Bu Blogda Ara

1 Ekim 2014 Çarşamba

Not Defteri / Ekim 2014

Marifet, iltifata tabidir; müşterisiz meta zayidir. Ancak, öyle iltifatlar vardır ki, insanın bir suçlu gibi kendine ve doğal çevresine yabancılaşmasına kafidir..






Performansı gerçekleştirenle onu izleyen kişi ya da kısaca dışarıdan bakan idrak, sabit hakikatin olmadığını, onun bilinçte her an yeniden yaratıldığını birlikte görürler. İkisinin beraberliğinden oluşan dinamizm, diğer öznelere sirayet eder. Sosyoloji ve etnometodoloji; belki onlar işaret ettikten sonra 'bilim' diye kabul ettiğimiz disiplinler ancak görebileceklerdir. Çağdaş sanat, en sıradan etkinliklerde bile oyunla bağlantılı gerçeğin üstünü örtmeye değil, aksine açmaya, sıradanlıkların verdiği körlüğe karşı farkındalık yaratmaya vesile olabilmektedir.. Bazı kişiler umarsız ve hoyrat bir edayla 'çağdaş sanat'a karşı bir duruş sergileme naifliği gösteriyorlar. Kapitalizme karşı olurken, sanayi toplumunu onaylama çelişkisi gibi ezbere bir ilkellikten kurtulmadan yapılan her eleştiri; ister abartılı radikal ideolojik referanslarla gönderme yapsın, ister gündelik zaruret ve çıkarlarla bağlantılı olsun bir yerde tıkanacaktır. Emek/sermaye ve işbölümü üzerinde yükselen modern toplumun organlarını dumura, kan dolaşımını sekteye uğratacak lafın, artı değerden beslenen toplum karşısında diyalektik olarak ilerleyememesi, savunucuların tutarsızlıktan mustarip olması kaçınılmazdır. Biliyoruz ki, olumsuzlama, modern dünyanın gereği. Ancak burada dikkat edilmesi gereken konu, ideologun, siyasetçinin sanatçının ya da düşünce üreten herhangi bir öznenin hangi enstürmanları kullanarak soyut 'nasıl' söylediğinden ziyade, tutarlılıkla somut olarak pratik değeri itibariyle 'ne söylediği' üzerine olmalıdır. Cem Erciyes'in alkışladığı 'toptan inkarcılık' ise kavramaktan aciz olunan aktüelle, toplumla, akan zamanla uyumsuzluğun göstergesi olmanın ötesinde bir anlam taşımaz..



İki sene önce değerli bir sanatçı arkadaşıma şöyle bir konu önermiştim: Bir mini etekli genç kız, sokaklarda yaşayan bir berduş, magazin basınından herhangi bir ünlü, gülücükleriyle neşe saçan bir japon turist, şişmanlıktan yürümekte zorlanan elinde evrak çantası olan yaşlı bir adam, açık saçlarıyla olgun yaştaki bir kadın,  punk görünümlü bir erkek ya da bir Alevi dedesi gibi kişiler.. Ve marjinal kesimlerden bu listeye eklenecek bazı insanlar;  tek başlarına, farklı zamanlarda (gündüz/gece) Taksim'den yola çıkıp, İstiklal, Tünel, Yüksek kaldırım, Karaköy, Galata Köprüsü, Eminönü güzergahını izleyerek Beyazıt'a yalnız olarak yürüyecekler. Gizli bir kamera de bu masum gezinişi, senaryoya bağlı yürüyüşü çekecek. O gün bu proje gerçekleşmedi ama buna benzeyen bir performans ABD'de geçtiğimiz günlerde yapıldı. Bir genç kadın, pantolon ve tshirt giyerek Manhattan’nın değişik yerlerinde 10 saatlik sessiz bir yürüyüş gerçekleştirdi. Bu 10 saat içinde farklı insan gruplarından 100’ün üzerinde sözlü taciz yaşadı. Bu rakamlara sayısız göz kırpma ve fısıltı dahil değildi. Gizli kamerayla çekilen o görüntüler, çeşitli medya organlarında paylaşıldı. Biliyoruz ki, performans sanatında 'gösterilen', ne büsbütün gerçektir ne de hayali olan, gerçekten tamamen kopuktur. Bizim önerdiğimiz şekliyle böyle bir yürüyüş filmi henüz çekilmedi. Ama filme çekilmese de toplumun kahır ekseriyetini oluşturanlara karşı, ötekileşen hayatların zorluğu da anbean tüm güçlükleriyle devam ediyor. Çağdaş sanatçıların görev tanımına eşitsizlik ve adaletsizliklere karşı verilen mücadele girdiğine göre böyle bir video çekiminde hala umut var demektir. Eğer biz bilmiyorsak ve böyle bir çalışma değişik yerlerde yapılmış olsa bile her ülkenin şartları farklıdır. Kendi çelişkileriyle, ekrana düşecek yerel görüntüleri serimleyecek bir performans, bizim için her zaman daha 'gerçek' olacaktır; özneler ve aksiyonlar ne bütünüyle gerçektir ne de gerçek bu noktadan sonra yeteri kadar ahlakidir; ancak olan haliyle 'hakikat', normalin olağandışılığına, sessiz kitlenin çaresizlikle ötekileşmesine, toplumun farkındalığına ve düzelmeye katkı sağlayacaktır.


Contemporary art'ta Türkiye gittikçe merkez ülke konumuna yükseliyor; bu ülkenin sermaye birikiminin dünyada artık önemsenen bir 'değer' oluşturduğu anlamına geliyor.. Marks'ın ifade ettiği gibi 'sermaye' proletarya ile burjuvaziyi, zenginlikler ile yoksullukları, nimetlerle külfetleri birlikte üretir. Geriye kalan iş, yoğunlaşan sermayenin asli unsuru olan ama henüz uluslararası standartları tutturamayan iş ve işçi haklarıyla çalışma güvenliği konusunda AB normlarına ulaşma azmine, ülkenin evrensel değerlere ulaşma faaliyetlerine hız vermek.

Daha çok Ortadoğu, Arap ülkeleri, Çin olacağını zannederken gene sermayenin merkezi olarak 'Batı' belirleyici oldu. Brezilya ise yükselen değer. Dünyada güncel sanata yön veren etkili yayınlarından Art Review, ‘güncel sanatın en güçlü 100 ismi’ listesini güncelledi. Türkiye'den bir isim var. Bu liste ancak her şeyden önce kişiye değil, İstanbul'un çağdaş sanat alanında 
önemine ve uluslararası sermaye dünyasının dikkatine yapılan bir göndermedir..



http://artreview.com/power_100


***




19 yaşından beri tutsaktı; Perşembe günü asılarak idam edilen Reyhane Cebbari'nin mektubu ailesine teslim edildi.. Ölümü, erkeklerin iktidarı ve hukuku içinde kadınların yerini değerlendirmek için acı bir tecrübe oldu.  Eşitlik çağrıları bile, sorunun kendinden kaynaklanan eşitsizliğin doğal bir gerçek olduğunun kabulünden sonra, 'kadın' üzerinden sürdürülen sömürü ve politik yalanın ayrılmaz parçası olma garabetini taşır.. Güçlünün tevazu göstermesi, zayıfın güç gösterisi kadar imkansızdır; çekilen acılar karşısında empati yapmak ise olanaksız. 








Geçtiğimiz Perşembe günü İran'da infaz edilen Reyhane Cebbari'nin son mektubu ABD’nin internette Huffington Post gazetesinde yayımlandı.. 7 yıl önce kendine tecavüz etmek isteyen devlet görevlisini ölümüne sebep olan 26 yaşındaki Cebbari, annesi Şule'ye özetle şunları yazıyor. Mektubun tamamı   http://www.huffingtonpost.com/2014/10/27/reyhaneh-jabbari-message_n_6054896.html  adresinden okunabilir.

“Sevgili Şule; Kısas’la yüzleşeceğim haberini bugün aldım. Yaşamımın son sayfasına ulaştığımı, senden duymadığıma üzüldüm;  öğrenmek hakkım değil mi? Senin ve babamın elini öpmek fırsatını neden bana vermedin? "Aslında o uğursuz gece benim ölmüş olmam gerekirdi. Şehrin herhangi bir köşesine atılmış bedenim, birkaç gün sonra bulunurdu ve polis cesedimi teşhis etmen için seni savcının ofisine götürürdü. Tecavüze uğradığımı da orada öğrenirdin. Biz onlar kadar zengin ve güçlü olmadığımız için katil asla bulunamazdı. Sen de hayatına acı ve utanç içinde devam ederdin, birkaç yıl sonra da çektiğin acı yüzünden bu dünyadan göçüp giderdin.

Ama böyle olmadı. Bedenim bir kenara atılmadı ama mezar gibi olan Recayi Şehr Hapishanesi'ne atıldı. Bunu kadere verip şikayet etme. Ölümün, hayatın sonu olmadığını benden daha iyi biliyorsunDünya, benim ancak 19 yıl yaşamama izin verdi... Meşum darbenin ardından.. bir mezarlık olan Evin Hapishanesi hücrelerine ve bir mezarı andıran Recayi Şehr Hapishanesi’ne atıldım… 


Bize okula gittiğimiz dönemlerde, kavga ve şikâyetler önünde hanımefendi olmayı öğretmiştin. Davranışlarımızın ne kadar önemli olduğunu ne çok vurguladığını hatırlıyor musun? Ama tecrüben yanlış çıktı. Öğrendiğim şeyler, bu olaydan sonra bana fayda sağlamadı.
Mahkemede gözyaşı dökmedim. Yalvarmadım. Çaresizce ağlamadım. Bu da benim soğukkanlı bir katil olduğum izlenimi yarattı ..

‘Dünya bizi sevmedi!’ 

“Sevgili anneciğim.. sözlerimin sonu yok ve idam edildikten sonra sana verilmek üzere, (kâğıda aktardığım o sözleri) birine emanet ediyorum. Miras diye sana el yazılarımı bırakıyorum...
Tüm gücün ve olanaklarınla benim için yapmanı istediğim bir şey var. Bu dünyadan,bu ülkeden, senden istediğim tek şey bu. Lütfen ağlama ve beni dinle: Söylediklerimiçin zamana ihtiyacın olacak. Mahkemeye gidip daha ben ölmeden önce, onlara dileğimi iletmeni istiyorum. Benim için hayattan daha tatlı olan iyi kalpli annem; toprağın altında çürümek; gözlerimin ve genç yüreğimin toz olmasını istemiyorum.æ Asılır asılmaz kalbimin, böbreklerimin, gözlerimin, kemiklerimin, bağışlanabilecek tüm organlarımın; ihtiyacı olanlara armağan olarak nakledilmek üzere bağışlanmasına izin vermelerine dua et. Organlarımın bağışlanacağı kişinin adımı bilmesini istemiyorum, ne bir buket ne de dua bekliyorum.
Ağlayacağın bir mezarım olmasın. Bunu kalbimin en derin yerinden söylüyorum. Benim için siyahlar da giyme. Zor günlerimi unutmak için elinden geleni yap. Alıp götürmesi için beni rüzgâra ver...
Dünya bizi sevmedi. Kaderimi istemedi. Şimdi o kadere teslim oluyor, ölümükucaklıyorum. Yaradanın mahkemesinde, ben de savcıları suçlayacağım...
Sevgili, merhametli Şule; öbür dünyada da onlar suçlanacak. Sen ve ben suçlayan olacağız. Ölene dek seni kucaklamak isterdim. Seni seviyorum.”



