Değeri genç eleştirmen arkadaşlar, serginin Çağdaş Sanat mı, post-modern sanat mı olduğu konusunu tartışadursunlar bu sergi, kimsenin çok da umurunda olmadığı bir dönemi hatırlamamıza vesile oldu. Bizim gibi sanatın nasıl'ından çok kümesel müştereklerin nedenleri üzerine kafa yoran yazarların dert edindiği sorunların yeni kuşak camia tarafından es geçilmesi temayüldendir. Kabul etmek gerekir ki, buna karşın eski neslin anlattığı her olayda, sarfettiği her sözde mutlaka ya bir abartı payı vardır ya da anlam aşındırması. Ne Latince, ne Osmanlıca ne de Türkçe: geçmiş hayatı anakronizme düşmeden birebir ifade edebileceğimiz bir dil, yaşadıklarımızı tümüyle muhataplarımıza tercüme edebileceğimiz uygun bir lisan bizim için henüz yok..
Çağdaş Türk resminde 80'ler sergisini mutlaka görün.. Orada, 12 Eylül darbesinin ardından politik hakları ve siyasal varlıkları yok sayılan insanların kültür yoluyla kendilerini ancak ifade edebildikleri; görünür olabilmek adına sanat etkinliklerini zorunlu mecra olarak değerlendirdikleri dönemin netameli dilinden bir kesit göreceksiniz..

Fotograf: 80'ler sergisi Kasım 2014 : Serhat kiraz, İsmet Doğan, Bedri Baykam, Yusuf Taktak, Bünyamin Özgültekin, Şenol Yorozlu, Aydın Ayan, Mevlut Akyıldız ve küratör asistan Öykü Eras
Medya ve gazeteler, haklı bir ilgi gören 80'ler sergisini sürekli gündemde tutuyor.. O dönemde sanatıyla anılmayı hak eden onlarca isim var ama konuyu köşelerine taşıyan değerli eleştirmenler, kimseyi kırmamak adına canalıcı sorunun etrafından dolanmayı tercih ediyorlar; bu da bir tarz! Ancak o dönemi yaşayanlar olarak bizler.. Dünyada sanat adına harikulade bir zenginliğin salon soytarıları olmayı içlerine sindiremeyenler; vaadedilen gelecekten ziyade siyah beyaz geçmişle yaşayanlar .. Ne yeni bir şey öğreniyoruz, ne de kimse bildiklerini unutuyor!
80'ler sergisi tabii ki çok önemli ama bir yazar, şayet eleştiri getirerek malumu ilandan öte bir şeyler söyleyecek olsa şunları yazabilirdi. Eğer 'ölçü' 1950'lerde doğmuş olmak ise bu sergide Kemal Önsoy, İsmet Doğan, Yusuf Taktak, Bedri Baykam, Hale Arpacıoğlu, Aydın Ayan, Serhat Kiraz, Şenol Yorozlu, Mithat Şen, Bünyamin Özgültekin, Mevlut Akyıldız var da; aynı kuşaktan Rafet Ekiz, İnci Eviner, Argun Okumuşoğlu, Yavuz Tanyeli, Murat Morova, Fatma Tülin, Fuat Acaroğlu, Mahir Güven, Kezban Batıbeki, Handan Börüteçene, İnci Eviner, Metin Güçlü, Arslan Eroğlu, Şahin Kaygun , Canan Tolon, Alp Tamer Ulukılıç, Murat Sinkil, Elif Ayiter, Filiz Başaran Özayten, Şahin Paksoy, Doğan Paksoy, Gonca Sezer, Bubi, Mehmet Gün, Odet Saban, Yasemin Şenel, Esat Tekand, Habib Aydoğdu, Yücel Dönmez, Sema Ilgaz, Mahmut Karatoprak, İrfan Önürmen, Aydemir Ökmen, Müşerref Zeytinoğlu ve bu kuşağın hatırı sayılır diğer isimleri niye yok? Bunu dert edinmeyen gazeteciler, "bu liste güncel şartlarda nasıl olur; onu merak ediyoruz" diyorlar. Marks, 'ilki trajedi, tekrarı komedi' der. Onların hatası değil ama soru, 1980 açık faşizminin ardından her on yılda bir darbe söylentilerinin 28 Şubata taşındığı reflekslerin kabusuyla, siyasal alanın dışına sürgüne gönderilenlerin zamanın ruhundan sızan belirsizliğini pekiştiriyor. 80'ler sergisi kataloğunun önsözünde, askerin zor kullanarak apolitikleştirdiği sanatın eksikliğine değinmiştik. Tesadüflerin eseri olan demokrasi mücadelesine, üretim ilişkilerinden yola çıktık; ne ki, bugün birçok kazanıma ve bilgiye erişime baktığımızda geçmişte gelecek adlı meçhule havale edilen ütopyanın tam da ortasındayız artık.
Bedri'yle katıldığımız bir röportajda ısrarla belirtmem belki biraz tatsız oldu. Ne var ki, hala aynı kanıdayım: Bence Çağdaş Türk Resminde Devrim Yılları Sergisi'nin önce ismi yanlıştır. Üzerine ölü toprağı serpilmiş Kenan Evren döneminde sanatçının müşterisi, dönemin askeri cuntasını ekonomik istikrarı sağlamak için göreve davet eden burjuvaziydi. Sanat, bilindiği gibi paranın alabileceği en güçlü itibar nesnesi. 80 dönemi sanatçısının alıcısını küstürmek bahasına bir devrim özlemi içinde olması eşyanın tabiatı itibariyle -ya da pragmatizm adına- mümkündür denilemez. Marks'ın dediği gibi "İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değil, bilinclerini belirleyen şey toplumsal varlıklarıdır. (..) İnsanlık önüne ancak, önüne çözüme bağlayabileceği sorunlar koyar..". Oysa bugünün eleştirmenleri, tarihi mücadelede hiçbir şeyi anlamadıkları halde sanat adına okurun duymak istediği her şeyi yazıyorlar. Her kesim, yaşadığı 80'li yılları kendi objektifinden dinleyene şevk veren hikayelere dönüştürmekten, olmadık kurguları, hayalleri anlatmaktan usanmadı. Tekrar edelim: O dönemin ruhunda 'kaygı' hakimdir; ülkenin üzerinde darbecilerin yarattığı tekinsiz bir sükunet, insan ilişkilerinde korku veren sıkıntılı ve kuşatıcı bir atmosfer vardır. Politikayla uğraşan gençler ve tüm resmi söylemin dışına çıkan muhalifler için o günler kabustur .. Devrimcileri mahkemelerde, zindanlarda, işkence tezgahları ya da idam sehpalarında görürüz. Birkaç istisna dışında sanatçıların bu dönemde kişisel arzularını askıya alarak sermaye rejimiyle aralarına mesafe koyduklarını ve halk adına dürüst bir mücadele verdiklerini söylemek abartılı olur. Aksine müşterisine şirin gözükmeye çalışan kahir ekseriyet, gözünü batıya dikmiş sanat camiasının ezici çoğunluğu; yaptığı soyutlamalar ve ipe sapa gelmez figür ve bezemelerle günün kara gerçeğini gizlemekte maharetli davranmışlardır. 12 Eylül'de tankların, mitralyözlerin gölgesinde huzur ve sükut ortamı olduğu kanısını güçlendirmeye çalışan finans sermayenin doğrudan işbirlikçiliğini yapanları, uzlaşmaya soyunanları herkes biliyor. Gerçi refah toplumu standartları yükselmiş, demokrasinin savunulması artık her kesimin literatürüne girmiştir. Bunları elde etmek için bugün adını hatırlamadığımız her kesimden birçok insan hayatlarını feda etmiştir. Ancak, bu kazanımların elde edilmesinde rol çalmaya çalışan isimlere sanıldığı kadar çok şey borçlu değildir toplum. Sünepelik, korkaklık ve acziyet o günün apolitik sanatçısı için sıradan bohemlikti. Anlatılan öykünün çok dürüst, güzel ve renkli olduğunu söyleyemeyiz...

http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/80ler-ne-kadar-devrimciydi-410584
http://emincetingirgin.blogspot.com.tr/2014/11/1980ler-cagdas-turk-sanatnn-devrimyllar.html
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/139285/Sanat_Dolu_Bir_Kasim..._Bir_Yasam_.html
http://www.aydinlikgazete.com/kultursanat/turk-cagdas-sanatinin-devrim-yillari-80ler-h61096.html
http://www.idefix.com/kitap/turk-cagdas-sanatinin-devrim-yillari-80ler-kolektif/tanim.asp?sid=KQA9Y0RJE5I5UJDUE705
***
Tasarım Bienali'nin teması olan 'Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil' cümlesini okuyunca, Galatasaray Sultanisi'nden yetişen değerli feylesof Sakallı Celal'in sözü geldi aklıma: 'Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur!'
Basın bülteninde yazan bilgiler şöyle : "İstanbul Tasarım Bienali Direktörü Deniz Ova ile 2. İstanbul Tasarım Bienali’nin küratörlüğünü üstlenen, Chicago Sanat Enstitüsü Mimarlık ve Tasarım Bölümü başkanı ve küratörü Zoë Ryan temayı açıkladı.
2. İstanbul Tasarım Bienali, "Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil" başlığı altında “Şu anda gelecek nedir?” sorusunun cevabını arayacak. Bugünün tasarım çalışmalarının bir portresini çizmeyi hedefleyen bienal, tarih boyunca, sınırsız diyaloğu besleyen, radikal bir süreç olarak sorgulamanın peşinden koşan ve hedef beyanları olarak işlev gören manifestoların, sadece metinlerin üretiminde değil, eylem, hizmet, kışkırtma veya nesne olarak nasıl yeni baştan icat edilebileceği fikrini sorgulayacak. Bienal, tasarımcıları manifesto üzerine yeniden düşünmeye, bu güçlü ve verimli janrı nereden geldiğimiz, nerede bulunduğumuz ve nereye gittiğimiz konusunu yeniden ele almak için bir platform olarak işe koşmaya davet edecek."
Unutmayalım ki, tasarımın arkasında bir egemenlik sistemi olarak kapitalizmin çehresi ve müreffeh toplum arzusunun eşyalarımız üzerine düşen silüeti vardır. Sanatçılar üretimlerini eşya rejiminin mantığına sunmuş, kendilerini tekinsiz bir endüstrinin hizmetine adamışlardır. Engels'in ifade ettiği gibi, 'işbölümü sadece (sanatçı olarak) emekçileri değil; onları sömüren sınıfları da etkinliklerinin aleti/edavatı durumuna getirir'. Radikal gazetesinin başlığı: 'Tasarım Bienali, Hedefi Onikiden Vuruyor'..
Medyanın provokasyonuyla reklam ve tasarım endüstrisi, nesneyi ne kadar özneye yamamaya çalışırsa çalışsın, onların müşterilerine itibar kazandırma gayretkeşlikleri, insanı doğasına, doğayı ise metaya hergün bir nebze daha yabancılaştırmaktan öte bir anlam üretmiyor. 'Anomali', Durkheim tarafından eleştiri kültürüne eklenen bir kelime; 'kuralsızlık' anlamında kullanılan bir kavram. Ne var ki, bugün 'anomali', cüretkar öznenin dinamosu; 'kaygı' toplumsal rantın sermayesi. Medyanın aracılık ettiği görseller ve metinlerle öyle bir bombardıman altındayız ki, ya bu kadar bilgiyle emniyete aldığımız yaşamlarımızda sağlıktan ve hijyenden öleceğiz ya da her şeyin 'para'ya tercüme edildiği dünyada bizlere ayrılan mutena zamanı tüketip zevkten gebereceğiz.. İçerinin dışarısıyla 'arzu' babında bir farkı yok. Köle de efendi de aynı ideolojinin tutsağı. Oysa, tepeden tırnağa sisteme teslim olmuş nobran entelektüeller duyarlı ve hicap sahibi; üretim, sektörel olarak doğa dostu. Dizaynerlerin sürekli şeytani kışkırtmalarla aklımızı çeldiği dünyada her şey satılık!..
İKSV Tasarım Bienalinin değerli küratörü Zoë Ryan 'Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil' diyor ve "radikal bir süreç olarak sorgulamanın peşinden koşan ve hedef beyanları olarak işlev gören manifestoları; sadece metinlerin üretiminde değil, eylem, hizmet, kışkırtma veya nesne olarak nasıl yeni baştan icat edilebileceği fikrini de sorgulayacak" olduğunu ifade ediyor. İnovasyonla hayalleri realize edip ütopyanın damına koydular, şirketlerin logoları bile lisanı münasiple mezar taşlarına kadar kazındı.. Sermayenin tutkusunu, hayatı tanzim etmekteki işgüzarlığına övgü düzeceksek bu şenlik anı tam zamanı! Küratör Ryan, hiç lafı gevelemeden, muhataplarına riya yapmadan bir 'insan' olarak ne yapmaya çalıştığını sorgulamaya bu bienalden başlayabilir. Çünkü günümüzde vicdanın yerini ne olduğu belirsiz bir 'ahlak' ve devamında kanunlar, muktezalar, tüzükler, yönetmelikler; ve tüm evreni iştahla sindirmek tahayyülü kuran arsız bir tasarım ahlakı, cürüm bilgisi ve tüm canlı yaşama meydan okuyan insan merkezli manifestolar aldı. Demokrasi bir arabulucu ve insan doğasının sahiciliği bu bienallerde münevver manifestolarına meze yapılan tırışkadan bir felsefe.. Liberalizmin tasarımıyla özgürleştirdiği mekanda olabildiğince herkes anti-kapitalist; ancak, refah rejiminin komplosu ve dünyanın taammüden ölümünden kimse sorumlu değil!..
Unutmayalım ki, tasarımın arkasında bir egemenlik sistemi olarak kapitalizmin çehresi ve müreffeh toplum arzusunun eşyalarımız üzerine düşen silüeti vardır. Sanatçılar üretimlerini eşya rejiminin mantığına sunmuş, kendilerini tekinsiz bir endüstrinin hizmetine adamışlardır. Engels'in ifade ettiği gibi, 'işbölümü sadece (sanatçı olarak) emekçileri değil; onları sömüren sınıfları da etkinliklerinin aleti/edavatı durumuna getirir'. Radikal gazetesinin başlığı: 'Tasarım Bienali, Hedefi Onikiden Vuruyor'..
Medyanın provokasyonuyla reklam ve tasarım endüstrisi, nesneyi ne kadar özneye yamamaya çalışırsa çalışsın, onların müşterilerine itibar kazandırma gayretkeşlikleri, insanı doğasına, doğayı ise metaya hergün bir nebze daha yabancılaştırmaktan öte bir anlam üretmiyor. 'Anomali', Durkheim tarafından eleştiri kültürüne eklenen bir kelime; 'kuralsızlık' anlamında kullanılan bir kavram. Ne var ki, bugün 'anomali', cüretkar öznenin dinamosu; 'kaygı' toplumsal rantın sermayesi. Medyanın aracılık ettiği görseller ve metinlerle öyle bir bombardıman altındayız ki, ya bu kadar bilgiyle emniyete aldığımız yaşamlarımızda sağlıktan ve hijyenden öleceğiz ya da her şeyin 'para'ya tercüme edildiği dünyada bizlere ayrılan mutena zamanı tüketip zevkten gebereceğiz.. İçerinin dışarısıyla 'arzu' babında bir farkı yok. Köle de efendi de aynı ideolojinin tutsağı. Oysa, tepeden tırnağa sisteme teslim olmuş nobran entelektüeller duyarlı ve hicap sahibi; üretim, sektörel olarak doğa dostu. Dizaynerlerin sürekli şeytani kışkırtmalarla aklımızı çeldiği dünyada her şey satılık!..
İKSV Tasarım Bienalinin değerli küratörü Zoë Ryan 'Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil' diyor ve "radikal bir süreç olarak sorgulamanın peşinden koşan ve hedef beyanları olarak işlev gören manifestoları; sadece metinlerin üretiminde değil, eylem, hizmet, kışkırtma veya nesne olarak nasıl yeni baştan icat edilebileceği fikrini de sorgulayacak" olduğunu ifade ediyor. İnovasyonla hayalleri realize edip ütopyanın damına koydular, şirketlerin logoları bile lisanı münasiple mezar taşlarına kadar kazındı.. Sermayenin tutkusunu, hayatı tanzim etmekteki işgüzarlığına övgü düzeceksek bu şenlik anı tam zamanı! Küratör Ryan, hiç lafı gevelemeden, muhataplarına riya yapmadan bir 'insan' olarak ne yapmaya çalıştığını sorgulamaya bu bienalden başlayabilir. Çünkü günümüzde vicdanın yerini ne olduğu belirsiz bir 'ahlak' ve devamında kanunlar, muktezalar, tüzükler, yönetmelikler; ve tüm evreni iştahla sindirmek tahayyülü kuran arsız bir tasarım ahlakı, cürüm bilgisi ve tüm canlı yaşama meydan okuyan insan merkezli manifestolar aldı. Demokrasi bir arabulucu ve insan doğasının sahiciliği bu bienallerde münevver manifestolarına meze yapılan tırışkadan bir felsefe.. Liberalizmin tasarımıyla özgürleştirdiği mekanda olabildiğince herkes anti-kapitalist; ancak, refah rejiminin komplosu ve dünyanın taammüden ölümünden kimse sorumlu değil!..
http://www.radikal.com.tr/kultur/tasarim_bienaline_uluslararasi_ovgu_hedefi_onikiden_vuruyor-1241192
http://2tb.iksv.org/index.asp
http://www.radikal.com.tr/kultur/100_bin_kisi_tasarim_bienalini_kostu-1251612
***http://www.radikal.com.tr/kultur/100_bin_kisi_tasarim_bienalini_kostu-1251612
Bugün Radikal gazetesinin haberine göre 31. Aydın Doğan Uluslararası Karikatür Yarışması Sergisi, Çemberlitaş'taki Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi'nde açıldı. Ancak sadece sayısal olarak bile baktığımızda ortada garip bir durum var..
Sedat Simavi Karikatür Yarışması'nın 'Aydın Doğan' ismiyle takdim edilmesi ve 20 yıllık Hürriyet Gazetesi sahipliğine karşın 31. ödülü vermesi doğru mudur?
Kadirbilmezlik, hazımsızlık yahut görgüsüzlüktür demeyelim ama Türkiye koşullarında bile bu bir patavatsızlıktır. Ertuğrul Özkök, Ahmet Hakan gibi tatlı sert sözünü esirgemeyen yazarları bünyesinde barındıran Doğan Medya Grubu'nda bunu patrona söyleyecek cürete sahip kimse yok mudur?
Hürriyet gazetesinin kurucusu Sedat Simavi aynı zamanda iyi bir karikatüristti. Evlatları babalarının ölümünden sonra bu saygın uğraşındaki ismini yaşatmak için Sedat Simavi Karikatür Yarışmasını düzenlediler. Aydın Doğan, Hürriyet gazetesini 1994'te satın aldıktan sonra bu yarışmanın ismini kendi adıyla değiştirdi. Bu ödüllerin konmasının nedeni Sedat Simavi'nin karikatür dalında verdiği eserlerle birlikte bu sanata sevgisini gazetenin kurucusu olarak yaşatmak ve hatırlatmaktı. Onun karikatürcü geçmişine karşın öncesinde müteahhit olan Aydın Doğan'ın isminin bu yarışmaya verilmesiyse tam anlamıyla bir garabet ve kurumsal kültür eksikliğidir. Politikada ya da birbiri üzerinden kariyer gerçekleştirilen afaki herhangi bir yerde; yeni gelenler mecburlarmış gibi isimlerini, gidenlerin isimlerinin üstünü çizerek yazarlar. Tarih onlarla başlamış gibi geçmişi kazırlar. Kendilerine cv'lerini kabartacak sahte bir görkem ve yersiz ışıltılar bahşetmek temayüldendir. Bu tür faaliyetler, ülkede buluğ çağından olgunluğa giden süreci kesintiye uğratmakta her zaman mahir olmuştur. Bu kadar danışman, meslek dernekleri, mizah gücü yüksek karikatürcüler ve onlarca jüri üyesinin katılımıyla her yıl tekrar eden bir zaafiyetten bahsediyoruz. Bir 'aferin' için saygın şahsiyetin isminin hatırına konuyu çarşaf gibi veren duygusal kültür/sanat editörleri, camiaya dışarıdan destek olan ökse kuşları takdir edilmeyi bekleseler de herkesten gizledikleri sır rahatsızlık vericidir. Kral çıplaktır! Eleştiri sonuçla ilgilenmez ama maddi hatalarla ilgilenmek zorundadır. Güldürürken düşündüren karikatür sanatına uygun düşen bir amacı yerine getiren Aydın Doğan'ı nazikçe ikaz etmesi gerekenler ne yazık ki yıllardır üç maymunu oynamaktadırlar..
http://www.radikal.com.tr/kultur/31_aydin_dogan_uluslararasi_karikatur_yarismasi_sergisi_acildi-1239357
http://www.radikal.com.tr/kultur/31_aydin_dogan_uluslararasi_karikatur_yarismasi_sergisi_acildi-1239357
Gazetelerin yazdığına göre : 'En prestijli ödül Antalyalı Kürşat Zaman'ın!'
Alanında dünyanın en prestijli ödüllerinden 31. Aydın Doğan Uluslararası Karikatür Yarışması'nda birinciliği Antalyalı karikatürist Kürşat Zaman kazandı. İran'dan Mojtaba Heidarpanah ikinci, Polonya'dan Krzysztof Grzondziel ise üçüncü oldu.
http://www.radikal.com.tr/hayat/en_prestijli_odul_antalyali_kursat_zamanin-1197536
http://www.aydindoganvakfi.org.tr/tr/internationalcaricature.aspx
***
Görsel sanatlar alanındaki suskunluğunu 2011 yılında Ekavart Gallery'deki ilk kişisel sergisi "Aşıklar Kabilesi" ile bozmuştu. Ardından Borusan Müzik Evi'ndeki sanatçı Carlito Dalceggio ile 'Romantik asiler' olarak gerçekleştirdiği Revolution/Revalation sergisini izlemiş ve yazmıştık. Mercan Dede, ikinci kişisel sergisini "Kadim Zaman Makinesi" adıyla Ekavart Gallery'de açtı. Sergi, 4 Kasım-12 Aralık 2014 arası izlenebilir..
http://www.ekavart.tv/sergiler/diger/mercan-dede-kadim-zaman-makinesi-ekavart-gallery
http://www.ekavart.tv/Arama/mercan_dede
***
Birkaç gün önce hiç tereddüt etmeden söyleyebileceğim bir ifadeyle dışarıda evinin rahatlığını dileyip, huzur arayanlara Istanbul'un en iyisi diyebileceğim Kozzy'deki Oldies Cafe'ye gittim; adını Hıncal Uluç'tan duymuştum. Sahibesi Bahar Ilıcak muhteşem bir iş çıkartmış müşterisini evinde hissettiği değerli bir mimari, başlıbaşına bir sanat eseri yaratmıştı. Her sene İstanbul'da olduğum zaman mutlaka uğradığım Oldies'i, Kozzy'de bu defa boşuna aradım; kapanmış. Her iyi şey gibi buranın da ömrü kısa olmuştu ama bu vesileyle gördüğümüz başka şeyler oldu..
Engels'in yazdığı, Anti-Dühring'in 377. sayfasına baktığımızda adalet ve özgürlükler için savunulagelen Marksizmin; kapitalizme alternatif olarak ortaya sürülen projenin aslında 'devrimci' bir kuram olmaktan ziyade 'idari' bir önerme olduğunu görüyoruz. Das kapital, doğaya, canlı organizmaya ve tüm toplumsal ilişkilere müdahale eder, Marks'ın ifadesiyle; burjuvazi gibi 'kendi suretinden bir dünya yaratır.' Ancak, sınıfların cüretkârca dönüştürdüğü hayatı, doğanın evrimi diye tanımlarsak hata etmiş oluruz. Doğanın ve tarihin evriminden çok, varlıkların tecrübesinden bahsetmek bizce daha uygundur. Çalışmak 'fazilet', emek en büyük 'değer' martavalıyla uyuşturulmuş zihinlerin ücret ve mesai saati paradoksundan kurtuluşu yoktur. Doğada 'iş' vardır ama 'çalışmak' doğal bir etkinlik değildir. Ne için çalıştığını unutan bireye (kendini anlamak ve anlatmak için) Heinrich Böll’ün 'Balık Tutma Dersi' adlı öyküsü iyi gelecektir. (Bkz) Vicdan adına, bilmek güdüsü ya da bilgi saikiyle; eğer hayatın amacını öğrenmeğe gerçekten niyetimiz varsa!
