Suzan Batu • Bedri Baykam • Bubi • Server Demirtaş
Serhat Kiraz • İrfan Önürmen • Bünyamin Özgültekin • Yusuf Taktak
Bugün Neler Yapıyoruz? sergisi, Piramid Sanat-Taksim, 4 Kasım – 27 Aralık 2015
Onlar, "Neler yapıyoruz?" dediler. Ben, neler düşündüğümü; hayat hakkında kuşkularımı ve her zaman söylediklerimi felsefenin perspektifinden yazdım! Sanatsal değerlendirme, uzmanların, sanat eleştirmenlerinin işi; bizim içinse bu sergi, 1980'den bugüne geçen sürecin sosyal araz ve erdemlerini gözden geçirmeye ve dünyadaki değişimi yeniden düşünmeye vesile oldu..
Toplumda, sınıflar elbette ki mevcuttur ama insanların yaşam gailelerini, sosya-psikolojik durumlarını, travmalardaki davranışlarını, darbelerden önceki ve sonraki duruşlarını, cesaretlerini, endişe ya da beklentilerini sadece sınıf siyaseti açıklamaya kafi gelmez; hayatın bizim ritmimiz dışında bir ereği, tarihin sert yasaları, katı olanı buharlaştıran; sıçramalar ve fırtınalarla engebeleri, eşikleri aşmamıza neden olan kişisel ve toplumsal bir termo-dinamiği vardır.
Stendhal Sendromu'na 'sanat zehirlenmesi' reaksiyonu diyorlar. 12 Eylül kuşağından sanatçılara ait bir serginin 1980 darbesinin şiddetine maruz kalmış kuşaklara, sınıf mücadelesi dahil, endüstri toplumunun realitelerini; bugünkü zaviyeden düşündürdüklerini okurken bu terimi aklımızda tutmamızda yarar var; çünkü hayat, sanatın, sanat da, -aracılık ettiği düşünce süreciyle- hayatın yerini almıştır : Bugün Neler Yapıyoruz?
Birey olmanın cüreti, toplum olmanın neşesiyle birleştiğinde hayatı olumlarız. Eğer insan, hayatı değil de negatif metaforlarla (feda-feragat ya da başka bir şey) kendine ya da birilerine ait ölümü onaylıyorsa, sorun öncelikle ideolojik değil psikolojiktir..

Antik Yunan ve Roma'nın ağaçtan aparatlarını, tahta işçiliğini saymazsak, metal parçalarıyla yapılan ilk teknolojik aygıtların imtiyaz sahibi çilingirlerdir; onlar, ufukta beliren sanayi devrimini, dokuma tezgahı mucitlerinden çok daha önce haber verdiler. 1490'da Nürnbergli bir kilit ustası olan Peter Heinlein, zembereği icat etti. Aynı mantıkla çalışan saatlerin ağırlıkla işleyen mekanizmaya bağlı sarkaçları ve sekteli rakkas dişliler bulundu ve kilitlerdeki zembereğin imkanlarıyla birleştirildiler. Kilisede papazı dinlerken kürsünün üzerinde sallanan lambanın salınım zamanının sabit olduğunu farkeden Galileo Galilei, sarkacın salınım periyodunun, -ağırlığına ya da genişliğine değil de- kolun uzunluğuna bağlı olduğunu anladı. İlk çalışan sarkaçlı saat, 1656’da Alman astronom Christian Huygens'in imalatıdır; peşisıra dakika ve saniye kolları olan akrep ve yelkovanlar eklendi. Balans yayının geliştirilmesiyle masa; ardından cep saatlerinin fabrika ortamında üretimlerine olanak verildi. Sarayların en nadide salonlarına, şehirlerin meydanlarına, nezih insanların bileklerine layık görülen saatler, yakın tarihimizin öncü makinalarıydı; ama 'machina' teriminin Latince kullanımının en eski bilinen örneği MÖ 2. yüzyıla denk düşer. Sözcük, ilk olarak İrlanda, Ennius yerleşim bölgesinde bir mancınık için telaffuz edilmişti. Machina multa minax minitatur maxima muris: Surları korkunç biçimde tehdit eden bir makina! Son derece politik imalarla dolu bu cümle, post modern dünyanın neşe ve öfkesini anlamaya çalıştığımız bu yazıda bizim için kuvvetli bir dayanak noktasıdır.
Hiperekspleksi, Fregoli, Munchausen, dissosiyatif füg; Capgras ya da Cotard sendromu; hepsinde, dispositifle devletin hayatlaşmasına, bedenin makinalaşmasına göndermeler yapabiliriz. Ruh sağlığından şüphe duyduklarımızın tümü, düşünme biçimimizi sekteye uğratan aykırı bir aritmetiğin üyeleridir; bizi programlayan aygıta dair içten, özgün ama kabul edilemez itiraf ve itirazlarda bulunmuşlardır... Toplum, insanların delirme nedenin, toplumun bizzat kendi olduğunu gerçeğini es geçer..
İçinde yaşadığımız hayat, artık sadece uzman anlatımlarıyla anlaşılır oluyor. Toplumun imanı haline gelen psikolojik bakış, insanın, yaşadığı topluma yabancılaşma hakkına tasallut eder. Bozulmadan doğasının korunabileceğini varsayar. Ruhun özgürlük arayışlarını tedavi etmek, toplumsala başeğmek durumundaki insanın çaresizliğidir. Havayı, denizi; toprakla birlikte emeği ve hasadını cüretkarca özelleştiren Kapitalizm, her şeyi olduğu gibi umudu, ısdırabı, acıyı ve cezayı da sektörleştirmiştir. İnsanın yaşayıp elde ettiği tecrübesini, aktardığı bilginin tahakkümüyle baskılar; talim/terbiyeyi, maarifin marifetlerini yaygınlaştırarak insanı, tecrübelerinin araçları olan uzuvlarına yabancılaştırır. İşbölümünün olduğu yerde hiçbir ideolojik tasarım bir eşdeğerlik tablosu tanzim edemez; işlerin paylaşımı, toplumun tek bir beden olarak çekeceği cezanın bütünü demektir. Psiko her arâz, aynı zamanda psiko-sosyal bir uyumsuzluğun, beşirden, beşeriyete-beşere ters dönmüş tepkisidir. Modern yaşam, insanın tüm organlarına yabancılaşmasını meşrulaştırır. Makina ile İnsanın irtibatı vektörel bir ilişkidir. Bu anlamda makina doğaya karşı konuşlanan öznenin maşası değil, yönü ve ilham verici koordinatlarının tersine özneleşme sürecinde iktidar biçimlerini yaratan, devletin kullanıcısına potansiyel sağlayan bir tertib, kabuklu bir oyun aracı, çok boyutlu asamblajıdır. İnsana ait bir cevherin çukuru, Spinozacı bakışla doğal bir kudretin matrisidir. Yunanca mechane, Latince machina, Hint-Avrupalı hipotetik 'magh' kökün etimolojisinden geldiği iddia edilir. Almanca'daki mark/öz, Hintçe magha, Farsça magu, dünyanın çekirdeği anlamındaki magma; hepsinin temelinde güç, kuvvet, öz'ün semantik alanına gönderme yapar. Silezyalı dokumacıların eylemi, tarihte ilk proleter direniş diye geçer. Aklı elinden alınmış bir hibrit, mekanik zekaya monte edilmiş köle, çalışan bedendeki implant olarak gördükleri makinaları, zaman zaman işçilerin nasıl tahrip ettiklerini biliyoruz. Butler'ın 1872 tarihinde kaleme aldığı ütopya, bambaşka bir hukuk istemine sahip bir halkı anlatır. Erewhon adlı ülkede, insan dışında onun emeğini taklit eden hiçbir mekanizmaya müsaade yoktur. Eser, kendi alanında bir ilki gerçekleştirmiştir. Hobbes'in Leviathan'ını tepetakla eder. Devleti öne çıkaran tüm acımasızlık kuramlarına, Darwinci, hatta Markscı teorilere karşı çıkar; kuvvetli bir sanayileşme eleştirisi getirir. Samuel Butler, iki farklı kitaba bölünen öyküsünde makinalar kendilerini yok etmesin diye, makinaları imha eden işçileri anlatmaktadır. Eserin ilk perdesinde, metaforu kuvvetlediren bir saat makinası, bir grup işçi tarafından kötülüklerin sergilendiği müzeye kaldırılır. Zamanın icadı, insanın ilk günahıdır. Her günah, bir semptom olarak toplumsalın biyopolitikasında bir yazılıma dönüşür.
Makinaların anarşist kullanımı, refah toplumu için Marksizmin yangına körükle giden çağrısından elbette ki farklı olmalıdır. Proletarya Diktatörlüğü kavramının merkezinde, huşu dolu merkezi bir disiplinle müreffeh toplum inşa etme isteği vardır. Terimden, üretimi arzulayan kadroların, çalışma düzenine yem olan öznelere vermek zorunluluğu hissettikleri nesnelerin üretimini anlıyoruz. Tüm hüsumetlerini burjuvaziye yönelten sınıf bilincine sahip işçiler, yeni bir sınıf olarak eskilerin mevki, zenginlik ve sosyal imkanlarını, itibarlarını almışlardır. Bireysel mülkiyeti, zümresel kazanımlara çevirmişlerdir. Teorik zırhlarıyla fabrika düzeni ve makinalar lehine eşya rejimini örgütlerken öncelikle kişisel iktidarlarını idame ettirme becerilerini de pratikte geliştirmişlerdir. (Marks, Felsefenin Sefaleti'nde bunu öngörür ve süreci militan bir kuruculuk olarak değerlendirdikten sonra 'kendisi için bir sınıf olarak kendini kurar" der.) Ne ki makinalar, işçinin işini yaptıkça, insanın özgürlüğe ve doğaya daha çok yabancılaştığı uzuvlar olmayabilirdi de; yardımcı aparatların üretimi yerine, siyasetin istisnai yasalarla ihlal edilmiş sınırlarını, insan duygularını oyunun dışarısında bırakarak daha hafif çizilebilirdi. Tüm mekanize cihazlardan ve elektronik tertibatlardan, çarkların, dişlilerin fabrikalaşmadan yaşayabildiği ortamlardan, insana rağmen adil bir toplumun örgütlenmesi ereğiyle mesafeler korunarak yararlınabilirdi. Gene de umut vardır; doğru bir siyaset felsefesi, sömürüsüz hayatı düşünmemize aracılık edebilir, soyut emek sürecinin hak ihlallerini, birikimi yok etme pahasına aşabilirse, teknolojinin bireyle amacını aşan siborgyen kaynaşmaları ve iktidar fazlasını dayatan panoptik bakışın nezaretini denetim altına alabilir; bu, pekala mümkündür.