***




Atlas'ın sırtında taşıdığı dünya gibi kadınların da karınlarında taşıdıkları hayatla erkekler toplumunda yeterince eşit ve özgür yaşaması imkansızdır.. 



***


Bu kadar hareketli bir dünyada sanatçılar konu bulmakta niye zorlanırlar; anlamak mümkün değil. Çıplak gerçeği anlatsalar, en büyük hakikatı zaten ifşa etmiş olacaklar. Sıradan sanatçının ya da geniş zaman kipinde tutunmaya çalışan küçük burjuva yazarın çaresizliği, görünür olmak için her tür herzeyi acı veren bir oyuna dönüştürmesidir. Şefkat arama zavallılığı,  toplum denilen çokluğa çaresiz teklik tarafından kurulan bir tuzaktır. Hastalığını sirayet ettirmeye çalışan özne, sadece bu düzen içinde ruhuna yabancılaşmaktan mustariptir. Bunun çaresi, hayatın yeniden üretim sürecinde bedenine ve eserine yabancılaşan öznenin, toplumsal ideoloji olarak ileri sürülen eşyalaşma rejimine, sanayi üretiminin dayattığı nesneleşme sürecine karşı çıkmasıdır..





Başka şeyleri düşünmediğimiz gibi bunu da varolmanın tabiatına, yaşamın ruhuna terstir/düzdür diye düşünmeyiz. Dünyaya çıplak gelip aynı şekilde gideriz; ancak, istimlak ettiğimiz yeryüzünde kâh örtünerek, kâh ait olduğumuz imtiyazları/ formaları giyinerek bu akıldışı süreç normalmiş gibi yaşarız. Can sıkıntısı, kurtulmak için idraki sağlamaktan acizdir. Dünyanın gündemi gibi ülkenin gündemi de yoğun. Ancak bana sorarsanız en önemli haber 26/10 Pazar günü görevini halefine bırakacak olan Uruguay devlet başkanı Pepe'nin öyküsü .. Vesile olsun hayatımızı gözden geçirmeye..


Marks, belirleyici olan üretim araçları; onun arkeolojisi bize fikir verecektir diyor ama konu o kadar ekonomik indirgemeciliğe dönüştürülürse -aynı işi yapan toplumların farkını yaratan kültür ve hukukun önemini- diyalektiğin bazı yerlerde neden akamete uğradığını kavrayamayız. Herhangi bir üretim tarzını sürdüren toplumun merhalelerinde, işbölümü yaratan mantığın temelinde görenek, coğrafya ve korkulardan oluşan bir 'kültür' platformu vardır. Bu 'kurucu' işlevindeki kültür, kendisini yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu toplumsal ilişkinin dinsel bağlamından ve her türlü mübadeleyi kurumlaştıran öznelliğin yeniden üretiminden ayrı düşünülemez. Görüyoruz ki 'tarih' bilinci sadece geriye doğru bakarak ileriye doğru bir gelişme göstermiyor. Modernizm, yeri geldiğinde zamanları eşitleme, biraradakilerin saatleri düzeltme ve toplumsal varoluşun bilgisini güncelleme ihtiyacıdır. Cuma günü kendini tecavüze karşı savunurken cinayetten hüküm giyen Reyhane Cebbari Melayeri İran'da idam edildi. Oğulları ve kızları, gözaltına alındıktan ya da devletle bağlantılı olduğu düşünülen kişilerce kaçırıldıktan sonra kaybolanlar için protestolarını 27 Mayıs 1995 Cumartesi gününden bu yana sürdüren anneler Taksim Galatasaray'da bu hafta 500. kez buluştu. Soma'nın Yırca, Üsküdar'ın Validebağ'da semtlerinde yaşanan gerilimin nedeni hayata nereden baktığımızla ilgili. Sonunda vicdanı olanların bildiği sırrı açıklayan Diyanet İşleri Başkanı Görmez, 'Tabiat, insanların günahlarını taşıyamaz hale geldi' dedi. Başat olan ya devlet/ekonomidir ya da bir 'çokluk' düşü olarak insan/doğa; ikisini birlikte savunmanın olanağı yok. Freud yaşanan tekinsizliği, tanıdık olmakla birlikte zihnin gerilerine ötelediğimiz ya da duymak istemeyip bastırdığımız duygulara ( dolayısıyla olaylara) bağlar. Onda formülasyonunu bulan tekinsizlik, hayatta yaşadığımız tekinsiz tecrübelerden daha zengindir. Sanatçıdaki tuhaflık ve yabancılaşma, "Bastırılan ile geride kalanın karşıtlığı esaslı değişiklikler olmaksızın edebiyat eserinin tekinsizliğinde uygulanamaz çünkü düşlemin krallığının geçerli olması için içeriğinin gerçeklik tarafından sınanmaktan muaf olması gerekir" der. Cumartesi Anneleri'nin kaybolan yakınları bu teze upuygun olmayan tekinsiz bir gerçektir. İŞID'ın ortaçağ karanlığından doğması ve modern topluma açtığı savaş da. Tekinsizliğin asıl nedeni çağımızda IŞID'ın abartılı bir takıntıyla şizoid savaşında gerçekleştirdiği kafasını kesip kurulacağı, her şeyin müsebbibi bir 'kapitalizm' canavarı yaratmış olmasıdır. Ne dinler/inanışlar ne Marks, Durkheim, Weber gibi sosyoloji erbabı, ne de Freud gibi keramet yaratan terapistler ya da normları belirsiz sosyal demokrasi; metafiziği aşarak strateji olarak makul değerleriyle kapitalizmin düşünce modellemelerinin dışına çıkacak, bir temsilden uzak aracısız örgütleniş formları, yahut gelecek toplum tahayyülü yaratamamışlardır. Modern Endüstriyel Kapitalizm’ in ruhu "Protestan Ahlâk" tır cümlesini severiz de Weber'in Protestan Ahlak ve Kapitalizmin Ruhu' kitabını kahır ekseriyet bir Batı toplumu eleştirisi olarak okumakta inat eder. Oysa, eleştirel düşünce kanonik okumalardan yola çıkar. Hermeneutik; ezoterik bilginin çekirdeğinde saklı olan cevherin rasyonelitesi bir toplum tasarımı projesinde baştan tartışma dışıdır. İdealin metafiziği ister Marks'tan, ister İsa'dan yola çıksın; zaten tebarüz edilemez. IŞID türü tüm paranoyak ideolojilerin doğumuna neden olan temel sıkıntı; bireyi ablukaya alan inançların kuvvetli, zaruretlerin fazla, okumaların ve düşlerin eksik oluşudur. Marks, kâr hadlerindeki daralmadan dolayı kapitalizmin krizlerle kendi kendini tasviye edeceğini öngörür; 1848'den itibarense azalan bir inançla bunu savunur. 1867'den sonra kaleme aldığı Kapital 3/386'daysa halkın alabileceği hisse senetleriyle özel sermayenin, toplumsal sermaye biçimine girebileceğini belirtir ve 'özel mülkiyet olarak sermayenin, kapitalist üretimin kendi çerçevesi içinde ortadan kalkmasıdır' der. Bugün hisse senetlerinin yarattığı sermayedeki parçalanmayı, fikri mülkiyetin ortak kullanıma açılmasıyla bir nebze 'internet' yaratmıştır; bu kapitalizmin kendi küllerinden yeniden doğmasının önünü açan bir oluşumdur. Marks, demokratik toplumun, diktatörlükle kuralacağı vehabi içindeydi. Bugün sosyal ağlar üzerinden kanaatler ve yaşam tarzları, - bu henüz erken bir saptama olsa da-  insanların 'demokrasi' tanımı belirli normlarda eşitlenmek üzeredir. Görülüyor ki, enformasyon devriminin, yeni, yaratıcı, merkezsiz ve karizmadan yoksun hayaletleri, ideologlara baskın çıktı; bu kadar felaket travmasına karşın öğrenmek için dünyanın daha fazla sansürsüz pratiğe, engelsiz tecrübeye, daha az teoriye ihtiyacı var. Aktüel üzerinden devam edersek, ne dünyadaki sosyal demokrasi ne de ülkede CHP, BDP ve diğer muhalefet kendi gündemleriyle boğdukları özgürlükler konusunda sarih davranmıyorlar; asıl niyetlerini tecil edip kabullerini, aksiyomlarını efsunlasalar da 'refah toplumu' ideolojilerinin aralarındaki fark görünmez; nesneler ve sembollerden ibaret taleplerinde, mülkiyet ve özgür irade konusunda tavırları ikircikli. Oysa 'web' kültürü, gittikçe mülkiyeti çözücü argümanlarını paylaşıma açıyor. Modern toplum, bireyin almak istediği özgürlüğü dirhem dirhem satıyor; kuşkusuz ağır olan bedel, bir müddet sonra herkesin ortak kazancına dönüşüyor. Ancak konu 'savaş'ın getirisi ve silah endüstrisi olduğunda ve tarafları düşündüğümüzde hiçbir vicdan, böyle bir bedeli uzun vadede ödeyemez gibi geliyor. Emperyalizmin silah sanayii üzerinden elde ettiği hasıla, başka sektörlere doğru dönüşmesi direkt ulusal devletlerin çözülme süreciyle at başı gidiyor. Irak'tan ağzı yanan ABD'nin, Suriye travmasıyla Arap Baharı stratejisiyle nasıl bir kulvar değişikliği yaptığını gördük. ABD'nin Kürt sorunu hamlesi zorunlu değişim mi yoksa planlı bir gelişim mi izliyor söylemek zor.  Paris komplosuna rağmen süreç ilerlese de büyük fotografı gördüğümüzü söyleyemeyiz. Buna rağmen geçtiğimiz hafta Kürt sorunu üzerine taraflar arasında diyalog sürecine katkıda bulunması amaçlanan akil insanların görüşleri, başbakanlıkta yapılan uzun toplantı nedeniyle hareketlendi; 'soruna gerçekten kim sahip çıkabilir?' konusu, Oran-Baskın polemiğiyle tartışılması gereken bir düşünme süreci başlattı. Kobani, Suriye derken tezgahı kuran aktörlerin dışında mantık arayışıyla kızışan aktüel siyasetin gündemi geniş.. İnsan ile emek arasında doğrudan ilişki kurarak sömürünün tüm türevlerini engelleyeceğini sanan teşebbüsün akibetiyse ortada. Konu, kültür sorunundan öte 'iktidar' histerisine kapılan melez bilincin ifşa mekanizmalarında mevcut. 75bin yıllık 'insan' geçmişimizin son 5 bin yılı bildiğimiz kaos; ilk tohumun tarlaya ekilmesinin ardından tarih, mülkiyet ve savaşlar dönemi başladı. İnsanın, mimariye girişinden itibaren gerileyen hayatında, yeryüzündeki hiyerarşiye tanımlamasında, istatistiki öznenin, devletleri aşındıran ekonomik plantasyonlarda örgütleniş pratiklerinde mahfuz gerçek olarak doğanın dışında bir hakikat alanı yarattık. Vudu bebeğinin imajınasyonu gibi özne, simgesel düzende teslim alındı. Aşiret ve yurttaşlık bilinci plasebo etkisinde kıvamlaştırıldı. Ekranda kaza, cinayet, tehdit, ikaz, kötü örnekler, hava durumu, döviz kuru, enflasyon/işsizlik verileri, istatistikler ve diğerleriyle güncel olanı izliyoruz ama tüm zamanlarda aktarılan bilgi hep tedirgin edici oldu. Toplumsal semptomlar sıradan bireye sürekli yön verdi; başkalarının bilgi ve tecrübeleriyle cesur deneyimler yaşadık. İyi/doğruyu vicdan; itaatkar, evcilleştirilmiş birey ise yasaları her zaman bildi. Ne var ki, hiçbir zaman tatmin edilemeyecek 'özgürlük' arayışımızsa doğanın 'hakikat' i ile uzlaşmaz çelişkiler barındırıyor. Yapamadıklarımızı uzun zamandır sinema, edebiyatla kamufle ediyoruz; beden fenomenleriyle başetme mücadelemiz organizmamızı değiştiriyor. Eksik dilbilgisi, yaşama ve duygulara tercüman olamayan sözcük hazinemize rağmen moral değerleri yükselten çeşitli aykırı hikayelerle akıl dışı oyunu sürdürüyoruz. Abartmaya, etrafından dolanmaya gerek yok; hayatın kendisi zaten sanat. Sözü örneklemeyle kesersek bu da onlardan biri: Uruguay'da bu hafta sonu yapılacak seçimlerde 2,6 milyon seçmen sandık başına gidiyor. Anayasaya gereği yeniden aday olamayan dünyanın en yoksul devlet başkanı Jose 'Pepe' Mujica veda edecek. Mujica 1 Mart 2015'te görevini yeni devlet başkanına devredecek.. Onun başkanlığıyla birlikte Uruguay yaşam kalitesi sırasında dünyanın 19’ncu ülkesi haline geldi ve dönem itibariyle Orta/Güney Amerikanın suç ve cinayet oranı en düşük ülkesi. Dünyadaki bütün gündem maddelerinin en önemlisi bence Pepe; onun hayata bakışında ve terbiyesinde tüm temel problemlerin çözümü zaten mevcut.. Devlet Başkanı Pepe'nin özel yaşamı bize umut veriyor..

