, değiştirebilmek için daha çok morale ihtiyacımız var!

Aslan, kurt, tilki, sansar ya da sürüngenler. Ne zaman bazı insanlara baksam sanki içinde bir hayvan ruhu gizlenmiş gibi gelir bana.. Düşünüyorum; öyleyse varım. Ama varlık olarak ben kimim?

Yukarıda özetlenen yıllar sanata duyulan saf masumiyetin zirvede olduğu yıllardı. O tarihten sonra köprünün altından çok sular aktı. Asla benimsemediğimiz için kültür rejiminin kurduğu dil, beğeni ve irtibatları bizi fazlasıyla yordu. Belli bir epistemolojiden yaklaşanlar ile dışarıda kalanların tercihi farklıydı. Peşinen aykırı bir unsur, gündemi olmadan kültür endüstrisine muhalif müzmin bir yazar, kronik bir eleştirici olanları sistem istese de öğütemez. Ancak müşterisini ürkütmek istemeyen kültür sisteminin sarih olan lafları duymaması anlaşılır bir durumdur. Çağdaş sanat kuşatma altında deyip şikayet edenler, bu kuşatmanın neresindedir? Dili eğip bükerek bir garip tebessümle bu sakil durumu daha da anlaşılmaz kılan sanat yazılarının revaçta olmasının nedeni pazardaki organize yapı ve suç ortaklığıdır.
Hegel 'insan için en yüksek durum kişi olmaktır' diyor. Tüm yıldırma ve ayartmalara karşı özne kişisel sesini koruyabiliyorsa o, yaratıcıdır. Ancak bu çağda tesadüf ettiğimiz gerçekler, rastladığımız nezih kişiler, yaşadığımız doğal çevre bile başka disiplinler tarafından organize edilmişlerdir. Bulunduğumuz coğrafyada azınlıklar ve marjinaller dışında özgün kimliklere geçit veren liberal politikaların toplumda bir karşılığı yok. Demokrasi adına, din üstünden yasakların kaldırılmasını savunmaksa beyhude bir süreç. Sanat, netameli bir cesaret gösterisinin ve ucu açık ilerleme sevdasının her zaman kullanılabilir mecrası. Vicdanı olan herkes için yaşamak bu karanlık dünyada bizatihi politik bir eylemdir; örtülü performansını kararlılıkla yıllardır sürdüren Kemal Önsoylar, itidali bırakıp doğrudan sindirim ve kan üstünden tekinsiz bir tavırla kanaatlerini dile getiren İsmet Doğan'ın haz verip vermediği tartışmalı alametleri ve diğerleri .. Davut, Tuz Vadisi'nde onsekizbin Aramlının kanını dökünce üne kavuşmuştu; tarihi yazan neden, insanı doğuran nedenle aynıdır; kan ve salgılar! Doğan, bizi irkilten durumları sıra dışı bir felsefe ya da aşkın bir gerçek olarak hazmetmemiz için anlaşılıyor ki psikanalist Julia Kristeva'nın 'the abject' kavramıyla fazlasıyla haşır neşir olmuş. Özerk ruhun olduğu kadar organizmalar arasında bilgiyi taşıyıp aktaran biyolojik bedenin şahsi iştirakleri ve sanatın kerametleri nedir diye sorabiliriz. Bazı maddeleri dokunarak, bazılarınıysa belirsiz temas ve sezgilerle kavrarız. Hayat, özünde kimyasal bir varlık olan insan için salgıların miktarıyla hareketlenir ve denetimiyle sürer. İnsan, bir istek duyduğunda, vücuttaki/beyindeki salgıları hareketlendiğinde zorunlu olarak kendilik bilincine ulaşır. Spinoza'daki 'affecet'tir bu; duyguların kışkırtıcılığıyla arzu ve isteklerin biçimlenmesi biyolojik hayatın, toplumsal yaşamı şekillendirmesine yol açar. Kendilik bilincinin ardından felsefe/sanat vd. dönüştürücü eylemleriyle doğadaki edilgin varlığını aşmaya teşebbüs eden insan, isteklerin yarattığı arzuyla doğayı dönüştürür. Ait olduğu tabiatına/tabiiliğine rağmen aleyhindeki olumsuzlamayla varoluşunu gerçekleştirir ve ortamında onunla birlikte dönüşüme uğrar. Sevinçler/üzüntüler, çoğalma, yeme içme dürtüsü, sindiremediklerimizi ya da öğütemeyip istifra ettiklerimiz deyip konuyu uzatmak istemiyorum ama İsmet Doğan izleyicisinin aşağıdaki linkten Kristeva'nın 1980'de kaleme aldığı Powers of Horror / Korku'nun Gücü adlı denemesini vakit ayırıp okumalarını tavsiye ederim. İsmet Doğan resmi, insan bedeni ve kapitalizm kavramı gibi kolaylıkla aynı anda hem lehine hem aleyhine kullanılabilecek safra ve cevheri barındırmasıyla epey bir malzeme ve eleştiri imkanı sağlamaktadır; değerlendirme yahut yargılama için hayata neresinden baktığımıza bağlıdır. Adını manşete taşıdığımız kuşak, 12 Eylül öncesi ve sonrasında çok şeye şahit olmuş ve çok önemli sınavlar vermiştir. Bu dönem önemlidir ama sonrasında değişim ve dönüşümün nasıl yaşandığını gördüğümüz yıllardan bir kere daha geriye dönüp baktığımızda daha da ilginçtir. Aydın Ayan, Şenol Yorozlu, Kemal Önsoy, Yusuf Taktak ve bizim bu sergiye militan duruşuyla ekleme zorunluluğunu hissettiğimiz post-modern bir azize olan Şükran Moral; bu dönemde sağlam ürünler veren her arkadaşımızı sanat tarihi içindeki konumlarıyla tek tek ele almak, piyasa değeriyle pazarın gelişimini yakından izleyen sistemin içindeki malum sanat eleştirmenlerinin işi deyip devam edelim..