Onbeşinci yüzyıl başında Timur'a elçi olarak gönderilen Kastilyalı Klaviyo, kilit sistemli parçaları ahşaptan yapılmış takılıp sökülen bir camiden söz eder. Kelime 'Cizreli' demektir: Artuklu bilginlerinden El-Cezeri'nin, dört sürgülü dönmeli, öteleme kilit çizimlerine orada rastlıyoruz. Kitab-ül Hiyel, (Makine Yapımında Yararlı Bilgiler ve Uygulamalar) adlı muhteşem yazması, yaklaşık 1157 tarihlidir. Onun, sibernetiğin ilk eserleri diyebileceğimiz humoratif oyuncaklarından esinlendiğini söyleyebiliriz: 'Satranç oynayan Türk' adlı otomat, Cizreli'den yüzyıllar sonra ilk defa Viyana'da İmparatoriçe Maria Theresa'nın hizmetinde çalışan mekanikçi Wolfgang von Kempelen tarafından 1800'lerde yüksek bir mühenislik başarısıyla uygulanmıştır. Edgar Allan Poe, otomat hakkında yazdığı "Maelzel's Chess" adlı tanıtım yazısında mekanik Türk'ü şöyle tasvir eder: Zaferi gördüğünde kafasını sallar. Kendini beğenmiş bakışlarla etrafına göz gezdirir. Sonra sol kolunu geriye çeker; parmaklarını bir süre dinlendirir. Bir kartalın avını kıskıvrak yakalama edasıyla ardından hamlesini yapar.
Satranç oynayan Türk'ten önce, El-Cezeri'nin, Kitab-ül Hiyel'i, mutlaka etkili oldu. Julien Offray de La Mettrie, 18. yüz yılda yaşamış olan Fransız maddeci filozof. Ruhun Doğal Tarihi, Makine-İnsan adlı eserleri bulunduğu dönemde büyük ün kazandı. İnsan vücudunun zembereğini kendi başına kuran bir makina olduğunu söyler. Hareketinin canlı imgesini izler. Sanayi devriminin felsefecilerinin, teorik/pratik akrobatlarının geri planında Descartes'ın, makina-hayvan teorisinin gölgesini hissederiz; dünya, saf bir işleyiş, insan, en teşekküllü makinelerin makinesidir. İnsan bedenini olduğu kadar dünyanın mekanik çalışma prensiplerini de modern teknolojimizin tohumu olarak görür. Siber mimetik düşünceyi felsefe, felsefeyi bilim olarak kabul etmiş ve geometrik yöntemi metafiziğe uygulamaktan bahsetmişlerdir. Cogito ergo sum'un filozofu, İnsanı yalnızca akıl, hayvanları da makine olarak kavramış ve insanın düşüncesinin ardında bedeni olmasını yalnızca olumsuz anlamda kabul etmiştir.
http://www.academia.edu/5726466/Descartesta_Mekanizm
Julien Offray de La Mettrie: Insan_Bir_Makina https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8353577608152391390#editor/target=post;postID=7653747170441351661;onPublishedMenu=posts;onClosedMenu=posts;postNum=3;src=link
Dünyayı bu kötü gidişten, lanet baskı ve düşmanlaşmadan; yaşanılır bir topluma ve tabiata dönüştürmenin formülünü eğer iyiliğin içinde bulamıyorsak, o halde kötülüğün içinde mi aramalıyız?
"Emek araçları, sermayenin üretim sürecine dahil edildikleri andan itibaren farklı başkalaşımlardan geçerler. Bunların üst aşaması, makina ya da otomat, kendiliğinden hareket eden devindirici bir güç tarafından harekete geçirilen otomatik bir makina sistemidir. Bu otomasyon, sayısız mekanik ve entelektüel akıllı organdan oluşur. Öyle ki, bizzat işçiler bu otomasyon sisteminin bilinçli eklentileri haline gelmişlerdir." Marks, Makinalar Üzerine Fragmanlar G2/158
Şeytani bir zeka gerekiyor; araçları kullanan, tarihi geliştiren negatif diyalektik! Mainzlı Jochann Faust'un sermayesiyle kuyumcu Johannes Gutenberg, 1447 yılında mücevher yapımında kalıplara döktüğü harflerle ilk kitabı bastı; bu yapıt Kırk İki Satırlı Kutsal ya da Mazarin Kitabı olarak bilinir. Bundan üçyüz yıl sonra 1729'da Macaristan'da devşirilerek müslümanlaştırılan İbrahim Müteferrika, Istanbul'da evinin bodrumunda bir matbaa kurdu; ve bir Marmara haritası bastı. Tehlikenin farkına varan hattatlar performans tadında bir protesto girişimiyle, kalem kâğıtlarını, divitlerini, mürekkeplerini bir tabuta koyarak temsili bir cenaze töreni düzenlediler. Osmanlı, şahsına münhasır üretim sürecinde, bağımsız bir sermaye yapılanmasını doğuramadı. Buluşlardan nemalanacak bir sınıfın durumdan vazife çıkararak teknolojiyi kara Avrupa'sının sınırlarından ülkeye taşıyamaması, dünyadaki gelişmelerin takipçisi ve ilerlemenin müteşebbisi burjuvazi olduğu gerçeğinin kanıtıdır. Emek, toplumdaki tüm değerlerin kaynağıdır. Emek araçları, sermayenin, üretim sürecine dahil edildikleri andan itibaren farklı bir evrimin moleküler hücreleri olurlar. Bir otomasyon mimarisi, sayısız mekanik dişli, iletişimi sağlayan sayısız nöral bağlar, sinir hücreleri arasında koordinasyonu temin eden aktarım istasyonları ve hepsinde görevli entelektüellerden müteşekkildirler. Emekçiler, organik ve inorganik GPRS'ler üzerinden gittikçe daha çok siberleşen bir coğrafi sistemin üyeleridirler. Toplum, insanların eylemleri araçlarıyla maruz kaldığı koşullar bütünüyle toplumun eseri olduğu fikrini görmezden gelir. Ancak, iradelerini kullanabilecek bilinçleri ellerinden alınmış bireylerin toplamından oluşan evrimsel süreç de bu mekanizma içinde nodülleşir; takidinin yaygınlaşmasıyla, ürünlerin çoğalmasıyla toplum oluşuverir. Ancak bu, Marks'ın öngördüğü bir tahayyül değildi. O, Grundrisse'de (2/158-170) "Doğa; makina, lokomatif, telgraf imal etmez. Bunlar insan eli tarafından insan beyninin yarattığı organlardır (..) Bireyselliğin özgür gelişmesi artı emek sağlamak için gerekli emek zamanının azaltılmasına değil, bireylerin hepsinin sanatsal, bilimsel gelişmesine uygun düşen serbest zamanın ve araçların yaratılmasına olanak sağlayan toplumun gerekli emeğinin en az düzeye indirilmesine bağlıdır" der. Sermaye, bu süreçteki temel çelişkidir. Siburg Manifestosuyla Donna Haraway gibi başka çelişkilerin dalgalarında kanatlanan düşünürler, modern epistemolojinin gereği; çağın tezahürü olarak ortaya çıktılar. Kişi belli bir biçimde düşünüyorsa fikrinin mülkiyeti özgündür ama bireysel değildir; düşünce etkinliğinde ona tekabül eden davranış biçimlerini, uygun koşullarda dışa aksettiren gruplarla birlikte davranmaktadır. Devasa bir kombinezonlar düzeneğinde Etik, termostattır. Perpetuum mobile/Ütopik Makina'dan bahseden Marks'ın hiç düşünmediği psiko sosyal arazların, lineer çizgide, böyle distopik makinalar imal etmeyi zorunlu neden sayacağını kim, nereden bilebilirdi? Kapalı cemmatlerde sesli kırılmalara neden olabileceği tabii ki travmadan önce müşahade edilemezdi. Kapitalizm ve Şizofreni'de (1/523) Deleuze'ün "Aksine makinayı, insani bir biyolojik organizmayla ilişkili olarak değil, toplumsal bir bedenle dolaysız ilişki içinde kavramamız gerektiğini düşünüyorum" demesi, şüphesiz Haraway'in tüm referanslarını açığa düşürmektedir.
"İnsanlar, kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırdetmeye başlıyorlar. Bu, onların kendi fiziksel örgütlenişlerinin sonucu olan bir ileri adımdır. İnsanlar, kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi maddi yaşamlarını da üretirler. İnsanların kendi geçim araçlarını üretiş tarzları, her şeyden,önce doğada hazır buldukları ile yeniden üretmeleri gereken geçim araçlarının doğasına bağlıdır. Bu üretim tarzı, basitçe bireylerin fizik varlıklarının yeniden üretimi olarak ele alınmamalıdır. Bu üretim tarzı, daha çok, bu bireylerin belirli bir faaliyet tarzını, onların yaşamlarını ortaya koyan belirli bir biçimi, belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Şu halde, onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne oldukları, üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır". Toplum haline gelen mekanizma ya da fabrika diyelim buna; öznelerle nesneleri bir arada üretebilen büyük bir maddi servetin, entelektüel yeteneklerin ve teknik becerilerle uyum içindeki devletin bir bileşimidir. Sosyolojiyi icat etmiş bir toplumun üyesi olarak, tartışmaya mahal vermeyecek bir ferasetle insanların imanı haline gelmiş olan endüstriyel üretimin, tüm ilişkileri yeniden kurma becerisini beyan eder. 1844'te ve Alman İdeolojisinin satırları arasındaki Marks, Kapital'in yazarından çok daha önemli şeyler söylemektedir; gözlemci olarak mutena bir yerdedir.