.

Kâr oranlarındaki düşüşün kapitalizmin sonunu getireceği savı, Marks'a atfedilir. Ancak bunu ilk ileri süren Adam Smith'dir. David Ricardo ise bunu farklı ve kesin bir biçimde sunmuş; John Stuart Mill de yaptığı çalışmada bunu savunmuştur. Ricardo ve Mill için söz konusu eğilim, ekonominin artık büyümediği, durağanlaştığı bir noktada son bulmuştu. Çünkü kâr oranındaki düşme öyle yavaş olmuştu ki, yeni yatırımlar artık karlı değildi. Bu Ricardo'nun kabusu olan sondu. Mill için ise neredeyse ütopik bir olasılıktı ancak her ikisi de düşen kâr oranını, kapitalizmi bir tür sona taşıyan bir eğilim olarak görmüşlerdi. Marks'da aynı fikirdeydi. Ne var ki kapitalizmin, kapitalist iktisatçıların savunduğu şekliyle değil, ancak bir işçi ayaklanmasının hızlandırmasıyla kapitalizmin yıkılacağı ve devrimin olacağı savının mücidi Markstır. Birinci cildi tamamladıktan sonra, iktisat tezi üzerine devam ettiği çalışmasının planlarına ilişkin Engels'e yazdığı mektubunda kâr oranındaki düşüşün, Kapital'in ilk cildinde yer verdiği üretimin toplumsal gücünün gelişimi ile birlikte sermayenin bileşiminde görülen değişime dair yeni geliştirdiği fikrinden kaynaklandığını açıklıyordu. "Bu, önceki iktisat tezlerine karşısında kazanılmış en büyük zafer"di. Marks'ın 3. ciltte yer alan analizinin temellinde, kapitalistler arasındaki rekabetin daha çok makinanın dervreye girmesine ve dolayısıyla makine, yapı, yakıt, ham madde gibi üretim araçlarının değerinin emek gücü karşısında yükselmesine zemin hazırladığı ve böylece kapitalistlerin daha üretken olmasına yol açtığı görüşü yatıyordu. Başka bir deyişle Marks, sabit sermayenin, değişken sermayeye oranının -sermayenin organik bileşiminin- arttığını söylüyordu. Emek-değer kuramına göre değeri arttıran ya da artı değeri yaratan sadece emekti. Dolayısıyla sadece üretilen malların fiyatının üzerine çıkan üretim araçlarının fiyatı, ardından da sermayenin büyüyen organik bileşimi, kâr oranı, artı değerin sermayeye oranını düşürmek zorundaydı..
1857-1858 yıllarında yazmış olması kuvvetle muhtemeldir: Grundrisse'de Marks kâr oranındaki düşme eğiliminin devrime götüreceğini söyler. Bu kitapta sermaye ile ilgili bölümün sonunda yer alan bir iddiadır. Çünkü onun mantığın göre üretim güçleri gelişirken makinaların sağladığı imkan, işçilerin kapitalist üretim sürecinde oynadığı rolü azaltmakta ve sermayenin kâr oranını artırmaktadır. Marks daha önceden hiç kavranmamış bu yasanın modern ekonomi politiğin en önemli yasası olduğunu ifade eder. Aslına buna benzer bir pasajı yıllar önce 1844'deki el yazmalarında da dile getirmiştir. "Ücretlerin düşme eğilimi zorunlu olarak devrime götürecektir" Bundan 13 yıl sonra Grundrisse'de tam olarak şunları yazar "Bu yüzden üretici gücün en yüksek gelişimi mevcut zenginliğin en büyük yayılımıyla birlikte sermayenin değer kaybetmesiyle emekçinin aşağılık bir duruma düşmesiyle ve onun yaşamsal güçlerinin en sıkı şekilde tüketilmesiyle uyuşacaktır. Bu çelişkiler patlamalara, felaketlere, buhranlara neden olur. Bu durumda bir an için işin askıya alınması ve sermayenin büyük bir kısmının yok olması, intiharlara kalkışmadan üretici güçlerini tamamen kullanarak devam edebilecek noktaya kapitalizmi hızla geri götürür. Düzenli olarak meydana gelen bu krizler daha yüksek derecede tekrarlara ve sonunda şiddetli bir şekilde kapitalizmin alaşağı edilmesine yol açar." Kapitalizmin zorunlu çöküşü ve yukarıdaki beklentilere yol açan düşüncenin nirengi noktası Marx’ın Grundrisse’de tanımlamış olduğu, kapitalizmin gelişiminin zorunlu bir merhalesinde, tıkanmanın eşiğinde devrimi ortaya çıkaran zorunlu diyalektik çapraz bağdır. Kitapta: Kâr oranının düşmesi (2/199) ve Zenginliğin emek tarafından yaratılmasının ve emek zamanla ölçülmesinin ortadan kalkması (2/263vd). Görüyoruz ki, Marks'ın öngörüsü üretim sürecinde makinalar tarafından devre dışı bırakılan işçinin kâr oranlarının düşüşe geçmesiyle birlikte uygun zafiyet anında üretim araçlarına el koyma beklentisidir. Erken dönem bir mücadele enstürmanı olarak değerlendirmiştir ama Leninlerin teorik eksikliğine karşın daha sonra keşfedilen tüm eserlerini okuyan post Marksizm de bu emek/zaman tezleriyle hesaplaşmamış hatta sadece fabrika düzenin değil tüm distopik rejimin temel argümanı olan bu 'değer' biriminin teorik sakarlığını görmezden gelmiştir.

1800'leri başlarında sosyalizm adına ilk cümleleri kuran Saint Simoncular, her türlü üretimi kutsarlar. Onlar, topluma zorunlu çalışma yasasını dayatıyorlardı. İnsani yaratıcılığın maddeye asalet kazandırdığını iddia ettiler. 'Makinalarla tabiata, ferman dinletmek cüretini göster!' onların sloganıdır. Fourier'i Engels, Hegel kadar diyalektiği bilen çağdaşı olarak selamlar. Döneminde en verimli fabrikalarını, işçilerin mutluluğu üzerine bina eden Robert Owen ilham kaynaklarıdır. Marks ve Engels'in ustaları bunlardır. (1) Amaç daha iyi bir yaşam için daha fazla çalışmak ve doğanın köleleştirilmesi için tekno dinamiği insan pratiğine ortak etmektir..
Yazının başında Marksizmin, idari bir proje olduğunu söyledik. Amaç, eşya rejiminde merkezi üretimi sağlayan pragmatist politikalarla herkesin sahip olabileceği bir refaha toplumu ulaştırmaktır. Zaten Engels de, Anti-Dühring'in içindeki 'Teorik Bilgiler' adlı bölümde 'toplumun sınıflar şeklinde bölünmesi üretimin yetersizliğine dayanıyor; modern üretici güçlerin gelişmesiyle bu silinip süprülecektir' diyerek çareyi 'insan' unsuruna değil, üretim fazlası gibi 'teknik' bir konuya bağlıyordu. ( konu s 376'da geçer ama gelecek sosyalizm projesi olarak bu bölüm 389. sayfaya kadar özgürlük neferlerinin umutlarını bitap düşürecek kadar idari/teknik konuya indirgenir.) -Gerçi üretim için rağbet ettikleri argümanlar birbirine denk ve uyumlu da olsa parti konusunda Marks'ın, Lenincilerle taban tabana zıt fikirleri vardır ama bu başka bir yazının konusu- Ne var ki, günümüzde Piketty gibi burjuva ekonomistler, özgürlükler tanımında daha sol bir bakış sergileyerek servet eşitsizliğine doğrudan dikkat çekerler. (bkz.) Dünyada hem burjuvazi, hem emek, eşyanın direkt kendine yani kullanım değerlerine sahip olmakta eskisi kadar büyük bedeller ödemiyor bugün. Adı farklı ama amacı bir iki sistemin de, hayatın refah amaçlarıyla uyuma doğru bir gayret içinde olduğunu görüyoruz. Sadece eşya üstünden müreffehlik isteği değil, çağın üslubuna uygun normatif yasalar da dahil tüm tarafların talebi aynı. Erdoğan, 'İnsanın yaşaması, adaletle mümkün olur. Eğer devlet yasalar yapıp milletine bu yasaları dayatırsa oradan hukuk değil, zulüm doğar' diyor ( Bkz.) Demokrasi, insanlık tarihinde hanedanlık ve ulus devlet çağlarını aşan toplumlarda doğal bir süreç. Bugün kimse Hegel'in ya da Paşukanis'in devletini savunmuyor; 'demokrasi' modern toplumlarda her şeye karşın görüyoruz ki, bir tarafın değil, tüm tarafların ortak mottosu. Onun manifestoda belirttiği gibi 'Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki iyileşme ve son derece kolaylaşmış iletişim araçlarıyla bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile uygarlığın içine çekiyor" (s121) Demokrasi, bugün olmasa da yarın, yahut ergeç bu yüzyılda sivil toplumun aşındırmalarıyla monarklığın tahrip edileceği, beşeri bir hazla sonunda ulaşılacak diyalektik bir gelişim düzeyidir; itirazımız yok. Zaten sosyal ağlar üzerinden herkesin görünür olması, en uçtaki makamları, en mutena özneleri dürtebilmesi, zihnen olmasa da fiziken ulaşılabilmesi, öznenin fikrini umuma aktarabilme, beyan etme becerisine kavuşmuş olması 'demokrasi' konusunun insan uygarlığının nerelere kadar evrilebileceğinin kanaatını veriyor; ne ki, sorun 'özgürlük' değil, insan egosunun haddini bilmezliği. Ancak sınırların ve kavramların genişletilmesine yarayan bunca argümana karşı sanayileşmenin 'doğal' bir süreç olduğunu söylememiz çok zor; bu gerçeküstü tacizi ve angaryayı kanıksasak ya da taaccüp ederek mutabakat sağlasak da her şartta insanoğlunun tutsak olduğu iktidar bağımlılığından, eşyanın biyolojik haritadaki istibdatından, icat ettiğimiz iş ve çalışmanın, örgütlenmiş teorik mezalimin, histerik etik yapının organizmamız üzerindeki zulmünden kurtulmak için radikal bir zihinsel depreme ihtiyacımız var.
Decartes'in kartezyen diyalektiği, Spinoza'nın çok tanrılı sivil toplumu, Leibniz'in monadı, Adam Smith'in işbölüşümü, Kant'ın cüreti, Diderot'nun ansiklopedisi, Rousseau'nun sözleşmesi, Marx'ın, proletaryası, Nietzsche'nin güç istemi, Freud'un oudipusu, bilinçaltısı, Heidegger'in varlık ve hiçliği, varoluşu (Dasein) Hegel'in tez, antitez sentezi ve devleti, Lenin'in kavramı, kendinden önsöz isteyen Buharin'den duyarak John Atkinson Hobson'dan (Bkz.) ilham aldığı emperyalizmi, Jacques Derrida'nın yapısöküm'ü, Habermas'ın kamusal alanı, Negri'nin imparatorluk'u vs.. Sermayenin organik bileşimi sabit kalmak üzere eski ikonların terkedilerek bilinçaltının derinliklerinde tutunan kaygının onarılması, işbölümüyle menfezin rahatlatılmasını, burjuvazinin mezar kazıcılarına yeni iş ve istihdam alanları açarak kabusların uluorta deşifre edilmesi yerine özel seanslarda psikanalize tutulmasını anlıyoruz. Dünyada belirli alanlarda aşırı ölçüde biriken sermayenin geleneksel sektörlere yatırılmak yerine teknoloji sayesinda 'like', 'follow' gibi duygusal eğilimlerin göstergede yaratıcı zekanın organları işlevini kazanması şüphesiz bir devrimdir. Değildir diyenlere yazılımların anbean çalışma ve üretim tarzını değiştirip değiştirmediği sorabiliriz. Oysa Hegelle, baba/oğul ilişkisi olan Marks, ruhuna rahmet okuyacağımız, fabrikadan emeği özgürleştirse hakkını teslim edeceğimiz bir 'üretim tarzı' dönüşümü yaşatmamıştır. Engels'in Anti-Dühring'te (s359-379) ilk pasajda tafsilatını verdiği, devamında detaylarını büyük bir ferasetle açıkladığı gibi Marksizm 'özgürlük' değil, bir çalışma ve zor ile üretme ideolojisidir (bk.2 ve 3 dipnot) ; verimlik üzerine fikriyatını bina etmiş ekonomizmdir. Dolayısıyla devrimden sonra muhafazakardır ve a posteriori olarak değişimden yana değildir. Onların 'anarşist' olarak terimleştirdiği serseri sermayenin ise makinaya destek olan emeğin yerine 'insan' sermayesinin dolaysız potansiyelini müşteri kılması, diyalektiği teknolojide keşfetmesi, organik yapısını ve kültürünü değiştirmeye meylettiği 'insan' kaynaklı ürünleri ilk kez meta haline getirmesi, öznenin bilincini tevil etmesi birer sıçramadır; ilk örneklerini Engels'ten 75 yıl önce 1803'te dile getiren Saint Simon'un Cenevre Mektupları'nda görürüz; 'Bütün insanlar çalışmalıdır' formülü onu emeğin ilk teorisyeni gören gören Marks ve Engels tarafından birebir kopyalamasına rağmen (Bk. Ütopik Sosyalizm 49,52) (özgürlük değil) eşya teorisyenlerinin arzuladığı bolluğa 'Diyalektiği Hegel kadar ustalıkla kullanan Fourier', Saint Simon, Robert Owen' ve takipçileri, 'diyalektik materyalist' mahdumları ne yazık ki 200 yıllık emek ve endüstrileşme tarihi boyunca ulaşılamamıştır. Kapitalizm, kâr oranlarındaki verimsizliğin önüne geçmek için göründüğü kadarıyla metaları herkesin malı kılarak kendi devrimini kendisi arzulamış ve emeğin değerini (Çin, Hindistan vd. üretimi plantasyonlarda yeniden yapılandırarak) insanın ve özgürlüğünün zihinsel tutsaklık süresini uzatmıştır.
Kapitalizmin yapısal krizlerini, bugün kâr oranlarındaki düşme eğiliminine bağlamak yersiz bir çabadır. Karşıt eğilimlerini düzenleyen sermaye, onu güvence altına alan birikim rejimine karşın onlarca krize girerek evrimleşmiştir. Günümüzde çoklu organ yetmezliklerine neden olan krizin çözümlemesi aşırı birikim yani kapasite fazlasıdır. Bunun, çok fazla oyuncu, çok fazla manipülatif enstürman, çok fazla sanal/fiktif değer ve hareket halindeki oyuncuların yatırım ve kapasitesinden kaynaklanan aşırı arzdan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Sermayenin aynı anda her tarafta olması ilahi bir tezahürden ziyade kaynağı şeffaflaşamayan finansmanın sonu gelmez mutasyondur. Para, kendini çoğaltırken toplumun moral değerlerini, öznenin insani birikimlerini azaltmaktadır.
Ne Hegel'in ters çevrilmesi doğrudur ne de ekonomi politiğin değiştirmek istediği dünya tasavvurı bir özgürlük alanıdır. Son söz; burjuvazi, sosyalizmi, kendine yön veren bir alarm sistemi olarak görmüş, eleştirisiyle gücüne güç katan bir müteffik olarak içkinleştirmiştir. Bu kadar eleştiriden sonra AVM'deki Marks fotograflarının vesile olduğu konuyu iktisatçı Doğan Durgun'un tespitleriyle bitirelim. Yazar şöyle yazmış: "Bugün yaşanan krizle birlikte kapitalizmi sorgulayanlar “Kapitalizmin çökmeye mahkûm olduğunu” söyleyen Marks’ı okuyor. İngiliz BBC televizyonu Alman filozofun satış patlamasını internet sitesinin ana sayfasından “Turning Red” yani “Kızıla Dönüş” başlığıyla duyurdu. Alman yayınevleri özellikle “Das Kapital”in çok satıldığını belirtiyor. Son dönemlerde ekonomik kriz çıkana kadar satışları düşük ama istikrarlı bir grafik çizerken, krizle birlikte satışlar çok yukarılara çıktı. Marks’ı okuyanların bir kısmı, kapitalist iktisatçılar ama öte yandan kapitalist sistemden memnun olmayan insanlar da çözüm için yüzünü Marks’a dönüyor. Yayıncılara göre de sistemi sorgulayan gençler, aradıkları cevabı Marks’ın kitaplarında bulmayı umuyor. Fukuyama 'tarihin sonu' diyerek Marksizmi öldürdüğünü zannediyordu. Oysa dünya ölçeğinde tıkanan kapitalist ekonominin ilk akla getirdiği kişi yine Karl Marks" (bkz.)
(1) Anti Dühring, Engels, 1878, Bk s 345 ve devamı
(2) Ücreti Emek, Kâr önsöz s 24
(3) Grundrisse 2/19 Ücreti emek, sosyalist toplumda gerekli emek değere dönüşür
ve Anti Dühring, s390 'Herkesin çalışmaya katılması durumunda'
Cenevre Mektupları'nde Saint Simon, 'Bütün insanlar çalışacaktır' ilkesini koyar.
1917 Bolşevik devrimden sonra Lenin'in başkanı olduğu Kurucu Meclis'in 3 Ocak 1918 tarihinde yayımladığı ilk kararname zorunlu çalışmayla ilgilidir.
***
Ne kapitalin yarattığı 'ilerleme' ne de 'politika', doğal bir etkinlik değil; hakikatin peşinde olanlar gerçeği aradıklarında önce doğaya bakarlar; ancak doğada karşılığı olmayanı soyutlayıp, zuhur eden aykırı üretimi iştahla tüketmekte tereddüt etmezler. Şiddet, medeniyetin kurucu ögesi. İnsanlık, yeryüzünün kendini olumlamayla değiştirdiği renklerinde 'olumsuzlamayı' bilincinin savaş aracı olarak kullanarak bir kara nokta yaratmıştır. 'İlerleme', tabiatta koridorlar açan dehşetengiz bir sapmadır...
İlerlemenin mantığında tarihin, 'iyi' hayata doğru geliştiğini varsayan diyalektik bir bakış vardır. Bu görüşün moral değerleri pratikte modernizm tarafından geliştirilmiştir. Oysa teoride katastrofik argümanları kullanan radikal çıkışlar tarafından emeğin serüveni ihanete uğramıştır.. Atalet göstermeden cüretkarca itiraf etmek gerekir ki, emeği ve biriktirilmiş emeği, (yani sermayeyi) 'sınıf' olarak değerlendiren söylemler, toplumu parçalara bölüp sömüren 'üretim' olgusunu aymazlıkla es geçti. Fikir ya da cebir; toplumda 'takas' ilkesi, eşit olanların mübadelesiyle mümkündür. Ne özneler ne de nesneler arasında birebir benzerlik olmadığı için 'eşitsizlik', üretimin örgütlediği her toplum modelinde her zaman mücadele, sömürü ve artı değeri doğuracaktır; bu formatta 'çıkış' yoktur kabul edelim!
Bir sonraki yıl verimin yüksekliğinden emin olduğu için, Milet ve yakın Ege adalarında ne kadar zeytin ezme aracı varsa hepsine para yatırır. Halk, gelecek hasattan emin olmadığı için devreye giremeyince, bunları çok ucuza kapatır.
Zaman gelip verim yüksek olunca, halkın bu araçlara gereksinimi olur; Thales de onlara yüksek fiyattan kiralayarak “istediği takdirde ne kadar zengin bir işadamı olabileceğini” de kanıtlar!
O dönemlerde yapılan zeytin toplama yöntemini yansıtan bir fotoğraf ile günümüzde İzmir - Aliağa’nın Güzelhisar köyündeki yöntem arasında yüzyıllardır en ufak bir fark yoktur. Bu olgudur ki zeytin ağacı bir yıl iyi, bir yıl kötü ürün verir. Thales de bu bilgeliğini ekonomik yatırıma dönüştürmüştü. İzmirli hemşerimiz âmâ ozan Homeros da, zeytinyağını “sıvı altın” olarak tanımlamıştı! Solon da döneminde, zeytinyağını günümüz petrolü gibi kullanmıştı! (1) Zeytin hasadı, toprak rantıyla birlikte değerin niceliği sabit kalırken zamanımızda niteliğini değiştirdi. Bugün Yırcalı'da bir gecede kesilen altıbin ağacı hasadını köylüler çamurların içinden topluyorlar. Kâr'ın zeytini yerinden etmesiyle dinsel argümanlar bile farklı yorumlanmaya başlandı. Link 1, 2 Zeytin ağacı bolluğu olduğunu ifade eden yetkililerin umursamazlığı tedirgin edici. ( Link ) Hayret etmemek gerekir; maruz kaldığımız sinizmle karışık bu süreç, modernizmin kaba bir versiyonu. Somut emeğin, sermayeye tekabül eden soyut emeğin tahakkümüne girmesi, meta üretim sürecinin dünyamızda örgütlediği iktidar mekanizmalarıyla doğrudan bağlantılıdır. Toplum, birleşik emeğin 'kaygı' üzerine inşa ettiği bir semptomdur. Kolektif yaşamda birey, her bir işlem için fikir beyan edemez. İşlevi sadece ortak hedefleri sorun çıkarmadan onaylamasıdır. Gerçi algoritmik düzende düğümler atabilir, asfalt yolda çukurlar kazabilir ama 'iktidar' tümsekleri düzleyen, sivrilikleri engelleyip boşlukları kapatan bir mekanizmadır. Dolayısıyla böyle toplumsal hedeflere teba/tabi olan özne bir ortaktır; faşizan mikro-politik hedefler kolektif arzu üretmek yerine maddi bileşenleriyle umumu hemfikir kılarak depreşen iktidarın histerisini paylaşmayı seçer. Bireyin, çokluk karşısındaki tercümesi başarısız olmaya mecburdur. İlk defa Grundrisse'de (359 vd.) dile getirdiği gibi Marks'ın 'canlı emek' diye tabir ettiği yalın işgücünün, biriktirilmiş emeğin tahakkümü altına girmesini sağlayan, 'meta' üreten makinaların yarattığı devrimdir ki, fabrikalarda başlayıp halka sirayet eden nesnel organize şiddetin eksenidir. "Canlı emeğin kendisi, canlı emek gücü karşısında yabancı olarak görünür (..) tüm malzeme ve alet ona yabancıdır." (G.359) Burada KM'den ayrıldığımız nokta onun 'kapitalist üretim süreci dediği kesittir: Oysa süreç çağ olarak kapitalist dönemini yaşasa da aslında endüstriyel çağdaki değişiminin antagonizmasını dile getirmektedir. İnsan, sabit sermayenin kendidir demesine karşın Marks, Sosyalizmi, insan doğasına ait güçlerin yeni bir tezahürü olarak insan doğasının insan eliyle zenginleştirilmesi olarak tanımlıyor (1844/207) "Özel mülkiyet koşullarındaysa' diyor; her ikisinin anlamı da tersyüz edilir. Herkes kafasında bir başkasında yeni bir ihtiyaç doğurmayı, böylelikle onu yeni fedakarlıklara zorlamayı, yeni bir bağımlılık ilişkisine zorlamayı ve mahkum etmeyi ve yeni bir doyum tarzına, dolayısıyla ekonomik mahvoluşa doğru ayartmayı kurar. Herkes onda kendi bencil gereksinimin doyumunu bulmak için, öteki insanları egemenlik altına alan yabancı bir özsel güç yaratma ardında koşar. Nesneler yığını ile birlikte demek ki yabancı varlıkların insanın uyruğu bulunduğu egemenliği de büyür. Her yeni ürün, bu karşılıklı aldatma ve soygunu daha da pekiştirir." Bu gelişimin başlangıcı somut emeğin soyut emeğe dönüşümüyle birlikte 'meta' üretim sürecine geçiştir. İnsan, sermayenin kendisi paradigmasını kabul ettikten sonra yeniden üretim sürecinde her türlü yaratıcı bağlamdan kopartılarak bedensel sembiyotiklere indirgenen 'arzu', çalışmanın nedeni ve kamunun tatmin bedelidir.