http://en.wikipedia.org/wiki/Powers_of_Horror
http://www.csus.edu/indiv/o/obriene/art206/readings/kristeva%20-%20powers%20of%20horror%5B1%5D.pdf


Yaratıcılık, söyleyecek sözünün olması, merkezde olmak, dünya sanat tarihine girmek, şaşırtmak, kanını dondurmak, olumlu rüzgarı arkasına almak, şansı yaver gitmek; bunların hepsi ayrı konu başlıkları.. Bir de sanatın yerel sınırları kaldırmak, kafaları bulandırmak için küresel sermaye tarafından en mutena araç olma meselesi var.. 1980, 1990, 2000, 2010 deyip bugünlere gelirsek..

Tarih 2010 Ekim;  tezgah İstiklal Caddesi'nde kurulmuş. Taksim'de randevum var. Tünel'den Taksim'e yürüyorum. İstiklal Caddesi her cumartesi gibi. Sağ tarafta bir palyaço duruyor, renkli, konuşkan. İnsanlar başına toplanmış. Tanırım; selamlaştık. Palyaço'nun kalabalığı, önünde durduğu binadan yan binaya taşmış. Yan binanın vitrininde bir hareket var. Ama kalabalığın camekana sırtı dönük; palyaçoyu izliyorlar. Önce öndeki kalabalığın arkasında, vitrinin içinde insanların boyunu aşan inip kalkan el kol hareketlerini görüyorum. Sanki içerde birisi kültür fizik yapıyor. Yaklaştım: Camın içinde bir adam; meczup ifadeyle sürekli, bir ceketi giyip çıkartıyor. Vitrine baktım. Bu, İstiklal Caddesi'nin ünlü kahyası René Block. Çağdaş sanatın gurusu. Dışarıdaki kalabalığın umru değil. Oysa, içerideki gösteri daha büyük; anlasalar. Yer, Arter Sanat Mekanı.. Bu vitrinde bir müddet önce, balondan şişme gerçek ölçülerinde bir tank vardı. Kıvırmışlar, René Block'un ayakları dibinde havası kaçmış yatıyor. Meğer içeride bir performans varmış. Bir terzi, terzi çırağı ve aktör Rıneey Bılaak..  'Vay vay vay, çantaya bak!' dedim yanımdaki arkadaşa. Tam tezgah kurulmuş. Tank yerde yatıyor; küratör Block ülkeye biçilen yeni ceketi müzik eşliğinde giyip çıkartıyor.. Özel teşebbüsün sanata verdiği destek, tüm dünyada çağdaş sanatın soytarılaşmasının açık ifadesi.. 
Post-Modern oryantalist aktör, cevval terzi René Block'ın performansını, pandomimler, akrobasi ve parendelerle süslenmesini bekliyoruz; ama eleştirisi o kadar sert, lafı bariz değil.. Plates düzeyini aşmadan kültür fizik gösterisini sürdürüyor.. Biliyoruz ki, sanat asla sadece sanat değil!