"İnsanlar, kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırdetmeye başlıyorlar. Bu, onların kendi fiziksel örgütlenişlerinin sonucu olan bir ileri adımdır. İnsanlar, kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi maddi yaşamlarını da üretirler. İnsanların kendi geçim araçlarını üretiş tarzları, her şeyden,önce doğada hazır buldukları ile yeniden üretmeleri gereken geçim araçlarının doğasına bağlıdır. Bu üretim tarzı, basitçe bireylerin fizik varlıklarının yeniden üretimi olarak ele alınmamalıdır. Bu üretim tarzı, daha çok, bu bireylerin belirli bir faaliyet tarzını, onların yaşamlarını ortaya koyan belirli bir biçimi, belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Şu halde, onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne oldukları, üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır". Toplum haline gelen mekanizma ya da fabrika diyelim buna; öznelerle nesneleri bir arada üretebilen büyük bir maddi servetin, entelektüel yeteneklerin ve teknik becerilerle uyum içindeki devletin bir bileşimidir. Sosyolojiyi icat etmiş bir toplumun üyesi olarak, tartışmaya mahal vermeyecek bir ferasetle insanların imanı haline gelmiş olan endüstriyel üretimin, tüm ilişkileri yeniden kurma becerisini beyan eder. 1844'te ve Alman İdeolojisinin satırları arasındaki Marks, Kapital'in yazarından çok daha önemli şeyler söylemektedir; gözlemci olarak mutena bir yerdedir.
Zaten Engels 21 Eylül 1890'da arkadaşı Joseph Bloch'a yazdığı mektupta açık açık söylemektedir: "Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en sonunda belirleyici etken, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu asla ileri sürmedik".
Biraz daha önceye; Hegel'in hayaletinin daha kuvvetle estiği yıllara geri dönüp, Marks 1844 Elyazmaları'na bakalım: O, "Tin'in (maddi dünyanın ruhu) gerçek belirişi, insansal tarihtir. Doğa'nın aşılması ve Tin vasıtasıyla kendilik bilincine erişilmesi ile birlikte Tarih'in oluşması aracıyla mutlak bilginin egemenliği, arı düşüncenin diyalektiğiyle başlar" demiş midir; demiştir!
Tevessül ettikleri eşya rejiminin objeleriyle karnavala dönüştürülen hayatın dengesini altüst edecek boyutta analizlerin siyasal süreçte dürüst bir karşılığı, özgürleşme teorilerinin özgürleşme pratiğine mütekabiliyeti yoktur; o halde, yeryüzünde cennet vaad eden sahte peygamberlerin, kafir mesihlerin, kapitalizme rakip çakma ideolojilerin cirit attığı öğütücü çarkın bu ritmini onaylayacak mıyız?
İlk makina örnekleri; farklı amaçlarıyla çeşitli türde değirmenler, kilitler, saatler ve savaş oyuncaklarıdır. Ne var ki, modern toplumda Tin kavramının oluşumuyla makinaların ortaya çıkışı arasında ekonomi/politiğin bir düşünme eylemi olarak insana yanısması vardır; araç her grubun elinde farklı bir öneriyle felsefi ve mesleki dönüşümler geçirirler. Verili gerçeği, edimsel, performatif bir olguya çevirmek isteyen sanatçı, insani bilinci, normal gözün değer algısının ötesine taşıyarak, özgürleştirici insan tasarımının geleceğine ait bir hükmü Tinsel alanında paylaşır; yeni bir dünyayı biçimlendirmek isteğindedir. Günümüzde doğa, tanrısal yaratışın yerini alan insan emeğinin her parçasına ürettiği alternatiflerle her geçen gün biraz daha teknolojikleşir. "Yabancılaşmış emek, onun dışındaki doğayı olduğu gibi onun tinsel özünü; insansal özünü olduğu gibi kendi öz bedenini insana yabancılaştırır. (..) insan, insana yabancılaşmıştır (..) kendi öz hareketi içinde kendini nicel bir varlığa indirger". (1844/148-186) Yeryüzündeki çekilen acıları en iyi anlayan filozoflardan biri kabul edilen Nietzsche de aynı şeyi söylüyordu: "İnsan, tüm nesneleri bildiği zaman, kendini de bilecektir. Nesneler sadece onun kendi sınırlarıdır; insan, aşılması gereken bir şeydir". Doğanın baskılanması aracılığıyla insanı kendini yeniden tasarlama gücüne indirgeyen Hegel, doğanın gitgide insan yapıtına dönüşerek, onun için dışsal ve yabancı bir şey olmaktan çıktığını ve böylece tüm kapitalist tarih boyunca derin bir insan/doğa ve nesne/özne birliğinin oluşumunun gerçekleştiğini ifade eder. Geleneksel hakikat anlayışı, 'nesne' ile 'nesne kavramı' arasındaki mütekabiliyeti ölçü alır. Burada, nesneyi onu bilme araçları olan uzuvlarla sınırlanmış özneden tamamen bağımsızlaştırmak ve apayrı bir töz olarak nesne-özne birlikteliğine ulaşmak isteği yatar. Dünyada gerçekleşecek ruha ait bir tecrübede nesnenin içinde apriori koşulları, siyaseten ya da ekonomik nedenlerle nesneyi düşünme aracına dönüştürdüğümüzde, yani makinaları, aparatları düşüncenin aracısı kıldığımızda belki eşitlikçi, adil, egolardan arınmış yeni bir dünyanın formunu yaratma olanaklarına da ulaşacağımızın umudunu taşırız. İnsan, kendi kendinin nedenidir; üretim araçlarını yaratırken kendi yaşamını da yeniden üretir. Ampiriktir. Kendinin, kendi eseri olduğu savına itiraz yoktur; çünkü hayatı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen hayattır. Biyomimetik, doğadaki canlıları taklit etme bilimidir. Zaten bugün süregelen 'bilim'in başat amacı, kendi yapıtı olan bir dünya yaratma görevini en baştan arzulamış olmasındandır. Dini terk eden insan, oluşan boşluğu bilgi ile kapattı, bilimden bir inanç fenomeni yarattı. Günümüzde din, siyaset ise bilim de bir dinsel inanç kategorisi hükmündedir. Benjamin'in dediği gibi "kapitalizm bir din" ise eğer; olguyu, yaşattığı bilinçle kabul ediyor ve yapaylığı hazmedebiliyorsak; onun eleştirisini de, endüstriyel düzenin çarklarının, dişlerinin arasına öğütemeyeceği bazı fikirler atarak yapmamız gerekebilir. Uygarlık eyleminin havarileri, her yere sızan endüstriyel varoluşun standart yazılımını programlarken gene fizik üstünden metafizik prensiplere tutunma saikiyle davranmaktadırlar. Her şeyi ele geçirmek isteyen bir ütopik paradigmayı takip etmek; hem antagonistik bir çelişkinin üretimini sürdürmek, hem de sürekli negasyon/inkâr üzerine kurulu olan kötümserliği, inadına iyimserlikle dönüştürmekle mümkün olmaz. Geleneksel emperyalist kolonyalizmin ve günümüz kapitalizm kaynaklı globalleşme olgusunun temelinde yatan inanç geometrisinin, sistemi kökünden değiştirmeye yemin etmiş; Üretimi, dominant eylem sayan radikalist mantıkta dahi hiç değişmeden muhafaza edildiğini görüyoruz. Hastalıklar, küresel standartların bize hediyesi. Stockholm sendromu, dediğimizde banka soyan libertelere katılan Patricia Hearst geliyor akla. Munchausen sendromu'nda hastahaneleri dolaşan takıntılı özne, Cotard sendromu'nda kendinin çoktan ölmüş olduğunu düşünen nihilisti düşünüyoruz. Karbondioksit emisyonlarını azaltacak çözümler geliştirmek ortak arzu. Müştereklerimizden ziyade standartlarımıza güveniyoruz. Tüm endişeli tespitlerin ardında incelikli bir hizaya getirme disiplini yatar. Doğalın parçalanmasıyla oluşan 'normal' öze ait kopuşların, benlikteki parçalanmaların neticesidir. Dışarının olmadığı; içerinin her yerindeki çatışmanın nedeni tüm fauna ve florası, endemik örtüsü, künyelenmiş nüfusuyla gezegenin istihdam edilebilir bir ekonomik alan olmasıdır; coğrafyanın her yerinde üretim olmasa da endüstri artığı tüketimlerin muhakkaklığı evrimin nereye doğru gittiğini beyan eder. Bu dirayetin şartında dikotomiden başka olasılık, temasillerle, fetişlerle bakir hayata şirk koşmaktan başka seçenek yoktur. Gramsci, bu toplu histeriye başkaldıracağına kurulu düzeni islah etme mücadelesi vererek tasdik eden aydını, noter katibi olarak tanımlar. Tevessül ettikleri eşya rejiminin objeleriyle karnavala dönüştürülen hayatın dengesini altüst edecek boyutta analizlerin siyasal süreçte dürüst bir karşılığı, özgürleşme teorilerinin özgürleşme pratiğine mütekabiliyeti yoktur; o halde, öğütücü çarkın ritmini onaylayacak mıyız?