http://www.radikal.com.tr/dunya/dunyanin_en_yoksul_devlet_baskani_veda_ediyor-1221290

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral_calislar/dolmabahceden_izlenimler-1219989
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral_calislar/63_akilsizdan_biri_de_benim-1221109




***





Eğer kendi tarihimizi biz yazmazsak, bizim adımıza yabancıların yazdığı tarihe hoşnutsuzluk göstermemizin bir anlamı yoktur. Grafiğin 11'i Ali Tekin Çam'ın Türkiye'de belge/bilgi bulmakta zorlandığımız ülke grafik sanatları hakkında önemli araştırması; ilgililer için önemli bir kaynak. Mutlaka sanat müzelerinde, reklam ajanslarında ve güzel sanatlar fakültelerinin kütüphanelerinde olması gereken değerli bir arşiv çalışması.. Grafiğin ilk 11’i kimler? sorusunu yazar "Ebuzziya Tevfik, Kenan Temizan, Münif Fehim, İhap Hulusi Görey, Emin Barın, Atıf Tuna, Mesut Manioğlu, Mengü Ertel, Sait Maden, Turgay Betil, Necati Abacı" şeklinde  Cilt 1'de cevaplandırıyor; ancak bu ülkenin geçmişi ya da geleceğine/ufkuna da baksak biliyoruz ki bu tamamlanması gereken bir liste. Çam'ın 2. Cilt'te İzzet Ziya, Firuz Aşkın, 1950'lerde Amerika'da Playboy Dergisi'nde çalışan Aslan Şükür,  Ethem Çalışkan, Sadık Karamustafa, Necati Balaban, Emre Senan, Aydın Erkmen, Erkal Yavi, Yurdaer Altıntaş gibi onlarca isimle bu çalışmayı zenginleştirerek yola devam edeceğini umuyoruz..

Analiz Yayıncılık, Alper Efe Ataman, Tel: (0232) 330 16 56; 
Ali Tekin Çam, alitekincam@gmail.com)


http://www.alitekincam.com/sanatci_index.html
http://www.rob389.com/logo-1-ali-tekin-cam/dp/tr/11/9789758015047
http://www.satrancdukkanim.com/default.asp?git=9&urun=98#.VE-YffmsVDQ
http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/grafigin-ilk-11i-405936



Kayıp bir ressamın evrak-ı metrukesi

İsmi kaybolmuş bir sanatçı İzzet Ziya; yaşasaydı, ne kadar değişirdi, yeni biçime nasıl uyum sağlardı, kestirmek güç. İyi eğitimli bir saray ressamının, çini mürekkebiyle ve ucuzcu gazetelerle serencamı hayli ilginç elbette

http://kitap.radikal.com.tr/Makale/kayip-bir-ressamin-evrak-i-metrukesi-395819

http://ortakdefter.blogspot.com.tr



***



Türkiye'de eğlence dünyasının bir anavatanı varsa o da şüphesiz Maksim Gazinosu'dur. Büyük yıldızların yükselişine ve bir dönemin gece hayatına tanıklık eden bu efsane mekan hakkında ne biliyoruz? İşte size Maksim Gazinosu tarihi!


http://www.radikal.com.tr/radikalist/eglence_dunyasinin_efsanesi_maksim_gazinosu-1221712?utm_source=hurriyet&utm_campaign=xmlservice&utm_medium=haberdetay




***




'Mal sahibi, mülk sahibi; kimdir bunun ilk sahibi?' cümlesinin modern dünyaya yanısması ya da kısaca Karl Marks, Kapital 3. cilt sayfa 682 


"Gün gelecektir ki, toplumun daha yüksek bir iktisadi biçimi açısından, tek tek bireylerce, yeryüzünün özel sahipliği, bir adamın ötekine sahipliği kadar saçma görünecektir. Bütün bir toplum, topyekun bir ulus bile ya da hepsi birarada var olan toplumların tümü birden bile yeryüzünün asıl sahipleri değillerdir. Bunlar şimdilik onun yalnızca zilyedleri, yararlanma hakkı sahipleridirler; ve aile büyüğünün babası (boni patres familias) gibi onu yeni gelecek kuşaklara, zamanı geldiğinde devretmeleri kaçınılmazdır.." 



***




Saygın Tüyap Ödülleri jürisi kimlerden oluşuyor; bilen var mı?

Eski gazete arşivlerine bakarken rastladım. 2006'da Hasan Bülent Kahraman kendine verilen Tüyap Ödülü için 'ödül' almama prensibini bozmuş.. Anlaşılıyor ki bu ödülün farklı bir itibarı var. Ama gel gör ki alanları tüm medya sayfa sayfa şişirse de ödülü verenlerin kim olduğu belirsiz. Sonuçta kurumlar canlı bir organizma değil; adına 'ödül' denilen böylesine büyük takdimlerle gerçekleştirilen şamatanın ardında birileri var..  

Her sene ekim ayında açıklandığına göre eli kulağında demek. Tüyap Kitap Fuarı'yla eşzamanlı Tüyap Sanat Fuarı açılıyor ve her sene onur sanatçısı, koleksiyoner vd. dallarda ödüller (bir kısmı mesleğiyle ilgisiz olan isimlere; örneğin eleştirmen ödülü sanat tarihçesine vd.) dağıtılıyor. Ben ödüller ve yarışmalara kişisel olarak karşıyım ama konu bu değil. Sormak istediğim Tüyap ödüllerini kim ya da kimler veriyor? Jüri var mı yok mu? Komitedeki kişilerin bilinçle bir kamuoyu oluşturup ilgi ve piyasa yarattıkları ortada. Sonuçta verilen ödüllerin pazarda bir getirisi var. Ve bizler bu teşebbüsün sonucu ödül alanların başarılarını alkışlarken ödülleri kimlerin ne gaye ve hangi idrakle verdiklerini bilmiyoruz.. Senelerdir ödüller dağıtılıyor. Ancak bugüne kadar bu hayalet jüriye 'Ya kardeşim siz kimsiniz? Hangi ölçülerle biraraya geliyorsunuz; sabit misiniz değişken misiniz? Ne amaçla böyle bir itibar operasyonu ve manipülasyon yaratıyorsunuz!' diyen de çıkmadı. Üzümü ye, bağını sorma; alan razı veren razı. Her zaman deyimlere vesile olan olaylar, düşüncenin onu algıladığı ve kelimelerle anlattığından farklı bir boyut (boşluk belki de açlık) barındırır ki ülkede literatür oldukça zengin. Tüyap yahut farklı merkezlerin verdiği ödül ile alan ve verenin işbirliğiyle toplum üstünde 'iktidar' elde etme ve tarafların birbirlerini onaylayarak bu iktidarı paylaşma oyunları üzerine düşünmemiz gerekir. HBK örneğindeki gibi milyar dolarlık çağdaş sanat piyasasını kontrol eden vitrindeki kişilerin şahsi prensiplerini yeri geldiğinde askıya alması, müminlerin oruç bozması kadar sıradışı ve önemli olmalıdır.  Oysa konu büyük bir organizasyonun ödülü ve reklam gücü olduğunda ne kimsenin düşünmeye, ne anlamaya ne de ihlal edilen kurallar dolayısıyla derin sorgulamalar yapmaya isteği/gücü oluyor. Türkiye gerçekten enterasan bir ülke! 





***







Fotograf sanatçısı Murat Germen :  “Şüphesiz ki 'insan' iyi bir fikir değildi; ben de kabul ediyorum” 