Öznenin varoluşunun postulatıdır 'fantazi'. Her zaman gerçeğin tarafında yer alan fantazma kaybolduğunda, özne çoğu zaman hakikatin şiddetinin gadrına uğrar. Cehennem burasıdır. Kabuslar evreni, bizatihi yaşadığımız dünyadır; mizah yitirildiğinde gerçekten geriye kalan sadece en saf haliyle dehşettir. Şenol Yorozlu, Yavuz Tanyeli, Mevlut Akyıldız misali; siyasetin hayatımız üzerindeki pervasızca hakimiyetine meydan okumayı amaçlayan bir politik eleştiri her şeyden önce mutlaka güler yüzlü ve mizah yüklü olmalıdır. Daha fazla 'bilmek'le değil; ancak bildiklerimizi unutarak ve alabildiğine gülerek hakikat zemininde neşeyle özgürleşebiliriz. Bu arkadaşlar, güleryüzlü ciddiyete dair dönemlerinden taşan kült örneklerdir. Çağdaş sanatın şakşakçılardan fazla, mest olmuş kitleye kendi gerçeğini en irkiltici kelimelerle haykıran kadir kıymet bilmez şefaatçilere ihtiyacı vardır!

Bulunduğumuz coğrafya tarihin her döneminde emperyal düşüncenin ilgisine mazhar olmuştur. Istanbul, casusların cirit attığı bir toplanma merkezi. Bedri, Eylül 2013'te Cumhuriyet'te kaleme aldığı makalesinde şöyle yazıyordu : "Kennedy'den önceki Amerikan Başkanı Eisenhower, başkanlıktan ayrılmadan önce, 1961 Ocak ayında yaptığı son konuşmada, ülkesinin siyasetçilerini ve hatta dolayısıyla dünyayı "Amerikan askeri-endüstriyel kompleksi"ne karşı uyarmıştı. John F. Kennedy'nin çok ciddiye alarak dinlediği bu tarihi sözlerin önemi, daha sonra gerek JFK döneminde, gerek tüm Vietnam Savaşı süresince de kanıtlanmıştı. ABD'nin son Irak ve Afganistan çıkartmalarında da etkili olan bu "dünya polisliği" merakının, "dünyaya demokrasi taşıma özverisi" ile yapıldığına inanan, kafasında beyin taşıyanlar arasında, kaç kişi çıkar, merak ediyorum doğrusu! "

Yazdığımız tarihin her an değişen muarızları ve toplumun yumuşak noktaları, ruhun rencide edilmemesi gereken muvazeneleri, ekonominin dengeleri var. Kitlelere siyasetin deva olduğunu vaaz eden yorumlara baktığımızda sanki hakikati tefekkür eyleme kudreti, sadece mikrofonu eline almış politikacıda mevcuttur; gerçi, çokbilmiş şahsiyetin sahneden toplumun üstüne düşen görüntüsü öyledir. Aslında bu iş, aksine ancak ve ancak bir düşünürün tutkusu olabilirdi. Siyasetçinin kendi başına dile getirebileceği herkes lehine, akla uygun bir amacı yoktur; hal böyleyken kolonyalist sermayenin meşru araçlarının gayrı şahsi amaçlarını da tartışmak anlamsızdır. Parlementer, teori ile pratiği birbirinden ayıramayan bireydeki zayıflığın neticesinde insiyaki doğar; mesleki giysiler ve kuşandığı politik form içinde büyük bir ciddiyetle diğerleri önünde büyüdükçe fetişleşir. Onun elinde istatistiki bir varlığa dönüşen, öznenin diğerkamlıkla nesneleşmesine yol açan ihlas ve inançtır. Kimsenin kepazeliğe ortak olmaktan kurtulamadığı, gösteri toplumunun her üyesinin gönüllü katıldığı lütufkâr bir arzdır bu. İtham etmemize rağmen hiçbirimiz dışarıda kalmayız. Ancak, seçen/seçilen işbölümü yaptığımızda bize bir bütün olarak sunulmuş 'hayat'ın -sentetik bile olsa- temsili denkliğini kaybetmişizdir. Toplumsal tecrübe, Bedri'nin işaret ettiği gibi tepeden inme hamleler, hayatımıza müdahale eden önermeler ve iradelerle amacından kopar. Siyasetçinin vaad ettiği cennette kölelik yapmak üzere konsensus sağlanmıştır. Tüm dünyayı büyük bir işbölümünde sarmalayan ağların karşılıklı bağlarıyla kurulmuş bir hoşgörü trafiğinin içinde yaşamak, sorumluluk da almaktır. Ekonominin öznesi olan bireyler arasında sokakları mekan olarak seçenler dışında illaki bir toplumsal mutabakat vardır. Politik, cinsel ya da dinsel: Her türlü insanın hizmet sektöründe konuşlanması o kullanageldiğimiz eşyanın üretimi ve dolaşımı/tanzimi içindir. Emeğin tüketimi, mizahın konusu değil de 'çalışmak', ideolojinin kutsalıysa, bu, iş'in tanımındandır. İnsan bedeninin olmayan ihtiyaçlarını, icat edilen gereksinmelerini gidermenin çözümüdür. İnsan'ı anlama faaliyetlerimizi büyük bir efsun ve ciddiyetle bu düştüğümüz absürd trajediye yoğunlaştırırız. Oysa 'gülmek' iyidir; kahkaha atmak düştüğümüz kıstırılmışlıkta hayatı olumsuzlamak anlamında devrimci bir eylemdir. Bedeller öderiz/ödemeyiz.. Bizi çalışmaya zorlayan tüm tehditlerin ve aşkın etik yaptırımların ötesine geçen itiraz hakkımızı muhakkak ki bir şekilde kullanırız. Ne ki, öfkenin yerine tercih edebileceğimiz bu başka araç, sanıldığından değerlidir. Sorumlunun dışbükey aynaya düşen abartılmış görüntüsüne verilen bu içten tepki belki de söylendiği/yakıştırıldığı gibi biraz şeytanidir. Palamut ciddiyeti içindeki uzmanın otoritesine, diktatöryel ağın makam ve mekanına yöneltilmiş en etkin eleştirel ve asap bozucu mücadele aracının 'gülmek' olduğunu asık yüzlü siyasiler tabii ki bilirler.. Deleuze, Spinoza için hep gülen filozof diyor; biz de Mevlut Akyıldız için!