Temelde sermaye, kendi gibi değişik taraf kümeleri arasında mübadeleye dayalı bir diyalog ve işbölümü tesis ederek egemenliğini derinleştirir. Hareketinin dinamiklerini, toplumun kutuplaşması, muarrızların kızışmasından, rekabetin enerjisinden elde eder. Sınıf, sermaye ile emek arasındaki zaruri koordinasyondan doğar. Sermaye yoksa emek olmaz; her yerdelik ve düşkünlüğüyle çokluğun arzusunu tatmin eden 'eşya', polisiye bir rejim ontolojisini gerekli kılar. Anti-kapitalist, sosyalist, metafizik tahayyül; hiçbir ideoloji, özneyle nesne arasındaki şizofrenik tutkuya dayalı düzeni ve içinde bulunduğumuz bu gerçeği değiştiremez..
Cennette bile 'toplum' hiyerarşi ve işbölümü üzerine kurulmuştur. Ahlak felsefesi öngörüleriyle Marks'ın patetik İncil yorumu tefsiri olan hedeflerinin aksine bir sınıfın diğerinden beslenmediği bir toplum mimarisi yaratmak çokluğun ontolojisine aykırıdır. Buna rağmen 'talep' 'radikal' görünümlü pragmatik önerilerin sigorta işlevi gördüğü liberal rejimlerde aktif işbölümü için gerekli terapötik dinamiklerini sağlar; sınıfsal diyetini ödeyip üretim sürecini ruhen zenginleştirdiği için kabul edilebilir. Ne var ki, dünyadaki başkalaşım, hayatın emperyalist çağında İngiltere ile Burina Faso'ya eşzamanlı önerilen kapitalist tarzda meta üretim sarmalından ibaret değildir. Toprak rantından, bunca kutsala rağmen artık tevessül edilmeyerek vazgeçilen zeytin hasadına: 'Veri' yeni 'para' birimi ise varolan insanların, miyadını doldurmuş toprakların ve yaşayan kültürün biyo-politik enerjilere uygun olarak yeniden sermayeleştirilmesi biyosferde 'değer' olmasına karşın onarıcı/yaratıcı anlamını (alanda değil masada) fenomenolojide kazanır. Arap baharı ya da 'Esad halkına zulmediyor' repliği; rejimlerin teknik ve organik bileşenlerini gizleme başarısıdır. (Bkz.) Politik atıkların geri kazanım sürecinin ürettiği artı değerin merkeze aktarımı, her iki tarafta da sadece bozulmaya tekabül eden post-aufhebung'dur. Sonrası sırılsıklam feragattir ama devrim öncesi mutaassıp Sol'un sömürü karşıtı çözümlerinin başında çalışma saatlerinin kısaltılması talebi gelir; bu, emekçinin aile ve mahremiyet ilişkilerine zaman ayırması, sosyal ağlar üzerinden ya da pratikte toplumsallaşması ya da kültürel olarak hayal üretimine katkıda bulunması olarak anlaşılır. Bir iletişim formasyonunun başarısı -ya da aksi- kural olarak onu kullananların karesiyle orantılıdır. Demokratik fikriyat, iktidar arzusunun çekirdeğine gizlenen -önce şahsına, sonra kamuya- refah toplumu yaratma telaşındaki propagandaya, liyakattan çok biatla kadrolaşan sosyalist devlette çoğulculuktan ziyade amaç olarak benimsenen 'fazla' mala, Taylorist üretim uygulamasına galebe çalar. Oysa Marks bunları bilmiyor muydu? Proletarya Diktatörlüğüne doğru teoriyi tepesi üstü dikmeden önce şöyle diyordu : "Şu üç uğrak, üretici güç, toplumsal durum ve bilinç, birbirleriyle çelişkiye düşebilirler ve düşmek zorundadırlar, çünkü işbölümü sayesinde, faaliyet ile maddi faaliyetin, keyif çatma ile çalışmanın, üretim ile tüketimin farklı farklı bireylerin payına düşme olasılığı, hatta olgusu ortaya çıkar ve bunların birbirleriyle çelişkiye düşmemelerinin tek yolu, bizzat işbölümünün kendisinin kaldırılması gerekir" (A.İ 57) Grundrisse'de söylediği gibi makinalar insanları, insan olmaktan çıkarıp dönüştürüyor. Olmaması ancak insanların yerini makinaların aldığı üretim biçiminin, akla ziyan teknolojinin ilgasıya ilgili. Biliyoruz ki iş bölümünün ortadan kalkması için sanayinin, eşya üretiminin sonlanması, doğanın verdiğiyle yetinecek şamanist analojiye geri dönülmesi gerekiyor belki de. Ancak, Ludditeler gibi taraftarlara ya da beyinde tabiata şirk koşmayı önleyici panellere, mahremiyeti savunan algoritmalara sahip değilsek nesnelerin dünyasında özne, eşya rejimi tarafından öldürülmemek kaygısıyla çalışmak zorundadır. Utanılası bir paranoid korkunun saldırgan içgüdüsünü çözümlemek, yalnızca finans kapitalin dolaşım ağını ifşa etmekle değil; Hegel'in tek hakikat dediği kavramların dünyasından, soyutlama yeteneğinin bulandırdığı diyalektik hakikatlardan kurtulmakla gerçekleşecektir. Bu somutlama talebi, dünyanın merkezine insanı yerleştiren psikiyatristlere ve edep yoksunu siyasetçilere bırakılamayacak kadar önemlidir. Umumun her zaman haklı olması bir yanılsamadır. İnsanın özgürlüğü, geri kalan canlı yaşamın teslimiyeti ve hayatın tüm unsurlarının zorbalık ve küstahlık önünde baş eğmesi demek değildir. Badiou'nun ısrarla belirttiği gibi 'özneleşme, her zaman bir bireyin kendi hayati varoluşu ve bu varoluşun yaşandığı dünya açısından bir doğrunun yerini belirlediği süreçtir' Badiou'nun yılmışlığı, yıkılmışlığında hem politik hem de yaşam tarzı vurguları vardır. Ona rağmen biz, onun bulmakta hâlâ zorlandığı doğrunun yeri tartışmalı ve kapitalizme sigorta olan alternatifleriyle birlikte yeni bir zihin haritası ortaya koyup eskiyi tarihin çöplüğüne atmanın zamanını kaçırmamalıyız. Kolektif arzu, ister bireycilik, ister toplumculuk istikametinde gelişsin, bilinci tetikleyen üretim tarzıysa eğer, soyutlamaların içinde kaybolup gitmesine izin vermeden 'emek'in ne olduğunu ve yüceltme yerine hangi akla zarar değerleri ürettiğini tartışmalıyız. Dört sene önce, Bolivya'nın Cochabamba kentinde düzenlenen İklim Konferansı'nda konuşan Eva Morales, 'uluslararası iklim mahkemesi' kurulması gerektiğini söylemişti. Bu savunulması gereken bir öneri. Sanayinin insanın uzuvlarını dumura uğratan her başarısı, modernizmin 'iyi' adına attığı her adım yeryüzü için bir tehdittir. Uygarlığın demokrasi adına attığı her adım, açık/saklı her kazanımı yeniden sorgulanmalıdır; yeter ki, aklını kullanmaya cesaretin olsun! ( Bkz.)
Emek, bütünüyle sermayeye tabi kılınmadan, artı değerin yeniden üretim sürecini sürdürmesi olanaksızdır. Marksist teori, ne buna bir çözüm getirir ne de 'demokrasi', 'kadın sorunu', doğanın korunması, azgelişmiş ülkelerin emperyalistler tarafından sömürüsü gibi konuları dert edinir.. O sadece bir endüstrileşme projesi ve işçinin emeğinin kolektif amaçlar için akıllıca kullanılmasını öneren bir 'ilerleme' ideolojisidir.
Keşke Marks insanlık tarihinin sonunu getiren endüstriyel sürece bir çözüm getirebilmiş olsaydı da önümüzü görebilseydik. Ne ki, 'tarih', sürekli parçalanan bir zeminde, biteviye kırılan çatlaklar arasında -söylenegeldiğinin aksine diyalektik değil-, ilerisini bilmediğimiz bir güzergahta, tecessüsle, tesadüflerle, hatta ve hatta zorun gücüyle yakarak, yıkarak amansızca ilerliyor. Keza bilinen tek şey, bugün' ya da 'yarın' denilecek şeyin, geçmişimizin bir bakiyesi olduğudur. Geleceği yaratacak despotların, geçmişi yaratan kahramanlardan bir farkı olmayacaktır. Eğer 'tarih' denilen bir keşif varsa bu, insanın eşya ile birlikte ona bağlı olayları ve öznelerini üretme kapasitesindendir ; haksızlıkları, hiyerarşiyi, iktidarları ve sömürüyü yaratan neden hep aynıdır. Acı ama gerçektir; eldeki mateyaller, yani nesnelerle acı veren / patetik ilişkiler insanların zihinsel etkinliklerini, ahlaklarını, hukusallık doğuran tüm faaliyetlerini ve bireylerin tüm pratiklerinin uğrakları olarak toplumun makus kaderini belirlemektedir. Masal dinlemek, sanki iyinin kazandığı, kötünün kaybettiği bir diyalektik süreç varmışcasına umutlanmak için bir insani gereksinmedir. Ne var ki, herkesin kendine ait hikayesinin olması, konunun muhataplarınca değiştirilmeden korunabilmesi, etkilerden arındırılarak sembiyotik süreçlerin doğal salınımı içinde muhafaza edilebilmesi daha da önemlidir. Ancak sıkıntı öncelikle kavram ve tanımlarda. Örneğin 'çevre' dediğimizde insan merkezli bir dünya öngörüsüyle verili olana başkaldırışla, kaosa karşı nizam/intizam gayretkeşliğine yol açıyoruz. 'Ya insanlık ölecek ya tabiat ana' repliğiyle Kyota'dan medet umsan da sonuç hüsran. Oysa, biz bir şey yapmasak doğa kendi aklıyla zaten yarayı onaracak. Biliyoruz ki merkezi olmayan dünyada aslında kurtarılması gereken 'çevre' diye bir oluşum yok; kepaze bir çokluk karşısında doğa, yekpâre bir bütün. 'İnsan' ise onun tüm diğer üyeleriyle birebir eşit ağırlığa sahip oluşumu. Köle/efendi diyalektiğinin iki tarafını da yoldan çıkaran tahakkümden kurtulup uygarlığın ereklerinden özgürleşebilirsek belki yeni bir 'ortak akıl' inşa edebiliriz. Soyut emeğin meta ederinin yerine somut emeğin değerinin 'para' cinsinden karşılığına itiraz edebilirsek eğer; kapitalist/sosyalist düzenin değiştiremediği gücün ve sermayenin yıkıcı etkilerini anlayıp ( Link 1) ( Link 2) insan merkezsiz düşünebilirsek, başta içselleştirdiğimiz resmî şiddet, korku ve paranoyalardan başlarsak, önce teoriler olmak üzere sahip olduğumuz birçok şeyden vazgeçmemiz gerekecektir.
http://bgst.org/ekoloji-gundem/varsova-iklim-konferansinin-ardindan-gelecege-bakmak
(1) Orhan Bursalı http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/142695/Balik_Bastan_Kokar___2_.html
***
Bazılarına şarlatan olan bazılarına göre kahraman olabilir; tarih, kimin gücü varsa onun doğrultusunda yazılır. Gizli gerçeği bulup çıkartmaksa iz sürmesini bilen okura düşer.. İyi hatırlıyorum; 1983'te ölüm ilanını yayımlayan Hürriyet gazetesi, askeri cuntanın hışmına uğramış ve üç gün kapatılmıştı. Bilen'in takipçileri anlaşılıyor ki genç kuşak; o günlerin üstünden 21 mi, 31 mi yıl geçtiğini çok farkedemedikleri için manşetten yaptıkları yanlışlığı sonra düzeltiyorlar...
http://ilerihaber.org/ismail-bilenin-21-olum-yildonumu/5370/
http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2002/01/28/81389.asp
http://www.dr.com.tr/kitap/tkp-mk-genel-sekreteri-%C4%B1smail-bilen-kisa-biyografi/derleme/edebiyat/biyografi-oto-biyografi/urunno=0000000489056
Ayrıca biyografi bk. Wikipedia
***
Küba' daki dağın değil ama bu kilisenin cami minarelerini andıran görüntüsünün nedeni İspanya'daki Emevi/Endülüs tarihi
http://www.radikal.com.tr/kultur/132_yildir_bitmeyen_sagrada_familianin-1233257
***
Ben olsam utanırım bu ne biçim kahraman, hem dersini bilmiyor hem bilgiç herkesten!( Link 1 ve Link 2 ) Kültür Bakanı bile Hasan Bülent Kahraman'nın mihmandarlığında sanat fuarına gidip 'beyin fırtınası yaptık' diyebiliyor. Dünyanın binde bir nüfusuna sahip zenginler, ekonominin yüzde doksanını direkt ya da dolaylı olarak kontrol ediyorlar. Cemaati içinde taassup yapmakta tereddüt etmezken müşterisini seçmekte hiç mutaasıp davranmayan sanatçıyı ve sanatla sermayenin bu müstehcen ilişkisinde 'sanat' adına ortaya çıkan kavranamaz kavramları anlamakta ben zorluk çekiyorum. Her şeyin güzelini arayanlar şimdi çağdaş sanatta irkiltici çirkinliklerin değerini 'para' ile ölçerken çok entelektüel görünüyorlar!
(1) Orhan Bursalı http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/142695/Balik_Bastan_Kokar___2_.html
***
Bazılarına şarlatan olan bazılarına göre kahraman olabilir; tarih, kimin gücü varsa onun doğrultusunda yazılır. Gizli gerçeği bulup çıkartmaksa iz sürmesini bilen okura düşer.. İyi hatırlıyorum; 1983'te ölüm ilanını yayımlayan Hürriyet gazetesi, askeri cuntanın hışmına uğramış ve üç gün kapatılmıştı. Bilen'in takipçileri anlaşılıyor ki genç kuşak; o günlerin üstünden 21 mi, 31 mi yıl geçtiğini çok farkedemedikleri için manşetten yaptıkları yanlışlığı sonra düzeltiyorlar...
http://ilerihaber.org/ismail-bilenin-21-olum-yildonumu/5370/
http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2002/01/28/81389.asp
http://www.dr.com.tr/kitap/tkp-mk-genel-sekreteri-%C4%B1smail-bilen-kisa-biyografi/derleme/edebiyat/biyografi-oto-biyografi/urunno=0000000489056
Ayrıca biyografi bk. Wikipedia
***
Küba' daki dağın değil ama bu kilisenin cami minarelerini andıran görüntüsünün nedeni İspanya'daki Emevi/Endülüs tarihi
http://www.radikal.com.tr/kultur/132_yildir_bitmeyen_sagrada_familianin-1233257
***
Ben olsam utanırım bu ne biçim kahraman, hem dersini bilmiyor hem bilgiç herkesten!( Link 1 ve Link 2 ) Kültür Bakanı bile Hasan Bülent Kahraman'nın mihmandarlığında sanat fuarına gidip 'beyin fırtınası yaptık' diyebiliyor. Dünyanın binde bir nüfusuna sahip zenginler, ekonominin yüzde doksanını direkt ya da dolaylı olarak kontrol ediyorlar. Cemaati içinde taassup yapmakta tereddüt etmezken müşterisini seçmekte hiç mutaasıp davranmayan sanatçıyı ve sanatla sermayenin bu müstehcen ilişkisinde 'sanat' adına ortaya çıkan kavranamaz kavramları anlamakta ben zorluk çekiyorum. Her şeyin güzelini arayanlar şimdi çağdaş sanatta irkiltici çirkinliklerin değerini 'para' ile ölçerken çok entelektüel görünüyorlar!
http://www.radikal.com.tr/kultur/1_milyon_liraya_bir_koleksiyon-1231890
http://www.ekavart.tv/sergiler/diger/contemporary-istanbul-14-ozel-acilis-lutfi-kirdar-kongre-ve-sergi-sarayi
https://www.worldwealthreport.com
http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/ertugrul-ozkok_10/cok-derin-bir-havuz-problemi_27627232
***
Karşılaştığımız eserlerle, evlerde tavan arasından çıkan ucube nesneler arasındaki büyük benzerlik hazırlıksız seyirciyi affalatabilir diyor Adorno.. Mesele mühim! (bkz.)

Aşağıda resimde yer alan Komet'le 80'lerde yaptığımız söyleşinin üstünden tam 30 yıl geçti. Mesele Mühim adlı sergisini açtığı sıralar ContemporaryArt İstanbul (IC) Fuarı'nda bu defa ayaküstü 30 dakika görüştük. Kendisi zaten ressam olmasaydım felsefeci olurdum diyor; etrafa bakıyor.. değilmi ki çiğnenmiş inancın en seçkini ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru (bk.) tam da burası Ezginin Günlüğü'nün Vazgeçtim Bu Dünyadan'ınını hatırlamak ve mırıldanması için iyi vesile.. Komet'in hayata dair sürrealist tespitleri her zaman şiir kıvamını korur. Fuar için söyleyeceklerimize gelince; hem galeriler hem de izleyiciler açısından 'çoşkun!' bir katılım var. Bunun ticari başarıya endeksli bir gösteri olduğunu elbette biliyoruz. Burada ölçü şayet memnuniyetse, geçmiş yıllarda katılan yabancı galerilerin ne kadarının bu yıl da geldiklerine ve süreklilik içinde bu katılımlarını sürdürdüklerine bakmak lazım. Medyada geçen yıl fuardaki eserlerin % 67'si satıldı ifadelerine inanacak mıyız Bk. tevatür gerçek midir? Memnuniyet anketi yahut yurt dışından katılımcılar beyanında ispat var mıdır; bilmiyoruz. Eğer bir 'Yabancı Galeri' / katılan işletme, ikinci defa gelmiyorsa bu fuar açısından bir ticari başarı değil, aksine abartmaların katılımcılara yönelik dikkat edilmesi gereken bir manipülasyon olduğu anlamına gelir. Kültür endüstrisine ruh veren, itibar kazanmak peşinde olan sermayedir. Bu bir dil, kendini takdim sorunu. Oyun, dışarıdan katılan destekçilerle mecrasında resmiyet kazanır. Bazılarının parodileştirerek repertuarına aldığı tezatlar her halükarda gelecekte de bu ülkenin ve çağın gerçeği olarak kabul görecek.. Galip olanlar tarihi yazarlar.. 'Bir katarsis, bir vecd, bir istiğrak, bir arınma; yok mu çaresi dostlar fesuphanallah?' diyen kahramanın dışında herkes mağlup.. Bk. Link
http://www.ekavart.tv/sergiler/diger/contemporary-istanbul-14-ozel-acilis-lutfi-kirdar-kongre-ve-sergi-sarayi
https://www.worldwealthreport.com
http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/ertugrul-ozkok_10/cok-derin-bir-havuz-problemi_27627232
***
Karşılaştığımız eserlerle, evlerde tavan arasından çıkan ucube nesneler arasındaki büyük benzerlik hazırlıksız seyirciyi affalatabilir diyor Adorno.. Mesele mühim! (bkz.)

Sadece filozofun değil, sıradan izleyicinin de paranın ritmik hareketleriyle sanatın tangosunda ortaya çıkan bu müstehcen görüntüyü, kavranılamaz kavramları anlamakta zorlanmasını anlıyoruz. Anlamadığımız, IC Fuar yönetiminin ve danışmanların şeffaflık adına ticari sır deyip taassup göstermeden satış isatistikleri ve gerçek rakamları açıklamakta gösterdiği tereddüt.. Hanutçulukla, sanat eleştirmenliği arasında konumlanan kahramanlara karşı doğru yerden iz sürmeyi bilen; hayalleri, somut rakamlar ve gerçek argümanların belirlediği çağdaş sanata ait maddi gerçeklerle örtüştürmeyi başaran Ayşegül Sönmez'in Sanatatak sitesi bu tür bilgileri verebilir; takip etmek isteyenler için
http://sanatatak.com/view/Contemporary-Istanbul-basladi/1217
ContemporaryArt Istanbul Fuarında eserler, genel olarak azmanlaşmış biblolardı; 'çağdaş sanat' kabul etmeli ki podyuma çıktığı andan itibaren yaptığı makyajla sadece gösteri dünyasının malı olduğunu kabul etmiş görünüyor. Kapitalizm eleştirisi yaptığını söyleyip burjuvaziye kur yapmak böylesine kepaze bir durum!
Türkiye'de geleneği başlatan saygın bir galeri. Salona girip bir kaç metre yürüyünce tezgaha dizilmiş iskarpinleri görüyorsunuz.. Oxfordlar, makosenler, espadriller, converseler, sandaletler, abiyeler; gülen yüzler, sırıtan dişlerin tüm aksesuarlarının çeşitli vesilelerlerle farklı mekan/zamanlarda oyuna katılmışlıkları var.. Hepsinin meramı bir; ne kadar reklamcı, bankacı, iş adamı varsa hepsi 'Çağdaş Sanat' yapıyor. Herkesin kafası karışık!.. Fuarda Sanatatak kamerası katılımcılara 'Çağdaş Sanat nedir? diye soruyor. İnsanların bu kadar şüpheli bir oluşumda hazırlıksız yakalanıp spontane bir tanım yapması zor olabilir. Bizler 'gerçek' dediğimizde onu dünyadaki maddi oluşumlarla sınar, paralellikler kurmaya çalışırız. Hani derler ya 'yerde ne varsa, gökte de o vardır!'; burada da kısa yol bu olmalıydı. Öznenin istatistiki bir değer, her şeyin bir meta olduğu günümüz ekonomik dünyasında, Çağdaş Sanat da, sanatın pazarda günün tüketici endeksine, alıcının isteğine, burjuvazinin tüketim koşullarına uygun bir tarz yaratarak evrimleşmesidir. Şaşıracak bir şey yok; her şeyin özeti para..
***
Türkiye'de 1980'ler ve Sergisi..
Hayaletler, yaşadıkları için değil, onları düşünenlerin zihninde henüz ölmedikleri için cüretkârca ortaya çıkarlar..
Şükran Moral'ı 1950 doğumluların ardından gelip ilk eserlerinin 1980 sonuna yetişmesi nedeni ve redaksiyona ihtiyaç duyan hikayenin sonrasını belirleyen provokatif duruşuyla belki bu kuşakla anabilir, hatta ona ayrı bir pasaj açabiliriz; yapılanlar karşısında suskun kalmışsak eğer 'ruhumu kurtardım' demek için açmalıyız da!
http://emincetingirgin.blogspot.com.tr/2014/11/1980ler-cagdas-turk-sanatnn-devrimyllar.html
***
Eksik olan değişir, gelişir. Hayatın gerçeğiyle uyum içinde olan ne değişir ne de gelişir. Siyaset realite olsa da aradığımız asıl hakikat politik olmayandır. Karl Marks, A.Cengiz Baysoy'un bildiklerinin binde birini bilmiyordu; gel de anlat!