***







1980 kuşağı ressamları, geleceği umut ederken yitirdikleri geçmişlerini bugün bu sergi vesilesiyle yeniden arıyorlar. Ancak bu kuşağa baktığımızda genelinde dönemin ruhuna uygun apolitikleşme sürecinde sadece yenilgi, çözülme ve hiçleşmeyle karşılaşırız. Bu davetiyede yazan bilgileri 'gerçek' kabul edersek -şair Heine'nin söylediği gibi 'büyük acılardan küçük şarkılar yaparım' kadarıyla- tarihteki gerçeği tahayyülümüzle sınırlamamız gerekir; batıl inanç, kurulan hayallerin sonucudur. İçinde yer almaktan onur duyduğumuz 70 kuşağının ciddiyet ve fedakarlığına karşın 80 sonrasında gemisini kurtaran kaptandır. Apolitikleşen kişileri ve 'halk' tanımını amorflaştıran kavramlarıyla tüketime endeksli, hüznü ve neşesi kendinden sevinç ideolojileri yaratılmıştır. Gösteri toplumu, ürünlerinden önce şaşkın müşterilerini ve zıpırlığın teorisini behemahal üretir; bu olguysa sosyal ağlar kadar yenidir. Böylesine bir yeniden mustarip olanlarca, eskinin diriltilmesi, buradaki isimler aracılığıyla geçmişin yeniden yazılması da, politik anlamda romantik bir hatırlatmanın ötesinde anlam kazanmıyor. Şayet öncesi ve sonrası hakkında olumlu bir şey söyleyeceksek bu, '1980'lerde sanat, kendi misyonunu eğer kusursuz olarak gerçekleştirebilseydi, bu sonraki kuşakların ölümü olurdu' dememiz kafidir.. Radikal değişimin ne menem bir yabancılaşma yarattığı ortada. Herkesin elindeki sermayeyi teşhir etmesi günümüzde olağan bir davranış normu; ancak benzerlerini ararken aynılığı yaratan da ruhsuz bedenlerdeki ikameci bakıştır. Aradığımız özgünlük ve bireyselliğin zamansallıktan öte; kamuda görünmeye vesile olan ereklerin hakiki ve müzakere değeri olması gerekir. Metris'te Bayrampaşada Diyarbakır ya da Ulucanlar'da süren zulmün devam ettiği yılları konuşuyor ve sorumluluk, fedakarlıklardan bahsediyoruz. Paralel evrenlerde, farklı mekanlarda verilen kültür mücadelesinin ne kadarı dönemin ruhuna uygun direniş özellikleri taşıyor? Ancak her on yılda tek ismin akılda kalmasının tabii ki nedenleri var. Zaman, hepsinden önce siyasal mücadelenin ve süreçte kırılmalara neden olan politik/acıların eseri. Resim, edebiyat, sinema/tiyatro gibi yapıldığı bağlamdan özerk güncellenen anlatıların toplumun psikanalitik düşünme süreçlerinde, metne/retoriğe dayalı kavrayışların biçimlenmesinde, hatta tarihin her an yeniden yazılmasında ve malum diyalektiğin yön değiştirmesinde önemi büyük. Yaptığımız işleri ilettiğimizde hazır bir gramer kullanırız. Hepimiz belirli bir dil topluluğunda doğmuşuzdur; her birimizin gerçekliği algılıyışı verili değerler üzerinden yaşadıklarımız aracılığıyladır. İçine doğduğumuz 'dilbilgisi' ne kadar belirlenmiş olursa olsun onu üretimimizle olumsuzlayarak bozar ve diyalektik olarak (Marks, 'bilmiyorlar ama yapıyorlar' der) geliştiririz. Bunca söze karşı gene de 'ne/neden/nasıl?' derseniz bu serginin katalogunda 54 sayfa boyunca o nedeni ve döneme damgasını vuran kişileri, toplumsal yanılgıları ve bilinç kırılmasındaki bilmeden yaptığımız dönüşümü, savunduğumuz o teorinin hata payını anlatmaya çalıştım. Sergi 5 Kasım'da Piramid Sanat'ta açılacak.













Bedri Baykam'ın 1987'de Cumhurbaşkanı Kenan Evren döneminde AKM sergi salonunda sergilediği 'Demokrasi Kutusu' adlı eseri, Türk sanat tarihinin kırılma noktasıdır. Askeri cunta döneminde gerçekleştirdiği bu radikal eleştiri, daha sonra 1. İstanbul Bienali sürecinde yer alan eserleriyle birlikte sanat literatürüne Türkiye'deki 'politik' kavramsal eserler sıralamasının ilki olarak geçmiştir. Piramid'deki 80'ler sergisinin başyapıtı olarak izleyicilere gösterilen bu tarihsel anıtın üzerine Baykam, aynı dönemde askeri cuntayla savaş ve dostluğumuz adına bir şeyler yazarak katkıda bulunmamı istedi. Hiçbir sanatçı, hele böyle sanat tarihine geçmiş bir başyapıt söz konusuysa eserinin üstüne yazı yazılmasını kabullenemez ama sadece bu davranış bile Baykam'ın tevazu ve paylaşımcı karakterini göstermesi bakımından kayda geçmelidir; onun onurlu mücalesine katkı sağlamak adına 'Demokrası Kutusu adlı eserin üzerine aşağıdaki satırları yazdım 7 Kasım 2014




















***









Hangi işi yaparsak yapalım, eğer modern toplumu savunmak konusunda bir fikir beyan etme durumundaysak, karşı tarafta yer alanların görüşlerini bütünüyle onaylayarak reddetme pozisyonuna gelmemiz kaçınılmazdır. Demokratik temayülü kıvamlaştırırken savrulmamız da yanında cabası.. Toplumun içindeki bariz hukuku tartışabiliyoruz ama görünmez yasaları, biyolojik ahlakın verili değerlerini, normları değiştiremiyoruz. Sorun temelinde, kendinden kaynaklı eşitsizlikleri ifşa ederken bile tarih sonrası hayatı oluşturan psikodinamik potansiyeli gizlemekte maharetli. Ezgi Başaran / Prof. Deniz Kandiyoti' röportajı, konunun 'kadın' sorunu değil de 'kültür' sorunu olduğu konusunda bir algı kargaşası yaratıyor; ancak gene de arada açığa çıkan değerlendirme son derece önemli; öneririm!

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ezgi_basaran/otoriterlik_meselesi_basortulu_ve_acik_kadinlari_boluyor-1219871





***





Osmanlıyı meydana getiren farklı etnik gruplar, yüzünü batıya dönmüş edebiyatın seceresinde tercümelerle zengin bir edebiyat arşivi oluşturmuştur. İş Bankası Kültür Yayınları tarafından geçtiğimiz günlerde çıkan Mehmet Fatih Uslu'nun Tanzimat ve Edebiyati kitabında Johann Strauss, Osmanlı İmparatorluğu'nda Kimler Neleri Okurdu başlıklı makalesinde Osmanlı toplumunu 'okuyan' bir toplum olarak niteliyor. Ne var ki okunan tercümelerin ne bedellerle temin edildiği konusu muğlak bir konu olarak gizemini koruyor, Son bir yılda Osmanlı edebiyat araştırmaları üstüne yayınlanan kitaplar son derece dikkat çekicidir ama bu defa telif alanında pek görmeye alışmadığımız eserler meraklı okurlara yepyeni ilgi alanları açıyor..

Osmanlı İmparatorluğu’nun Kapitalistleşme Tecrübesi ve Telif Haklarının Gelişimi
Yazar / Diren Çakmak

Çalışmada, Swedberg’in kapitalizmi anlama modeli rehberliğinde, Osmanlı kapitalistleşme tecrübesi değerlendirilmiş ve telif haklarının gelişimi incelenmiştir. Osmanlı kapitalistleşme tecrübesinin başarısızlık öyküsü olduğu; başarısızlığın nedeninin zihniyette aranmasının gerektiği ve telif hakkı bilincinin gelişmemesinin, fikir ve sanat eseri üzerindeki özel mülkiyet hakkının ahlaken meşru sayılmamasından kaynaklandığı ortaya konulmuştur. Swedberg düşüncesinden hareketle, Osmanlı Devleti’nin kuruluştan Tanzimat’ın ilan edildiği 1839’a kadar olan dönemine ‘tarihteki devlet’ veyahut ‘Eski Osmanlı’ denilmesi gerektiği, Türklerin bugün özlediği Osmanlı’nın ‘tarihteki devlet’ olduğu savunulmuştur. Tanzimat’ın ilanıyla başlamış olan ‘Yeni Osmanlı’ döneminin iki alt döneme ayrılmasının isabetli olduğu ve ekonominin kapitalizme göre örgütlenmesinin 1839-1908 döneminde yavaş ve yüzeysel, 1908-1922 döneminde hızlı ve kapsamlı seyrettiği iddia edilmiş, İmparatorluğun yıkılışı, ‘eski rejim’ zihniyetinin tasfiyesinin yapılamamasıyla açıklanmıştır.




http://www.librakitap.com.tr/content/view/445/219
 Yazar Diren Çakmak    http://www.librakitap.com.tr/content/view/305/217


2005 yılından bu yana düzenlenen Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları üstbaşlıklı çalıştayının dokuzuncusu Metnin Hâlleri: Osmanlı'da Telif, Tercüme ve Şerh başlığı ile 26 Nisan 2013'de Gaziantep Üniversitesi Ömer Asım Aksoy Konferans Salonunda gerçekleştirilecektir. Toplantının Düzenleme Kurulu: Hatice Aynur (İstanbul Şehir Ü), Halil İbrahim Yakar (Gaziantep Ü), Hanife Koncu (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü), Müjgan Çakır (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü), Selim S. Kuru (Washington Ü) ve Ali Emre Özyıldırım (Yıldız Teknik Ü).http://www.idefix.com/kitap/metnin-halleri-osmanlida-telif-tercume-ve-serh-kolektif/tanim.asp?sid=J72VN96X0H7HTJ7IY726
http://www.zaman.com.tr/kitap-zamani_19-yuzyil-icin-bir-kilavuz_2235739.html
http://www.idefix.com/kitap/tanzimat-ve-edebiyat-mehmet-fatih-uslu/tanim.asp?sid=Q9H29ZWM86O2YWZEJRDZ




***




Sorun her derdin müsebbibi kapitalizmi öldüreceksin sosyalizm sana yemyeşil bir dünya verecek kadar basit değildir. Endüstri çağında sağlığın çağrısı bile başlıbaşına bir hastalıklı paranoyadır. Modern toplumlar seri üretimden beslenir; naturel olanın elde edilişinde organik olmayan kimyasallar kullanılır.. 




Ressamların kullandığı linseed oil ya da picture oil/ oil painting gibi boya kıvamlaştırıcı yağların maliyeti ve kaliteyi farklılaştıran çeşitli çıkartılma yöntemleri vardır. Örneğin bir yağın sızma mı, taş değirmen ya da soğuk pres yöntemiyle mi yoksa ısıtmayla mı elde edildiği önemli bir mevzuudur ve eserin kalitesini etkiler. Yalnız yağ değil, diğer materyallerin de endüstriyel ortamdaki üretimleri,  tüketicilerin kullanım amaçlarını farklılaştırabilir. Örneğin; boyacıların boya ya da sanatçıların resim yaparken kullandığı 'terebentin', sanki doğal bir eriyikmiş gibi aktarlarda satılıyor ve sağaltıcı olarak kullanılıyor. Oysa çam reçinesinin çeşitli petrol türevlerinde ya da sülfür asidinde çözülmesiyle elde edilir. Yani terebentinin içinde çözücü olarak kullanılan sülfatlar ve tiner benzeri katkıların olması olasıdır. Natural yazsa da terebentinin, hemoroid gibi yaralara, cilde, saçlara tatbik edilmesi ya da sağlık için içilmesi tehlikeli olabilmektedir. Kimya mühendisi Sema Önal'ın Kızılçam ve Karaçamlarda Reçine Üretimi konusunudaki akademik araştırması dikkate değer. "Terebantin'in H2S04 (sülfürik asit) le muamelesinden elde edilen terpineol sabun ve partümeri yapımında, vernikler için eritici olarak, metalurji sanayiinde de flotasyon yağı olarak kullanılır." Yazar, bu malzemenin ağaçlardan elde edilmesinin ilk aşamasında kullanılan insan sağlığına zararlı sülfatlar ve sanılanın aksine içine karışan doğal olmayan katkılar hakkında bilgilenmek isteyenler için değerli bir kaynak

http://web.ogm.gov.tr/birimler/arastirma/icanadolu/D%C3%B6k%C3%BCmanlar/bultenler/0249.pdf






***





Utku Varlık sergisinde, küçük deftere aldığımız notları e postayla kendisine gönderdik. O da bloğunda yayımladı. Daha sonra katalogdaki resimlere geçtik; bu eserler hakkındaki düşüncelerimizi burada şimdilik ham haliyle paylaşıyoruz; belki daha sonra kullanırız..
http://utkuvarlik.blogspot.com.tr/2014/10/bir-sergiden-tablolar.html


Utku hoca, resimlerini oluşturmada kullandığı kolajımsı tekniği herkesten bir sır gibi gizler. Gizlemenin cazibesine kapılanlara yardım için pandoranın kutusunu açacak olsak, bir resim sergisinden etüdler izledikleri sananların hayallerini yeksan ederdik. Özellikle dönemdaşı ressamlar kutudaki ganimeti çok değerlendiremezler; aksine arşivlediği kaynaklar üstünden bir itibarsızlaştırma kampanyasını her fırsatta sürdürürler. Bizce bunlara mahal vermemek gerekir. Malzemeden önce mal, sanattaki sermaye, kişisel birikim ve yaratıcılıkta hayal kudreti önemlidir. Yayın balığı, deniz kaplumbağsı, istakoz, belki de yengeç; bir sanat canlısı olarak Utku Varlık'ı, zenginliğini, birikimini sırtında, haritasını kıvrım kıvrım derisindeki katmanlarının genetiğini içeride, mistik gözlerini hücrelerinde taşıyan bir deniz dibi kabuklusu gibi değerlendirmemiz gerekir.. 