Sanatçının topluma olan inanç ve inayeti kaybetmesi, iyilik ve güzellikle ilgili tüm sadakat bağlarını kopartması post modern öznenin mesleki akıbetidir. Birey, sürekli devrim tezleriyle mütenasip kapitalizmin her ürününe vakit geçirmeden yabancılaşmakta ve bir yeni modelini talep etmektedir. İnsan, aslında kendinden söz ederken, sanattan söz ettiğini düşünür. Artık sanatın değil ama kendini eleştirisinin altın çağıdır. Sanatçı, kendilik bilinciyle imge ve kavram üzerinden yayın yapan bir monitöre dönüşmüştür. 1980'ler ressamları bugünün, yani çağdaş sanatın kurucuları olmaları nedeniyle ayrıca bir kat daha önemlidir.  

Sapkın niyetler bile kutsal kitaptan çalınırken, ben en çok şeytanı oynarken aziz gibi görünürüm demesi Shakespeare'in sistemdeki falsoyu giderme ardından örtüyü açma teşebbüsüdür. Gerçi bu yazı, 'Türk Çağdaş Sanatı'nın Devrim Yılları: 80'ler' başlıklı sergi için yazıldı ama konu genişti. Biz tatsız konulara girerek üstüne ölü toprağı serpili olan sistem eleştirisinin eleştirisini yaparak çerçeveyi farklı çizdik; minor bakıştan bu katalogda yazan her yazar sanatsal içeriği kendi perspektifinden tamamlayacaktır mutlaka. Konu başlığını tekrar edip özetle tamamlıyor ve bitiriyoruz.. 1980 Kuşağı : Onlar, bir dönemin sonunda ve -Şükran Moral'ın provokatif işleriyle başlayan- sonun başlangıcında yer alırlar.. Boyut dergisinin 1984 Ekim ayında yayımladığı 25. sayısı var; hoş bir tesadüf bu sergi tam da 30 yıl sonra o sayının sanki doğrusu yanlışıyla bir hatırlatması/değerlendirmesi hasebiyle açılıyor. Kenan Evren cuntasının istibdatı ve sansürü tüm hışmıyla devam ediyordu. Yaşayanlar bilir. 1950 doğumlular, militan gençliklerinin son demlerindeydiler. Sinizm bir staretijiydi ve Neşet Günal'ın atölyesinden yetişen Aydın Ayan, Nedret Sekban, Kasım Koçak ciddiyetle, Mevlut Akyıldız gibi isimler hicivle rejime, dönemin askeri iktidarına belli belirsiz siyasal bir eleştiri yöneltiyorlardı. Yazarlar; cuntanın siyasetin önümüzü kesmesine rağmen eleştiriyi sanat mecrasına yönlendirerek çıkış arıyorduk. Gösteri, Sanat Olayı, Sanat Çevresi gibi onu aşkın dergi bize Kenan Evren'in hediyesidir. Daha sonra Kalın, Düşün, Somut ve Soyut gibi gazete ve yayınlar da eklenerek sanatın başını çektiği, gittikçe genişleyen bir tartışma forumu oluştu. En sert eleştiriler her zaman Aziz Nesin gibi mizahçılardan ve Turhan Selçuk, Ali Ulvi, Oğuz Aral ve mahdumlarından yani karikatürcülerden geliyordu. Plastik sanatlarda Bedri kadar konuya damardan girip kışkırtıcı işler yaparken aynı zamanda alışık olmadığımız yeni iletişim olanaklarını pervasızca kullanıp kamuoyunda şahsi becerisiyle yoğun ilgi ve tepkiyi aynı anda çekmeyi başaran başka kimse olmadı. Tereddütlüydük ama hem anlatıyor, hem de performansıyla önümüzde bir kanal açıyordu. O dönemin bu işlerle atbaşı gitmesi gereken eleştirisi biçareydi; sanat eleştirmenleri fazlasıyla ihtiyatlı, ve kendi görüşünü, özgün söylemini yaratmakta ürkekti. Sanatçısı da eleştirmeni de, galericisi de, sürekli bir oto-sansür halini sürdüren kültür sanat editörleri de dönemin insanları gibi rahat olamadılar; tavır alırken hata yapmaktan, literatüre