"Güneş Kentliler yılda dört defa yani, güneş koç, yengeç, terazi ve oğlak burçlarına girdiği zaman elbise değiştirirler. Giysilerin değiştirileceği zamanı hekim belirler. Bir görevli elbiseleri dağıtır. İnsanı şaşırtan şey mevsime göre giyilmesi gereken çeşitli elbiselerin çok ve her zaman kullanıma hazır olmasıdır. Güneş Ülkesi halkının hepsi beyaz giyerler. Halkın elbiseleri ayda bir defa kül suyu ya da sabunla yıkanır. "
Tommaso Campanella - Güneş Ülkesi
Modern devlet'in inşasıyla birlikte dünyanın ilerleme dinamiğini 'sermaye' temsil etmekle kalmıyor aynı zamanda finans kapital, içindekilerle beraber yeryüzünün çehresini de belirliyor. Buna karşın kimse bugün geldiğimiz yerden hoşnut değil. Sermaye, sadece ekonomik toplumu kurmakla kalmıyor, 'özne'nin biyolojisine, mikro organizmanın gelişmesine, hatta beynin korteksine dahi, 'bilim' adına iştirakte bulunuyor; evrimin yerini alan değişimin her merhalesine tasallut ediyor. Sınıflara bölünmüş insanlık, artı değerin sağlayacağı müreffeh toplum inşasına sorgusuz sualsiz siyasetleriyle katılmayı arzuluyor. Ancak ne kapitalin yarattığı 'ilerleme' ne de 'politika', doğa için zorunlu bir etkinlik değil; hakikatin peşinde olanlar gerçeği aradıklarında önce doğaya bakarlar; ancak doğada karşılığı olmayanı soyutlayıp, zuhur eden aykırı üretimi iştahla tüketmekte tereddüt etmiyorlar. İnsanlık bilinci, yeryüzünün kendini olumlamayla değiştirdiği renklerinde bir kara nokta yaratmıştır; 'ilerleme', tabiatta koridorlar açan dehşetengiz bir sapma. Sermayenin tayin ettiği gelişmişlik hedeflerine doğru yürürken, tarihin başlangıç noktasına kaçınılmaz olarak geri dönmek ihtimalini de düşünmeliyiz. İnsanoğlunun icat ettiği hiçbir silah, 'para' kadar öldürücü olmamıştır. Edilmesi gereken bir mücadele varsa sanıldığı gibi bu sosyalizm ya da 'anti kapitalizm' değildir; çünkü hakikat bağlamında aradığımız sorun bir bilinç kaymasının oluşturduğu sömürüdür. Bireyselle toplumsal olan arasında zihniyet açısından dağlar yoktur; mülkiyet mülkiyettir. Mülkiyetin alternatifini ancak tarih öncesine dönerek komünal toplumdaki 'avcı/toplayıcı' insan geçmişine bakığımızda ya da günümüzde ilkel kabilelerdeki arkaik toplum uzantılarına incelediğimizde görebiliriz. Şayet 'görme' yeteneğimizi gerçekten yitirmediysek, bilinçte yeni bir sıçrama yaparak belki düşünmek mümkün olacaktır. O zaman gerçek memnuniyetsizlere deriz ki, insan organizmasını değiştirdiği, yeryüzünde uyumu bozduğu, herkesin herkesle savaşına yol açtığı, endüstriyi ve metayı ortaya çıkardığı için insanoğlunun en habis icadı olan para'ya karşı çıkılmalıdır. Dünkü sorun farklıydı ama bugün kavramın merkezinde canlı emek ile makina, kendinden müteharrik teknoloji vardır. Özneyi/Kimliği doğuran biyosfer, organik muhteviyatımıza yabancıdır. Anti kapitalizmi ya da sahte bir çözüm olan sosyalizmi değil, her türlü diktatörlüğü kesin bir reddedişle anmalı ve 'anti-kapital' bir tahayyül, doğal bir yaşam için teorik bir mücadele verilmelidir! Devlet ve sınıflar Markscı hayallere karşı ilelebed sönümlenmeyecektir; ne ki sınıfız organizmada, akıllı hücrede, sinir uçlarında, beynin ağlarında, libidonun zihindeki muhteviyatında, babayla ilişkideki ödipik muhayyilede bir bilinç ayaklanması umut edilebilir!
Herkes tersini iddia eder ama bana sorarsanız sosyalizm muhafazakar, kapitalizm ise devrimcidir. Gerçek devrim, sosyalizm tarafından yeniden biçimlendirilmiş çağdaş kapitalizmin, bir teknolojik darbeyle yerlebir ettiği temel üretim biçimlerinin ve ilintili süreçleri, müdafa edilemez köhneliklerin neş'e içinde anbean değiştirilmesidir. Değer, bu iklimde sadece nesnenin değeri değil, ürünlerden ayrı öznenin biçimlendirilmesi, kelamın inşası, mekanın ve logosun varoluşudur. Özne/nesne dahil melezleşme tüm hudutları bulanıklaştırır. Kitlelerin güle oynaya yaptıkları alışveriş, sermayenin devinimini emeğe yabancılaştırır, proletaryayı haymatloslaştırır, pazara çıktığı an eskiyen metayı ve insan üretiminin temeli olan arzuyu yersiz yurtlaştırır. Neş'e ve hüzün biraradadır; olumsuzlama süreklidir. Marks gibi Thomas Piketty'de eşitsizliğin farkında; ancak eşya üzerinden sağlanan itibar ve eşzamanlı iktidarın üretimini aşındıran neden Nietzsche'nin yaşatan/öldüren nedeni gibi aynı. Afaki revolüsyon, imkanları şahsileştirdiğimizde öznelleşir. Değişim, iştiraksız meydan okuyuşlarla uzay/zamanda birebir tecrübe edilir. Bu anomalidir. Fourier ( link ) bir hayal kurmuştu Saint Simon devam etti, Ne Tanrı Ne Efendi diyen Yıldızların Sonsuzluğu yazarı Blanquie mecburdu, burjuvazinin direnci karşısında sertleşti; 'Tarih her zaman istenmeyen çatlaktan kırılır'; Marks, komünü yanlış yorumladı ve eşitlik talebini imkansız kıldı. Ancak bugün, teknolojinin olanaklarıyla herkesten yeteneğine göre bir katılımla, herkesin ihtiyacı kadar adil bir paylaşım ve bedelsiz bölüşüm sosyal ağlar üzerinden toplum üyeleri arasında yaşanmakta. Vakitsiz çağrıların kesintiye uğrattığı tüm toplumsal gelişmeler, eğer hayatın mantığıyla örtüşüyorsa ergeç uygulanır; zaten tasarımın hayali bile doğuma yaklaşan diyalektik sürecin bilinçaltıdır. Bir vektör ileriye doğru giderken diğeri karşıt yönde bir direnç geliştirir. Agnostik bir temayül olan 'ilerleme', bu iki kutbun mücadelesinin eseridir. Gelişme ve İlerleme, Engels'in bir karşılığını aradığı doğanın diyalektiğinde değil sadece insanların eşitsizliğinde mümkün ve müsterih olur. Rekabetin kabusa çevirdiği dünyada marazi 'akıl', şizofrenik bir semptomdur. İster evrenselleştirip ontolojik gelişimiyle muteberleştirelim, ister özelleştirip ruhuna ihtimam edelim; 'tarih', acı veren bir sapmadır. Doğa bu şekilde zulmü ve öfkeyi birarada ilelebet barındıramaz.. Buna rağmen tarih, neden bu yolu izliyor; Marks'ın dediği gibi 'insanlık kendi geçmişinden neş'eyle ayrılsın' diye. Ne var ki, kimsenin ayrılmaya niyeti yok. Otonomcular bile aynı retoriği sürdürürken farklı bir kulvarda yol aldıklarını sanıyorlar. Engels, 21 Eylül 1890'da dostu Joseph Bloch'a yazdığı mektupta şöyle der: 'Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte nihai olarak belirleyici etken, gerçek yaşamın yeniden üretilmesidir.' (burada efendi/kölenin dayattığı sembiyotik ilişkiler, öznellik ideali, yaşam tarzı üretimi iması var) Marks'a göre hedef yalnızca artı değerin birikimiyle yaşayan kapitalist üretim sürecinin çelişkilerini aşmak (aufhebung) değil, fabrikalarda efendiye hizmet eden üretim ahlakının sürecini ve temellerini de değiştirmekti. Ancak Otonom gibi dünyevi/uhrevi inanç sahiplerinin önümüze koydukları argümanları 'gerçek' hayattan değil; öncenin bilgisiyle süsledikleri ölü/geçmiş yaşamdan, şapka çıkardıkları öznellik yerine, emeği değeri üzerinden yücelttikleri nesnel mi nesnel determinizmden bugüne taşıyorlar. İtiraf etmek gerekir ki, hem canlısı hem ölüsü; 'emek' Marks'ta en bulanık kavram olarak çözümlemesi geleceğe ertelenmiş bir tutarsızlık ve toplumsal varlığıyla dahi bir belirsizliktir. Yeni bir hayat yaratma savında olanlar, organ uyuşmazlığından mustarip olmaksızın yeni kabuslar yaşamayı göze alabilseler dahi, müteessir olanların hayal kırıklıklarını haklı çıkartmaz. Kantcı bakışla şeylerin kendilerini değil, zihindeki yansımalarını gören anlayışı sürdüren teorilerin, ne geleceğe ait hayalleri tutarlıdır; ne de geçmişe dair materyalleri bugün için 'gerçek' yaşamı yeniden üretmeye muktedirdir.. Marks, Cengiz'in bildiklerinin binde birini bilmiyordu; gel de anlat!
Karl Marks, Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi s 197
Sivillik, yalnız askerliğin, otoritenin değil, her türlü ortak ölçünün, zor'un, ideolojinin eleştirisidir. Ona söylediğim gibi 'kelimeler' ya da 'düşünceler' kullanıldıktan sonra havai fişekler gibi kimseye bulaşmadan ve yazıya dökülmeden kendini imha etme olanağına keşke sahip olsalar. Yarattığı boşluğa akan, kendinden bir hakikatın yerini dolduran ve sakıncalı bir farkındalık halini geçersiz kılan söz sadece zamanın iptaliyle gerçek anlamını kazanır.. Yapılan her eleştiri, bir başka doğrunun müphem/süpheli teklifini barındırır; eğer yazıya dönüşürse sirayet ettiği iradeyi eğer/büker. Bilmek, tanımak değil, kabul ederek başeğmektir. Yüksek bir amaca hizmet etmek, yüksek bir amacın tahakkümünü diyalektik olarak kabul etmektir. Sivillik bir şey talep etmemek, bir şey talep edilemeyecek hiç'likte, hiç uğrunanın aşkın bilinciyle zırhlardan amade, ağırlıksız yaşamaktır.. İnsanın eşya rejiminde ekonomik olarak özgürleşmesi, daha fazla köleleşmesidir; yazı aracıdır.. Marks'ın 'Dışsal emek, insanın içinde kendine yabancılaştığı emek, bir kendini kurban etme, bir onur kırılma çalışmasıdır' (1844/143) demesine rağmen kapitalizmin dehlizlerinde ücretli 'emek'in peşine düşerek bugün hak aramak, devrimden sonraysa gelecek kuşaklar adına mesihci kurtuluş inayetlerine aldanarak emeğin tutsaklığını dile getirmekten imtina, hatta aşkın bir bilinçle(!) hayattan feragat etmek akla zarar bir tutsaklık ideolojisidir. Schopenhauer, 'kendimizi kavramaya çalışırken yakaladığımız şeyin tözsüz bir hayaletten başka şey olmadığını ürpertiyle farkederiz' diyor. Rüyalar alemine müracaat eden öznelerle, almak için ruhunu teslim ettiği nesneler arasındaki sınır muğlaktır. Ne ki, kimsenin kimseye vereceği bir ders olmadığını, doğanın bir sentez değil insan ruhuna sadece bir tecrübe imkanı sunduğunu anladığımız zaman çok geç olacaktır.. İnsan ontolojisine aykırı olan emeğin, hayatın kendi amacına rağmen 'değer' olması ancak bir bilinç karartmasıdır. Biliyoruz ki tarih, birgün başladığı yere geri dönecektir. İktidarı değil de gerçeği ve özgürlüğü talep ediyorsak yapacağımız iş sadece unutmaktır; 'bilmek' değil, ancak bildiklerini 'unutmak', insanın doğal özgürlüğüne belki vesile olacaktır... Henüz vakit varken!
Hayatı bir üreme pratiği değil de, Negri'nin söylediği gibi 'Bir üretme pratiği' olarak onayladığımızda, toplumsal emeğin tamamlayıcısı (mütemmimi) 'sömürü' ile aramıza mesafe koymanın sonuçsuz kalacağı aşikar. Bilgi ile ötekileştirdiğimiz yarılmış kimlikler, bütünün yabancılaşan parçası .. İnsan olmanın tarihi uzun ve kirli.. Engels, 'Doğanın Diyalektiği' diye eser yazar; doğada hem diyalektik bir amaç belirlemek, hem de dar kurtuluşcu metodlarla cennete gidecek yöntemlerde bir senteze ulaşmayı tahayyül etmek tahılla beslenmeye başlayan beynin dumura uğramasıyla ortaya çıkan tarihsel bir sapmadır. Marksizm bir tarih ötesi proje sunduğu için metafizik olduğu kadar imkansızdır. Eşitlikci mücadele sanıldığı gibi üretim araçlarının kontrolünü ele geçirmek amacı güden Aydınlanmacı/kadrocu bir seçkinler projesinin tamamlayıcısı halascı ideolojiyi, yabancılaşmış bilincin somut ve soyut biçimlerini toplumsal epistomolojik bağdan kopartarak yeniden üretmek yerine endüstrinin alışageldik işbölümüyle toplumsal kuruluşun merkezine yerleştirilmiş olan emeğin kategorik varlığını elbirliğiyle ortadan kaldırmak olmalıdır. Marks'la hesaplaşmasını sürekli erteleyen soldaki akıl tutulmasının nedenidir dünyaya Batı'dan bakmak.. Oysa yeryüzünü mülkiyetimize geçirme telaşına sahip olmadan merkezsiz bakışın sahibi olsaydık görecektik ki, - adına metafizik/kozmos/kaos/tabiat ya da ne dersen de- hepimizin toplamından daha büyük bir zekası, tutarlı bir mantığı, arşiv kayıtları var; talep ve yaptırımları olan bir fiziksel organizmayla, müdahale etmesen akamete uğramayacak komünal örgütlenmiş sembiyotik bir zihinle karşı karşıyayız.. Onun Cumartesi yaptığı gibi laf kalabalığına, gürültüye getirilecek, muziplik yapılacak veya sırlara vakıf olmuş peygamberane edayla yahut otoriter ciddiyetle geçiştirilecek bir durum değil. Akıl işe yarasa, tilkinin sonu kürkçü dükkanı olmazdı... Kendimizden değil de mülküne konuk olduğumuz doğadan, tek sakini biz olmadığımız 'tabiat' bilgisinden bahsetmenin tam zamanı.. Cengiz, kitabının ilk sayfasına mottovari bir edayla 'Her şeyi istiyoruz!' cümlesini yazmış; insanın bu tutkusu zaten en büyük sorun!
Çalışma zamanıyla, yaşama zamanını birbirinden ayırmak tarihin en tatsız icadı ve aklın en büyük ayıbıdır; kapitalizme çözüm olarak beliren sosyalizmin ise en radikal söylemi mesai saatlerini kısaltmaktır. Tüm köktenci söylemleriyle kitlelere başta umut veren sonrasında feragat bekleyen tüm teorilerine rağmen sömürü ve adaletsizliklerin kaynağı olan üretim biçimi sonunda sabit kalmıştır. Marksistlerin sistem eleştirisi, onlara hayat veren bu çelişkilerdir. Üretimin ve makinaların iktidarına kastedmesi mümkün olmayan Marksizmin, işin makbul, ilerlemenin jeopolitik ve stratejik bir gereklilik olduğu dünyada, insanın zorunlu çalışma etiğine verebileceği mazbut ve makul bir cevap yoktur.. Otonomcu arkadaşlara ancak bilincin yerine maddenin konduğu süreci tersine çevirerek İşbölümü'ne karşı Elbirliği'ni düşünmelerini öneririm! İnsan, ne emeğini mübadele etmeli, ne de kendini ötekileştirerek özgürlüklere gem vuran mülkiyetin, lanetlediği sermayenin bizzat malzemesi olma haline teşebbüs etmelidir!
Hem varoluş şartının hem de sonucunun biyo-politik mekanın içinde filizlenebileceğini söylemek zordur; her yerdeliğiyle münhal ve müsait pozisyondaki iktidarın ontolojisiyle ilgili kanââtler geliştirenlerin, kavramın epistemolojisiyle bağlantılı berrak bir şuura, sahih fikirlere sahip olmamaları anlaşılırdır. Spinoza'dan Negri'ye katettiğimiz uzun yolun her merhalesinde birey için hazırlanan komplolar ve felaketlerin dışına çıkarak örgütlü toplumda savunulması mümkün olan bir 'özgürlük' mefhumu aldatmacadır. Etimolojik anlamın mucidi insan gerçeğinde emeğin hayati değerini, kıyısı olmayan öznel faaliyetin özerkliğini küçümsemiş ve ortaklaşacılığın geçiciliğini sömürgeleştirmiştir. Biriktirmek, yerleşimden yana tercihini kullanan tilki aklın güvencesi, kuyruğunu kapan işbirlikçiliğinin sentezidir! Biriktirmenin toplumda tahakküme ait ne menem ontolojik bir ağırlık yarattığını bilen Marks'ta benzerini gördüğümüz cümlenin aslı Spinoza'nın bir sorusudur: "İnsanlar, neden kendi kullukları için inatla, sanki bu kendi kurtuluşlarıymış gibi savaşıyorlar?" Eğer mevzubahis kolektiflerse, yaşatan/öldüren neden aynıdır. Ortada, o kadar abarılacak bir iştirak hali yoktur. Hijyenik olmayan, bütün melanetlerin cirit attığı, değer'in yarattığı mikropların bulaşıcı olduğu bir kümelenmedir toplum. Pazarın kurulduğu yerde mikro biyolojik politikalar, cennetvari kurtuluş ütopyalarına ancak kapaktan müsaade eder. Herkesin herkesle savaşındaki uyumsuzluğun kolektif uyumla, metazori işbölüşümüyle dönüştürülemeyecek sosyo-patolojik bir kosmozdan bahsediyoruz. Fark ve tekrarın nesnesi 'halk', talanın ana kıtası, sömürü düzeninin esas parçasıdır. Hastahaneye yatması, acil serviste sıra alması, eşitlikçi hayırsever düzende mevki kapması; nepotizm denilen arkaik şart hemşerilik kisvesiyle tebessüm eder. Liyakata mevzuu olan endeksin araverileri akrabalıktan devşirilmiştir. Modern tanzimatta particilik, post modern düzenekte sivil toplum aksi iddia edilse de önce bunlar varsa eğer eskatoloji ile metafizik arasında konumlanır. Gramscinin demokratik hegomonya dediği, Lenin'in burjuva demokrasisinden daha gelişmiş proletarya demokrasisinin pratiğinin merkezinde tercihli ulus olarak Rusların olması rastlantı değildir. Ezilenin mottosu önce kurumsal ahlaktır. Doğumu, ölümü, okuması, evlenmesi, işe girmesi, emekliliği ve mezarına kadar giden mekanizma; insanın doğasına yabancılaştıran her adım örgütlüdür. Kırsaldan şehre göç ettiğinde hazine arazilerini işgal eder; kurtarılmış bölgeler seçimlerde kullandığı oy karşılığı müsamaha gösterilerek kendilerine ücretsiz tahsis edilir. Arazi rantının da asıl muhatabı yücelttiğimiz halktır. Gecekonduların apartmanlara dönüşmesi, hazine arazilerinin hibe edilmesiyle elde edilen finansın marketler karşısında aciz kalan bakkalları hezimete uğratması her zaman çokluğun lehine örgütlenen iktidarların popülist programlarının sonuçlarındandır. Çokluk satın alınabilir, mübadele değeri olan bir kütledir; fiyatı ve maliyeti olan metadır. Politik iktidarlar, rüşvet mekanizmasının bir tarafında yer alan halkı ranta ortak ederek ayakta dururlar. Deleuze'ün, iktidarın mafsallarını akamete uğratacak farkı anlatırken kolektif yaşamın duygusal doğası ve aşkın tutkusal boyutlarına dikkat çeker. Sanıldığı gibi -ya da Cem Yılmaz'ın reklam filmi repliğindeki gibi 'tamamen duygusal!' - (Bkz.) olsa bile normları yaratan adalet ve fırsatları çalışma boyutuna indirgeyen mülki erkanın nedeni emeğin değerindedir. C. Baysoy, çokluk'un radikal isyanını, umumun lehine çıkarları ihlal eden münferit öznellikleri dile getirirken direnişi yaratan menfaatlerin, rehin bırakılan hesapların önemini, özgürlüğün liberal veyahut kolonyalist beklentilerindeki müşterekleri fark etmediğini görüyoruz. Marks bile "Burjuva toplumunu bütünüyle gözden geçirirsek, toplumsal üretim sürecinde ortaya çıkan toplumun kendisidir. Toplumsal ilişkileri içinde insan'ın kendidir" diyor. (G2/171) Mücadele, sınıflar arasında değil üretim bandında bireylerin çıkarsallığıyla çokluk'u yaratan nedenlerin toplamındadır.

Kitap Fuarı'nda Otonom Yayınları'ndan çıkan A. Cengiz Baysoy, Sinem Özer, Münevver Çelik, Barış Eroğlu'nun yazdığı 'Diyalektik Sınıftır' adlı kitabı aldım ve okumaya bugün başladım. Cumartesi stantta neşeli bir sohbetin ardından kitabı büyük tevazuyla imzalayan ve hediye eden Cengiz'in keyfini kaçırdıysam kusura bakmasın; o sağlam bir düşünür olduğunu her cümlesiyle kanıtladı. Ancak bilgiden yola çıkarak ne kadar özgün olursa olsun, 'meta/değer'i dile getirmelerinden itibaren tekrar etmeden söylenebilecekleri sınırlı. Hayat, söyledikleri gibi diyalektik bir süreç sunmaz; tarihi, 'hayat' diye adlandırarak kavram kargaşası yaratsalar da kazanmak için yola çıktıkları mücadelede, kaybetmek üzere başladığımız şahsi bir tecrübeden ibaret. Sonumuzun 'ölüm' olduğu bir dünyada toplum lehine umutlu olmak için bir neden yok. Otonomcular anladığımız kadarıında Spinoza'dan ilhamla Deleuze'e saygı duyup Negri'yi benimsiyorlar. Üstat Türkiye'ye geldiğinde bu kadar neş'enin bastırılmış bir hüzün taşıdığını ifade etmiştim. Cengiz, kitabının 95. sayfasında Kapital 1/467'de atfen (1978) 'Kapitalizmin teknik temeli devrimcidir' diyor. Bu cümlenin orjinal halini bozmadan Anti Dühring'de kullanan Engels ise, 'Büyük sanayinin teknik temeli devrimcidir der (s391) Doğru olan kapitalizmin değil devrimci olanın aslında endüstriyel 'üretim biçimi' olma gerekliliğidir. Aslında, kitaptaki 'sanayi' kelimesini, 'kapitalizm' kelimesiyle değiştiren CB gibi, Marks'ın, Engels'in de yeri geldiğinde bu hatayı sıkça yaptıklarını muşahade ediyoruz; muhayyel önermede zihin ve hedef bulanıktır. Anti Dühring'de, işbölümü işçileri ve tüm sınıfları kendi etkinliklerinin kölesi haline getirdiğini Marks'tan alıntılarla açıklarken (387-390) 'eski işbölümü ortadan kaldırılmalıdır (..) üretim araçlarının savurganlığına son verilmesi, daha şimdiden herkesin çalışmaya katılması durumunda emek zamanını en düşük ölçüye indirmek için yeter' diyordu. Sorunun esası ücretli (ya da devrimden sonra angarya olarak ücretsiz) emeğin yüceltilmesidir. Lakin, üretim araçlarının savurganlığı kavramının belirsizliğine karşın SSCB, -bu imkansızı istemektir- sanayi üretim biçimini devrimcileştiremediği, emeğin ücretli/ücretsiz kullanımını lağvedemediği için yıkılmıştır. Otonomiye karşı her kategoride birikim ve havzalaşmayı doğuran merkezilik, endüstriyel üretimin gereğidir. Kapitalizm, Çok Özel Bir Hezeyan yazısında Deleuze, ( Link ), libidinal arzudan bahseder. Emeğin arkaik, temel biçimi neslin üremesine yöneliktir. 'Emek' üstüne düşünen herkesin dikkatle okuması gerekir. Ne var ki, böylesine sömürünün kaynağı olan ilk konuyu insanların sadece 'görme' ihtimali bile gelecek açısından umut vericidir. Deleuze'ün, nomenklatura memurlarının kaleme aldığı üstünkörü bir önsözü okumasıyla, 'Marks'a eşdeğer bir para teorisi yaratmalıyız' dediğinde nasıl bir saçmalıkla boğuştuğunu Nisan 2014'de yazmıştım. ( Link )
Marks'ın (1/168) dediği gibi 'Kapitalist, bütün metaların, ne denli çirkin görünse de, ne denli pis koksa da, imanda ve gerçekte 'para' olduğunu bilir. Üstelik bu paradan para yapan bir araçtır.' Peki kapitalistin bildiğini sosyalist bilmiyor mu; sıkıntı burada! Üretimi örgütlü yapan hiçbir toplum artı değer yani sömürü olmadan yaşayamaz. Bizim gibi tarihi değil de tarihin içindeki semptomları sorun ettiğinde ya da problemi Marks üzerinden çözmeye kalktığında cennetin bile bir ekonomisi olduğunu kabul edeceksin. Deleuze'ün vasiyeti Marks'a eşdeğer bir 'para' teorisi değil de, rakamların ve ekonominin olmadığı yeryüzünde bir cennet tahayyülün var mı; sen onu söyle! Marks, son demlerinde üretim yapmadan yaşayan halkları inceleyen antropolog Morgan'ı, Darwin'i selamladığı gibi selamlamıştı. Ona ve farklı minvalde bile olsa Engels'in Kapital'in 3. cildinde yer alan, ölümüyle yarım kalmış sonsöze dikkati çekerim! Bu iki kaynak da, aykırı bir Marksizm okuması olarak bugüne kadar ihmal edilmiştir..