Bizler maddenin ne olduğunu bildiğimizi sanırız. Ancak onun, gizemini çözmekten aciz olduğumuzu ve onların metafizik bir dünyanın havai fişekleri, beyin denilen organdaki yer işaretleri, nirengi çubukları olduğunu görmezden geliriz. Kozmosun maddesizlikten maddeye dönüşmesi; metafizikten fiziğe geçişteki sınırların belirgin olmaması yeterince gizem barındırır. Utku Varlık'ın resimlerine bakınca rüyaların bir dükkanı olabileceğini düşündüm. O, kesip kırkarak fizik alemden metafizik tahüyyüle iade ederek onları arşivliyor. Nereden temin ettiği, nasıl yaptığından önemlisi onun düşlerini bize gösterebiliyor olma becerisidir. Rüyaları bir koleksiyoner heyecanıyla zihin ambarında istiflenmiş. Kişiselleştirdiği görselleriyle simülasyon, sanatın tüm göstergelerine sahip olduğu halde, sanata değil onun realitesine, metafizik gerçeğin 'şimdiki' zamanına dair eterik hikayeler anlatıyor. Bu epik anlatının bütünüyle şahsi mi şahsi -ona ait- suptil bir oyun olduğunu görüyoruz. Bana sorarsa o, aslında resim değil, onun tüm materyal ve araçlarını kullanarak bir başka boyutta kavramsal sanat yapıyor. Bunu hem kendine hem de topluma (alışagelen haliyle sanat tarihine) anlatmanın zorluğunu da çekiyor. Bence performans, yerleştirme, kavram dese kurtulacak. Ne ki başkalarının resime değil ona ve yaşamı tehdit eden realitesine nasıl bakacakları konusunda ipuçlarını sanat tarihinde değil belki hayatı oluşturan fenomenlerin nöral aktivitelerde, psiko, sosyo, ontologilerin bulanık biliminde ve hafızanın/hafsalanın rastgele ilişkilerinde gizli. İzleyiciler resime baktıklarını sanıyorlar; yargılar da burada çatallaşıyor. Resim ve görseller sadece onun harfler/kelimeler yerine kullandığı malzemesi, alışagelen teorilerle zihinsel verilerinin pratiği, şahsişeşen hikayenin akışı ve sonucu arasında tutarlı bir ilişki olmayabilir. Hiç önemli değil; düşlerde de tutarlılık aranmaz. Bunlardan önemli olan onun zihinsel faaliyetindeki yarattığı praksis. Zihnin içinde 'ben' adında bir fail var mı; yoksa tüm imgelerleri darmadağan eden isyankar bir ruhun faaliyetleri, metafiziğin reel dünyaya tepkisi, hezeyanları mı? Bu da önemli değil. Fiziğin mi, metafiziğin mi asıl gerçek / daha gerçek olduğunu bilebiliyor muyuz? O, rüyalarını geleneksel malzemeler kullanarak anlatıyor. Bunu sergi salonuna yerleştirdiği eşyalarla, rüzgar yahut seslerle, insanlarla da yapabilir. Ya da film yahut romanlarla. Ancak izleyicinin dikkatli bir okur edasıyla senaryoya yoğunlaşması gerekirken başka alışkanlıklar alışkanlıkları olan zihni dağıtıyor. Böyle bir resimde eğer aranan malzemedeki görseller, çizgideki ustalıksa o zaman asıl 'gerçek' olan tortulaşmıştır. İzleyici denilen birey, agresyonunu kendi hayallerine yönelterek adına Utku Varlık sergisi denen bu gösteriye, bu rüya performansa, bu keyif verici oyuna istediği anda iştirak edebilir. Konu uzun; bir başka yazıda yine yazmak gerekir..



Çağa ait bir hastalık olan normallikten mustarip olanların uluorta fikir beyan etmesi zor. Onca çalışmayı görmezden gelen kültür medyası, Utku Varlık'ın 50 yıldır Paris'te, sanatıyla hayatını kazanan önemli bir temsilcimiz olduğunu unutmakta ısrarlı.. O, gerçek anlamda Türk resminin kara kutusu. Şartlı reflekslere sahip malum gazete editörleri cemaatçiliklerden ve mahcup angajmanlardan vazgeçip bu yaşlı ustayı eğer konuşturabilselerdi, kazanan Türk sanat tarihi olacaktı.. 'Mazeretim var; asabiyim asabi!' dediğinde kaybeden önce gazetecilik ve meslek ahlakı oluyor..

http://utkuvarlik.blogspot.com.tr/2014/10/konusma_21.html




Türk resmi diye bir şey yoktur; çünkü resmi başkalarından öğrendik. Ben Flaman ustalara bakmışsam, bu, onların içeriğinden çok tekniğiyle ilgilidir. Ayrıca benim resmim bir amalgamdır; bir alış-veriştir, tek kaynağa değil, anlatıma, şiire ve de onun mistisizmine dokunur diyor kendisiyle yapılan bir röportajda..

Fenomen adlı sergi, bir kenara konup saklanan küçük öyküler, şiir kırıntıları ve farklı kurgulara ait eskizlerden yola çıkmış. Sadece hayata ait değil, sanata ait endişelerinin de izleyiciye kapısını aralıyor. Biz 'hayat, sadece bir tecrüben ibarettir' diye yazsak da o bütün samimiyeti ve insan ahlakıyla bir sonuca ulaşamamanın kaygılarını taşıyor. İç içe geçmiş, üst üste yığılmış belleğin katmanlarından süzülüp gelen “Fragmanlar”, bir anın, geçmişin, geleceğin ve bilinmez zamanların zihindeki kolajlar olduğunu belirtiyor. Basın bültenindeki sözleriyle düşleri sonsuzluğa taşırken hiçbir zaman tamamlanmayacak bir resimden kesitler sunuyor. Günümüz resmine her vesileyle yeniden itiraz ediyor.'Eğer bir düş resme dönüşüyorsa, sonuçta resim de düşe dönüşür' diyor. Bedri Rahmi atölyesinde 1961-66 arasında öğrenim gördü. Sonra ver elini Avrupa.. Teşvikiye Caddesi'nde bağımsız bir sanat enstitüsü idealiyle yola çıkan Bozlu Art Project' in geniş aydınlık ve ferah mekanında 'Fragmanlar' adlı sergisi 6 Kasım tarihine kadar devam edecek.  68 kuşağının temsilcisi, Türk resminin büyük ustası Utku Varlık (1942) , serginin dışında bloğunda da etik bir mücadele veriyor ve hasıraltı edilmeden arşivlenmesi gereken makalesinde çağdaş(!) Türk ressamlarının Paris rezaletlerini anlatıyor..

http://www.bozluartproject.com/tr
http://www.bozluartproject.com/sergiler-31/-utku-varlik-fragmanlar-16/basin-bulteni-1046.html
http://www.skylife.com/tr/2014-06/altin-cagin-son-sovalesi-utku-varlik


Sevgil Kuzgun'nun "hizmetçi" olarak anlattığı, Celal Çalışlar'ın diplomat olarak yabancı bir kadınla evlenememesi nedeniyle beraber yaşadığı İspanyol bir hanıma mutfakta yapılan tecavüzdür; o gece bu kavgayı ayıranlar olarak verdiği isimlerden biridir ve de hala yaşıyor! Ölümünden kısa bir süre önce Erdal Alantar'la yaptığım uzun konuşma sonucu, gerçek, yaşanmıştır.


http://utkuvarlik.blogspot.com.tr/search?updated-min=2013-01-01T00:00:00-08:00&updated-max=2013-09-07T08:42:00-07:00&max-results=28&start=8&by-date=false
27 Haz 2013


ÇAĞDAŞ TÜRK SANATI AVRUPA DA 3


(..) Celal beye gelerek bazı tiplerin arka tarafta hanıma sarktıklarını söyleyince , " Büyük Elçinin dünyası karardı , şömine maşasını alarak garsonla gittiler , masadaki kavgadan kimse görmemişti ne olduğunu , koridorlarda koşuşmalar ve küfürler yansırken Celal Bey elinde maşa salona girdi ; o kibar adam değildi , çıldırmıştı , eline kim geçerse sürükleyip "..defolun saygısız adamlar diye bağırıyordu , hızını alamadı masanın üstüne çıkarak "..yazıklar olsun , utanmaz adamlar.." , herkes korkudan dağıldı ve sıvıştı . Bu arada kaşkolunu unutan Erdal Simitciler dönmek gafletinde bulundu , bahçeye girdiğinde elinde maşayla Celal beyi görünce kaşkolu unutup kaçtı.
Daha önce söylediğim gibi ; serginin gerçekleşmesi adına bu "absürt" yemekten kimse söz etmedi , Fikret Mualla'nın dışında hemen hemen tümü sergiye katıldı . Çok ilginç , Luis Bunuel'in "Viridiana" filmiyle  bu yemeği çok yakın bulurum :


Zengin bir kadının yolda rasladığı 12 kör dilenciye evinde verdiği bir akşam yemeğidir. Leonardo da Vinci'nin "Son Akşam Yemeği" resminden etkilenen Bunuel'in anlattığı öykü, Çelal Çalışlar'ın yemeğine çok yakın , ben burada İsa'nın yerine Fikret Mualla'yı yerleştirdim 
.
http://utkuvarlik.blogspot.com.tr/2013/06/cagdas-turk-sanati-avrupa-da-3.html



Ahmet, salata yemeyi, küfretmeyi ve kitap okumayı sever; ben de kahve içmeyi, içerken küfretmeyi ve Ahmet'in yazılarını okumayı severim.. Ahmet hayıflanıyor; rüyasına Turan Güneş Bulvarındaki 'kaburgacı' bile girmiş ama Kuzgun Acar girmemiş. Tüh! demeden ona ve tüm sanatseverlere Utku Varlık'ın anlattığı öyküyü okumalarını salık veririm. Eminin o kadın, günahsız olmasına karşın o güruhun içinde bulunması dolayısıyla Kuzgun Acar'ı her gece rüyalarında kabus olarak görüyordur..