uygun düşmeyen saptamalardan, sıradışı değerlendirmelerden fazlasıyla çekiniyorlardı. Sanat tarihini yazmak başka; 'yapmak' ise kendi içinde kural tanımaz, küstah bir cesaret gerektirir. Bu dönemde Urart, Nev, Galeri Baraz'ın yanısıra koleksiyonerlerin desteklediği genç sanatçılar pazar ortamına ilk ürünlerini kabul ettirmeye başlamışlardı. Gabriel Tarde, 'İnsanlar toplumların içinde yaşamaz, toplumlar, insanların içinde barınır' der. Toplum, her alanda taklit ederek yararlı olan bilgiyi/ilgiyi her hücresine intikal ettirerek eşzamanlı çoğaltır. 1980 döneminin Türk resmini değerlendirirken, kıyaslama sadece ilgili alanda benzerler arasındaki mukayeselerle olursa anlamdan yoksun olur. 'Önderlik' diyeceksek yeri burasıdır; bu yazı nedeniyle Baraz'a o dönemde kimlerin genç kuşağa yatırım yaptığını sorduğumuzda koleksiyoner olarak isim bulmakta çok zorlandı. 'çağdaş sanatı bırak, Burhan Doğançay, Erol Akyavaş gibi modern ressamlar bile eser satamıyordu' dedi. Zor bir dönemdi. Buna rağmen Yahşi Baraz'ın bize gönderdiği listede yer alan fedakar koleksiyonerleri bu döneme destek vermiş sezgi sahibi isimler olarak sanat tarihinin ayrı bir cüz açarak hatırlayacağını varsayıyoruz. Sanatın niteliğini/kalitesini, o an sahip olduğu vasıfları zamana ihtiyaç duyarak daha uzaktan, eğilimlerini benzerliklerini ise daha yakından izleriz. Ne adına; başta dünyayı ve toplumu yaratan dinamikler ve doğru kabul ettiğimiz paradigmalar adına. Kateksis kelimesinden anladığımız duygu yatırımıdır. Metanın dolaşımı nasıl ekonomiyi doğuruyorsa insan sirkülasyonu, bedenin toplumda dolaşımının da psikanalizde 'birikim' sağlamak adına karşılığı vardır; ruhsal enerjimizi ya aktarırız ya da karşımızdaki özne/nesneden absorbe eder duygu alışverişinde bulunuruz. Bunların hemen hepsinin bir mali portesi var. Ticaret ise baştanbaşa risk demektir. Sanatın, yatırımcı için olagelen tarih bilincinden, piyasa analizinden kopuk bir anlamı yoktur; eserler değişim değeriyle bulundukları ekonominin tıkanıklıklarını açarak sosyalleşmenin yükümlülükleri yerine getirirler. Batının kendi çelişkilerini başka toplumlara ihraç ederken kucağımızda bulduğumuz tarzları sürdürmek en radikallerden en muhafazakarlara kadar Tanzimat ve Cumhuriyet sanatçılarının kaderi olmuştur. 1980'ler bu bakımdan bir kavşaktır. İnsan ruhunun tamamlayıcı boyutunu, sanatsal üretim olduğu kadar davranışlardaki olumlu ve olumsuz potansiyeli belirleyen neden özgüvendir. Cumhuriyet ideolojisinin yaratmaya çalıştığı uluslararası değerdeki öznenin ortaya çıkışının tarihi 1980'lerdir. Bu yerellikten, küreselleşmeye, ulusallıktan evrenselliğe, kapalı ekonomiden emperyal ağın oyuncusu olmaya doğru evrilmenin tarihidir. Eşiği aşarken zeminler arasındaki kod farkı bienaller, fuarlar, borsalar, özel/vakıf üniversiteleri, sivil insiyatiflerle giderilmiştir. Tanrıyı öldüren Nietzsche'nin şeytani bakışıyla Hayek'in teorisini ve Margaret Thatcher, Turgut Özal vd. liberal politik önderlerin pratiğini oluşturduğu gecikmiş post modern süreç, ekonomik olarak herkesi içine katarak kimseyi dışarıda bırakmadığı toplumda örgütlü bir suç ortaklığının tohumlarını atmıştır.