Biraz daha önceye; Hegel'in hayaletinin daha kuvvetle estiği yıllara geri dönüp, Marks 1844 Elyazmaları'na bakalım: O, "Tin'in (maddi dünyanın ruhu) gerçek belirişi, insansal tarihtir. Doğa'nın aşılması ve Tin vasıtasıyla kendilik bilincine erişilmesi ile birlikte Tarih'in oluşması aracıyla mutlak bilginin egemenliği, arı düşüncenin diyalektiğiyle başlar" demiş midir; demiştir!
Tevessül ettikleri eşya rejiminin objeleriyle karnavala dönüştürülen hayatın dengesini altüst edecek boyutta analizlerin siyasal süreçte dürüst bir karşılığı, özgürleşme teorilerinin özgürleşme pratiğine mütekabiliyeti yoktur; o halde, yeryüzünde cennet vaad eden sahte peygamberlerin, kafir mesihlerin, kapitalizme rakip çakma ideolojilerin cirit attığı öğütücü çarkın bu ritmini onaylayacak mıyız?
İlk makina örnekleri; farklı amaçlarıyla çeşitli türde değirmenler, kilitler, saatler ve savaş oyuncaklarıdır. Ne var ki, modern toplumda Tin kavramının oluşumuyla makinaların ortaya çıkışı arasında ekonomi/politiğin bir düşünme eylemi olarak insana yanısması vardır; araç her grubun elinde farklı bir öneriyle felsefi ve mesleki dönüşümler geçirirler. Verili gerçeği, edimsel, performatif bir olguya çevirmek isteyen sanatçı, insani bilinci, normal gözün değer algısının ötesine taşıyarak, özgürleştirici insan tasarımının geleceğine ait bir hükmü Tinsel alanında paylaşır; yeni bir dünyayı biçimlendirmek isteğindedir. Günümüzde doğa, tanrısal yaratışın yerini alan insan emeğinin her parçasına ürettiği alternatiflerle her geçen gün biraz daha teknolojikleşir. "Yabancılaşmış emek, onun dışındaki doğayı olduğu gibi onun tinsel özünü; insansal özünü olduğu gibi kendi öz bedenini insana yabancılaştırır. (..) insan, insana yabancılaşmıştır (..) kendi öz hareketi içinde kendini nicel bir varlığa indirger". (1844/148-186) Yeryüzündeki çekilen acıları en iyi anlayan filozoflardan biri kabul edilen Nietzsche de aynı şeyi söylüyordu: "İnsan, tüm nesneleri bildiği zaman, kendini de bilecektir. Nesneler sadece onun kendi sınırlarıdır; insan, aşılması gereken bir şeydir". Doğanın baskılanması aracılığıyla insanı kendini yeniden tasarlama gücüne indirgeyen Hegel, doğanın gitgide insan yapıtına dönüşerek, onun için dışsal ve yabancı bir şey olmaktan çıktığını ve böylece tüm kapitalist tarih boyunca derin bir insan/doğa ve nesne/özne birliğinin oluşumunun gerçekleştiğini ifade eder. Geleneksel hakikat anlayışı, 'nesne' ile 'nesne kavramı' arasındaki mütekabiliyeti ölçü alır. Burada, nesneyi onu bilme araçları olan uzuvlarla sınırlanmış özneden tamamen bağımsızlaştırmak ve apayrı bir töz olarak nesne-özne birlikteliğine ulaşmak isteği yatar. Dünyada gerçekleşecek ruha ait bir tecrübede nesnenin içinde apriori koşulları, siyaseten ya da ekonomik nedenlerle nesneyi düşünme aracına dönüştürdüğümüzde, yani makinaları, aparatları düşüncenin aracısı kıldığımızda belki eşitlikçi, adil, egolardan arınmış yeni bir dünyanın formunu yaratma olanaklarına da ulaşacağımızın umudunu taşırız. İnsan, kendi kendinin nedenidir; üretim araçlarını yaratırken kendi yaşamını da yeniden üretir. Ampiriktir. Kendinin, kendi eseri olduğu savına itiraz yoktur; çünkü hayatı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen hayattır. Biyomimetik, doğadaki canlıları taklit etme bilimidir. Zaten bugün süregelen 'bilim'in başat amacı, kendi yapıtı olan bir dünya yaratma görevini en baştan arzulamış olmasındandır. Dini terk eden insan, oluşan boşluğu bilgi ile kapattı, bilimden bir inanç fenomeni yarattı. Günümüzde din, siyaset ise bilim de bir dinsel inanç kategorisi hükmündedir. Benjamin'in dediği gibi "kapitalizm bir din" ise eğer; olguyu, yaşattığı bilinçle kabul ediyor ve yapaylığı hazmedebiliyorsak; onun eleştirisini de, endüstriyel düzenin çarklarının, dişlerinin arasına öğütemeyeceği bazı fikirler atarak yapmamız gerekebilir. Uygarlık eyleminin havarileri, her yere sızan endüstriyel varoluşun standart yazılımını programlarken gene fizik üstünden metafizik prensiplere tutunma saikiyle davranmaktadırlar. Her şeyi ele geçirmek isteyen bir ütopik paradigmayı takip etmek; hem antagonistik bir çelişkinin üretimini sürdürmek, hem de sürekli negasyon/inkâr üzerine kurulu olan kötümserliği, inadına iyimserlikle dönüştürmekle mümkün olmaz. Geleneksel emperyalist kolonyalizmin ve günümüz kapitalizm kaynaklı globalleşme olgusunun temelinde yatan inanç geometrisinin, sistemi kökünden değiştirmeye yemin etmiş; Üretimi, dominant eylem sayan radikalist mantıkta dahi hiç değişmeden muhafaza edildiğini görüyoruz. Hastalıklar, küresel standartların bize hediyesi. Stockholm sendromu, dediğimizde banka soyan libertelere katılan Patricia Hearst geliyor akla. Munchausen sendromu'nda hastahaneleri dolaşan takıntılı özne, Cotard sendromu'nda kendinin çoktan ölmüş olduğunu düşünen nihilisti düşünüyoruz. Karbondioksit emisyonlarını azaltacak çözümler geliştirmek ortak arzu. Müştereklerimizden ziyade standartlarımıza güveniyoruz. Tüm endişeli tespitlerin ardında incelikli bir hizaya getirme disiplini yatar. Doğalın parçalanmasıyla oluşan 'normal' öze ait kopuşların, benlikteki parçalanmaların neticesidir. Dışarının olmadığı; içerinin her yerindeki çatışmanın nedeni tüm fauna ve florası, endemik örtüsü, künyelenmiş nüfusuyla gezegenin istihdam edilebilir bir ekonomik alan olmasıdır; coğrafyanın her yerinde üretim olmasa da endüstri artığı tüketimlerin muhakkaklığı evrimin nereye doğru gittiğini beyan eder. Bu dirayetin şartında dikotomiden başka olasılık, temasillerle, fetişlerle bakir hayata şirk koşmaktan başka seçenek yoktur. Gramsci, bu toplu histeriye başkaldıracağına kurulu düzeni islah etme mücadelesi vererek tasdik eden aydını, noter katibi olarak tanımlar. Tevessül ettikleri eşya rejiminin objeleriyle karnavala dönüştürülen hayatın dengesini altüst edecek boyutta analizlerin siyasal süreçte dürüst bir karşılığı, özgürleşme teorilerinin özgürleşme pratiğine mütekabiliyeti yoktur; o halde, öğütücü çarkın ritmini onaylayacak mıyız?
Donna Haraway'in manifestosuyla kapının kilidi fütursuzca kırılmıştır: Bir siborg, bir sibermatik organizma, makine ile organizmanın oluşturduğu bir melezdir. Kurgusal bir yaratık olmanın yanı sıra toplumsal gerçekliğe aittir. Siborg, herhalde bu dünyanın korkunçluğuna uygun bir gelecek vaad eden, en ciddiye alınması gereken canavarıdır. "Hayatta kalmak ne demek?" diye sorulabilir ancak organik mevcudiyete meydan okuyan uygarlığın talebiyle içinde yaşadığımız erkek ve kadından oluşan toplumun post-gender robot, cinsiyet sonrasıyla uyumlu olduğu için mutlaka anlamamız gereken Ödipal-olmayan bir anlatıda cisimlenebilendir.
Bundan ötürü eğer çağın kurbanları için sağlık talep ediyorsak, ortak bir isme, evrensel bir amaca ulaşma yolunda omuz omuza verilecek mücadeleden başka kurtuluş yolu olmadığını bilip, hassasiyetlerimizi makul bir zeminde akılcı teorilerle şenlendirmeliyiz.
Düşünce, zihnin endişeli yalnızlığıyla kutsadığı her materyali, fizik ötesi bedene gömer; zahitin mekanını, darı ambarına çevirir. Huzursuz insana, kapitalizmin refahçı ekonomisinde, metalardan ibaret tedarikçi rejiminde rahat yüzü yoktur. Her ütopyanın ereğinde olan ruhun kurtuluşu, ortak yaşama kültürünün eseri olacaktı. Oysa, özne dediğimiz kuvvet, bütünüyle özgür, otonom bir oluşum değil, çağın dipakıntılarıyla yaşayan beter bir bileşim.. Psiko-sosyal bir enkaz. Atıklardan ibaret bir çökelti..