"Üretimin tüm toplumsal güçleri, sermayenin üretken güçleridir. Dolayısıyla (proletarya) sermayenin öznesi olarak ortaya çıkar. İşçilerin birleşmesi daha çok sermaye tarafından sağlanmıştır. Onların birleşmesi, onların değil sermayenin varlığıdır. İşçinin öteki işçilerle birleşmesi, ona yabancı olan sermayenin itkinliğidir." G2/67 'Sermaye, ölü emektir. Ancak, vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir. Ne kadar çok emek emerse, o kadar çok yaşar' Marks bunu söyler ama Cengiz 163. sayfada 'Sermaye, emeğe ihtiyaç duyar; emekse sermayeye asla ihtiyaç duymaz" diyerek konuyu marjinalleştiriyor. Nereden tutarsan tut elinde kalacak Deleuzevari bir cümle. Marks'ın, Kapital 1/ 521'de "emeğin sermayeye biçimsel bağımlılığı, giderek yerini gerçek bağımlığa bırakır" demesi sanki bu tür afaki başkaldırılara erken verilmiş bir cevaptır. "Emekçi olmak talih değil, talihsizlik eseridir!" der. "Kapitalist, onun artı emeğini kullanmazsa, işçi gerekli emeğini gerçekleştiremez. Kendi geçim araçlarını üretemez. Bunları değişim yoluyla elde edemez. Elde ederse de, yalnızca gelirden onun için ayrılan sadakayla elde eder (..) Onun için o gücül bir yoksuldur." Grundrisse 2/83 Emeğin, onu harekete geçiren sermaye olmadan kapitalist, sosyalist ya da herhangi bir toplum modelinde 'iş' için örgütlenemeyeceği ortadadır. "Üretimin tüm toplumsal güçleri, sermayenin üretken güçleridir. Dolayısıyla (proletarya) sermayenin öznesi olarak ortaya çıkar. İşçilerin birleşmesi daha çok sermaye tarafından sağlanmıştır. Onların birleşmesi, onların değil sermayenin varlığıdır. İşçinin öteki işçilerle birleşmesi, ona yabancı olan sermayenin itkinliğidir." G2/67 Cengiz'in, emek, sermayeye ihtiyaç duymaz demesi yanlıştır. Emek, ancak sermaye varsa proleterleşerek siyasal bilinç kazanır; ontolojisine ya da öznelliği üreten bedenine ruh veren fabrikada konuşlanmış sermayedir. Ancak, emeğin olduğu her yerde sömürünün olması da kaçınılmazdır. (Bk. Kap.1, 5. Kısım, 16.Bölüm, Mutlak ve Nispi Artı Değer)
Biz de biliriz her 'para', sermaye değildir. Ancak eşya üreten finansmanın, emeği işe koşma yeteneği varsa ve kullanım değerinin yanısıra değişimi makbul nesneler üretiyorsa o para, sermaye denilen organik bedenin yapı taşıdır. Eğer diyalektik materyalizm, tüm koşulları denetim altına aldığı bir karşıtlar dünyasında organize akıl olarak ekonomiye indirgediği hayatı örgütlenme becerisine sahipse, bu üretim aşkına totalizmle ampirik bir ideolojiyi zaruri olarak onaylamak anlamına gelir. Bu ise doktriner diyalektik ve mateyalist idealizmdir. İnsan, maddesel olandan farklı olduğunun, nesne karşısında özne olduğunun bilincine vararak diğer canlılardan farklılaşır ve doğaya karşı özerkleşerek saltık bir varlık olarak özbilince ulaşır. Hegelin mahdumları, proletaryanın 'özgürlük' savıyla dış dünyayı dönüştürmesinin bilinciyle, nesneyi tüketime hazırlamasında 'eşya' paradigması sabit kalırken modern hayatın kurucu ögesi sermayeye saldırıyor ve erki ele geçirmiş radikal efendi Lenin'den medet umuyorlar. Köleyi efendi yaparak üretim biçimini değil de iktidarı değiştiren 'devrim' bir aldatmacadır. Sahibi burjuva değilde patron politikleşmiş hissedarlar olsun; farketmez. Hegel, insan eylemini ve sonucunu soyut zihnin ürününe, yani düşünce varlığına dönüştürme aymazlığını iş edinmiştir. O, somut hakikati deforme ettiğinden, uygarlığın nesnesi için insanı, bu durumda yetersiz/çaresiz bırakır. Tarihsel olarak tatmin edici olmayan bir karanlık tünele, gerçek yerine gerçekleştirici, performatif, edimsel bir tarih yörüngesine sokar.
Marks dolayısıyla Marksist bilinç, doğanın bağrında serpilip gelişen aklın, sınıflara ait düşüncelerin, teni kuşatan tinin ve tarihi yaratan bireylerin siyasal faaliyeti -praksis- olmak ister; ancak ben buna ne eminin ne de kefilim!
Marks, kendinin söylediği gibi marksist değildir ama sıkı bir Hegelisttir; aynı aklı yerinden eden soyutlamalarla kullanım değerini / insan emeğini rehin vermeye zorlayarak iktidarın yerini zorunluluk talebiyle sabit tutar. Marksla Lenin arasında ya da halen hüküm icra eden herhangi bir otokratın bakışıyla Hegel'in devletini tanımlamak, terimin içeriğini benimsemek açısında dağlar yoktur. Özneler arası ağ bileşiminden oluşan hassasiyetler, ortak kurallar, yoldaşlık bağıyla birbirlerine perçinleşmiş cemaatlerin nassları, kültüre rengini veren gelenekler, oligarkın mefruşatını tamamaladığı örfler, kaygı ve çıkarların bariyerini her an tazelediği mahalle baskısının yarattığı âdetler bireyin görüp itiraf edemediklerini baskılar emeği özgürleştireceğine köleleştirmenin teorisini revizyondan geçirir; kâh Deleuze, kâh Cengiz Baysal gibi entelektüellerle. Canlı emek tanımının Kapital'de belirsiz olmasına hayret edenlere Marks'ın bu konuyu asıl derinleştirdiği çalışmanın Grundrisse 2 olduğunu söyleyebiliriz : " Sermaye ve kârlar işin içine girdiğinde canlı emek-gücü satın alınmaya başlıyor ve dolayısıyla birikmiş emeğin daha küçük bölümü daha büyük bir canlı emek bölümü karşılığında değişiliyor." Sermayenin, biriktirilmiş emek olduğunu Marks'tan önce Adam Smith söyler, Ricardo tekrar eder. Ama Cengiz Grundrisse'den yaptığı alıntıya rağmen (s.39) fabrika düzeninin ve metanın proleterleştirdiği insanı vareste tutararak emeğin ayrılmaz parçası sermayeyi günah keçisi ilan ediyor. Oysa, sermaye olmasa ne ilerleme, ne endüstriyel üretim olacaktı ne de emekçiyi işe koşacak örgütlenme. Her yeni sermaye piyasaya para biçiminde çıkar (1/161), 'Sıralanmış düzeni tersine çevirmekle, basit meta dolaşımı alanından çıkılmış olmaz. Asıl dikkat etmemiz gereken nokta, bu basit dolaşımda devreye giren değerin büyümesine, dolayısıyla da bir artı değerin doğmasına elverişli bir yanın bulunup bulunmadığıdır.' (Kapital 1/171) Üretimin ancak sermaye (kapital) tarafından örgütlenebileceği, sosyalist devrim ertesinde bile artı değerin sonraki üretimi ve toplumsal ihtiyaçları karşılayacağını Engels'e ithaf yaparak söyleyebiliriz. Sermayeye ne ad verirsen ver, kimin mülkiyetinde olursa olsun bildiğimiz 'kurucu' sermayedir. Hepsinden önce öznelliği, emeğin tikelin içindeki mevzisini, konumunu, bilincinin duruşunu üretir. Kendini ilga eden sınıf hayali gibi Marks'ın bilmediğimiz bir 'para' teorisi mi var yoksa! İnsan ontolojisine aykırı olan emeğin, hayatın kendi amacına rağmen 'değer' olması tarifi mümkün olmayan çıkışsız/çözümsüz, eskatolojik bir bilinç karartmasıdır. Ne var ki, emeği 'değer' olmaktan çıkartacak tek çözüm barizdir. Melanetin müsebbibi çokluğa lojistik destek sağlayan eşya rejimidir önümüzdeki handikap. Tarihsel diyalektik, soyutlamalarla zihnin hakikata ulaşmasını perdelemiştir. -Hegel'in dediği gibi- oysa 'gerçek' somuttur. Araçsal aklın zevahiri kurtarmak adına önünde duran görev, üretim ideolojileriyle araya mesafe koymaktır. Çünkü üretimin bizzat kendisi 'iktidar' üreten bir çekirdek içinde yaşar. "Geniş boyutlu her türlü ortaklaşa emek, bireysel etkinliklerinin uyum içersinde çalışmasının sağlanması, ayrı ayrı organların etkinliklerinden farklılık gösteren birleşmiş organizmanın çalışmasından doğan genel görevlerin yerine getirilmesi için, şu ya da bu ölçüde ama yönlendirici bir otoriteye gerek duyar. Tek bir kemancı kendinin yöneticisidir ama orkestra için şefe gereksinim vardır." (K/345) Özgürlüklüklerin teminini her halükarda bir merkezin vesayetine veren Marks, her şeye karşın halkın bilgeliğine güvenmek gereğini, merkezsiz bir toplum tahayyülüne, eşitliğin teorik kanaatine en sonunda ulaşır. "Morgan, tarih öncesine, şimdiye dek bilinmeyen bir temel sağlayarak, bizim konulara tamamane bir görüş açısından bakmamızı olanaklı hale getirmişti" diyor Zürih'teki Kautsky'e yazdığı 26 Nisan 1884 tarihli mektupta Engels. Etimoloji Defterleri'nde giderayak gördüğü çözüm ve Engels'e vasiyetini bir kere daha hatırlayalım. (Bk. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni önsöz) Bütün bunlar ne Cengiz Baysoy'un ne de Marksist arkadaşların ilgisini çekiyor. Ancak Marks son yolculuğa çıktığında cümlesi tam da burada yarım kalmıştı; yaşasa geleceği yer 'proletarya diktatörlüğü' değil muhtemelen hiyerarşisiz ve merkezsiz bir çokluk tezi olacaktı. Ayrıca 20 sene sonra 1895'de Engels'in Kapital 3. cildin sonsözündeki yarım kalmış yazısı da dikkatle okunmalıdır. Etimoloji Defterlerinde gözlemlerini yetkinleştirmeye ömrü yetmeyen Marks'ın merkezi iktidarı ve ürün hasat etme talebi olmayan Iraqular'a bakarken ki şaşkınlığını unutmayalım. "Temsile karşı ifadenin arzusu Çokluk" modernizmin huzursuzluğunda tabii ki tartışılabilir. Ancak, namevcut konulara özgürlük adına izahat getiren Cengiz'in umutlarına karşın biliyoruz ki tarım devrimini müteakip süreçte "öznenin ve temsilin hiyerarşisinin istikrarı üzerinden pratiğini örgütlendiği bir pratikten" nihai çıkışı yoktur. Marks'ın tarihteki karşıtlar arasındaki antagonizmaların gelişimine yönelik düşüncesi, ortaya çıkan sınıf mücadelesinin toplumu diyalektik olarak dönüştürdüğü savına dayanır. Eğer ortada sınıf mücadelesini yaratan antagonizmalar ortadan kaldırılırsa toplum çürüme sendromundan, düşmanın olmadığı yerde biteviyelik sarmalından nasıl kurtulacaktır? Komünist tahayyülde bunun cevabı yoktur! Gayri ciddi işe yaramaz düşlere karşın, söyleyeceğimiz tek şey, kestirmeden insanı bir tabiat oluşumu olarak görüp, olumsuzlamayı dünyanın merkezinden kovacak ciddi bir zihin temrinine ihtiyacımız olduğudur..
Grundrisse (2/34) belirtildiği gibi ekonomist Wilhelm Thompson, An Inquiry into the Principles of the Distribution of Wealth'de, henüz Marks 6 yaşındayken 1824 yılında 'şunları yazar: "Topluluğun genel sermayesinin çalışan işçilerin ellerinden başka ellerde birikmesi (..) tüm sanayinin gelişmesini engeller." Marks'ın fikirleri, aslında kendisinden önce seslendirilmiş olan kanaatlerin toplamıdır. O yeni bir şey iddia etmez; Thompson gibi artı değerin esas sahibinin burjuva değil de proleter olduğunu ister ve siyasal iktidarı örgütlenmiş bir platformda talep eder. Bu, gelişmesini 'şiddet' üzerinden konumlandıran paranormal sistemde, muarrızlardan politik enstürmanlara ihtiyaç duyan çok sesli rekabetçi toplumda onu vazgeçilmez kılar.
Üretimin gelişmesi bağlamından hareketlense de Marks'ın felsefesi Hegelci itibar hakkının iadesi temelinde püriten inanç üzerine kuruludur. Kapital'in mevzu doğrudan 'emek' değildir. Felsefenin konusu olacağına, pazara düştüğü andan itibaren sermayenin unsuru olduğu için diyalektik mateyalist düşünce metanın mütemmimi olur. Sanayi devrimiyle birlikte başlayan modern çağda siyasi hakikat, yerküredeki ideolojik mücadelelerin 'emek' faktörü üzerinden yürüdüğüdür. Emek bir aksiyomdur; onun varlığından doğan sömürünün ontolojisini kaldırmak, birbirine rakip olduğu varsayılan ideolojilerin birlikte fesih edilmesidir. (Bkz.) Hegel, Faith and knowledge s.70'te şöyle söyler : "Esas sentetik birlik, zıtlıklardan doğan bir şey değil, zıtlıkların gerçekten zorunlu, mutlak ve esas özdeşliği olarak kavranmalıdır." Marks, özünde bir Hegelisttir; antagonistik yapıyı üreten tüm postulatların değişmezliğini içkinleştirir. Onun, süregiden hayatı yapısöküme uğratmak ya da emeği sermayenin tasallatundan özgürleştiren paralel bir kulvar yaratmak, emeğin ontolojisini çözümlenmek gibi bir niyeti yoktur; oysa kavramlara katkı sağlayacak marifetli bilgiyi üretmek onun tarafından ıskartaya çıkartıldığı ilan edilen felsefi antroplojinin işidir. Fenomolojik süreçde, kendi narsizminin batağına saplanıp kalmış iflah olmaz bir oluşumla uğraşıyoruz. Bedelini sadece onun sonuyla değil, arzu makinalarının paramparça ettiği bilinciyle başka bir yöne savurduğu öznenin mutasyonuyla ödüyoruz. Görülüyor ki yeni tür 'insan', zamanın ruhunun jestiyle sadece iş sürecinin amorflaştırdığı bedende doğacak ve artık tözün bütünüyle karşısında olacak, onun kendi hakikatine karşı yaşayabildiği kadar yaşayacaktır. Diyalektiğin, mantıksal düşüncenin özü olduğu konusunda bir yanlış bilinç yerleşmiştir 'sol' düşünceye. Bir açıklama, lojik bir kavrama yöntemi, materyalist bir anahtar olduğu konusu sadece zehaptır. Oysa 'tez', 'antitez' karşısında diyaloglar totali olarak ulaşabileceğimiz sonsuz olasılıkta 'sentez' vardır. Aranılan 'hakikat' ise uzlaşmaz karşıtlıkların bütününde, cerahi müdahale ile yok edildiği sanılan hayatın diğer yarısında; birgün karşımıza yüzleşmek için çıkartacağı ontik mevcudiyetinin tümelinde saklıdır. Köle, efendi tarihin eseridir; onun sonunu getirecek ise emeğin emek/değer olarak yeniden üretiminin reddinden geçer.
...
Hegel'de tarihi yaratan olumsuzluk fiilinin ya da diğer adıyla özgürlüğün ortaya çıkışı 'çalışma' iledir. Emek, insanı kendisiyle ebediyen özdeş kalamayacak insanı insan olarak kalmaktan başka şey haline getiren diyalektik içinde özgürlüğü için kölelik için çalışmayı seçmesini aracıdır. Graham Taylor'un Emek ve Öznellik: İşçi Bilincini Yeniden Düşünmek makalesi, bu çift yönlü argümanı, ölümcül matrisi değerlendirmek açısında önemli. Ne diyor bakalım: "Bu tek yönlü çözümlemeler, kapitalizmde emeğin çelşkili belirlenimi yani somut emeğin soyut emek tarafından toplumsal olarak dolayımlandırdığını ve soyut emeğin eşzamanlı olarak soyutlamanın dayatılmasını belirleyen ve belirsizleştiren şeyleşmiş bir bütünlüğün parçası olarak ortaya çıktığını derinlemesine kavrayamazlar. Bilinç ve öznellik, belirlendikleri ve kuruldukları bütünlükten ayrılamazlar. Bu, içinde soyut emeğin toplumsal dolayımın temel yörünge olduğu bütünlüktür. Bu bütünlüğün toplumsal biçimi mücadele yoluyla belirlenir. Toplumsal biçimin bütünlüğü kavranmandığı takdirde varılabilecek sonuç, soyut ya da somut emeğin evrenselliğini anlatan tek yanlı ve fetişleşmiş bilinç biçimlerinin dile getirilmesi olacaktır. Aslında, (emek) kapitalizm tarihi ya klasik liberalizm ve sosyal demokrasi ya da zalim Faşizm ve Stalinizm biçimlerinde dışa vurulan iki sapkın evrenselcilik biçimlerinin dile gelişleriyle damgalanmıştır. Şimdiki zaman, emek ve öznellik ile bilinç arasındaki ilişkiyi düşünmek için uygun bir dönemdir. " Emek Tartışması: Kapitalist işin Teorisi ve Gerçekliğine Dair Bir İnceleme- Otonom Yayın.
Anlıyoruz ki, Anlam idealizmine pervasızca materyalizm diyen teoride kozmosun düzenine upuygun bir zekayla kabullenebileceğimiz evrimsel bir çerçeve ve nesneleri yeniden üretme sürecinde minor dünyada hakikata artiküle edebileceğimiz 'diyalektik' adlı bir içerik yoktur. Çok kişiyi; Sismondi'yi, Foruier ya da Duhring'i onun sayesinde anıyoruz. Geleceği kurmak için model aranışlarında bile Tarih, -fazlasıyla otoriter, gerilim yarattığı ölçüde ceberrut- bir hatıra defteri. Gabriel Tarde (Bk.) Les lois de l'imitation (Bk.) ve Les crimes des foules (extrait du Troisième Congrès International d'Anthropologie criminelle, 1892) (Bk.-oku) adlı makalelerinde dile getirdiği çözümleme felsefeci Hyppoite Taine tarafından dikkat çekilen Fransız ihtilalinde bireylerin psikolojisinin sosyal olaylardaki etkisini üzerinde yoğunşalmıştır. Freud'da da izlerini sürdüğümüz süreç, Tarde tarafından bireylerin kalabalığın ruhundan edindikleri ya da taklit ettikleri bulaşıcı histerinin kitleyi öfkeyle birarada tutma eğiliminden, katmanlı modellemelerde bilinçaltının üstünü ateşe verdiği umumun 'çekim' yeteneğinden bahsediyoruz. "Sosyolojinin resmi tarihinde de belirtildiği üzere, Tarde, önceki yüzyılın başlarında Fransa' da sosyoloji alanında majör bir figür, College de France'ta profesör ve sayısız kitabın yazanıydı; öbür taraftan bu dönemde bölgede dersler veren Durkheim, daha genç ve daha az başarılı biridir. Fakat birkaç yıl sonra, şartlar tamamıyla tersine döner. Durkheim sosyoloji disiplininin esas temsilcisi olurken Tarde, psikolojizm ve spiritüalizm günahıyla etiketlenen saygın fakat önemsiz ve pek de iyi anılmayan bir öncülük konumuna ötelenir. o zamandan bu yana, toplumsal kuramın ana akımı, Tarde'ın çalışmalarını aşağılamaktan bıkmamıştır." Biz Deleuze için demedik; siz de 'ne alâka?' demezseniz Durkheim'a ciddi bir alternatif olabilecek sosyolojiden devrimci psikolojiye hatta Marks'a kanal açan bir şizofrenik yaklaşım için Otonomculara salık veririm: Bruno Lataur mesela!..
http://www.bruno-latour.fr/sites/default/files/downloads/82-TARDE-TURKISH.pdf
Proletarya, ezilmenin ne demek olduğunu bilinciyle pratik bir teoriye sembolik özne olur. Kendisini emek yoluyla sunarak efendisinin fikri ve ideolojisi haline gelir. Proletaryanın, 'iş' olduğu süresince kurtuluşuna imkan yoktur; herkesin bildiği sır Otonomcu entelektüellerin laf kalabalığına boğdukları asıl hakikat ve ağdalı tezlerle üstünü örttükleri uluorta bir gerçektir. Deleuze ise; o zaten Marksizmi bilmiyordu! Esav'ın bir tas çorbaya verdiği ilk evlatlık hakkı misalini hatırlayın.. Bir halkın Yusuf'un gidişinden Musa'nın dönüşüne ertelenen özgürlüğünün yarattığı kolektif direnci kitaplar tafsilatıyla yazar. Hakikate değil de Samiri'nin altın buzağısına inanan aynı halkın tutsaklığını takas etmesi normal midir? Hem Marks'a Lenin'e göz kırpıp hem de bunca söze rağmen temsilsiz ortaklaşacılık üstünden farklı kategorilerde bahisleri yükseltmek imkansızı istemektir. Bildiğimiz maddeci diyalektik, manevi ama oldukça fantastik olunca A. Cengiz Baysoy'a Deleuze'ü bırak; sen ne diyorsun onu söyle diyoruz!