Zekasındaki ışıltıdan dolayı sempati duymakla kalmaz, yazdıklarını elverdiğince takip ederim. Baron von Plastik kod ismiyle yazan Ahmet, bloğunda anlatıyor: "(..) Bugün Galatasaray’daki Yapı Kredi binasının altı kitapçıdan önce sergi salonuydu ve düzenli olarak sözünü ettiğim türden sergiler düzenlenir, açılacağına yakın da, vitrininde “yüzbilmemkaçıncı” olarak gururla ilan edilirdi. Sıkıcıydılar filan ama; ablamın götürdüğü bu sergiler, Taksim Belediye Galerisi duvarlarındaki resimler nispeten çorak bir çocukluğun halen önemli anıları olarak duruyorlar. Rengarenk kelebekleri, devasa yusufçukları, tuhaf mineralleri, Kuzgun Acar eskizlerini ilk kez buralarda gördüm. Ama nedense çocukluk ve ilk gençlik yıllarında Charles Bronson’un karısı Jill Ireland, Tünele doğru, Narmanlı Yurdu’nun yan aralığındaki JET Model’in vitrini ve bir sürü başka şey rüyama girdi de bu sergilerin hiçbiri ve Kuzgun Acar girmedi. Anlaşılan yaşlanıyorum ki, – mesela birkaç yıl önce Ankara, Turan Güneş Bulvarı’ndaki o kaburgacı bile girdi – artık rüyalarımda son yıllarda gördüğüm sergiler de var."


http://baronvonplastik.blogspot.com.tr/2014/10/eskiden-boyle-degildi-bu-isler-yazlk.html




Ancak hasarlanmış bir ruh, bu tür korku oyunlarında figüranlığa talip olabilir. 1980 kuşağının sonraki kuşağa devrettiği malzeme ne kadar tecrübelerden damıtılmış hayatın gerçeklerini yansıtıyorsa, devraldıkları geçmiş de o kadar meşum, bohem, kepazeliklerle dolu, taklit ve özentidir. Utku Varlık'ın yazısını okuyun..

http://utkuvarlik.blogspot.com.tr/2014/10/mor-otesi-dostluklar.html








***




İnsanın eşya rejiminde ekonomik olarak özgürleşmesi, daha fazla köleleşmesi demektir.. Öznelerle nesneler arasındaki sınır muğlaktır. Ne ki, kimsenin kimseye vereceği bir ders olmadığını, doğanın bir sentez değil insan ruhuna sadece bir tecrübe sunduğunu anladığımız zaman çok geç olacaktır..




***





Bugüne derman olduğu düşünülen tüm sivil önermelerin çekirdeğinde kimsenin itiraz edemeyeceği mistik bir cennet tasviri bulunur. Avrupalı'nın merceğinden 'etik' tektir. Hukuk, sanat olduğu kadar radikal ya da muhafazakar kurucu politik ütopyalar; hepsi aynı buğulu kaynağa dayanır . Hem rönesans, hem Aydınlanma kavramlarındaki 'iyi'nin değerleri dinsel metinlerden, Hristiyan uhreviyattan, pagan mitolojisinden emanet alınmıştır. Marks'ın fizik dünyadaki üstadı Hegel'dir; reel metafizikte ise ziyadesiyle yeryüzüne inmiş mesih iddiasındaki Saint Simon. Kadın/devlet ve mülkiyet; organize iyilik, şiddete dönüşen bir kötülüktür ki hiyerarşik örgütlenmesiyle majorden minore / egemen bilinç, kosmostan hücreye tasallut ederek her yere sızar. Erk egemen ideolojide bir erdem zannıyla sahiplenme ve tacizi meşrulaştıran korumacılık, toplumu toplum olarak oluşturan temel paradigmadır. Adorno'nun dediği gibi 'Dehşet ortamında hala açılıp serpilebilen bir güzellik, kötü bir şaka olarak, hatta çirkinlik olarak görünür kendine.' Kâh kiliselerde kâh malikanelerde: Örneğin, Hollanda'da köle ticareti yapan tüccarların tanrısal ıstıraplarını tatmin eden Rembrandt'ın Bathsheba'sı yaşamını nasıl bir arzunun nesnesi olarak tüketmişti? Sanat tarihinde okutulan tabloların hikayesini biliyor muyuz? 

http://www.erembrandt.org/bathsheba-at-her-bath.jsp



Ancak, Davut'un bu yaptığı RAB'bin hoşuna gitmedi...



1 İlkbaharda, kralların savaşa gittiği dönemde, Davut kendi subaylarıyla birlikte Yoav'ı ve bütün İsrail ordusunu savaşa gönderdi. Onlar Ammonlular'ı yenilgiye uğratıp Rabba Kenti'ni kuşatırken, Davut Yeruşalim'de kalıyordu.

2 Bir akşamüstü Davut yatağından kalktı, sarayın damına çıkıp gezinmeye başladı. Damdan yıkanan bir kadın gördü. Kadın çok güzeldi.

3 Davut onun kim olduğunu öğrenmek için birini gönderdi. Adam, "Kadın Eliam'ın kızı Hititli Uriya'nın karısı Bat-Şeva'dır" (Bathsheba) dedi.

4 Davut kadını getirmeleri için ulaklar gönderdi. Kadın Davut'un yanına geldi. Davut aybaşı kirliliğinden yeni arınmış olan kadınla yattı. Sonra kadın evine döndü.

5 Gebe kalan kadın Davut'a, "Gebeyim" diye haber gönderdi.

6 Bunun üzerine Davut Hititli Uriya'yı kendisine göndermesi için Yoav'a haber yolladı. Yoav da Uriya'yı Davut'a gönderdi.

7 Uriya yanına varınca, Davut Yoav'ın, ordunun ve savaşın durumunu sordu.

8 Sonra Uriya'ya, "Evine git, rahatına bak" dedi. Uriya saraydan çıkınca, kral ardından bir armağan gönderdi.

9 Ne var ki, Uriya evine gitmedi, efendisinin bütün adamlarıyla birlikte sarayın kapısında uyudu.

10 Davut Uriya'nın evine gitmediğini öğrenince, ona, "Yolculuktan geldin. Neden evine gitmedin?" diye sordu.

11 Uriya, "Sandık da, İsrailliler'le Yahudalılar da çardaklarda kalıyor" diye karşılık verdi, "Komutanım Yoav'la efendimin adamları kırlarda konaklıyor. Bu durumda nasıl olur da ben yiyip içmek, karımla yatmak için evime giderim? Yaşamın hakkı için, böyle bir şeyi kesinlikle yapmayacağım."

12 Bunun üzerine Davut, "Bugün de burada kal, yarın seni göndereceğim" dedi. Uriya o gün de, ertesi gün de Yeruşalim'de kaldı.

13 Davut Uriya'yı çağırdı. Onu sarhoş edene dek yedirip içirdi. Akşam olunca Uriya efendisinin adamlarıyla birlikte uyumak üzere yattığı yere gitti. Yine evine gitmedi.

14 Sabahleyin Davut Yoav'a bir mektup yazıp Uriya aracılığıyla gönderdi.

15 Mektupta şöyle yazdı: "Uriya'yı savaşın en şiddetli olduğu cepheye yerleştir ve yanından çekil ki, vurulup ölsün."

16 Böylece Yoav kenti kuşatırken Uriya'yı yiğit adamların bulunduğunu bildiği yere yerleştirdi.

17 Kent halkı çıkıp Yoav'ın askerleriyle savaştı. Davut'un askerlerinden ölenler oldu. Hititli Uriya da ölenler arasındaydı.

18 Yoav savaşla ilgili ayrıntılı haberleri Davut'a iletmek üzere bir ulak gönderdi.

19 Ulağı şöyle uyardı: "Sen savaşla ilgili ayrıntılı haberleri krala iletmeyi bitirdikten sonra,

20 kral öfkelenip sana şunu sorabilir: 'Onlarla savaşmak için kente neden o kadar çok yaklaştınız? Surdan ok atacaklarını bilmiyor muydunuz?

21 Yerubbeşet oğlu Avimelek'i kim öldürdü? Teves'te surun üstünden bir kadın onun üzerine bir değirmen üst taşını atıp onu öldürmedi mi? Öyleyse niçin sura o kadar çok yaklaştınız?' O zaman, 'Kulun Hititli Uriya da öldü' dersin."

22 Ulak yola koyuldu. Davut'un yanına varınca, Yoav'ın kendisine söylediklerinin tümünü ona iletti.

23 "Adamlar bizden üstün çıktılar" dedi, "Kentten çıkıp bizimle kırda savaştılar. Ama onları kent kapısına kadar geri püskürttük.

24 Bunun üzerine okçular adamlarına surdan ok attılar. Kralın adamlarından bazıları öldü; kulun Hititli Uriya da öldü."

25 Davut ulağa şöyle dedi: "Yoav'a de ki, 'Bu olay seni üzmesin! Kılıç şunu da öldürür, bunu da. Kente karşı saldırınızı güçlendirin ve kenti yerle bir edin!' Bu sözlerle onu yüreklendir."

26 Uriya'nın karısı, kocasının öldüğünü duyunca, onun için yas tuttu.

27 Yas süresi geçince, Davut onu sarayına getirtti. Kadın Davut'un karısı oldu ve ona bir oğul doğurdu. Ancak, Davut'un bu yaptığı RAB'bin hoşuna gitmedi.



http://www.kutsal-kitap.net/bible/tr/index.php?id=291&mc=1&sc=280
http://www.erembrandt.org/bathsheba-at-her-bath.jsp
http://faculty.virginia.edu/kovacs/WomeninBible600



İlerisinde ya da gerisinde olabilir ama hiçbir sanat ürünü, yaşadığı toplumun ötesinde değildir..


Aradığımız hakikat sabit değildir. Hiçbir toplum ve kişi, sürekli aynı realitede kalamaz. Zaman, tekamül yolundaki topluma her an farklı zaman ve mekanlar hazırlar. Burada anlatılan Eski Ahit'ten bir sahne: Kral Davut sarayının damında dolaşırken, Hititli güzel Bathsheba'yı görüyor ve oğlu Süleyman peygamberin annesi olacak kadına aşık oluyor. Ne var ki, kitapta anlatılan hikaye gece karanlığında geçer. Davut'un sarayı, kitaba göre sedir ağacından ve ahşaptandır. (Samuel2/7) Erkeklerin sakalının kesilmesi ancak düşmanlara verilen bir cezadır. (2/10) Tablolardaki kıyafetler Rönesans Avrupa'sının aristokrasisinin kıyafetleri olmasına karşın, Hz. Davut'un Tevrattaki hikayesi bundan yaklaşık üçbin yıl öncesinde geçer. Seçkin sınıf savaşçı olsalar da halkın diğer üyeleri gibi genellikle (kral da dahil Samuel 2/13-24) pratikte yün kırpan, hayvancılık ve tarımla uğraşan insanlardır. Eski Ahit'te tafsilatı yazılıdır. Bu resimlerdeki giysiler, ne sürekli savaş gerçeğiyle yüz yüze olanların ne halkın ne de savaşlarda tutsak edilerek angaryayla görevlendirilen çalışan ve iç hizmetlilerin üretim ve boş zaman kavramlarıyla uyuşmaz; böyle değildir. Ancak doğal olarak Rönesans ressamları, kafalarındaki tasviri resmettiklerinden dolayı 'gerçek' algısı kendi zamanlarının idrakine pek uygundur; doğrular çağa aittir. Adnan Çoker yazısında belirttiğimiz nedenler sabit; marazdan nemalanan sanat tarihçelerinin mitolojik kaynakla teğet geçmesi için çok neden var. Avrupa'da yeniçağın arifesindeki din, halen kullanılaagelen moderniteyi hazırlamıştır. Tüketime sunulan görselleriyle kapitalizmin malzemesi ve dünya görüşü, ortaçağ ikonografik itikatının eserleriyle inşa edilmiştir. Tarde'nin alenen hatırlattığı gibi; toplum, insanları içinde barındırmaz; insan, toplumu tüm kültürü ve zaaflarıyla içinde barındırır. Daha önce Yusuf Taktak'a ve Adnan Çoker'e söylediğimizi tekrarlayalım : Eğer okullarda sanat tarihi diye bir ders okutuluyorsa, konuları anlamak ve yorumlamak için mutlaka kutsal kitaplar bir tarih dersi olarak müfredata girmelidirler.