Donna Haraway, The Ironic Dream of a Common Language for Women in the Integrated Circuit: Science, Technology, and Socialist Feminism in the 1980s or A Socialist Feminist Manifesto for Cyborgs adlı çalışmasında ileri sürdüğü görüşler, Bakargiev'in sempatisini kazandığı için yeniden sanatın sahte yüzlerine maske oldu. Feminist düşünür, sosyalizm, materyalizm ve feminizmi kapsayan ironik ve politik post modern bir mit yaratmayı denediğini söylüyor. Siborg için "sibernetik bir organizma, makine ve organizmanın bir karışımı, sosyal gerçekliğe ait bir yaratık ve aynı zamanda da bir kurgu yaratığı" diyor. Günümüzün nesneler dünyasında siber-uzaya bir sıçrama yapan Haraway, kullanageldiğimiz yaşamın teknolojik gerçekliğine adım atmaya, kritik bir eşikten yalnız bir temenniyle geçmeye çalışıyor. Düşüncelerinin, postmodernist politik kimlik oyunlarına metafor yapıldığını biliyoruz. Siber-uzay ile somut fiziksel bir ilişki açısından Haraway’in siborgu, bir kullanıcının bilgisayar ile yüz yüze gelmesiyle ortaya çıkmış ve kadın hareketi içinde güçlü bir paradigma oluşturmuştur. Şöyle yazıyor Haraway: "Benim siborg mitim, ihlal edilmiş sınırlar, güçlü kaynaşmalar ve ilerici insanların, ihtiyaç duydukları politikanın bir parçası olacak biçimde keşfedebilecekleri tehlikeli olasılıklar üzerinedir. Siborg, ironiye, yakınlığa, kısmiliğe ve sapkınlığa kararlı bir biçimde bağlıdır. Karşıttır, ütopiktir ve masumiyetten tamamen uzaktır. Artık kamu veya özelin kutuplaşmasıyla şekillenemeyen siborg, kısmen oikos, yani hane içinde gerçekleşen bir sosyal ilişkiler devrimi temelindeki teknolojik yoklamaları tanımlar. Doğa ve kültür yeniden işlemeye başlar, kimse ötekinin işbirliği ögesi veya kullanılma kaynağı değildir artık. Kutuplaşma ve hiyerarşik egemenlik dahil, parçalardan bütünler oluşturma amacıyla kurulan ilişkiler siborg dünyasında birbirlerine karşıdır. Siborg, bu kez olsun odipal proje olmaksızın organik bir aile modeline dair bir topluluk düşü görmez. Siborg, Cennet Bahçesi’nin ayrımına varmaz; çamurdan yapılmamıştır ve toza dönüşmeyi de düşleyemez. Belki de bu yüzden siborgların Düşman’ı adlandırmak için manik baskı altında nükleer toza dönüşme kıyametini devre dışı bırakmaya çalışıp çalışmayacağını görmek istiyorum. Siborglar saygılı değildir, kosmozu hatırlamazlar. Bütünsellikten sakınırlar".
Haraway'e kaçık; böylesine kasvetli distopyaya, sıradanlığa ve normalliğe, anormalce bir tepki olarak bakabiliriz. Spinozacı neş'e ve öfke dahil, tarihin dönüştürdüğü azap ve vicdanın bereketi böyle prematüre doğumlara sebep olmuştur. Dinlerin, insan figürüne eril olarak monte ettiği tanrıyı kabul etmeyen post filozofun, eşitsizliğin ruhunu kaynağından emerek ederek mefruçlaştırması anlaşılırdır. Eskatoloji, ölümden sonraki hayata ait metinlerse eğer, o bağlamda ilahi bir erken yargı metni yerine, Hegel'in "müzikal bir düşünme olarak kalır" dediği yerde bu karanlık eseri, bir cenaze müziğinin yürek burkan tınılarına benzetebiliriz. Haraway'in ofansif fantazilerini, bu kadar ilgiye mashar olmasına rağmen karşıtların birliğinden nasibini almamış defansif bir tavır olarak yorumlamak mı yoksa kara hiciv olarak değerlendirmek mi daha doğru olur? Etrafa baktığımızda mütereddit kalırız. Siburg manifestosu, araz ve muarızlarıyla erkek cinayetlerinin gölgesinde okunursa; kadın ölümlerinin ve ülkede reptilan nüfusun yoğunluğu göz önüne alınırsa öneri daha fazla konuşulmayı hak eder görünüyor. Salt bu yüzden devam ediyoruz.
Haraway, D., (1983) The Ironic Dream of a Common Language for Women in the Integrated Circuit: Science, Technology, and Socialist Feminism in the 1980s or A Socialist Feminist Manifesto for Cyborgs
http://www.egs.edu/faculty/haraway/haraway-the-ironic-dream-of-a-common-language.html
Yahuda İskaryot'ın ihanetin bedeliyle aldığı Akeldama (Kan tarlası) dır. Donna Haraway'in Siborg Manifestosu, insani olan her şeyi kaybedeceğimiz tehlikeli bir felsefi tasarımdır; müsamahassız reddedilmelidir!
Adil bir kolektif gelecek için yapay zekanın, başta hukuk olmak üzere insan eliyle istismara açılan tüm tartışmalara son vermesi mümkün demiştik. Ancak burada yapay zekanın kullanılmasını aşan bir durum sözkonusu; hatta insanın yarısının yerine geçmesi istenen bir niyetten bahsediliyor. 14. Bienal küratörünün 'ondan çok etkilendim' referansı ciddiye aldığı Siborg Manifestosu'uyla ilgili. Ekonomik ve kültürel ayrıcalığıyla seçkinler grubunun üyesi Bakargiev'e bile medet olan feminist Haraway'in tasarımına hiçbir kategoride eleştiri yöneltilmediği için bugün kuvvetle tartışıyoruz. Teknikleşme, ruha yatırım yapma yerine, bedenle ilgili tüm aksuatayı kesmeyi mubah saymıştır. Herhangi bir temas noktası olmayan; asgariyi küçük burjuva aymazlığına, Pirus Zaferini bariz yenilgiye, tadında mistifikasyonu hiçleştirmeye indirgeyen bir tepkidir. Nihayetinde faşist, ırkçılık ötesi bir evhamın muhatabıdır eril. Corpus/Bedenin çöküşüyle kadın, ölümüne mülteciliği seçmiştir. Şizofreniyi organizma değil, endüstri toplumunun salvoları kurguluyor. Azizeler üzerinden hayatın simulasyonuna tekabül eden böyle biçare fenoloji, şizoid bir senaryo, müşterek ve adil bir kolektif gelecek fikrini, cinslerin birlikte tatbikat imkanını ortadan kaldırma tehlikesine fütursuzca açıktır. Feminist tahayyül, yine endüstri toplumunun fantazileriyle insanın yarısı olan kendi çözümsüzlüğünü perdeliyor; kadının ontolojisiyle, bedenin doğurganlığıyla mücadele ederek yabancılaşmasını gidermeye çabalıyor. Nasıl aş talebi, insanın iş gereksiniminden önce geliyorsa, cinsler arasındaki rasyonel olan da imgeleştirilen tahakkümün korkusundan ve korkunun şizofren çözümünden önce gelmelidir. İçinden geçtiğimiz kesif karanlık, aydınlığa açılması imkansız karanlık dehliz, metafizik alemle irtibatı kesmede gözüpek davranışlar sergileyen özneye, psiko-yaşamın perspektifi ve siyasi hayatın optik kurallarını öğretti. Hegel'in dediği gibi: "Her biri ancak başkası yoluyla vardır. Başkası yoluyla var olan ise artık dolaysızca var olamaz; çünkü o başkasındadır". Psikosomatik belirtiler, ruhsal deformasyonların arazlarıdır. İnsanın bireysel savunma mekanizmaları ve yalpalamalar üstüne ilk çalışma Freud'un The Neuro-Psychoses of Defence adl 1894 tarihli makalesidir. Kaygı ve endişenin ruhsal mekanizmaları dönüştürmesini kendine göre kategorize eder. Ancak, ideal benliği, gerçek benliğe yabancılaştıran tepkinin nedenini toplumsalda aradığımızda kaynak olarak Etika'ya başvurabiliriz : Aksiyom IV: "Eser için olan bilgi, neden için olan bilgiye bağlıdır ve zorunlu olarak onun varlığını kuşatır". Aksiyom V: "Aralarında hiçbir ortaklık olmayan şeylerden birisi ötekisi ile tasarlanamaz; başka deyişle, birinin fikri veya kavramı ötekinin fikri veya kavramını kuşatamaz".
Donna Haraway'ın Siborg Manifestosu, insanlık adına kapkaranlık bir yıkım metnidir; felsefenin sefaleti, sefaletin felsefesine kapak olmuştur.
Bienal küratörü Carolyn Christov-Bakargiev, Donna Haraway'e olan borcunu kabul ediyor ve durumu kendince açıklıyor: "Başka meseleleri düşünmek için hangi meseleleri kullandığımız önemlidir; başka hikâyeleri anlatmak için, hangi hikâyeleri anlattığımız önemlidir; düğümleri hangi düğümlerin düğümlediği, düşünceleri hangi düşüncelerin düşündüğü, bağları hangi bağların bağladığı önemlidir. Bazı hikâyeler hikâye anlatmaya son verir, hayal gücünü köstekler, herhangi bir dönüşüme neden olmaz, herhangi bir dünya geliştirmezler. O halde, bir ağacın dalları misali, başka hikâyeler anlatılabilmesi için birbirimize ne gibi hikâyeler anlatabiliriz?"