Çağımız, ekürilerden oluşan oligarşiler cennetidir. Herkes bir bambaşka meselede yoldaş olabilir; özne, mütekabiliyeti olan kaypak -kelimenin düz anlamıyla- bir varoluş eşiğidir; emek/sermaye olarak çifte cinsiyet, dönüşebilirliğiyle çiftli bir anlam ifade eder. Oligarklara yol küreyenlerin, sistemle münakaşa edenler, muarız olanların iktidar bağlamında rejimi temyiz etmelerine olanak yoktur. Her çıkar gurubunun -sınıf, zümre, cemaat vs.- tek menzili vardır; sömürü düzenini kendi lehine çevirmek. Toplum özünde semptomik bir örgütlenmedir. Aydınlanmanın tetiklediği düşünce biçimiyle Kavram, hiçbir şekliyle önerme değil, bir zihinsel tasarımıdır.. Marks, gayet iyi bilir ki, 'toplumsal üretimin gücü, işbirliğinin kendisinden doğar' ve Kutsal Aile'de belirttiği gibi 'Fikirler, belirli tarihsel durumu aşamazlar. Onlar sadece bu duruma uygun düşen fikirleri aşabilirler. Aslında fikirler hiçbir şey gerçekleştiremezler. Fikirleri iyi bir sonuca vardırmak için pratik bir gücü kullanan insanlar gerekir..' Bir kapitalistin hammaddesi, diğerinin ürünüdür. Bir kapitalistin aleti diğerinin ürünüdür. Hatta başka bir aletin üretimi için hammade işlevi görebilir. (..) Herbiri kendi başına değer olarak canlı emek karşısında bağımsız hale gelmiş ölü emeğe dönüşebilir. Son kertede, hiçbir sermaye emekten başka -değeri olmayan doğa maddesi dışında- herhangi bir şey içermez! Biliyoruz ki, yalnız fikirler değil, o fikirlerin müellifleri de kendi zamanlarının ürünüdürler ve onların geleceğe dair hayalleri ve düşüncelerinden çok, geçmişe ait bilgileri rasyoneldir. Sermayenin bileşenlerinin her an değiştiği ancak canlı emeğin kontrol isteğinin değişmediği umut, yanılgı ve travmatik sıçrama anlarının bir kesitinde, 'İnsanın esas gerçeği tembellik diyen Maleviç, bunu 1921'de Bolşeviklerin istibdat günlerinde bizzat Leninistlerin direkt yüzlerine karşı ilan ediyordu. Başka bir sosyoloji mümkün ve her çağda transdüktif anlayışa, öznenin muhatabı olan topluma bugün öneride bulunurken sürekli iktidar ilişkileriyle metastas yapan soruna felsefeden gelen kudretle bakan, düşünce üreten birileri de var var tabii her zaman. Örnek dersen sıradan bir tane verelim.
Marks dışında peygamber edasıyla okurlarına emrivaki yapmış başka bir filozof yoktur..
Marks, "Mülkiyet hırsızlıktır" diyen Proudhonu 'Felsefenin Sefaleti'nde tam anlamıyla harcar. Ne var ki, aslında bu görüş emeğin kazanılmış olan art değeri vermemesiyle ilgiliyken onun kötü bir ekonomist olmakla suçlanmasına neden olmuştur. Ancak Marks defalarca eleştirmesine rağmen bir gerçektir ki, Proudhon hem hisse senetleri teorisini hem de 'ödenmemiş emek' kavramını ondan önce dile getirmiştir. İkisinin de umurunda olmayan konu ise emeğin sanayi toplumunun hammaddesi olma bahtsızlığıdır. Temel çelişki, kullanım ya da değişim değeri değil, emeğin mübadele 'değeri' üretebilme yeteneğidir. Çalışmanın yaşam formlarını dönüştürme kuvveti, kendi için emek olmaktan başkalaşan, organik yapıyı aşındıran, hiçbir hesaba katılmayan kapasitesidir. Sosyalist ütopyanın aşılamaz sıkıntısının negatif kaynağı, keyfe keder eşyanın bağrına, meta'nın içine gömülmüş 'emek' tanımıdır. İşçi'nin meta üzerine konumlanmış 'yüce!' -ya da maestronun yaptığı gibi herhangi bir benzeriyle takasa sokulan değişim talep eden- ideolojisidir. Sönümleme siyaseti olan proletaryanın geçici talepleri ya da ekonomik kazanımlar elde etmiş burjuvalaşmış amelenin apolitikleştiren adam sendeciliği değil.. Konumuz, bizatihi iş'in ütopyayı iptal eden asimetrik ilerlemeci paradigması, doğanın düzenini bozma mahiyetidir. Doğru soru yorulmuş, Negri tarafından problemin iskeleti 'yanlış' kurulmuştur; yeryüzü cenneti emek'le ötelenir.. Kapitalist/komünist vd. her türlü devletin finansını yaratan güç, Artık Değer'dir. Artık Değer'den üreyen 'bilgi' iktidardır. Sermayenin, artı değeri kullanmak zaruretindeki -Marks'ın tanımıyla- yoğunlaşmış emek olması iş'in tabiatı gereğidir. İlerleme, birikime ihtiyaç duyar. Sermaye ve emek, diyalektiğin kutupları olduğu kadar, birbirlerini edimleri ve eylemleriyle antagonist farklarını koruyarak yeniden üretenleridir; tarihi devindiren mutlaklardır. Kaygı, modern insanın paranoyasıdır; diyalektiğin yararlısı, potestas ya da tutunma kulpları, tutanabileceğimiz nedenleriyle hayatı üretmek anlamında ihtiyaca cevap verir. Diyalektik aparatın diri tuttuğu 'uyumsuzluk'; kendi elleriyle yarattığı ekonomik doğada insanın kendine, aykırı ürün nedeniyle üretenin çevresine yabancılaşmasıdır. Toprak 'mülkiyet' ve hasıla 'üretim' olduğu müddetçe bu kaosu değiştirmek mümkün değildir. Negri'nin üzerinde hayaleti dolaşan F.Engels, 'Ailenin,Mülkiyetin, Devletin Kökeni' kitabında İrokualar kızılderilerini inceler, övgüler düzer. Engels'in bu övgülerine neden olan kızılderilerin doğayla barışık, yerleşerek mülke,toprağa tutunmadan, ona hiçbir şekilde müdahalede bulunmadan, en önemlisi 'üretim' yapmadan ve neticesinde hayatı metalaştırmadan yaşama becerileridir. Topluluğu uyum içinde tutan ekonomizm değil, karşılıklı yardımlaşma pratikleridir... Engels, bu gözlemleri 'Marks'a ödenmesi gereken bir borcumdu' diyerek yayımlar. Çünkü, İrakualar üstüne Amerikalı devlet görevlisi araştırmacının verileri, şayet önlerinde vakit kalsa tüm bakışlarını değiştirecek önemdedir. 1877'de Lewis H. Morgan adlı antrapologun, Ancient Society başlığıyla yazdığı saha raporlarını ilk okuyan ve 'insanlık için en az Darwin kadar önemli' diyen Marks'dır. Onun başladığı işi kısa süren hastalığı ve ölümünün ardından Engels tamamlayacaktır. Zürih'teki Kautsky'e 26 Nisan 1884'te yazdığı mektupta, 'Morgan, tarih öncesine şimdiye dek bilinmeyen bir temel sağlayarak, bizim, konulara tamamen yeni bir görüş açısından bakmamızı olanaklı hale getirmiştir' der. Engels, Darwin gibi doğrulardan yanlışlar çıkaracak, ekonomiyi yaratan emek/sermaye döngüsünü paranteze alacak durumda değildir. Mektuplarından anlaşıldığı kadar, ekonomi oluşturmadan tarih öncesini yaşayan müstakilleri, ( o barbarlar der) kendi sanayi toplumuna soldan bakan ilerlemeci, aydınlanma terörüyle yoğurulmuş modernist çağın katı ideolojisine istediği gibi eklemleyebilmek konusunda tahditleri, tereddütleri vardır. 'Eleştirel bir biçimde olmayacaksa (..) bizim işçiler bundan yarar sağlayamaz' der. 1884'te tamamladığı 'Ailenin, Mülkiyetin, Devletin Kökeni'ni, Marks'ın masasında yarım kalan yazıları, mektuplaşmalarını ve kızı Tussy'den aldığı belgeleri değerlendirmiş, ivedelikle cenazeden hemen sonra kaleme almıştır. İlkel(!) toplumun pratik sonuçları Marksizmin kurucuları tarafından kısmen benimsenir. Ne ki, ömürlerinin son günlerine denk gelen bu keşiflerinde fotografın büyüğünü göremedikleri için sonuçları yaratan nedenler perdelenir. Kitabın başlığına taşıdıkları 'özel/genel mülkiyet' tanımı yanlış bir sapak açar literatürde. Modern insanın 'doğal' olguyu kavraması için henüz vakit vardır; rekabeti doğuran apriori etkenler sindirilemez, söylenemez ve yazılamaz.. Hatta erkendir, düşünelemez.. New York'un eski sahipleri İrakualar para kullanmazlar ; üretim yapmadıkları için mülkiyet ve mübadele yoktur. Modern insanın devasa kümelenmeleri, kurumlara bağlı kitleler meydana getirmesi fabrika düzeni dahil birçok organizasyonu vazgeçilmez, kalıcı kılar; 1991'de Rusya'da sosyalizmin yıkımından sonra nedeni görüp, sonuca ulaşamayan ucu açık teorideki eksik parça tamamlanır. Bunca acı tecrübeden sonra bugün insan olmanın yüksek şuuruna, üretimin ne'liğini tereddütsüz, referanssız, talimatsız yargılayabilme gücüyle ulaşmak mümkün olmalıdır. İlerlemenin mantığını anladıktan sonra, uygarlığın bedeni ya da zahiri kazanımlarını aydının durduğu yerden savunması kadar inkar etmesi de anlamsızdır. İdrak edilmelidir ki, yaşamın çıkmazını örseleyen, insanı sahip olduklarına tutsak eden 'üretim'in sembolik düzendeki aşkın çelişkisidir. Zaten bilir ve söylerler: 'Üretim araçlarından söz ettiğiniz an, üretim araçlarının örgütlediği yaşamın hakikatinden, neden/sonuç münasebetlerinin kurduğu toplumun yapısal değerlerinden ve organize mantığın menfaatlerinden bahsedersiniz.' Emek yoğun birikimden doğan çağdaş yaşam biçimlerinden, çalıştırılmaktan, Orwel'deki gibi bugün izlenmekten, tâbi kılınmaktan 'çokluk' huzursuzdur. Ancak, çıkış varmış gibi post modern halusinasyonları kışkırtan boş umut; bugün havasını soluduğumuz sermayenin kültürünü dize getirmek, dönüştürmek yahut etkisizleştirmek, yok saymak olasılığı yoktur.. Muhatap tanımı farklı; uğraklar akla ziyan lakin duraklar zaruri. Sermaye ile ona tasallut olan emek fenomolojisinin bakış açısı aynıdır; her biçim bir yerinden etme, emeği değer karşısında tersine çevirmedir. Emperyalizmi yaratan -doğanın değil-, mübadele rejiminin diyalektik tarihi, biyolojik anlamda bize ait olanların şeyleştirmelerinin tarihidir. Kategoriler, sadece 'para' olarak şekil değiştirmiş tarihsel tözün ekonomisi değil tini değişime uğratan sapkın bilincin de sermayesidir. Kızılderili şefi Du Wayne, 'Biz hayvanlar gibi özgürüz der. Burjuvazi demek konuyu sulandırmaktır. İnsan, sanayileşme ideolojisinin tamamlayıcısıdır; bu haliyle perçeminden tutulmuş tecavüz edildiği oranda çoğalan dinamikleri tröstlerin elinde kara enerjidir. Bu sapkınlığın en uç ifadesi paranın para olarak çokluğun biyosferinde kendini üretmesidir. Faizcilik ya da bankacılık hilekar aklın fevkinde rantiye bir sektördür. Kuşlar bu gök benim diyebilir mi? Kurtlar bu yer, balık bu deniz bana aittir der mi? Her yer yalnızca Tanrı'ya aittir!.'diyor Du Wayne. Bir şeyin sahibi olmak tutsağı olmaktır, hayatın tümünden vazgeçmektir. Bizi kaosa sürükleyen, ürünün istihsaline bağlı yaşam şekillerimizdir. Aidiyetlerimizi, zincirlerimizi, şehri, hüznü, çaresizliği, sömürüyü, eşitsizliği, yabancılaşmayı ve bunların şekillendirdiği toplumu yaratan aynı etkendir. Sosyalizm, teorisinde ya da pratiğinde hiçbir döneminde siyasi, idari, ufki ya da şeylerin ve ihtiyaç içindeki sahiplerinin, hizmet alan/veren sektör olarak kurumlarının taleplerini giderirken, reel bir organizasyon olarak kapitalizmden temel bir farklılık yaratmamıştır. Sistemler yaşamak için Artık Değer'e ihtiyaç duyarlar. Kurumların diziliminde performatif bir kopuş gerçekleştirmemiş olması, ileride olacağı anlamına gelmez; çünkü üretim/tüketim sarmalına yakalanmış toplumlarda böyle bir uğrak yoktur. Haliyle ideolojik olarak Marksizm, İrakualar gibi eşitlikçi değil, ilerlemeci ve refahcıdır. Uygarlığın ve tüm biçimleriyle üretimin asli nedeni bilinçteki yarılmadır; haz ve korku sendromudur. Başka bir tahayyül, farklı bir dünya olamayacağı saplantımızdır. Hegel'in ve mahdumlarının modernite tarihi, yalnızca, Batı uygarlığı dışında kalanlara yaptıkları kuvvetli bir saldırı değildir. Aynı zamanda Avrupalı olmayan hakikat tanımlarının, diğer canlıların yaşam arzularının, Barbar denilerek ötelenen farklı kültürlerin diyalektik evrimlerinin, hayat bilgilerinin de inkarıdır.. Mağrurun bilgisi, ekonominin tutsağı kılınan bilinçleri ele geçirmiş, yeryüzünü kuşatmıştır. İçerisiyle dışarının sınırlarını kaldıran 'emperyal' teori makuldur ama gelinen tümsekten baktığımızda çok da makbul değildir. Negrici apokaliptik belagat, gerçekle irtibatlı işe yarar tefekkür imkanı sunmuyor. Seslendirdiği drama, krizler doğuran, alelalade çıkmazlar üreten, kârlı paranoyalar yaratan ekonomik yöntemlerden gücünü almaktadır. İmparatorluğu tanımlamak, onun tanımıyla insan-makina melezi bir bünyeye (Siborg) kendi organik alanında sadece Virtüel / gerçek ama henüz tamamen algılanmayan bir arenada biraz daha yaşam olanağı sunuyor. Kimin kim olduğunu, biyolojisinde tabii muvazenesi, toprakla, havayla, suyla ve insanın kendi dışındaki tüm canlı yaşamla tüm dengeleri bozulmuş böyle bir dünyada kendi tanımladığı 'çokluk' daha iyi bilmektedir..
Cengiz, kitabın 154. sayfasında 'Türkiye'de Marksistler, Marks üzerine düşünmeye pek ihtiyaç duymadı' diyor. Şimdi düşünme ve sorma zamanı: Marks'ın ya da başka bir ütopistin, emeğin sömürülmesine getirdiği gerçek ve nihai bir çözüm var mıdır? Emek'in endüstriyel üretim sürecinde Marks ve mahdumları tarafından kutsallaştırılmasının ardında yatan modernizmin çıkmazını, refah toplumu psikolojisini, insandan sağılan emeğin trajedisini artık sorgulamalıyız! Çalışmak ve üretmek doğal bir insan etkinliği değildir!
Engels, Anti Dühring'in 409. sayfasında "gerçek değeri baş köşeye oturtarak kapitalist üretim biçimini ortadan kaldırmak istemek, papayı başa geçirerek katalokliği ortada kaldırmak istemekle aynıdır. Üreticilerin sonunda bir gün, üreticinin kendi öz ürününe köleleşmesinin en geniş dışavurumu olan bir ekonomik kategorinin tutarlılıkla kullanılma aracıyla, ürünlerini egemenlik altına aldıkları bir toplumun kurulmasını istemektir." diyor. Emek' metadan önce gelen kurucu 'değer' ise onun çaresizliğini anlatmak için fazla söze gerek yok. Dühring ise sadece günah keçisi! Marksizm, emeği sahibine iade ediyor, sömürüye karşı koyuyor ya da olanları teşhir ediyor değil; sadece sosyalizmi, rekabetçi siyasal söylemin, değeri yükseltilmiş emeği iş bölüşümünün bir parçası kılıyor ve ekonomizmin karşı konulamaz ilerleme realitesinin içine bir zümrenin iktidar talebini kalıcı bir şekilde sıkıştırıyor. Tahakkümün ekonomik politiğini, devraldığı kurumsal yapıya serpiştiriyor. Merkezi olmayan doğanın, sınırlardan azade yaşamın işleyişine mekanik bir 'zeka', yapay bir 'merkez' monte ediyor; doğan görünümlü şahin, söylemin içine karanlık labirentler, çarkları, dişlileri, kilitleri, tertibatı olan despotik bir makina yerleştiriyor.. Biricik emeği, 'değer' üretmeye mecbur kılıyor. İdeolojilerde doğaya, akla, yaşam hukukuna ve ahlaka aykırı olmayan, para ile kirlenmemiş bir tutunma noktası aramak beyhude bir çaba.. CS, Marks'ın Kapital'in 1. cildine dahil etmekten sonradan vazgeçtiği 'Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları'na önem atfediyor; öznelliğe dikkat çekmesi doğru bir tespit. Burada Marks'ın 'gerçek tahakküm' olarak adlandırdığı öznelliği sermayenin şekillendirmesine dahil olan en önemli unsur bizce kapitalizmin kendi suretinden üreyen öznel mi öznel bir 'sosyalizm' teorisi, kendine sigorta işlevi gören koruyucu bir teşebbüsü yaratma becerisidir. Her ikisinde de mülkiyet haklarının topluma dönük yüzü çal/ışmaya zorlamaktadır.. Peygamberler 'emir' cümleleriyle tebliğ ederler; filozoflarsa kesinliği olmayanı -apriori- önerirler. Marks, tüm tarafları ve kurtuluşçu argümanlarıyla hristiyan retoriğini kullanarak cennet vaadeder. Kriz beyanı bile iktidar amaçlayan katastrofik mesellerdir. Hegel'de mevcut tüm argümanların kullanımıyla sinik, teolojik ve ahlaki bir teori yaratmıştır. Öznelliğin üretiminden dem vuranlar, onun, kaçış çizgilerine müsaade etmeyen bariyerlerine bakmalıdır; ertelenen tekamülün diyalektikteki anlamı, dildeki tercümesi yeniden düşünülmelidir. Marks dışında peygamber edasıyla okurlarına emrivaki yapmış başka bir filozof yoktur.. Hegel, Tüze Felsefesi'nin önsözünde özetle şöyle yazar : "Var olanı kavramak felsefenin görevidir; çünkü var olan akıldır. Bireye gelince; her birey kendi zamanının çocuğudur. Herhangi bir felsefenin çağdaş dünyasının ötesine geçeceğini sanmak Rodos'un üzerinden zıplamak kadar aptalcadır. Dünyanın nasıl olacağını öğretme konusunda felsefe her zaman ortaya geç çıkar. Minerva'nın Baykuşu uçuşuna ancak gündüzün bitmesinin ardından dünyanın üstüne alacakaranlığın çökmesiyle başlar."
Özgürlük ucu açık bir tanımdır; görev/mülkiyet terimlerine rağmen tarafların tümünce aklıselim ya da özgür iradeyle kabulü imkansızdır. Hegel'in Tüze Felsefesi'ndeki tüm aktarımları, yaşadığımız dünyanın rasyonelitesi 'devlet' olduğu müddetçe geçerliliğini koruyacaktır. Vekaleten değil, asaleten tüm seçim ve denetim mekanizmasını denetlemek; kamunun anbean katılımıyla otoriter yönetim hukukunu aşmak ancak sosyal ağlar üzerinden dönüşen toplumun üretim biçiminin farklılaşmasıyla ister istemez zaten tarihin bir noktasında mümkün olacaktır.. Aufhebung, kölenin özgürlük aşkıyla yazdığı tarihin diyalektiği içinde üretim tarzlarının değişmesine bağlı olarak doğal bir merhale, ilerlemenin olağan bir mertebesi olarak konumlanmıştır. Burada sorun, köle özgürlüğünü elde ederse, tarihin devre dışı kalmasının yerini dolduracak bir analojinin, insanın fenomolojisinde olumsuzlamasına vesile olacak bir doğanın bulunmaması halinde karşılaşmalarla ontolojik olarak insanı doğuran özbilincin yer ile yeksan olacağı gerçeğidir. Kendi bilincine erişmiş bütün aydınlar tarafından kabul edilir nitelikte bir hakikat fenomolojisi ancak çağın rasyonalitesiyle uyumlu tutarlı kavramları varsa istediğimiz eşitlikçi ve adil olan dünya ütopyası olarak gerçeğin neşesini, hayatın moral değerlerini yaratabilir.
(Deleuze'ü vareste tutuyorum; o marksizm hakkında bir bilgiye değil, sadece kanââta sahipti..) Negri ve diğer post marksistler gibi C. Baysoy'da motivasyonunu ve algı argümanlarını diyalektik materyalizmden alan bir düşünür. Bunlar kurumlaşmış olgu içinde farklı iddialarla tepki ya da heyecan uyandırsalar da, insanları yeni bir bakışa ikna etmekten çok markscılara zaten inanma eğiliminde oldukları şeyleri öneriyorlar. Oysa ufak bunalımlar, bölgesel savaşlar, süregelen krizler, kanıksadığımız tökezlemeler dışında ne bugün vaziyet harika; ne de rehaveti içindeki insanlık için durum, nemenem bir şey olduğu belirsiz 'devrim'i gerektirecek ölçüde sanıldığı kadar berbat. Zaten Marks'ın Grundrisse 2/71'de ifşa ettiği gibi "emeğin kolektif gücü, yani toplumsal bir güç olabilme niteliği emekten ziyade sermayenin gücüdür." der. Onlar son tahlilde sermayenin düşünürleri olduğunun özbilinciyle eşya rejiminin ücretli köleleri olmayı tarihsel bir tekamül sayarak onaylamak zorundadırlar. Adem'in sahibi olduğu incir yaprağı dünyadaki tutsaklığın ilk simgesidir. Bilim adına, fizik dünyada geleceğe ait metafizik öneriler getirmeden önce evrende 'bizden bağımsız objektif gerçeklik var mı?' sorusunu sormanın tam zamanıdır. 'Biz' diye sabitlediğimiz zihin ekranın nasıl ve hangi nöral bağlarla toplumsal ilişkileri kuran bir monitör olduğunun cevabı üzerine Spinoza'nın etkileşimini gözönüne alarak biyopolitik referanslarla yeni bir lisanda derinleşmemiz gerekir. Kaçış çizgilerinin tarihin dışını hedeflemesi temennisiyle Kant'ın ünlü cümlesiyle bitirelim: Sapere aude! Düşünmeye cesaretin olsun!
***

Taha Akyol'un 6 Kasım tarihli yazısının başlığı 'Anti-kapitalist'. Akyol, Hürriyet'te Cumhurbaşkanlığı ödülünü alan Nuri Pakdil'in yaptığı konuşmada 'Anti-kapitalist' olduğunu ifade ettiğini ve devlet ricalinin buna gönülden katıldığını yazıyor. Anlaşılıyor ki sağcı solcu, milliyetçi, islamcı farketmiyor; bugün için herkes kapitalizmden müşteki. Ancak görüyoruz ki ortada hiçbir alternatifin, hatta sosyalist devrimin bile değiştiremediği bir kavram kargaşası var. Marks 'Emek, daima zora dayanan bir işbirliği ile toplumsal üretime katılır' diyor. ( Kapital 3/719) Marks tarafından yapılan kapitalist üretim sürecinin temel eleştirisi, işçinin patrona bedelsiz devrettiği artı emektir; bu, 'finans kapital' denilen dinamiğin diyalektik sürecinde, rasyonel aklın örgütlenmesinin mutlak gerekliliğinde ortaya çıkar. Üretim, fabrika düzeninde ortadan kaldırılması imkansız sömürünün esas nedenidir. İmalatın, işbölümüyle örgütlendiği burjuva toplumunda 'emek', yoğunlaşmış sermayedir. -Bunu Marks değil, bir önceki kuşaktan Ricardo söyler- ; öteki taraftan emeği harekete geçiren sermaye çalışan işgücüne (proletaryaya) ihtiyaç duyar; toplumsal üretim sürecinin ilk bileşenleri emek ve sermayedir; antogonizmik çelişki esas itibariyle işçi ve işverenin arasındaki giderilemez problemin tezahürüdür. Aslında tüm endüstriyel üretim süreci bu çelişkiden müteşekkildir. Ancak biliyoruz ki her alandaki rasyonel aklın kullanımı salt kapitalizmin değil, sanayi üretiminin gereğidir. Ne yazık ki insanoğlu bu güne kadar kapitalizme alternatif bir model geliştirememiştir. Keşke 'Anti Kapitalist' kelimesinin içini doldurabilsek ve bu cazip malzemenin, kışkırtıcı politik argümanın siyasi değil de pratik bir değeri olsaydı! Bir defa daha ifade edelim; bugün içinde olup da hiç kimsenin pay almadan dışında kalamadığı sorun, sanayi toplumunun bizatihi kendi çelişkilerinden türeyen bir sürecin eseridir. Endüstrinin her renkten ideolojisi, seri üretimin her tezahürü kaçınılmaz olarak toplumu -doğa karşısında tarihselliği içinde- ve bütünü dönüştürdüğü şekli ve çarpık zihniyle insanı yeniden üretmektedir. Siyasi jargonlara, radikal referanslara sarılsa da, köklerinden kopartılma imkanından yoksun böylesine garip bir karşı çıkış sadece lafzidir; 'müreffeh toplum' hedefini koruyan kurumsal ekonomi ve politikasını, emek ve sermaye girdilerini muhafaza etmekten geri kalmayan söylemin imajı ve amacı, yeni bir imaj olarak 'eşya' üretme ideolojisi üzerine kurulmuş olan idoller ve nesneler sisteminin restorasyonudur.