Ne bu toplumdan kurtuluşumuz vardır ne de bu toplumdan ayrı bir kurtuluş vardır; her sadakatin bir esaret olduğunu bilsek de yine de çözümü içeride aramak durumundayız. Kapitalist toplum, bireylerin değil tarafların, öznelerin değil nesnelerin, günışığının değil, alacakaranlığın dünyasıdır; olağan zannederiz.  Kapitalizm, adına sosyalizm denilen kendi karşıtını, bizzat suretinden yaratmıştır konusuna yeterince değindik. ​Özgürlük tanımı, sadece varolan ya da bize sunulan kategoriler arasında seçme hakkını ifade eder ki insanlık rejiminin bütününde asıl düşünülmesi gereken eksik kavram budur!

Tüm keyfiyeti ve riyakarlığıyla 'sermaye' ve onun şehveti üzerine kurulu 'sömürü' düzeni olmasa, hunharlıklar ve talanın yarattığı zenginliğin satın aldığı eserler, kompradorun itibarını kurtaran çağdaş sanatçı ve kültür de olmazdı. Sanat, hiçbir zaman sadece sanat değil; kültür, bir ülkeyi ve halkı dönüştürebilecek en etken araç. Her sanat eserine bakarken sormamız gereken asıl soru şu; 'Bu işte, sanatçının amacı nedir?

Bugün, 1980'lerdeki sorunlarımız sabit kalmak üzere gündemimize bambaşka görüldüğü gibi radikal mi radikal bambaşka konular eklenmiştir. Şükran Moral'ın militanca mücadelesini verdiği cinsiyetler arasındaki tahakküm ilişkileri bile sorunun bizatihi ontolojisinden kaynaklı çaresizlikleri içerir. Ne ki kapitalizm, hep gayri meşru taleplerle ilerler; eşitsizliklerden beslenir. Dünyada ilelebed devam edecek ve çözülmesi imkansız olan tek çelişki kadın/erkek eşitsizliğidir demiştik. Biyolojik çaresizlikler, angajman kuralları, organik yasaklar vardır. Varlık ve Zaman adlı kitabında felsefenin amacı, ontik olanı değil, ontolojik olan varlığı açıklamaktır diyen Heidegger' e göre varlığı değil de varoluşu inceleyen felsefî yaklaşımları ontik çerçevede toplamamız lazım gelir. Varlığın ve var olanın anlamı ise ontolojiktir. Aradaki fark bizim maddeyi kavrayışımız ve varlığı anlamlandırmamızla alakalıdır. Cinsiyetler arasında eşitsizlikten doğan haz ya da dehşet veren münasebetleri bütünüyle eşitleyecek, demokratikleştirecek, hatta adaletsizliği tamamen ortadan kaldıracak keşif, insan ırkının da sonunu getirecektir. Biyolojik hayattan epistomolojik kopuşu gerçekleştiren tüm bilgi yoğun kategoriler bizi tarihte ilerletirken, insani sıfat ve organik vasıflarımızı iptal etmektedir. Ancak bildiğimiz tek hakikat, insanlar arasındaki aktarılacak her bilginin mutlaka sürecin sonunda aleyhimizde bir semptoma dönüşeceği gerçeğidir. 

Bundan tam 30 yıl önce Boyut plastik sanatlar dergisinin Ekim 1984 tarihli 3/25. sayısında daha önce belirttiğimiz gibi dünyadaki genç ressamlar konu edilmiş ve Türkiye'deki umut vaadeden sanatçılara birkaç sayfa ayrılmıştı. İlk makalede Önder Şenyapılı, konuyla ilgili yaptığı görüşmede Erdal İnönü'nün 'Gençlere inanıyorum'  cümlesini başlığa taşımış, derginin genel yayın yönetmeni sanat tarihçi Jale N. Erzen yazısını 'görüldüğü gibi yeni kuşak ressamlarımız bir akım ve üslup peşinde olmaktan çok bir tavır, düşünce ve yaşam anlayışının sanatını yapıyorlar' cümlesiyle bitiriyordu. 