***




Sivillik, yalnız askerliğin, otoritenin değil, her türlü ortak ölçünün, zor'un, ideolojinin ötelenen eleştirisidir. Yarattığı boşluğa akan, kendi kendinden bir hakikatın yerini dolduran sakıncalı bir farkındalık halini geçersiz kılan söz.. Yapılan her eleştiri, bir başka doğrunun müphem/süpheli teklifini barındırır; iradeyi eğer/büker. Bilmek, tanımak değil, kabul ederek başeğmektir. Yüksek bir amaca hizmet etmek, yüksek bir amacın tahakkümünü sorgulamadan kabul etmektir. Sivillik bir şey talep etmemek, bir şey talep edilemeyecek hiç'likte, hiç uğrunanın aşkın bilinciyle zırhlardan amade, ağırlıksız yaşamaktır..





***





Ne proletarya/burjuvazi, ne mümin/kafir ne de emperyalizm/sömürgeler; bunların hepsinde zaman içinde biri ötekine dönüşebilir. Ne ki, dünyada ilelebed devam edecek ve çözülmesi imkansız olan tek çelişki kadın/erkek eşitsizliğidir! Biyolojik çaresizlikler vardır. Bunu ortadan kaldıracak keşif, insan ırkının da sonunu getirecektir.


Keşke Marks haklı olsaydı da önümüzü görebilseydik. Ne ki, 'tarih', sürekli parçalanan bir zeminde, biteviye kırılan çatlaklar arasında -söylenegeldiğinin aksine diyalektik değil-, ilerisini bilmediğimiz bir güzergahta, tecessüsle, tesadüflerle, hatta ve hatta zorun gücüyle yakarak, yıkarak amansızca ilerliyor. Keza bilinen tek şey, 'bugün' ya da 'yarın' denilecek şeyin, geçmişimizin bir bakiyesi olduğudur. Geleceği yaratacak despotların, geçmişi yaratan kahramanlardan bir farkı olmayacaktır. Eğer 'tarih' denilen bir keşif varsa bu, insanın eşya ile birlikte ona bağlı olayları ve öznelerini üretme kapasitesindendir; haksızlıkları, hiyerarşiyi, iktidarları ve sömürüyü yaratan neden hep aynıdır. Acı ama gerçektir; eldeki materyaller, yani nesnelerle acı veren / patetik ilişkiler insanların zihinsel etkinliklerini, ahlaklarını, hukusallık doğuran tüm faaliyetlerini ve bireylerin tüm pratiklerinin uğrakları olarak toplumun makus kaderini belirlemektedir. Aksiyom, doğru olduğu yargısız ve tarışmasız kabul edilen önermedir. Postulat da öyledir. İlki sosyal bilimlerde ikincisi matematik/geometride kullanılır genellikle .. Teori ise kuramdır; hayat tarafından sınanması beklenir. Ne ki, ne kadar bilimsel olursa olsun hiçbir teori postulata dönüşemez. İlkel/köleci/feodal/kapitalist/sosyalist toplum önerisini diyalektik bir süreç diye adlandıran Marks'ın teorisiyse bırakın matematiksel bir gerçek, mantıklı / tutarlı bir hipotez (varsayım) olma kabiliyetinden bile uzaktır. Bu kuramın her şeyi çözmesini beklemek insafsızlık olur. Marksizmde açıkta kalan sorunlar uzun bir süre görmezden gelinmiştir. Sömürgeler, feminizm, negatif endüstrileşme, emeğin olduğu gibi kültür/sanatın da sermayeye ait olması vd. Lenin'in pratiklerinde ifşa olan durumlara Rosa Luksemburg, Klara Zetkin, Emma Goldmanların itirazları yayımlanmıştır. Diyalektikte varlığı harekete geçiren dinamik, kendi içindeki çelişkidir. Diyalektik, bu çelişki biçimindeki olumsuzluğun olumsuzlanması hareketidir. Bu çelişkinin proletaryanın diktatörlüğü ya da herhangi bir zor gücüyle engellerseniz süreçle birlikte tüm kategorilerdeki biriken enerjinin etkisiyle mekan ve zaman deforme olur. Hedefi çok sesliliğe ve demokrasiye değil de kalkınmaya kilitlediğinizde ekoloji ve 'çevre' diye vasıflanmaması gereken doğa bilinci, meselenin kendisinden doğan eşitsizlik, anarşistlerle 'devlet' ve diğer çelişkiler; ruhun obsesyona uğraması gibi toplumsal beden askıya alınır. Marks'tan türemiş diyalektik aklı gayri meşru kılan hile ve yanılgılar belleğimizdedir ve eksik parçalar arşivlenmiştir. Sosyal demokrasi çatlağından önce Proudhon, sonra Bakunin'in radikal tepkileri kuramın başına bela olmuştur. Postmodernizm olağanüstü aşkın bir karşı çıkış değildir; vazgeçilmez bir uğraktır. Bugün ertelenen ve olması gereken sorgulamalara, yıkmak en yaratıcı eylemdir ayeti paradigma değişikliğine kapı açmıştır. Bu günah keçisi haline gelen kapitalizmin yarattığı algı tamamen aydınlanma devriminin yarattığı zihinsel çatlamadır; buradan itibaren her şey altüst olmuştur. Kavramların yerli yerine konması için belki bütün teoriyi sil baştan ele almak gerekecektir. Masal dinlemek, sanki iyinin kazandığı, kötünün kaybettiği bir diyalektik süreç varmışcasına umutlanmak insani bir gereksinmedir. 1980'lerin vesile olduğu eleştirimizin nedeni sadece kültür sanatta değil, tüm üretim biçimlerinde nihai sıçramaların zaman içinde birbirlerinin ardından gelen diyalektik bir süreç varmışçasına hikaye edilmesidir. Evrim, yaratıcı bir zamansallıkla, tek bir kökenden gelen türler, hatta canlılar arasında farklar yaratarak tecrübeler oluşturmaktadır; tarihin kurgusu olan ilerlemeyse sadece hırsların manipüle ettiği gerçeğe parelel tasarlanan sürece kilitlenmiştir. Ne var ki, kimse kimsenin devamı olmadığı gibi herkesin kendine ait hikayesinin olması, konunun muhataplarınca değiştirilmeden korunabilmesi, etkilerden arındırılarak sembiyotik süreçlerin doğal salınımı içinde muhafaza edildiğinin kavranabilmesi bizim için önemlidir. Sanat, yaşamın yerini umarsızca almak istiyor; ekonomi ise hayatımızda değiştirmediği parça bırakmadı. Ancak bildiğimiz tek hakikat, ne kültürle ne sanatla insanlar arasındaki kurulabilecek gerçek iletişimin imkansızlığıdır. Marks, her şeyin özeti para derken onun hayatın yerini alamayacağını Alman İdeolojisi'nden itibaren kavramıştır. İnsanın gerçek doğası sanayinin oluşturduğu doğadır demesine rağmen üç sayfa sonra (1844/184' te) bir çelişki gibi görünen 'komünizm insanın nihai ereği değildir' cümlesini bir kere daha düşünmek üzere hatırda tutmamız iyi olacaktır.

Marks, Kapital'in ilk sayfalarında şöyle yazıyor : "Modern kötülüklerin yanı sıra, dünün mirası olan bir sürü kötülüğün; çok eski üretim biçimlerinin alttan alta hâlâ sürüp gitmelerinden doğan ve bunların kaçınılmaz olarak beraberinde getirdikleri çağdaş toplumsal ve siyasal ilişkilerin altında eziliyoruz. Yalnızca yaşayanlardan değil, ölülerden de acı çekiyoruz' - Le mort saisit le vif!-"  Tarımla birlikte yerleşen, biriktiren, mülkiyet kavramını geliştiren insan, üretim fazlasını mübadele etmeye başlayarak ekonomi denen illeti yaratmıştır. Doğanın üzerinde mülkiyet tesis etmenin sonucudur 'zorunluluk' yasası. Yabancılaşmayla sanayinin yarattığı kapitalist ekonomi, politikle birlikte tarihteki amorf bedenine bürünür. Anahtar kavramı, 'doğanın egemenlik altına alınması' olan bu yanılgının içine doğan insanın, yarattığı ideolojiler, normal addedilen psikolojiler, bir zandan ibaret sosyolojiler, eğitilmişlerin diliyle yazılan sosyal teorilerle karşı çıkılmasını beklemek zaten hatadır. Deleuze'ün söylediği gibi 'Felesefe kavram yaratma sanatıdır'. Aristokrasinin devrini doldurduğu çağda burjuvazinin talepleri doğrultusunda felsefeciler 'Aydınlanma' diye bir kavram yaratmışlardır. Amaç burjuva sınıfın talan iştahına uygun düşünsel şartları oluşturmaktır. Şeylerin koşullarıyla uğraşan bilime karşı felsefe, yarattığı kavramlarla toplum içinde yargılar ve koşullanmalar, fenomenler oluşturmuştur. Kavram, 'bilgi' değildir. Bilmeden önce gelen kendinin bilgisidir. Kendi kendine bir sınıf olan işçi sınıfının, kendisi için bir sınıf olmasının yolunu açan Marksist bakış teorisidir. Bilgi topluma ait olsa da kavram, yalnızca doğrulanması talep bile edilemez olan felsefeye ait afaki bir başlangıç noktasıdır. Toplumsal değişimler asla yerleşik söylemin kuvvetsizliğinden değil, her zaman zayıf söylemin gerçeğinden, mustarip olunan hakikatın gücünden dolayı gerçekleşirler. Edepten doğan sorumluluk, teknik müfredata ve otomasyonun ceza hukukuna yenilmiştir. Bunun nedeni, makinaların organik yapıları taklit etme becerisidir. İnsan ve emeğin kullanım değeri açığa düşmüştür. Yeni kavramlar, değişim değerinin ticari referanslarından güç almışlardır. Parasal gücü elinde bulunduran sipariş sahiplerinin istibdatı, örgütlü bir mecrada insanlık tarihinin doğal bilincini karartmış, insan etkinliğinin yönünü değiştirebilmiştir. Barbar dedikleri; parayı icat etmeden de mutlu ve sağlıkla yaşıyorlardı; farkedilmediler. Zekamıza hakaret etmeden, 'ilerleme'den amaç nedir'e verilecek makbul bir cevap yoktur. Öyleyse insanoğlu müstahaktır. Tüm ekonomiler yaşadıkça siyasal iktisat, iktidar ve baskı üretmeye devam edecektir..