***
O inançlı bir fanatik; biz dışarıda kalmayı seçmiş bir zındık! Çoğu zaman aykırı uçlara düşsek de Bedri Baykam, tanıdığım en demokrat sanatçıdır. Defalarca kendisini eleştirmiş olmama rağmen 'eleştiri'nin ne kadar önemli olduğunu bilir ve açtığı sergilerde kendi eserlerinin yanında benim yazılarımı da büyük bir tevazu ve hoşgörüyle yerleştirir. Aynı duyarlılığı herkesten beklemek beyhude bir çaba; biliyoruz. Tahmin edileceği gibi IC Fuarı da, türevleri gibi kendine ruh vermesi gereken eleştirilere kapalı; tüm müzakerelere, tartışmalarda, ticari failliyetlerde olduğu gibi burada da farklı görüşler 'hakaret' olarak algılanabiliyor. Çağdaş Sanat, sahte kahramanlara bu yıl da fazlasıyla değer atfetmiş..
Birinden kurtulduk derken Istanbul'da ikinci büyük büyük çağdaş sanat fuarı da karabasan gibi şehrin üstüne çökmeye hazırlanıyor. Kültür endüstrisinin hizmetindeki tüm elemanlar, koleksiyonerlerde hayranlık uyandıran pırıltılı aksesuarlar, biblolar ya da incik, boncuk türevi ipe sapa gelmez materyallerle yaptıkları kapitalizm eleştirisine inanmamızı bekliyorlar. Bu hayasız gösteride tedavüle sunulan en radikal kelimeler bile kalpazanca.. Kendi gizemine tutsak düşmüş emre-amade sanatçılar, reklam spotlarının satışı kışkırtan cümlelerinin içeriksizliğiyle tribünlere oynuyorlar; sahte eleştirilerini, meta rejiminin efendilerine büyük bir ciddiyetle yönlendiriyorlar.. Galeriler sanki bir ruhsal arınma mekanı; aydınlanmış özneden beklenen en müthiş eylem ise bütün içtenliğiyle alışveriş! Çağdaş Sanatın yüzde doksandokuzu safradan ibaret olsa da buna rağmen yüzde bir çok değerli.. Bienaller/fuarlarla sanata yatırım yapan ulusal burjuvazi, çağdaş toplumun değerlerini temsil ettiği için 'modern' değildir. Kasaba ekonomisine karşı, küresel şehrin ideolojisi olan eşitsizliği ve dinamiği finanse ettiği için moderndir.
Bilgi önemlidir ama Çağdaş Sanatı değerli kılan yarım yamalak dünyevi bilgisi, defolu sosyolojik öngörüsü ya da ezoterik/humanistik felsefesi değildir ; kışkırttığı Hayalgücü, verdiği mesajdan daha önemlidir.. Ne ki Japon animesi gibi Batı sanat/edebiyatı da aslen yereldir. Kültür dahil olmak üzere 'İnsanlar, var olma araçlarını üretirken, dolaylı olarak maddi yaşamlarını' kimliklerini ve kaderlerini üretirler.. Bundan dolayı, en önce üretilen şey'in 'hayaller' olması ayrıca önemlidir.
Bilgi önemlidir ama Çağdaş Sanatı değerli kılan yarım yamalak dünyevi bilgisi, defolu sosyolojik öngörüsü ya da ezoterik/humanistik felsefesi değildir ; kışkırttığı Hayalgücü, verdiği mesajdan daha önemlidir.. Ne ki Japon animesi gibi Batı sanat/edebiyatı da aslen yereldir. Kültür dahil olmak üzere 'İnsanlar, var olma araçlarını üretirken, dolaylı olarak maddi yaşamlarını' kimliklerini ve kaderlerini üretirler.. Bundan dolayı, en önce üretilen şey'in 'hayaller' olması ayrıca önemlidir.

Panayıra dönen sanat borsasında gerçek hayata meydan okuyan kerametleri, binlerce dolar değerindeki fetişleriyle mesihci cennet bildirimlerine teğet geçiyoruz. Militarizm, hegemonik eşitsizlik, cinsiyetcilik, ırkçılık/ apartheid taşlamaları, yerli yersiz özgürlük talepleri kadehler, caz müziği, top modeller eşliğinde izleyicilere hoş anlar yaşatıyor. Propaganda, ajitasyon, rengarenk manifestolarla netameli konular etkisiz hale getiriliyor. Sorun, anlam / sızlaştırılıyor; bireyler bezdiriliyor, gözler taciz ediliyor . Kıyamet mesajlarıyla altüst edilen özne, dünyanın en komik, en edilgen, en güçsüz izleyicisine dönüştürülüyor. Bu şaşalı gösterilere karşın ülkede zengin / fakir arasındaki uçurum tüm dünyanın tepkisini daha da çekerek açılıyor.
Sanat çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse sanat,
sanat, şose boylarında gebermekse açlıktan, fuarlarınızda, itibar mekanlarınızda, müzeleriniz, gazeteleriniz, dergilerinizde emeğin kanını içmekse sanat;
kurtulmamaksa kokmuş karanlıktan, ben sanat hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Bazıları sanat hainliğine devam ediyor hâlâ!
Ekonomist Thomas Piketty, Türkiye ekonomisinin sadece büyüme ekseninde tartışılmaması gerektiğini söyledi: "Türkiye'de bu kadar çok milyarder olması dehşet verici diyor ve ekliyor; '"Servet eşitsizliği, sermaye kaçışı, vergi kaçırma ve genel olarak finansal şeffaflığın eksikliği gibi konuların Avrupa ve ABD’ye göre Türkiye, Brezilya ve Çin gibi ülkelerde daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bu alanlarda ilerleme kaydetmek için ülkelerin güçlerini birleştirmesi gerekir. Hepimizin çözmemiz gereken basit bir problemi var. Eğer kamuoyunu küreselleşmenin sosyal ve mali adaletle birlikte gerçekleşebileceğini ikna edemezsek, insanlar giderek milliyetçi çözümlere itibar gösterecek." Acıdır ki bir sorumluluğu yerine getirdiğini sanan kitle, mübalağadan beslenen gösteriden olmasa da bu cemaat içinde bulunmaktan haz alıyor. Bedri Baykam'ın 11 Kasım 2014 tarihli Cumhuriyet'teki makalesinde ' Tabii fuarın gündeme getirdiği bazı olumsuz konular da var. Türk sanat ortamı, dışarıdan sanat ithal ettiği kadar sanat ihracatı yapamıyor. Buna karşın Türk galeriler de yabancı sanatçıları ülkeye taşımaya devam ediyorlar (..) Müzayedecilerin kendi mesleklerini bu şekilde ağır hatalarla işportacılığa dönüştürmeleri büyük gaf' diyor. (Bk.) Buna rağmen Contemporary İstanbul'un yetkilileri, gösterilen ilginin beklenmedik olduğunu söylerken hayretlerini ifade ediyor. İzleyicilerin yoğunluğuna bakarsak sersemsepelek kapitalizm eleştirileriyle akılları bulanıklaştıran, günlük hayatın sıkıntılarını erteleyen şaşkınlık bulaşıcı.. Ne ki bu mekanlarda tutturulan ritm, cemiyet arasındaki kaotik dil, ticari endişelerin yarattığı kapalı jargon, etkinliğin kendine ruh vermesi gereken deneyimlere ve karşı eleştirilere kapalı. Yoksulluğun zenginlere meze yapıldığı seminerlerde körler sağırları ağırlıyor.. Tencere tava çalan kültür editörleri, el çırpan sanat yazarlarına karşın kamuysa bu alışverişte müşteri değil sadece figüran!..
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/139285/Sanat_Dolu_Bir_Kasim..._Bir_Yasam_.html
Hasan Bülent Kahraman'ın mihmendarlığında fuarı gezen Kültür Bakanı, “Resmi açılışa bakan olarak katıldım ama fuarı kendim için de geziyorum. Siyaset ve felsefeyle ilgili yaptığımı birçok okumanın burada aslında pek çok karşılığını görüyorum. Beni yeniden düşündüren eserler görüyorum. Benim açımdan bir beyin fırtınası oluyor” dedi. Ömer Çelik, herkese 9. Contemporary İstanbul’u gezmeleri tavsiyesinde bulundu. Bu, işin olumlu tarafı. Cumhuriyet Gazetesi'nin derlediği habere göre Türkiye’nin ve bölgenin uluslararası çağdaş sanat fuarı Contemporary Istanbul, 520 sanatçı, 23 ülkeden 108 çağdaş sanat galerisi ile beraber 75.000’den fazla ziyaretçiyi İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı ve İstanbul Kongre Merkezi’nde buluşturdu.
Gazete, katılmamız mümkün olmayan manipülatif bir iddia olarak şunları dile getiriyor: Contemporary Istanbul, Avrupa, Balkanlar ve Orta Doğu’nun en iyi çağdaş sanatını Istanbul’a getiriyor. Kaçırılmayacak bir buluşma noktası olduğu kadar en genç ve canlı sanat ortamına sahip, çağdaş sanatın geleceğini elinde tutan Istanbul’u keşfetme fırsatı sunuyor. Plugin Yeni Medya bölümü ile de çağdaş sanat dünyasındaki yepyeni ve yenilikçi gelişmeleri takip etme fırsatı yakalanıyor.
Bu sene Contemporary Istanbul, 8. yılında da ana sponsorluğa devam eden Akbank Private Banking, 3 yıldır ortak sponsorluğu üstlenen Yıldız Holding ve 2014 yılında ortak sponsor olarak katılan 42 Maslak ile yola devam ediyor.
Contemporary Istanbul Yönetim Kurulu Ali Güreli’nin sözleri ile “9. Contemporary Istanbul ile, yeni bir jenerasyon alanı ve sanat kuruluşu oluşturduğumuz için gururluyuz. CI, yeni ve çağdaş Türk sanatının kesinlikle arkasında duruyor. Geçmişe ya da bugüne doğru değil, geleceğe doğru ilerliyoruz. Bu yüzden de bölgedeki bütün diğer ülkelere kapımızı sonuna kadar açtık. Bölge derken geniş bir bölgeden bahsediyorum: Orta Doğu, Balkanlar, Kafkasya, Doğu Akdeniz ve tabii ki Avrupa.” şeklinde açıklıyor.
Bu seneki katılımcı galeriler arasında Galerie Lelong (Paris), Marlborough Galleries (New York),Rampa Istanbul (İstanbul), Emmanuel Fremin (New York), Galerie Javier Lopez (Madrid),Kashya Hildebrand Gallery (Londra), Galerie Kornfeld (Berlin), Galeri Nev (İstanbul), GaleriZilberman (Istanbul), Heis Gallery (Fukuoka-Japonya), Galeria Pilar Serra, Barbara Paci Art Gallery (Roma), Dirimart (İstanbul), Andipa Gallery (New York) ve yakında Istanbul’a da açacağı mekan ile Galleria Russo (Roma) yer alıyor.
http://www.radikal.com.tr/kultur/contemporary_istanbula_cok_yogun_ilgi-1230088
Bu senenin detayları:
CI EDITIONS – Sanat edisyonları için üretim, dağıtım ve iletişim platformu
Contemporary Istanbul, sanat edisyonlarının, çoklu sanatların farklı formatlarının, kavramsal boyutlarının sunulduğu, tartışıldığı ve paylaşıldığı yeni girişim ve inisiyatifi CI Editions’ı sunuyor.
Sınırlı sayıda üretilen özel edisyonların yaygın dağıtmını sağlayacak olan CI Editions, sanatın daha geniş izleyici grubunun yanı sıra yeni sanatseverler ile buluşmasında alternatif bir kanal yaratıyor. CI yarattığı bu yeni değer ile yeni koleksiyoner gruplarının da oluşturulmasını sağlayarak bir kez daha ayrıcalığını ortaya koyuyor.
CI Editions geleneksel baskı edisyonları fikrinden çok daha öteye geçiyor. Baskı (litografi, ipek baskı, dijital baskı) sanatçı kitabı, fotoğraf, video, heykel/obje, neon, ses ve diğer çeşitli alanlarda üretilen sınırlı edisyonların bir sanat eseri olduğunu açıklıyor.
Mustafa Horasan, Hale Tenger, Buğra Erol, Fırat Engin, Orhan Cem Çetin, Ali Emir Tapan, Ardan Özmenoğlu, Ali Taptık, Ahmet Polat, Erdoğan Zümrütoğlu, Gözde Türkkan, Book Lab, Seçkin Pirim, Ahmet Duru, Selçuk Ceylan, Sıtkı Kösemen, Özlem Günyol ve Mustafa Kunt, CI Editions’a özel sanat edisyonları üretecek sanatçılar arasında.
Yeni Medya Bölümü PLUGIN ISTANBUL 2. Yılında
Contemporary Istanbul’un en büyük yeniliği olan Plugin Istanbul Yeni Medya Bölümü sanatsal anlamda daha geniş bir alanı kapsamayı hedefliyor, sadece video sanatı değil, ses ve ışık enstalasyonları, etkileşimli ve jeneratif sanat işleri, iç mekan mapping projeleri, robotik tasarımlar, hepsi ve daha fazlası Plugin Istanbul'da yer buluyor.
Plugin Istanbul ile Contemporary Istanbul, ait olduğu çağın dışına çıkarak ziyaretçileri geleceğe yollamayı amaçlıyor. Geçen seneki büyük başarıdan sonra daha çeşitli bir içerikle ziyaretçileri karşılamayı hedefleyen Plugin Istanbul’un bu seneki katılımcı galerileri arasında, Galerie AKINCI, DAM GALLERY, URAStudio, Yellow Peril Gallery, Sedition, Kasa Galeri, Galeri MCRD, Musion Eyeliner, NOHlab, videobrasil, MOCC, Perte de Signal, Space Invaders, Zimoun Studios, Simon Heijdens, Epitome, Ouchhh, Kurye video ve Wiz katılımcılar arasında yer alıyor.
Çin çağdaş sanatına bir bakış
Bu senenin önemi Çin çağdaş sanatına veriliyor ve dünya çapında tanınmış Liu Bolin and Liu Dao gibi Çinli sanatçıları konuk ediliyor. Çin çağdaş sanatı konusu aynı zamanda CI Dialoguesprogramında “Gelecek Bugündür - Çin’de Çağdaş Sanat” ve “Çin’de Sanat Arenası, Piyasası ve Kuruluşları” oturumlarında yer buluyor. 2010’dan beri Çin video sanatı koleksiyonerliği yapan Dr. Michael I. Jacobs’ın gözünden Çin video sanatını görüleceği “Now You See” sergisi yer alıyor.
CI DIALOGUES Öteki sanatın gerçeklerini tartışmaya açılıyor
CI Dialogues konferans programı 2014 yılında da güncel sanatın uluslararası fikir liderlerini tartışma ve konuşmalar ile bir araya getiriyor. Plug-in Istanbul Yeni Medya Bölümü ve konuk ülke Çin’in de tartışmalar arasında yer alacağı konferans programının teması “The Other Art. Alternatives. Choices. Options” oluyor. Fuar alanında gerçekleşecek konferansta “Koleksiyonerliğin Geleceği”, “Çağdaş Sanatın Bugünü ve Yarını‘’, “Ses Sanatı” ve “Yarının Fuarı” gibi konular tartışılıyor.Sotheby’s International Yönetim Kurulu Başkanı Robin Woodhead, Christie Hong Kong Çağdaş Sanat Müzayede Müdürü Lauré Raibut, Artnet Kıdemli Başkan Yardımcısı Roxanna Zarnegar, Loop Sanat Fuar Direktörü Emilio Alvatre, CI Dialogues katılımcı konuşmacıları arasında yer alıyor.
Yeni küratöryel sergi; CI 90 MINUTE SHOWS
CI 2014 CI Program Direktörü Dr. Marcus Graf tarafından gerçekleştirilen etkileyici bir küratoral sergi sunuyor:
CI 90 Minute Shows, her 90 dakikada bir, bir sanatçının solo şovunun kurulup, sunulup, tartışılıp, kaydedilip, başka bir sanatçının kurulumu için tekrar boş bir alan bırakılarak oluşturulan bir mekan-sergisi. 50 m2’lik bir kutu biçiminde olacak olan alanda alternatif sunuşlar ve küratoral denemeler için aynı sürecin sürekli devam ettiği deneysel bir forum yaratılıyor. 20 sanatçı bir arada, fuarın dört günü boyunca zaman ve yer temalı kurulumlarını sergiliyor. CI 90 Minute Shows, değişimleri takip eden, sanatın çoğulculuğunu ve çeşitliliğini destekleyen dinamik ve yönlü bir platform oluşturuyor. Ali Emir Tapan, Mehmet Ali Uysal, Charlotte Stein, Lukas Ulmi, Fani Zguro, Ansen, Gentian Shkurti, Island 6, Orhan Cem Çetin, Anri Sala, Dora Garcia, Kajsa Dahlberg, Pipilotti Rist, Beyli Peter, Voldemars Johansons, Özlem Günyol & Mustafa Kunt, İsmail Necmi, Ozan Kerem Bayraktar, Buğra Erol, İrfan Önürmen, Fırat Engin, Mariam Natroshvili & Detu Jintcharadze, Anthony Laurut ve Fred Farrow bu serginin sanatçıları arasında yer alıyor.
ART ISTANBUL SANAT HAFTASI – 10-16 Kasım 2014 tarihlerinde sanata doyuyoruz. 10-16 Kasım 2014 tarihlerinde İstanbul’da, yerleşik sanat kurumlarının, galerilerin, müzelerin ve kültür kurumlarının düzenlediği etkinlikleri ortak bir yapı içinde, Türkiye ve uluslararası alanda duyurmaya hazırlanıyor. Art Istanbul Sanat Haftası; birçok kültürel aktivite, sanat etkinliği, çağdaş sanat sergileri, yeni kültürel sunular, tartışmalar ve eğitim programlarına erişim sağlayacak ve 2. Istanbul Tasarım Bienali ile aynı zamanda gerçekleşecek. SALT, Istanbul Modern, IKSV ve Sakıp Sabancı Müzesi, Borusan Contemporary ve Masumiyet Müzesi’nin de içinde bulunduğu 40’tan fazla kurumu ve Istanbul’daki galerileri aynı çatı altında toplayacak.
GLASSTRESS – Dünyaca bilinen sergi 2015’te 10. Contemporary Istanbul’a geliyor
Cam malzeme kullanılarak üretilmiş en iyi çağdaş sanat eserlerinden oluşan eşsiz bir sergi olan Glasstress, 53. Venedik Sanat Bienali’nin resmi etkinlikerinden biri olarak 2009 yılında hayata geçirildi. Venedik Grand Canale üzerindeki tarihi Palazzo Cavalli-Franchetti, Institute of Sciences and Letters binasında gerçekleştirilen proje 1950’li yıllardan günümüze kadar en önemli çağdaş sanatçılar üzerine odaklanıyor. Man Ray’den Rauschenberg’e ve Jan Fabre’den Mona Hatoum’a kadar birçok sanatçının eserleri projede yer alıyor
Contemporary Istanbul seçici kurulu tarafından seçilen Türk çağdaş sanatçıları, Glasstress Istanbul 2015’e dahil olacak. Seçilmiş sanatçılar Murano’daki Berengo Studio’da eserlerin üretimi için misafir edilecek.
2015 yılında ilk defa İstanbul’a gelecek olan serginin katılımcılarıysa; Jaume Plensa, Vik Muniz, Jan Fabre, Seçkin Pirim, Javier Perez, Koen Vanmechelen, Jean Arp, Tracy Emin, Orlan, Erdağ Aksel, Murat Morova, Ardan Özmenoğlu..
www.contemporaryistanbul.com
facebook.com/Contemporaryistanbul
twitter.com/Contemporaryist
http://www.radikal.com.tr/kultur/bir_sanat_gazetecisinin_piyasa_ile_imtihani-1231873
***
Kazım Karakaya’nın, Bursa’daki demir-çelik fabrikasında 5 ay boyunca çalışarak, atık malzemelerle ürettiği 11 heykel, ‘’Dönüşüm’’ isimli sergiyle Bozlu Art Project'te biraraya geliyor.
Küratör: Oğuz Erten
Şükran!...
Bugün Cumhuriyet'te çıkan haber nedeniyle onu bir kere daha anmamız gerekir. Adorno şöyle söylüyor : " (..) insan etine duyulan tiksintide, fanatikliğin, tembelliğin, tinsel ya da maddi fakirliğin aşağılanmasına kadar; yerinde davranış biçimlerinin ansızın iğrençliklere dönüştüğü bir hat vardır. Bu hem yıkımın hem de uygarlığın hattıdır. " Adorno'nun cümlesine ekleme yapalım : Yıkımın ve uygarlığın hattında gözün bakışını belirleyen temel etken 'açlık' kriteridir. Ruhun boşluğunu, nefsin açlığını ne saraylar ne de katedraller giderebilir. Şükran, erkek egemen toplumda sadece yüzümüze bir ayna tutuyor. Yaptıkları tartışılabilir; ancak tartışılmaz tek gerçek, Marks/Engels'ten itibaren kültür sorunu olarak algılanan ve bugüne kadar dile getirme gafletinde bulunduğumuz sorunun aslında sömürünün arkaik biçimini koruyup modern topluma intikal eden 'kadın' sorunu olduğu biliyoruz. Marks, "farkında olmayız ama gene de yaparız; değer, göğsünde bir yafta ile ortalıkta dolanmaz" diyor. Anlaşılıyor ki, ona duyulan irkiltici tepki ve korkunun nedeni, ahlakımızın temel değeri, moralimizi bozan meş'um hakikatının ta kendidir.