Bu sergide yer alan 1950 doğumlu Şenol Yorozlu aynı dergide 'Promete'nin kurtuluşunu duymak yeterli değil. Aynı zamanda onun kurtarılmasının sevincine katılmak için heyecanların kışkırtılması'ndan bahsediyordu. Devamını aynı makalede okuyabileceğiniz Yorozlu'nun acı eleştirisinde çizgi mizahın payı büyüktür.   

Kemal Önsoy ve İsmet Doğan, öğrencilik yıllarının ilk günlerinden itibaren üretim süreçleriyle haşır neşir olduğumuz ve arayışlarındaki evreleri izlediğimiz değerli arkadaşlarımız. Onların serüvenlerini 1980'lerin sonlarına kadar takip ettik. Bizim dışarıda kaldığımız 90'lardan itibaren sermayenin kültür endüstrisine yatırım yapmasıyla ülkemizde kültür sanat yazıları daha olumlayıcı oldu; yayın ve kataloglar sanatçıların pazar içindeki yolculuklarını kolaylaştırdı. Bedri, Mevlut Akyıldız'ın şahit olduğu bir olayı aktarıyor ve bugün ünlü olan genç bir sanatçının 'çağdaş sanat Türkiye'de 1990'lardan itibaren başlamıştır' dediğini anlatıyor. Bunun nedeni bir nebze tarihin kendisiyle başladığını varsayan sanatçının gençliği ve hamlığıdır; ama daha çok sanata bankalar ve holdinglerin yaptığı katkılardır. Bu yıllarda sanatta finans kapitalin itibarını aklayan bir konsept değişikliği olduğunu, bir kırılma yaşandığını, kültür endüstrisi paragrafını açarak sermayenin kadrolaştırdığı sanatçılarla eleştirmenlerin zihinlerinde ahlaki yarılmalara ve kutuplaşmalara neden olduğunu biliyoruz.   

Aynı yazıda 1957 doğumlu Bedri Baykam 'Beni resim yapmaya iten nedenler iki yaşından beri değişmedi' diyordu. Yahşi Baraz'ın 1964'de Paris  Galerie du Bac'taki sergisine gitmesi ve Bedri'nin galerinin karşılıklı iki duvarı arasında ellerini duvarlara vurarak geri dönmesi belki de onun şahitler önündeki ilk performansıydı. Sergide resimlerini yaptığı kovboyların at üstündeki hareketlerini tekrarladığını söylüyordu. Konuyu yıllar sonra bize anlatan Baraz yarım saat süren bu olayı hafızasına kazımıştı. Sergiyi izleyen Fikret Mualla'nın izleyicilerin yoğunluğu karşısında 'bu ilgi bize gösterilmiyor' diye sitem ettiğini Baykam, Harika Çocuk/1957-80 Paris yılları adlı biyografisinin 130. sayfasında anlatır. Bedri kendisinin aktardığı gibi 'istediklerimi ifade edebilmek için üne ihtiyacım var' demesi, Boyut dergisinde 'nedenlerin iki yaşından beri değişmediği' saptamasıyla tutarlılık gösteriyor. Onun başarısı her şeyden önce çağın aksanını kavramış ve tercihlerini çok erken yapmış bir sanatçının post modern iletişim öyküsüdür. 

Aynı dönemde Aydın Ayan, Kasım Koçaklar, Neşet Günal atölyesinin mezunları olarak toplumcu gerçekçiliğin nitelikli örneklerini sergilemeye başladılar. Ayan, Istanbul resimlerinin yanı sıra 12 Eylül faşizminin işkence sahnelerini de maharetle anlatabilmiştir. 12 Eylül öncesi öğrencilik yıllarında yaptığı dergi kapaklarından tanıdığımız Kasım Koçak darbe sonrasında usta işi realist eserlere imza attı. Ayan ve Koçakla birlikte üslup yakınlığı olan Nedret Sekban'ın beden etütlerini anmamız gerekir; ülke halkının gündelik yaşamından kesitler sunan çalışmalarıyla dönemin keskin eleştirisini yapan sanatçılar arasında mutena yeri vardır. 12 Eylül istibdadında Hale Arpacıoğlu, Serhat Kiraz, Mevlut Akyıldız, Yusuf Taktak ve diğerleri; o karanlığın içinde sağlam duruşları ve topluma verdikleri mesajlarla izleyicinin moralini yüksekte tutan işler üretmişlerdir.