14. Bienal küratörü, 'ondan çok etkilendim' referansıyla Siborg Manifestosu, bir kere daha değerleniyor. Analizanın verisiyle Pandora'nın Kutusu bir nebze aralanıyor. Herkesin içinde bir cehennem vardır. İnsan, o cehennemin ateşinde yürür. Son seçimlerin yarattığı tablo bile, emeğin neden teslim olduğunu düşünmeyen siyasetçilere, açlığa direnen öznenin cehennemde yaşam koşullarını bize göstermiştir. Ezilenlerin çığlığı, nedenlerin üzerine daha fazla kafa yorulmasının lüzumunu gösteriyor. Arenadaki karakterlerin hareketi, diyalektik bir deneyimin öğütleri olarak toplumsal benliğimize kodlanır ve Spinoza'daki affectus / duygu-lanımlara dönüşerek tefekkürle zihnimizde şifrelenir. Diğer raya geçersek; Haraway gibi feministlerin ya da tek seçeneği olan ideologların durumu orda da aşikardır. Çelişkiler barizdir. Pancar yüzlü işçilerin diktatörlüğü ya da flanör burjuvaların otokrasisi, liberal askerlerin yahut kapitalizmin müridi şeyhlerin demokrasisi gibi esas kahramana istim veren senaryolar, müşterek ve adil bir kolektif gelecek fikrini ilga etmektedir. Hegel'deki Kötü Sonsuzluğu, böyle okumak gerekir; varlık belki olacaktır ama tarihin bitiminden itibaren her doğruyu benliğinde tekleştirerek, organik bozulmaları dışlayarak normlaştırdığı ölçüde insani olamayacağı tehlikesini de taşır. Eşitlik kavramı yeterince sorunlu; 'aynılık' gibi algılaması pratikte daha da derin problem yaratabiliyor. Donna Harawaye, Siborgu, sosyal ve bedensel gerçekliğimizin haritasını çıkaran bir kurgu olarak ve son derece verimli çiftleşmeler öneren hayali bir kaynak olarak tartışmaya açıyorum diyor. Post modern, doğacı olmayan modda bir teoriye, toplumsal cinsiyeti olmayan, belki de doğumu olmayan, ama belki de sonsuz bir dünya düşleyen ütopya geleneğine ve sosyalist-feminist kültüre katkıda bulunma çabasıdır. Haraway, tahayyülü kaleme aldığı tezinde, siber bir uzaydan bahsetmemiş olsa da, dünyayı bir siber mekana çevirerek bir siborg modeli ileri sürüyor. Siborg reenkarnasyonu, sonsuz cennet tasarımının dışına taşıyor. Tarihsel dönüşümün herhangi bir olasılığını oluşturan, birleşmiş iki merkezdir demekle bir cinsi iptal etme iradesini beyan ediyor. Bu erkek bedeni için şanssız bir karşılaşma. Spinozacı 'occursus'un 'kötü' kısmını temsil eden negatif tesadüf. Bu yüzyıl, ruhlar alemiyle irtibatı kesmede acelesi olan modern özneye, psiko-yaşamın perspektifi ve siyasi hayatın optik kurallarını öğretti. Hegel'in dediği gibi: Her biri ancak başkası yoluyla vardır. Başkası yoluyla var olan ise artık dolaysızca var olamaz; çünkü o başkasındadır. Hegel'deki İnsan, ertelenmiş ölümün bilincinde olandır. İnsan, sonluluğunun bilgeliğine ancak çağların sonunda, tarihin bitiminde varacaktır. Kadın/Erkek eşitliği kelimesi hatalı kullanılan kalıplardan biri. Kadın erkek adaleti, cinslerin adil birlikteliği gibi yeni kavramlar lazım. Doğru olan müşterekleri düşünmek; bunları hayatın kenarından merkeze taşımak. Anlamsız eşitleyici, faklılıkları yok sayıcı kavramları değil!
Donna Haraway'ın Siborg Manifestosu insanlık adına kapkaranlık bir yıkım metnidir; felsefenin sefaleti, sefaletin felsefesine kapak olmuştur:
http://sanatatak.com/view/Siborg-Manifestosu-I/2106 …
http://14b.iksv.org/mobile/pfiles/14B_CCB_Essay.pdf
Muktedirin kamu düzenini tesis etmekteki başarısı, odipal izleme tekniklerinin muazzam gücünden kaynaklanmaktadır. Temenni üstüne bir de bireyselleşmenin getirdiği müstehcen arzu eklenince; skandallardan oluşan istisnai katmanlı histerik bir iktidar örüntüsü ayan beyan ortaya çıkmaktadır. Haraway'in Sibor Manifetosu ya da sermayenin işçiyi yaratması, işçinin çalışmak için mutlaka sermaye birikimine ve önderliğine ihtiyaç duyması misali: Makul olamayanlar, muhattaplarıyla beraber makro-mikro politik iktidarları birlikte yaratırlar. İki tarafın kaybı üstüne yükselen kusursuzluk, son kertede bireyi, kendi varoluş koşullarını dönüştürmek maksadında güçsüzleştirir. Assange, bir konuşmasında "Sibernetiğin babası Heinz von Foerster diye bir adam var; "daima seçenekleri artırıcı şekilde hareket et der" diyor ve ilave ediyor: "Bir sonraki icadın ne olacağını kestiremezsiniz. İcatlar o kadar hızlı yol alıyor ki, artık tarihi, siyasetin belirleme imkanı kalmadı". Assange gibi militan liberal kahinler, bir nebze haklı olabilir ama internetin 2000'den sonraki sürecine baktığımızda sibernetikle fiziki uzamdan kopartılan metaforların, kapitalizme seçenek olarak metafizik idealizme monte edilebilirliği, fütiristik tercihleri temelden köksüzleştirmiştir. Başetmeye çabaladığımız kategoriler, kendi başlarına hiçbir anlamın esas sahibi olmadıkları halde kendi dışlarına çıktıklarında da reflekte ettikleriyle bir anlama sahip değillerdir. Taylorist tezgah, snop bir edayla başta paranın dolaşımı olmak üzere tüm yaşamda mübadele olanağı yaratan takviyeleri, öznenin hiper organ gereksinmelerini hiç olmadığı kadar klinikleştirdi; zihnin mekanında robotlarına, robotlarını ürettirmenin sanrısı içine girdi. Egemen analojiler öznenin otonom tavrını şehvete, çalışanın, tüm zamanlarını çalışma ve sömürü zamanına dönüştürme girişimlerini ya da feministlerin makul isyanını suça dönüştürmekte yeis görmezler. Sibernetik organizmalara duyulan ihtiyacın, günün teknolojisini denetleyen bilimsel diyalektikten doğduğu faraziyesi, bir varsayımdır. Emperyal bilgeler, özgür iradeyi tecrit eden, 'insansız bir rejim' kurma idealini küresel maarifin amirlerine fısıldamaktadırlar. Ucu sonunda cinayete açılan her cürüm, hukuka uygun olduğunda suç olmaktan çıkarsa, hukuka da, bir kuvvet arzına istinaden güç ve irade teşekkülü olan devlete güven de zedelenir. İnsansız arayışlar, bu güvensizlikle birlikte üretim biçimini kökten değiştirmeye çalışan reel politik yapılanmanın ve askersiz saldırılarını gerçekleştirmeye çalışan savaş oyuncakların, emperyal endüstrisinin tezahürüdür. Kuş kuşluğunu, Busch buşluğunu bilir sanırsak yanılırız: Irak'ta telef olan nüfusa, işkencelere, kültürel zaayitlara, eldeki insanı, gayri insani zararın argümanlarına rağmen büyük bir pişkinlikle baba Busch, 'Oğlum iyidi ama çevresi kötüydü" diyebiliyor. Engisizyon yargıçlarının kimlikleri hiçleştirerek gündemi oluşturma, dünyanın güzergâhını belirleme süreçlerinin (öğrenilmiş çaresizlik tam da budur) an itibariyle şahitleriyiz.
"Siborg özgün birlik, Batılı anlamda doğayla özdeşleşme aşamasını atlar. İşte bu yasadışı umut vaadi, siborgun kendi teleolojisinin yıldız savaşlarıyla yıkımına yol açabilir. Siborg, ironiye, yakınlığa, kısmiliğe ve sapkınlığa kararlı bir biçimde bağlıdır. Karşıttır, ütopiktir ve masumiyetten tamamen uzaktır. Siborgu, sosyal ve bedensel gerçekliğimizin haritasını çıkaran bir kurgu olarak ve son derece verimli çiftleşmeler öneren hayali bir kaynak olarak tartışmaya açıyorum" diyor. Ancak bana sorarsanız Donna Haraway'in Siborg Manifestosu, insani olan her şeyi tehdit eden akla zarar bir öneridir; nihilist çağrılarla kapitalizmin altın çağında zelil olan azizlere karşı bekaretini koruyan azizelerin cürmünü (kelime kendisine ait) sapkınlaştırmaktadır. Hayatın fazlalıklarının budanabileceği iddiası akla zarar bir bilinç kırılmasıdır. Feministlere umut vaaeden, hurilerin başkaldırışının simulasyona tekabül eden böyle bir senaryo, müşterek ve adil bir kolektif gelecek fikrini, birlikte paylaşmanın imkanlarını ortadan kaldırmaktadır..
http://sanatatak.com/view/Siborg-Manifestosu-I/2106
Siborgun post modern nihilizmin ürettiği tekno-diyalektik akıl dışında bir kökeni yoktur. O, cinsler arasındaki toplumsal sözleşmesinin ihlalinin çözüm arayışlarından çıkıp savrulmuştur; kastrakyendir. Batı'nın kaynaklı öznelliklerin, soyut bireyleşmelerin doğurduğu mahşerin sapık telosudur. İnsanılığın altın vuruşu, kıyametten önceki son acziyettir; ironi, onu yaratan ideolojinin uçurumlarında, marksizmin açmazlarındadır. Marks'ın sınıfsız toplum düşü, ancak tarihin bitiminde gerçekleşecek bir tahayyüldür; ancak böyle bir bitiş, tevekkülle kabullenilecek sonluluk değil, varoluşsal bir taahhüt olarak olumlamadır. Spinoza'nın "Başka bir şeyle tasarlanmayan şeyin, kendisiyle tasarlanması" imkanı ancak belki makinasal düzende gerçekleşebilir. Ancak böyle kaçık bir maksada yönelik her türlü bağımlılıktan kurtulmuş bir nihai benlik, bilimin maksadına ulaştırdığı uzamda, olumlamayla 'birlik' olmaya dahi vakit bulamayacaktır..