* 'Değerin özü, harcanan emek gücünden başka bir şey değildir' şeklinde (Kapital 2/344)  Marks tekrarlasa da bu formülasyon Ricardo'ya aittir. Zaten Kapital 3 Cilt 484 sayfada 'Ricardo'ya göre madeni paranın değeri, onda maddeleşmiş bulunan emek zaman ile belirlenir' diyerek kaynağına referans verir.

Kapitalizm, bir üretim biçiminden türeyen ekonomisi, politik örgütlenmesi, devletinin kurumsal yapılanmasıyla sömürüyü ve zulmü arttırarak kendi antagonistlerini (tezatlarını/karşıtlarını) üretir derler. Antagonist (kişi ya da karakter/kavram), eksendeki icracı ana karakter olan protagonisti engellemekle yükümlü olandır. Sermaye ile emek politik olarak antagonisttir dediğimizde çok şey söylemiş gibi oluruz ancak 'uzlaşmaz çelişki' anlamında kullandığımız bu terimle pratikte bir şey ifade edemeyiz. Hakikat adına onto-gonizma sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşma ise şayet bunu gerçekleştirecek olan emek / sermaye karşıtlığında taraflardan biri olan bir sınıf değil, yeryüzünü mesken tutarak burnundan soluyanların ortak farkındalık bilincidir. Antagonist ile protagonist arasındaki mücadelenin ontik zemini tamamen terkedilmeye muhtaçtır; kapitalist/sosyalist uğraklar değil; kökten değişmesi gereken imal edilen varlığın ontolojik mahiyeti, bütün nitelikleri ve tezahürleri, kısaca bilinen haliyle emek/sermaye işbirliğiyle gasbedilen yaşadığımız dünyadır; biyolojiden başlayıp tarih içinde devam eden yolculuğunda kadın/erkek eşitsizliğini yücelten ve çiftleri cendere içinde tutan tüm yasalarıyla bu üretim biçimidir.






***








Yalnız yürek, beyin, mide, sinir ağı değil.
Dünyada taşıdığımız gövde, terkedip gittiğimizde bıraktığımız beden de aynı.
Doğumdaki sevinç, gençlikteki heyecan, yaşarsa yaşlılıktaki sükunet ortak ..
Tabiatı kavramakta, doğayı algılamakta aynı organların yarattığı duyuları kullanıyoruz. Korktuğumuzda kaçtığımız, sevdiğimize koştuğumuz aynı ayaklar.
Burun/göz/kulak, deri/dil/dudak bütünüyle aynı işleve sahip.
Acıyı bir insanın mı, yoksa koyun ya da keçinin mi çektiği fark etmiyor.
Acı bildiğimiz acı. Dolayısıyla 'acı' önünde kıvranış, ölüm geldiğindeki çaresizlik, açlığın kavurduğu bedenin savruluşu, sevdiklerimize yapılan saldırı karşısında tepkimiz aynı. Bütün duyularıyla yaşam önünde insan ve hayvan eşit. Yani insan ve hayvan eşit.. Duyuların eşitliği adına 'akıl' dediğimiz muhteşem organın, yürek dediğimiz vicdanın adaletine ihtiyacımız var..
İnsana düşen insaf!..



***








Walter Benjamin'den Yazarlara Öğütler



1 . Büyük bir iş için kolları sıvayan kişi kendine karşı merhametli olmalı, ancak sonraki çalışma öncesinde ön yargılı olmasını engelleyecek hiçbir şeyi de yadsımamalı.

2. Yazdıklarınız hakkında ne konuşursanız konuşun, yazım sürüyorken onları okumayın. Böyle elde ettiğiniz her memnuniyet temponuzu yavaşlatacaktır. Eğer bu düzene uyarsanız artan iletişim kurma arzunuz işi tamamlamaya giden yolda itici gücünüz olacaktır.

3. Çalışma koşullarınız içinde gündeliğin sıradanlığından sakının. Sıkıcı seslerin arkaplan oluşturduğu bir ortamdaki yarı gevşeklik durumu hırpalayıcıdır. Diğer taraftan bir ses etüdünün ya da kakofoninin eşliğinde olmak gecenin sezilebilir sessizliğinde çalışmak kadar etkili olabilir. İkinci durum iç kulağınızın keskinleşmesini sağlarken, ilki en aksi sesleri gömebilecek heybetli bir söylem için fırsat sunabilir.

4. Gelişigüzel yazı malzemeleri kullanmayın. Belirli kağıtlara, kalemlere, mürekkebe bağlı kalmak faydalı olacaktır. Lükse gerek yok, ama malzeme bolluğu zaruri.

5. Hiçbir fikrin farkettirmeden geçip gitmesine izin vermeyin; yani notlarınızı yetkili mercilerin uzaylı kayıtları gibi titizlikle tutun.

6. Kaleminizi kendi haline bırakın, sonra zaten fikirleri manyetik bir güçle kendine çekecektir. Bir fikri yazıya dökmeyi ertelemeyi sürdürürseniz, onun size teslim olması gittikçe güçleşir. Söz düşünceyi fetheder, ama ona hükmeden yazıdır.

7. Tasarılarınız tükendi diye asla yazmayı bırakmayın. Edebi onur ya kararlaştırılmış bir esnada (yemek zamanı, bir toplantı) ya da iş bitiminde olmak üzere sadece tek bir araya izin verir.

8. İlham eksikliği zamanlarını yazdıklarınızı düzenli bir şekilde kopyalayarak doldurun. Bu süreç önsezinizi uyandıracaktır.

9. Tamam; nulla dies sine linea (çizgisiz gün, gün değildir) fakat belki de haftalarınız hiç bir şey karalamadan geçecek, bunu da unutmayın.

10. Akşamdan oturup gün ışıyana kadar başından kalkmadığınız hiçbir işi mükemmel saymayın.

11. Yapıtınızın sonunu alıştığınız çalışma odanızda yazmayın. Orada gereken cesareti bulamayabilirsiniz.

12. Kompozisyonun evreleri: fikir ? stil ? yazı. Temiz kopyanın değeri ona ulaşmak için gereken hattatlık derecesindeki özendedir. Fikir ilhamı öldürür, stil fikre köstek olur, yazı stile yol verir.

13. Yapıt kavranan fikrin bıraktığı izdir.

Kaynak: brainpickings.org / çeviren: Ali Fuat Kısakürek  / edebiyathaber.net (5 Mayıs 2014)





***



Tarih, modernite ve muhafazakarlık karışımıyla tam bir 'kitsch' olan hayalgücü, büyük alanda kısa paslaşmalarla en neşeli zamanını yaşıyor. Geçtiğimiz ay bir çağdaş sanat fuarı bitti; ikincisi gelecek ay şehrin üstüne ağır bir bulut gibi -tüm elektriği ve dinamiğiyle- çökmeye hazırlanıyor. İnsanın metalaşan sanat rejiminde demokratça özgürleşmesi demek, biblolar ve varyeteden ibaret sanat pazarında daha fazla köleleşmesi demektir.. Kavramlar gibi, öznelerle nesneler arasındaki sınır da muğlaktır. Kimsenin kimseye vereceği bir ders olmadığını, hayatına bu konuda tartışmalı bir tecrübe yaşattığını biliyoruz.. Onlar, müptelası oldukları müşterilerine hizmet babında eserler üretirlerken, sanat adına bayağlığın tüm imkan ve araçlarını -ve konusu 'insan' olan kavramı- birlikte tüketiyorlar. Çağdaş Sanat gurularından, toplumun kanaatini oluşturan fikir önderlerinden, mutena entellektüellerden, sahte kahramanlardan bahsediyoruz..
 


Nitekim, daha önce 'muhafazakarlık kurtaracak İstanbul'u' demiştim bu köşede yazdığım yazılarda. İşte o muhafazakarlık kendisini göstermiştir, bendenizin kehaneti doğrulanmıştır; zaman alacak olsa da 'kurtarma faaliyetleri' başlamıştır Dileyenlere bir örnek olarak Beyoğlu Belediyesi'ni göstereyim. Onu da yazmıştım daha önce. Safiyane bir biçimde, 'içkiyi yasaklıyorlar' falan denirken, Beyoğlu Belediyesi, çok akıllıca, çok zarif bir çalımla, Beyoğlu'nu dolduran, 25 kuruşa bira içen lumpen kitleyi oradan sürüp çıkarıyor; bölgeyi mutenalaştırıyor. Artık kim diyemez, Beyoğlu'nun kurtuluşu asıl şimdi başladı diye? Elbette bazı 'kiç' kazalar olacaktır, nahoş görüntüler çıkabilecektir ama her şeyin yerli yerinde kalacağı bir dönem doğuyor. Bundan sonrası İstanbul...

http://www.sabah.com.tr/yazarlar/pazar/kahraman/2012/01/29/muhafazakarlik-kurtariyor-istanbulu

Agora Kitaplığı'ndan çıkan Tarih Üzerine' de Hobsbawm şöyle ifade eder:  "Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi, belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa, böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir. " Böyle bir geçmişi meşrulaştıran yiğit ve kahraman aydınlar, bu büyük iş bölümünde umulandan fazlasıyla yarar sağlarlar..



***





Ali Dayı bugün ne giydi?

Hem bulunduğumuz şehre sor , hem içinde yol aldığımız kafileye ; emin ol ki biz cidden doğru söylüyoruz .. 12/81






Görüneni entelijansiya kabulde zorlanıyor. Çünkü, soyutun bulanıklığı işlevsel; kavramın anlam karışıklığının bir nedeni var. Kaosun keşmekeşinden herkes memnun. Sorun, Batı uygarlığının kendini yeniden üretememesi.. Amaç, yıkımın perdelenmesi . Çöküşün gizlenmesi hüner ister. Hegel, 'gerçek olan hakikattır' der. Bugün hakikat perdeleniyor. Her doğan ölümlüdür; ahir zaman bilgisi çürüyen cesetten bir öncesini gösteriyor. Greenwich zamanın efendisi değil; sermaye kendini yenilemiyor, hayatı olumlayan bilgi yeniden üretilemiyor .. Bilge'nin ömrünü doldurduğu bugün, tek çıkış yolu kalıyor meczubu oynamak, yani şarlatanlık. Onlar da öyle yapıyorlar. Simurgların konduğu doruk artık bir göçük. Sürekli söylüyoruz; artık ne gerçek bir öğreti, ne bir bilgi, ne de öğrenilmesi gereken bir ders kaldı ortada; kültür endüstrisi çöken rejimine payanda, görüntülerini temizlemek isteyen şirketler yalanlarına ortak arıyor.. Ünlü sanatçılar, uyanık küratörler, akil eleştirmenler, ruhsuz sanat tarihçileri, oryantal kültür editörleri kendini meşrulaştırmaya çalışan sermayeye, kültür hamisi bankalara, sanat rejimi kralla soytarılarına emanet.. Marks'ın Kapital'in önsözünde dediği gibi : Niye gülüyorsun? Anlatılan senin hikayen!


Yazışma Adresi/ emincetin.okur@gmail.com







***