Bugüne geldiğimizde: Marks'ın Grundrisse'de söylediği gibi 'Bütün ilişkiler sonunda para ilişkisine dönüşmüştür.' Sanatın safiyetinden bahsetmek bir yana, değiştirmek istediği kirli dünyanın topluma itibarını iade eden bir parçası ve uluslararası serseri sermayenin payandası olmuştur. Akıl dışı libidinal azamet, fuarcı/bienalci çağdaş sanatta mensubiyeti öne çıkarmıştır. Ne kadar felsefe paralarsa paralasın, önce menfaatlerini düşünen her kurumun, küratörün, sivil teşebbüsün kendi kadrosu ve her cemaatin kendi gündemi ve ürkütmekten imtina ettiği çıkarları vardır. Lafla gelen özgürlüğün bu örgütlü yapıda bağımlılık; yepyeni görev tanımlarıyla birilerinin birilerine eklendiği hatta perçinlendiği düzende bağımsızlığın, fiiliyatta kölelik demek olduğunu zaman bize göstermiştir. Kamu, halkın bilgeliğine sahip olamadığı için tereddütleri içindeki aydın ahlakı, inançları, yanılgıları, mahcubiyet ve zarafetleriyle 'insan', aktüel ehliyet karşısında rafa kaldırılmıştır. Burjuvazinin sanat dahil tüm meta fetişleri, akıl dışı davranışları özendiriyor. Pornografik eleştiri, sapkın politik ve ekonomik azamet; sosyal kazançlarla paralel günahlara davet çıkartıyor. Artık pazarın işbirlikçi öznesi müsterih olsa da, çağdaş sanatın nesnesi o kadar pak ve temiz değil. Contemporary kavramıyla onore edilen sanat, eşiği aşamadan tekrara düşüyor. Cerbezeli sunumlarla yapılan dünyanın diyalektik eleştirisi iğrenç mi iğrenç.. Magazinel anlamda bile pusulanın ibresi çirkine dönük; paranın dışında amaçlar bulanık. Hedeflerinin tümünü yitirmiş olan sanatla sanatçının hiç olmadığı kadar bugün kafası karışık.. Rasyonelite, boyun eğmeğe zorluyor. Oysa, değerleri ve umuda ait fikirleri olanlarla birlikte yaşadığımız 1980'ler, 'iyi' ve 'güzel' üzerine somut şeyler söyleyebildiğimiz yıllardı; hafızamızda böylesine zifiri bir dünyanın masum geçmişi olarak kalacaktır..


E. Çetin, 11/2014 / Cunda





Not / Bu sergi nedeniyle Bedri'yle katıldığımız bir  programda ısrarla belirtmem belki biraz tatsız oldu ama bence Çağdaş Türk Resminde Devrim Yılları Sergisi'nin önce ismi yanlıştır. Üzerine ölü toprağı serpilmiş Kenan Evren döneminde sanatçının müşterisi, dönemin askeri cuntasını ekonomik istikrarı sağlamak için göreve davet eden burjuvazidir. Paranın alabileceği en güçlü itibari nesne sanattır. 80 dönemi sanatçısının alıcısını küstürmek bahasına bir devrim özlemi içinde olması eşyanın tabiatı itibariyle -ya da pragmatizm adına- mümkün değildir. Marks'ın dediği gibi "İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir. Tam tersine onların bilincini belirleyen şey toplumsal varlıklarıdır. (..) İnsanlık önüne ancak, önüne çözüme bağlayabileceği sorunları koyar.." Oysa bugünün eleştirmenleri, tarihi mücadelede hiçbir şeyi anlamadıkları halde sanat adına okurun duymak istediği her şeyi yazıyorlar. Her kesim, yaşadığı 80'li yılları kendi objektifinden dinleyene şevk veren hikayelerle anlatıyor. Tekrar edelim : O dönemin ruhuna 'kaygı' hakimdir; ülkenin üzerinde darbecilerin yarattığı tekinsiz bir sukünet, insan ilişkilerinde korku veren sıkıntılı ve kuşatıcı bir atmosfer vardır. Politikayla uğraşan gençler ve tüm resmi söylemin dışına çıkan muhalifler için o günler kabustur .. Devrimciler mahkemelerde, zindanlarda, işkence tezgahları ya da idam sehpalarındadır. Birkaç istisna dışında sanatçıların bu dönemde kişisel arzularını askıya alarak sermaye rejimiyle aralarına mesafe koyduklarını ve halk adına dürüst bir mücadele verdiklerini söylemek abartı olur. Herkes adına yaşadığımız bu öykünün güzel ve renkli olduğunu söyleyemeyiz... 





***