Oysa, makinaların ruhlarımız absorbe etmenin dışında, aklın makinaları bulunduğu hal üzerinde kullanmasının imkanı vardır. Techizat, 'donanım' demektir. Mücehhes donanımlı. Cihaz ise bu donanımı taşıyan aygıt. Fransız felsefeci Foucault'nun 70'li yıllarda ortaya attığı Dispozitif terimini Türkçeye cihaz/düzenek olarak çeviriyorlar. Techiz etmek fiilinden üretilen Techizat sözcüğünün, Foucault'nun iktidarların organizasyonlarının maddi operatörlerini, kurumsallaşma tekniklerini ve hizmete eklemlenmiş uyruklaştırma pratiklerini, monopolileşen tüzüklerini ve formlarını göstermesi bakımından doğru bir seçenek olduğunu düşünüyoruz. Devlet, Latince adı ve kavramıyla 'civitas' olarak adlandırılır. Entegrasyonunu yaratmış olanlarından en yetkinini: kapitalizmi, tek bir dünya devleti diye okuduğumuzda elbette ki bir dışarısı yoktur. Marks'ın tesbitiyle "Bütün siyasal devrimler, bu makinayı kıracakları yerde (onarmış ve) yetkinleştirmişlerdir" cümlesi Cromwell'den itibaren, ötesini kasteder. Onarma talebinin öncesine ait olan dönemde; insanoğlu, bilimsel ilerlemesiyle yalnız avcı toplayıcı olarak sürdürdüğü hayatı, 'devlet' adlı bir örgüte devretmekle kendi evrimini değil, tüm yeryüzü canlılarının biyolojik gelişimini ve kaoslarla şekillenen coğrafyanın bilincini, somut güçten soyut iktidara giden süreçte yönetmenin meşruiyetini de sekteye uğratmıştır. Diyalektik bilinçle aşılması istenen modern zaman, sınıfsal mücadeleden çok gezegenin tüm ezilenlerinin bir başka forma dönüştürülmesinden ibaret kalır. Kanı ya da intiba, kanaat değil; izlenimi bırakıp somut bilgiyi aktaracak olursak: Filler yüz yıl önceye göre daha kısa dişli doğuyor. Balıkların 20 yıllık yaşam süreleri, 7 yıla indi. Haşere ilaçları, böcek türlerini bozdu. Tavukların olması gereken normal zekaları dumura uğradı; kanat çırpamayan ırklar türedi. Arılar yok oluyor; kuşlar yanlış iklimlere göç ederken balıklar kirli denizlere doğru yüzüyorlar. Balinaların toplu olarak intiharına, her akşam ekranlarda tanık oluyoruz. Gübreleme yöntemleri, toprağın tüm ürünlerinde mutasyon yarattı. Alerjik bünyeler ve kanser vakai adiyeden. Yeryüzündeki tüm canlı türlerinin genetiğinin bozulduğu konusunda hepimiz mutabıkız. Floresan antikor ve protein teknolojileri sayesinde proteinler, iradeleri dışında metaformoza uğratılıyorlar; hareketleri, agresif davranışları, savunma trendleri ve salınım periyodları hücre içinde takip edebiliyorlar. Evrim denilen olgu, moloküler biyolojinin icadıyla, bilimin eliyle engellendi. Peki bunların hepsi uygarlık adına savunulacak iyi bir şey midir? Yanlışları eleyip, doğanın aklını karıştırmadan vektörel doğrulardan bir zincir yapmamız mümkün müdür? İnsan bir doğa olayı mı, yoksa gezegende ölümsüz bir tür müdür. Doğanın aklını kullanmadan ürerse, kosmozda tanrıya karşı imparatorluğunu ilan edebilir mi? Mesela! İnsan, lanetlenmiş bir varlık olarak görüyoruz ki şimdilik puslu bir atlas üzerinde yol alabiliyor; iyilerin kaybettiği, kötülerin ve gücün kazandığı bir dünyada kurgusal doğanın tüm coğrafyası, finansal sektörlerin denetimindeki bilim eliyle istila edildi. Tekno-dinamik kendi tarihini, fenomolojisini, ufki diyagramını laboratuvarlarda yarattı. Apokaliptik psikoloji, ölümsüzlük adına kendi teşevvüşünü fırsat bilerek, organizması dahil her yerde bio-iktidarlar kurarak, izahtan uzak bir nobranlıkla hücresel varlıkların ertesi/öncesini ayırmadan ekonomi politiğin kurallarıyla sömürgeleştirildi.
Bilim ve işçi sınıfı – Alexander Bogdanov, http://sendika7.org/2015/11/bilim-ve-isci-sinifi-alexander-bogdanov/
Proudhon'un Mülkiyet Nedir'ine haksızlık yaptığını bilsek de Engels'in dediği gibi Ekonomi politik 17. yüzyılın sonlarında doğmuş olmasına karşın, ezilenler lehine irdeleme ve karşılaştırmalar Marks ile başlamıştır. Teorik iktisat üzerine ne varsa hepsini, onun araştırmalarına borçluyuz..
Aslında Engels, önderliği ona vermekle biraz tevazu gösteriyor. Marks, felsefe kökenlidir ve ekonomiyle ilgilenmesi, yöneticisi olduğu Ren Zeitung'da "Odun hırsızları yasası" hakkında yazmak zorunluluğunu hissettiğinde Engels'in İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu kitabını okumasıyla başlamıştır. Kendisi, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'da bu öyküyü çok güzel anlatır: "İlk defa maddi çıkar üzerine yazmak gibi zor bir görevle karşılaştım" dedikten sonra iktisada girişim 1844'te Paris'te oldu diye devam eder. (Bk. Dipnot 3, link) 1845'de Brüksel'de Engels'le birlikte çalışma kararı alırlar. (Bu kararı bir müddet sonra Proudhon'u da aralarına üçlü olarak sürdürmek isterler ama Proudhon, öneriyi peygamberane bir teklif olarak görür ve bir din kurmayı red eder; mektubu çok önemli bir tarihsel belgedir) Proletaryanın kurtuluşunun, kendi eseri olacağı ve bunun da iradesinin ekonomi olması gerektiği konusunda ilk tespitlerinde Moses Hess ve Weitling'den etkilenir. (Hakeza, Diktatörlük kavramı Blanqui'nindir ve Marksist literatüre 1871 komününden sonra girer. Kapital'de bile böyle bir teklif yoktur.) Ardından toplumların özel mülkiyet hastalığına tutulduğunu söyleyen William Goldwin'i, Saint Simon'u, Thomas Spencer, Willam Ogilvy'i, sınıflardan bahseden Sismondi okumalarına girişir. Paris'te Proudhon'la münasebetini geliştirir; sigara dumanlarının boğduğu odalarda günlerce sabahlara kadar tartışırlar. Tarihin çelik yasalarını yazmadan önce, iktisadın temel değerlerini dövüşe dövüşe öğrenir. Ardından nekahat ve Adam Smith ve Ricardo'yu inceleme dönemi gelir. 1844'te Silezyalı işçilerin uğradığı katliamdan etkilenmiştir. Komünist Manifesto'nun yazılmasına daha dört yıl vardır.Engels, Anti-Duhring'de "Ekonomi politik, dahi kafalarda 17. yüzyılda doğmuş olmasına karşın, 18. yüzyıl çocuğudur" der.
16. Yüzyılda ilk fabrikaların Derby ırmağı üzerinde inşa edilmesinden evvel, topraktan kopan köylüler 'lümpen' kavramı giydirilerek proleterleştiler. Bundan takribi üçyüzyıl önce, yersiz yurtsuz sefalete terkedilen güruhların ücretli sanayi işçiliğine dönüşümü başladı. Sermaye hem emeği hem nesneyi metalaştırıyor; bugün daha fazla birikim, doğayı köleleştirerek kendimizi dönüştürüyor. İşlerle, meslekler arasında köprülemeler yapan kullanışlı birikim ve araçsallığımızla sektörel bazda hepimiz soyut bir sistemi yaşatırken somut emeğin kullanımında hibritleşiyoruz. Hayatı negatif bir coğrafyaya çeviren yeniden üretim aşkı ve açığa kesilen bilginin mübadele içeriği yeniden tartışılmalıdır. Refahçı ideolojilerin daha fazla eşya üreterek özgürleşeceği yanılgısına uğrayan proletarya, nesne-özne yabancılaşmasını aşacak veya kendini ilga ederek sonlandırabilecek bir ontolojiye sahip değildir. İrademiz elimizde mi toplumda mı? Spinoza, kişinin önceden belirlenmiş bir şey olduğunu ve bunun değiştirilemeyeceğini fark ettiğinde huzura kavuşabileceğini söyler: "Ben bunun zorunlu olarak varlığını kurmaksızın koyamayacağınız ve bu varlığı yıkmaksızın kaldıramayacağınız bir şeyin özüne ait olduğunu söylüyorum. Ya da öyle bir nesnedir ki, kendisi olmaksızın şey var olamayacağı ve tasarlanamayacağı gibi, buna karşılık şeysiz de kendisi var olamaz ve tasarlanamaz."