Biyografisine baktığımda 'Terme 1962' yazıyor. Demek ki 1979'da 17 yaşındaymış. 12 Eylül öncesinde bana elinde klasörüyle geldiği zaman ayağında postalları, günün koşullarına göre üstünde siyasi tercihlerini gösteren kıyafeti vardı. Posta idaresi mi tersane miydi tam hatırlamıyorum ama ekmeği ve hayatı için kendi başına bir mücadele veriyordu. Sanattan önce tanıştığı siyaset, kişiliğine nüfûz etmişti. Kararlı bir edayla 'ben ressam olmak istiyorum' dediğinde Şükran'ın tahmin ediyorum sanatla ilgili ilk tanıdığı kişi bizlerdik. Onun performanslarına anlam ve amaç kazandıran çok genç yaşta tanıştığı siyasettir; politik tavrındaki kararlılık kategorik bir üsluba dönüşmüştür. Bugün onu eleştirenler, fikir sahibi olmadıkları o ergenlik döneminin Türkiye'sini bilemiyorlar. Bugüne kadar tutarlılıkla sürdürdüğü tavrındaki o hiç yaşlanmayan meş'um hakikati es geçiyorlar. Bedri Baykam'ın 50. yıl kitabının tanıtım toplantısında Şükran Moral'la konuşurken kendisine şunları söyledim. Senin yaptığın işler hakkında genel bir kanâât sahibi olsam da yetişme koşulları nedeniyle yaptığın işleri başından sonuna kadar izlemekte güçlük çekerim. Oysa hakiki bir performans, yalnızca yıpranmış kuralları, çürümüş ahlaki formları darmadağın etmekle kalmaz. Kendisine ait şartların belirlediği hayatta yeni duvarlar ve değiştirdiklerinin yerini alan koşullara paralel ahlaki değerleri de kabul ettirmeyi başarır. Yeni sınırlar yaratarak sen bunu yapıyorsun. Marks, Kapital'de proletarya için 'bilmiyorlar ama yapıyorlar' der. Senin radikal karşı çıkışın da görünen amacının, hatta varoluş bilginin ötesinde toplumun ontolojisinde bir değişim imkanını zorluyor. Muhasebeye yol açıp zihinde katmerleşen bir projeksiyon yaratıyor. Şiddet toplum denilen örgütlenmenin her yerine sirayet etmiştir. Ancak üreme denilen eylem, iyi/kötüyü yaratan, kutsalı ve dehşeti birarada tutan moment, kadın/erkek birlikteliğinin sonucudur. Agrandise ederek topluma düşen, üstümüze yansıyan görüntü, tertemiz elbiselere sıçrayan 'kan' hiç mübalağlı değildir. Hiçbir demokratik müdahalenin düzeltemeyeceği eşitsizliği doğuran olayın nosyonu, ifşa ettiğin sırların mefhumu, bizi sarstığı gibi çok kişiyi de rahatsız etmeden bu çarpıklıklar tartışmaya açılamaz. Ahlak, gerçekle değil, toplumsal ben'in şizoid hakikatıyla kurulan bir temas olduğunda, mutabık kalınacak demokratik uzlaşma imkansızlaşır! Sana duyulan tepkide parantezde tutulan neden budur!
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kultur-sanat/137759/Paris_te_son_sansur.html
***
Sanat eleştirmenleri bakar; temele eseri koyar ve yazar. Bizse eserlerin ait olduğu ve hatırlattığı dünyaya -aradaki inanç farkını/epistemolojik mesafeyi koruyarak- bakıyoruz. Bunun için belki gayri mütenasip, keyfe keder bir seyir denilebilir. Sanat gibi öznel mi öznel bir alana atbaşı/parelel giden tarafsız bir iştiraktan bahsediyoruz...

Basın bülteninde yazmasa da bu serginin küratörünün Bedri Baykam olduğunu biliyoruz. '80'ler ,Türk Çağdaş Sanatının Devrim Yılları' başlıklı serginin davetiyesinde küratör, her zamanki iyi niyeti ve saf inancıyla 'Onlar, sanatsal ve siyasal duvarların bahanelerine sığınmadan Türk çağdaş sanatının çehresini değiştirecek fitili ateşlediler' diyor. Çocuğun mazbut, lakin ahalinin kurt olduğunu bir bilen olarak biz, Bedri Baykam kadar masum olamıyoruz. -Evrenselde ya da yerelde; sanatta her on yılda döneme damgasını basan bir, en fazla iki kişiden bahsedebiliriz. Doğru zamanda, doğru yerde bulunma şansına sahip olan diğer kişiler ise adına 'devrim' denilen dünyadaki böylesine upuygun şartların tezahürünün korosunda yer alırlar. Müşterek olmaktan bigâne aklın eseri olan periyodik dönüşüm, çoğunluğun ancak 'takipçiler' olarak oyuna katılmalarına izin verir.. Ne var ki, gene de, 'devrim', yiğitler, kahramanlardan önce, Marks'ın dediği gibi sermaye birikiminin olgunluğuna ihtiyaç duyar.. Eğer, mazlumlarla zalimler aynı gemideyse ve sanat, siyasetin derinliklerine nüfuz etmiş bir adaletsizliğin hesabını aşikar bir şekilde sormaktan acizse her şeyin olduğu gibi bu durumun da elbette ekonomik nedenleri vardır. 'Tevazu gösterme sahi sanırlar' lafı önemlidir.. Yokluk yıllarında her şeye karşın ayakta kalanların tarihi, bugün de süren feragatlerin tarihidir..
1980 kuşağı ressamları, geleceği umut ederken yitirdikleri geçmişlerini bugün bu sergi vesilesiyle yeniden arıyorlar. Ancak bu kuşağa baktığımızda genelinde dönemin ruhuna uygun apolitikleşme sürecinde sadece yenilgi, çözülme ve hiçleşmeyle karşılaşırız. Bu davetiyede yazan bilgileri 'gerçek' kabul edersek -şair Heine'nin söylediği gibi 'büyük acılardan küçük şarkılar yaparım' kadarıyla- tarihteki gerçeği tahayyülümüzle sınırlamamız gerekir; batıl inanç, kurulan hayallerin sonucudur. İçinde yer almaktan onur duyduğumuz 70 kuşağının ciddiyet ve fedakarlığına karşın 80 sonrasında gemisini kurtaran kaptandır. Apolitikleşen kişileri ve 'halk' tanımını amorflaştıran kavramlarıyla tüketime endeksli, hüznü ve neşesi kendinden sevinç ideolojileri yaratılmıştır. Gösteri toplumu, ürünlerinden önce şaşkın müşterilerini ve zıpırlığın teorisini behemahal üretir; bu olguysa sosyal ağlar kadar yenidir. Böylesine bir yeniden mustarip olanlarca, eskinin diriltilmesi, buradaki isimler aracılığıyla geçmişin yeniden yazılması da, politik anlamda romantik bir hatırlatmanın ötesinde anlam kazanmıyor. Şayet öncesi ve sonrası hakkında olumlu bir şey söyleyeceksek bu, '1980'lerde sanat, kendi misyonunu eğer kusursuz olarak gerçekleştirebilseydi, bu sonraki (müteakip) kuşakların ölümü olurdu' dememiz kafidir.. Radikal değişimin ne menem bir yabancılaşma yarattığı ortada. Herkesin elindeki sermayeyi teşhir etmesi günümüzde olağan bir davranış normu; ancak benzerlerini ararken aynılığı yaratan da ruhsuz bedenlerdeki ikameci bakıştır. Aradığımız özgünlük ve bireyselliğin zamansallıktan öte; kamuda görünmeye vesile olan ereklerin hakiki ve müzakere değeri olması gerekir. Metris'te Bayrampaşada Diyarbakır ya da Ulucanlar'da süren zulmün devam ettiği yılları konuşuyor ve sorumluluk, fedakarlıklardan bahsediyoruz. Paralel evrenlerde, farklı mekanlarda verilen kültür mücadelesinin ne kadarı dönemin ruhuna uygun direniş özellikleri taşıyor? Ancak her on yılda tek ismin akılda kalmasının tabii ki nedenleri var. Zaman, hepsinden önce siyasal mücadelenin ve süreçte kırılmalara neden olan politik/acıların eseri. Resim, edebiyat, sinema/tiyatro gibi yapıldığı bağlamdan özerk güncellenen anlatıların toplumun psikanalitik düşünme süreçlerinde, metne/retoriğe dayalı kavrayışların biçimlenmesinde, hatta tarihin her an yeniden yazılmasında ve malum diyalektiğin yön değiştirmesinde önemi büyük. Yaptığımız işleri ilettiğimizde hazır bir gramer kullanırız. Hepimiz belirli bir dil topluluğunda doğmuşuzdur; her birimizin gerçekliği algılıyışı verili değerler üzerinden yaşadıklarımız aracılığıyladır. İçine doğduğumuz 'dilbilgisi' ne kadar belirlenmiş olursa olsun onu üretimimizle olumsuzlayarak bozar ve diyalektik olarak (Marks, 'bilmiyorlar ama yapıyorlar' der) geliştiririz. Sanat eleştirmenleri eseri yazar; bizse eserlerin hatırlattığıyla dünyaya bakıyoruz; bunun için belki gayri mütenasip, keyfi/şahsi bir müşahede, keyfe keder bir seyir denilebilir. Öznel mi öznel bir alana parelel giden tarafsız bir iştirak. Bunca söze karşı gene de 'ne/neden/nasıl?' derseniz bu serginin katalogunda 54 sayfa boyunca o nedeni ve döneme damgasını vuran kişileri, toplumsal yanılgıları ve bilinç kırılmasındaki bilmeden yaptığımız dönüşümü, savunduğumuz o teorinin hata payını anlatmaya çalıştım. Sergi 5 Kasım'da Piramid Sanat'ta açılacak.
***
Türkiye'de Binnaz adlı şarkısıyla tanınan şarkıcı Ciguli hayatını kaybetti. Hürriyet gazetesinin haberine göre bir süredir doğum yeri olan Bulgaristan'da yaşayan ve daha önce kalp ameliyatı geçiren Ciguli, 31 Ekim Cuma günü saat 21.oo- sularında yaşama veda etti..
http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/paparazzi/27497989.asp
Çare, Ciguli.
— A. Sinan Güler (@astandsabdullah) 16 Mart 2014
Ciguli ölmüş; herhalde en çok üzülenlerden bir ona olan saygı ve sevgisini 'Çare Ciguli' tweetleriyle ifade eden ve sosyal medyada politik bir farkındalık yaratmaya çalışan sanatbilimci A.Sinan Güler olacaktır. Sanatbilimci dememize itiraz edebilir; ancak sanat tarihçileri, geleceğe olmasa da geçmişe doğru 'bilimsel bakış' gerçekleştirdikleri iddiasındadırlar. Hayalperest, kadirşinas olmaktan ziyade bu da onların bilimci olarak anılmaları için keyfi değil kafi nedendir..
***
Nereye gidiyorsan git; her yerde aynı kavgaları verecek, dar mezhepçi yaklaşımınla aynı hüzünlü hikayeyi yaşayacaksın!
Fikirler, kendilerini diğer insanlardan başka görenleri bazen mazlumlaştırır; şartlar müsait olduğunda da canavarlaştırır.. Hangisi olursa olsun; seçkinci ya da müşkülpesent olmanın manası yoktur; üretim retoriğinden doğmayan 'akıl', iyi şeyleri taklit etmek için yaparak değil bakarak öğrenmiş ve her zaman dışarıdan ikame edilmiştir. Arzular, zaaflar biyolojik/psikolojiktir. Ancak 'ihtiraslar' süreç akıllıca yönetilirse sosyolojik zeminde taraftar toplar. Hükmedilen kitleler tarih boyunca, hükmedenlerin ahlakıyla uyuşturulmuşlardır. Eşitliği/adaleti, hukuku kutsayarak onu kendisinin paradosine dönüştürmekle kalmayıp menederek yeniden yaratan bir düzenin küllerinden doğacak farklı taleplerin yarattığı düzenler de çıkış noktası 'ezilmişlik' olduğunda mutlaka aynı rejimi ve söylemi sürdüreceklerdir. Yönetenlerin kendi aralarındaki muazzam uyum ve doğal işbirliğine karşı muhalefetin, muhalefet olarak kaldığı süre içinde çok sesli olması normaldir. Şimdi bir fırsat vardır. Ya insana rağmen ekonomik azmanlık hedefi ya da hemen şimdi daha çok demokrasi! Sosyal demokrasi jargonu gereği devlete karşı 'daha çok toplum' der ve 'insan'ı öne çıkarır.. Mürettebatın zihnine ve CHP'nin altı okuna 7. olarak eklenmesi gereken bizce insandır. Özgür düşünen insan fark yaratacaktır. Geçici işsizlik çağından yapısal işsizlik çağına geçtiğimiz dönemde bireyin sosyal ağlar üzerinden kendini daha bir cesaretle ifade etme ve sesini duyurabilme imkanına kavuşmasında; ortak bilginin evrensel müştereklerden etkilenerek devlet karşısında özgürleşme taleplerinde, birinin fetih dediğini diğerinin işgal olarak nitelemesinin vazgeçilmezliğiyle toplumların emperyal tasallutlarlardan kurtulma beyanında, sanatçıların, netle, ağlarla fikir üretenlerin görünür olma şartlarının perdelenmesinin aşılmasında, iktidarların maruzatlarının tartışılmasında; teknolojik olanakların gelişmişlik seviyesine karşın, daha üst bir 'akıl' tarafından uyuşturulmamış, toplumsal kimliğin temelindeki öznelliği üretebilecek kabiliyette zeki ve eğitimli bireylere ihtiyacı vardır. Emine Ülker Tarhan'ın istifası, çeşitli eğilimleri barındıran CHP'nin ilkesizlikle suçlanmasının ardından gerçekleşti. Sırada başkaları da var. Ancak bana sorarsanız, farklı görüşler, hatta hizipler CHP'yi zenginleştirir derim. Herkesin herkesle savaşının önünü kesecek olan sosyal demokrasidir; onun için de önce partide, sonra toplumda gerçekleşmesi gereken bir ideal, çağdaş gelişmenin ve eğitimin olanaklarından yararlanmasını bilen, teorik ve pratikte 'insan' olma bilinci ve özgürlük ideolojisidir..

Emine Ülker Tarhan'ın istifa etti. Peki, gideceği yer neresidir? Marjinal gruplar mı? Eğer partide başa çıkamadığı yanlışlar için bunu yapıyorsa, gene örgüt içinde mücadelesine devam etmesi gerekmez miydi? Eğer ilkelerin adına içinde binlerce insan olan CHP gibi bir teşkilat içinde mücadele etmek güç geliyorsa, içinde milyonlarca farklı görüşü barındıran ülke içinde mutabık olmadığı diğer fikirlerle nasıl mücadele edecek? Bir milletvekili için istifa etmek bir güç gösterisi değil, aksine bir zafiyet belirtisidir. Tarhan bence bu tutarsız davranışı, ilkesiz durumu yeniden gözden geçirmeli derken Link EÜT'nın yangına körükle gittiğini üzülerek okuduk. Tarhan'ın agresif savunmasına karşın diğer cenahta ise her şey sarih görünüyor; aradaki yorum farkıysa dikkat çekici. Gerçi bu tür haberler belli ölçüde ABD çıkarları ve manipülatif stratejisiyle ilgilidir ama dünyanın ilgiyle izlenen saygın yayın organı New York Times 'da bugün çıkan bir haberin kendisi haber olacak kadar düşündürücü. Bu eleştiri kokan yazı, acaba elinde beyzbol sopasıyla rol kesen Obama'nın siparişi ya da kıskançlık belirtisi miydi? NT'de yeni Saray 'ın yaklaşık 1000 oda, son model bir yeraltı tüneli sistemi ve anti-casusluk teknolojisine sahip olduğu ve Beyaz Saray, Kremlin ve Buckingham Sarayı’ndan daha büyük olduğu belirtiliyordu. 100 milyon dolarlık camiyi görmezden gelseler de 350 milyon dolarlık sarayın yanında 200 milyon dolarlık uçak da zenginleşen Türkiye'nin ihtişam ölçüsü olarak haberde yer aldı. Bu eleştirilere cevap konunun muhatabı uzmanlardan ve rakamlarla ilgi gerçek açıklamanın yanısıra ABD'nin mahal verdiği kara propagandanın karşı bildirimi Akif Beki gibi en yetkili ağızlardan yapıldı. Kıskançlıklara neden olan zafiyet, politik olmaktan ziyade Avrupa için ontolojikti. Artık Batı dünyası, siyasetçilere yapılan yatırımı, mazbut ailenin nankör çocuk kontenjanından değerlendiriyor, karizmaya yapılan bonusu karşılığını alamadıkları yatırım/harcamalar kaleminden kabul ediyorlardı. Bush, Berlusconi, Tony Blair örneklerini düşünürsek haksız da sayılmazlar. Gerçi onlarda olan skandalların fevkinde sansasyonlar bizde de olabiliyor. Bu hafta ülkenin gündemine bomba gibi düşen bir başka haber ilerleyen ülkenin geri kalmış sınıflarıyla ilgiliydi; Ermenek'teki maden kazası ve Isparta Yalvaç'taki işçileri taşıyan kamyonetin devrilmesiyle yoksul proletaryanın aczi gözler önüne serildi. Her iki kazada da 18'er kişi öldü. Çalışma Bakanı Çelik, madenlerin yetersizliklerinden dolayı kapatıldığında onlarca kişinin aracılık ederek açılması için baskı yaptığını söylüyordu. Çünkü bölgede fabrikalar kapasitesiz, emekçiler ve çalışmak isteyen nüfus çaresiz, müteşebbis sermaye ise yetersizdi. Burjuvazi, işçileri besleyecek ölçüde yatırım yapamıyordu. Yalvaç'ta şarampole yuvarlanan kazada ölen işçinin gündelik maliyeti işverene 70 lira olduğunu söylüyor yöre halkı; bunun yarısını 'dayıbaşı', diğer yarısı işçi alıyor. Bu tür çalışma yöntemleri hiyerarşiye karşı koymaz ve örgütlenme bakımından devleti tehdit etmezler; sendikaların kazandığı rant değeri makulleştirdiği ölçüde sosyal güvencesi olmayan emekçiyi çalıştığı müddetçe helak etmesinin dışında -öngörülemez kazaları dikkate almazsak- mustahsillere arasındaki rekabet ortamında kıskançlık alametleri de oluşturmazlar. Ne elma toplamada çalışan işçiye yapılan insafsızlıkla ne de 'işçinin yemeğini öğle molasında madende yemesi kadar üfürükten bir nedenle kazalar açıklanamaz. Usul değil, esası ilgilendiren yapısal nedenlerle karşı karşıyayız. Finansın üretime değil de az gelişmiş ülkelerde saltanat için tüketim ve doğayı istimlak ederek toprak rantına yönelmesi eski bir sorundur. Bunlara çare olacağı düşünülen CHP'nin eğer böyle bir iddiası varsa her şeyden önce çağdaş, her kesime saygılı ve insiyaki melekeleriyle demokrat bir parti olabilme isteğini beyan etmelidir. Ulusalcı, sosyalist, liberal ya da muhafazakar, proletarya ya da burjuvazi; kimseye diktatörlük uygulamadan, hepsini asimile etmeden yaşama hakkını verecek CHP' nin öncelikle teoride ve pratikte sosyal ve demokrat olma bilgisi ve kararlılığı önemlidir. Kanaatler zaman içinde konjonkture göre farklılaşabilir. Ancak CHP' yi, kendi gibi olmayanlara barınma hakkı tanımayan diğer partilerden ayıran tek fikir özgürlükçü, modern ve partinin sosyal demokrat perspektiften ufki bakışı gerçekleştirdiği demokrat çizgisi olmalıdır. Hukuk, Paşukanis'in iddia ettiği gibi güçlünün hakkı, devrilmiş olan zümrelerin kaderi olmamalıdır. Otoriteye karşı çıkış, devletçi gelenekten değil, sermayenin ihtirasına, EÜT gibi fikren monarkların özlemine karşı mutlaka tabandan yükselecektir. Bana sorarsanız, toplumsal üretimi gerçekleştiren tüm sınıflara ihtiyaç duyan modern devlette kitabi anlamıyla 'çağdaşlık', önce parti içinde daha sonra da ülke genelinde uygulaması gereken temel görüş ve esas ideoloji olmalıdır derim. Negri'den ilhamla; saygının gücü, sevginin birlikte tecrübe ettiğimiz hayattaki kudreti politikanın pekala ontolojisi olabilir diyebiliriz. Varoluşumuz 'zaman', algılarımızı eşitleyebilir. Evet, 'Ortak Zenginlik', değişen CHP'nin yeni sloganı olmalıdır.
***
Istanbul, Contemporary Istanbul 2014'e hazırlanıyor..
Geçtiğimiz Nisan ayında online bir platform olarak kurulan ve Türkiye çağdaş sanat ortamına bir ivme getirmeyi hedefleyen artnivo.com, Contemporary Istanbul 2014'te LK606 No'lu standda, temsil ettiği 26 sanatçının fuar için özel olarak ürettiği işleriyle izleyici ile buluşuyor.
Contemporary Istanbul'daki standda artnivo.com'un sanatçılarından Aslı Sungu, Burak Dak, Burak Ata, Can Akgümüş, Çağrı Saray, Emine Şenses, Engin Beyaz, Erdal İnci, Eylül Ceren Ersöz, Hasan Deniz, Hayal İncedoğan, Jacqueline Roditi, Leyla Emadi, Manolya Çelikler, Melis Ağazat, Mustafa Albayrak, Öykü Ersoy, Özer Toraman, Özge Enginöz, Sabo, Seçil Erel, Selin Balcı, Sibel Diker, Sinem Karaduman, Zeynep Akan ve Zeynep Beler gibi isimlere rastlayacağız.
13-16 Kasım tarihleri arasında Lütfi Kırdar Kongre Merkezi ve ICEC'de gerçekleşecek olan CI'14 için artnivo.com ekibi özel bir sunum gerçekleştirmeyi planlıyor. (Basın bülteninden)
***
Erdoğan, ''Şunun üzerinde iyi düşünmemiz lazım: Bu tuzağı veya bu tezgahı kuran muhtemelen başka bir mantık var. Yani şu anda PYD’nin mantalitesinin bu kadar güçlü olduğunu ben düşünmüyorum. Muhtemelen daha üst bir akıl var. Onu artık siz düşüneceksiniz.'' dediğinde tepki toplamıştı. (Link) Oysa yalnız PYD konusunda değil; kendi kaderimizi belirleyen ve dünyanın değişim arşivini yöneten bir üst aklın nerelere kadar sızdığını, her haneye tasallut eden emperyal beynin nerelere uzandığını bu makalelerden ve çevirilerden sonra daha net anlıyoruz. İnternet sistemi, ağa bağlandıktan itibaren her birimiz için muazzam bir tehdit. Sadece bilgisayarlar değil, web üzerinden yönlendirmeye açık telefonlar, kullandığımız araçlar, izlediğimiz televizyonlar ve elektronik kullanan tüm eşyalar; gözlerini dikmiş bizi izliyor. Kişi için mahrem bir alan yok. Eşyayı ya da bir sisteme başvurup hizmeti aldığınız andan itibaren bu tehlikeli dünyanın kategorik bir öznesi, suptil bilincinizi, tüm hareketlerinizi takip etmesine izin verdiğiniz sistemin bir piyonu oluyorsunuz. Dünya gerçekten şeytani aklın egemenliğinde çok tehlikeli bir egemenlik alanı. Mutlaka okuyun!
http://www.sakareller.net/insan/baris/internetler.pdf
***
Mühendislerin masum tahayyülleri zoraki işbölümü içinde doğal sınırları aşar. Modern bir gerçeğe dönüşerek hayata ait bir mekanı ya da bir oluşumu göz göre göre sabote eder..
***
Ali Dayı bugün ne giydi?
Hem bulunduğumuz şehre sor , hem içinde yol aldığımız kafileye ; emin ol ki biz cidden doğru söylüyoruz .. 12/81
Görüneni entelijansiya kabulde zorlanıyor. Çünkü, soyutun bulanıklığı işlevsel; kavramın anlam karışıklığının bir nedeni var. Kaosun keşmekeşinden herkes memnun. Sorun, Batı uygarlığının kendini yeniden üretememesi.. Amaç, yıkımın perdelenmesi . Çöküşün gizlenmesi hüner ister. Hegel, 'gerçek olan hakikattır' der. Bugün hakikat perdeleniyor. Her doğan ölümlüdür ; ahir zaman bilgisi çürüyen cesetten bir öncesini gösteriyor. Greenwich zamanın efendisi değil; sermaye kendini yenilemiyor, bilgiyi yeniden üretemiyor .. Bilge'nin ömrünü doldurduğu bugün, tek çıkış yolu kalıyor meczubu oynamak, yani şarlatanlık. Onlar da öyle yapıyorlar. Simurgların konduğu doruk artık bir göçük. Sürekli söylüyoruz; artık ne gerçek bir öğreti, ne bir bilgi, ne de öğrenilmesi gereken bir ders kaldı ortada; kültür endüstrisi çöken rejimine payanda, görüntülerini temizlemek isteyen şirketler yalanlarına ortak arıyor.. Ünlü sanatçılar, uyanık küratörler, akil eleştirmenler, ruhsuz sanat tarihçileri, oryantal kültür editörleri kendini meşrulaştırmaya çalışan sermayeye, kültür hamisi bankalara, sanat rejimi kralla soytarılarına emanet.. Marks'ın Kapital'in önsözünde dediği gibi : Niye gülüyorsun? Anlatılan senin hikayen!