Peki değişimin mantığı ne? Talebi, tarih içinde örgütleyen kim? organik, inorganik tüm fiziksel yapılarıyla şeyleşen dünyada değişimin nedeni ve -eğer ekonomi politiği, Marks'ın yaptığı gibi proleterleştirir, sermayeyi yersiz yurtsuz olmaktan çıkartıp eşitliği töhmet altında askıya alırsak- imkanı ne? Adalet isteklerine mushaf olan Marksizmin kurucu ortağı Engels, "Eski kölelik olmasaydı, modern sosyalizm olmazdı" der. (AD251) Markscı komünizmin, adil bir toplum yaratmaktan ziyade, her şeyiyle monopolleşmiş Alman disiplinine haiz bir refah toplumu yaratmak düşü olduğununu unutmamak gerekir. Öyle değil diyenlere "İnsan, Alman'dırdan, İngiliz emperyalizminin geliştirici kılıcına, kölelik ilerlemedir'e kadar Zor Teorisi'nin eteklerine tutunan vereceğimiz çok örnek vardır. (2)

Ya şu, ya şu diyen dikotomilerin, söyleyenin illiyet bağıyla ilgili sadece baskıcı ya da malumatçı işlevi vardır. Geçenlerde sosyal medyada Ermeniler ve Kürtler arasında gerçek biyolojik kardeşlik vardır diyen bir hesap ilgimi çekti. Bu bakış genellikle küfür mahiyetinde kullanılan bir analojidir. Bir trol olduğundan şüphendiğim kullanıcıyı araştırırken Sorpiyan adlı kullanıcının son yapılan operasyonlarda öldürülen bir aykırı kimlik, radikal bir duruş sergileyen bir marjinal; kelimenin tam anlamıyla bölücü bir muhalif olduğunu öğrendim. Tüm söylemiyle 1914'ün kılıçartığıydı; tarihin sayfaları arasına sıkışıp kalmış kin ve öfke dolu bu militanla ölümünün hemen ertesinde sosyal medyada karşılaşmak uzunca bir zamandır görünmeyeni görünür, bilinmeyeni düşünülür kıldı. Bazı insanların karşı tarafta dehşet veren fikirlerinin tamamını kastı andıran bir ulusal kümede nasıl şekillendirildiğini anlamak ancak içeriden bir bakışla mümkündür. Siyasetin normları ve toplumsal örgütlenişi bize bu hakkı tanımaz. Tartışılması gereken adına "politika" denilen etkinliğin doğal bir ihtiyaç, vazgeçilmez gerçek, hayata dair bir hakikat sunup sunmadığıdır. Madımak'tan seneler sonra bu defa da Kırşehir'de Gül kitapevinin kitlesel bir eylemle nasıl yakıldığını izledik. Politikayı doğuran sınıfların varlığı; ancak biliyoruz ki, partiler, sınıf çıkarından daha derin psiko-sosyal arazlarla örgütlenebiliyor. Sınıfların varlığına karşın 'temsiliyet' öznel talepler, zümresel motifler, ötekileştirilen cemaatlerin mücadelesini parlamenter siyasete taşıyor. Pratikte şahit olunan durum, partilerin varlığının sadece sınıfsallıkla açıklanamayacak modern çağın temsil modellerinden biri olduğudur. Sınıf kimdir, proleter ruh nedir sorusunu ararken İnsan, her yerde olan tanrının vasıflarıyla milyarlarca ekran üzerinde; suretini taşıyan sayısız monitörde aynı anda vücud bulabiliyor. İletişim muazzam bir propaganda aygıtı. Mistifikasyon gene aynı hayaletlerin, kötü ruhların cirit attığı idealizmden beslense de kabusu doğuran gizemin çözümü, havuz probleminden basit. Bu durum bir tarafta, ağ teknolojilerine öznel katılım şartlarının doğrudan izin verdiği toplumsaĺ çağda sınırsız bir imkandır. Diğer tarafta hızla bulaşan bir zalimliğe, çağdışı bir sendoma geçit verebilir. Gecikmeli ve dolaylı katılım hakkı sunan temsili politikalara alternatif olarak modern çağın bireyi için gerçek olanaklar ve ufukta yeni olasılıkların önünü köreltilmiş vicdanlar, hatalı yapılandırılmış akıllar tıkayabilir; çözüm faktörlere eleştirel bakabilen aydınlanmış beyindedir. Yüzlerce emredici imgeyle olan ilişkilerine rağmen insan olan her şeyle irite edici mesafeleri teolojik kavramların peşinde giden grupların yeniden adlandırmalarını gerektiriyor
Toplumsal mutabıkatın sarsıldığı yerde belki merde namerde muhtaç etmeyecek bir makinaların hukukundan, yargının karar verici mekanizmasında insanın devre dışı bırakılmasından, suça, oranları belli olan dijitalleşmiş ödemelerden, cezanın bedellerinden, devletin yerini tekno mekaniğin idaresine bıraktığı bir düzeneğin inşasından hatta ve hatta teolojik prensiplerin evrensel kullanma talimatlarından söz edebiliriz; makinalar düşünmez, ancak hayatımıza bir doğruluk katalizörü olarak artikule edilebilirlerse onlar aracılığıyla ortak alanda kimseyi rencide etmeden belki düşünebiliriz!
Umuma ait olanla, şahsa ait alan arasındaki duvarlar, şahıslar arasındaki baki sınırları liberal taktik ve tekno dinamiğiyle zamanın ruhu ortadan kaldırmıştır.
Öykü Eras / Serhat Kiraz çalışması buraya konacak
Eserin bildirimine, iştiyakla çok yakından; aksayan hayati bir organa, bir uzva tasallut eden bir hastalık teşhisine bakar gibi bakılması gerekir; nasıl söylediğinden önemlisi, sanatçının ne dediğidir!
Felsefeciler, mutlaka önceyi, geçmişin bilgisini bilmek zorundadırlar. Onlar yazmak için tarihin envanterini Atlas gibi yüklenirken, sanat tarihini bilmeseler de üretebilir olmanın ayrıcalığıyla sanatçılar sadece trajediler, dramlar ya da daha ağır vakalara yoğunlaşabilirler. Son zamanlarda bienaller, fuarlarda; zaman zaman da sponsorlu galerilerde aşkın değişim talepleriyle artık çok daha sık karşılaşıyoruz. Hayli zamandır, sistemden memnun olmayanların lehine Soroz'un planlarıyla uyumlu bir değişim logaritması sunuyor. Aslında düşünülmesi gereken liberasyonun ihtiyaçlarına cevap veren oluşumun; siyasetin elinde kullanışlı bir araca dönüşen kavramın ülke(ler) sınırlarından geçişinin tüm tarihidir. Yıkmaya çalıştığı değil aksine varlığıyla abad olduğu bir dünyaya ait olabildiği kadar tam tersine ait örnekler de var. Küresel sermayenin değişim taleplerine aracılık eder ya da bazen tribünlere oynarken sorguladığı değerlerle çelişebilir. Politik olarak Çağdaş Sanat, bütünüyle fireden ibaret olsa da kaldırdığı toz duman kendinden bile önemlidir; az sayıda eser, gerçek anlamıyla değerlidir.. Kiraz'a gelmeden önce onun bağlamında şunu girizgah olarak ilave edelim. İnsan anlatırken, gayri maddi düşüncesini aktarırken, daha önceden şifrelenmiş görsel değeri olan boyutlu bir malzemeden, bilgisine haiz olduğumuz bir asamblajdan yararlanmak zaruretindedir. Enigmatik bir sistemin aşındırdığı kelimeler, daha önce diğer öznelerle aramızda oluşan konsensus aracılığıyla tasırımı yapılmış kanallardan akar. Zihin aktarımları bu hazır yolu kullanırlar. Patikada gitmek istersek eğer, sabit değerlerle, palyatif geçici hevesler arasında bilinç, kendi etkinliğini huzursuz eylem olarak mesafelerle koyar. Düşünce, varolan bir kavrama; soyut varlık, dokunabilir bir gerçeğe taşınırken algı, portatif bir konumdadır; Hegel'in deyişiyle akıl, "kendi başkasını aramaktadır". "Onda, kendisinden başka hiçbir şeye iye olmadığını bilerek, salt kendi sonsuzluğunu arar". Us; bunu havada parlayan fişekler, geceyi kısa süreliğine aydınlatan maytaplar gibi sözün geçiciliğinde yapar yapmasına ama gene de edimiyle, "tüm yükseklik ve derinliklere, egemenliğinin flamasını diker"ek dolaşır. Benim yaptığım şeyler genel olarak yapılıp dağılan şeyler diyor Serhat Kiraz bir röportajında; devam ediyor: " Varlıklarını sürdürüyor, farklı şeylere dönüşüyor ama zaten kendi gerçekliğinde iddiasını da; o, geçicilik içerisindeki varlığıyla sürdürüyor". Üçüncü şahıs, soyut emeğin ilişkileri, canlı emeğin malzemesini yeniden değerlendirmeye başladığı andan itibaren sanatçının imgesel dili sayesinde kurduğu iletişim ve anlatıcıların icat etme kapasitesiyle geliştirdikleri müşterek düşünceyi tikelleştirir.
Ülke ve kişisel tarihiyle Serhat Kiraz mutena bir sanatçı ve her zeminde mükerrer eylemlerin, birbirine benzer amellerin tekrarlarına karşı kaynağında özgün duruş ve toplumsal sitemleriyle iyi bir örnek.
İnsan anlatırken, hep feragat etmek zorundadır; anlamdan ve magmadan..
Hegel, bir yöntem öğretmek adına felsefenin kilit/köşe taşıdır. Hangi malzemeyle gerçekleştirirsek gerçekleştirelim felsefe (ve eleştiri) sonuçlarla değil, nedenlerle ilgilidir; bireysel gibi düşünülse de kolektiftir. Sanatçı, sadece etkinliklerinin sonucunu değil, aynı zamanda düşüncesinin antropolojik ve lojik temellerini de hayatıyla beraber belli bir minvalde açıklar. Baykam'da Kiraz'da Taktak'da: Eser, sürecin tüm politik oluş'umunun dışında bambaşka bir şey değildir. Bu formül uyarınca, Hegel, Phänomenologie des Geistes’de Ruhun Fenomolojisi ya da sadece Fenomoloji'de -1807-, kendi gençlik düşüncesinin güzergâhını izleyerek, zamanının felsefesi ve ruhun/bilmenin esprisi; insandaki bilginin bilinç kazanışının tarihini bize anlatır. Büyük Mantık/Bilimi'nde -1812-1816-, Logos'un batınî hayatını gözler önüne serer. Kategoriler, hareketsiz, âtıl kavramlar değil, (Serhat Kiraz bağlamında devam edersek) öznelliğin tarihsel oluş'unun momentleridir. Hakikatin kendisi bir hayattır. Logos'un mantık biliminde sergilenen hayatı ile, zengin muhteviyatını teşhir ederek gene sanatçı kendinden kendine ulaşmaya çalışır. -Sanatçının Efes'in Paris' taşınması tahayyülündeki gibi- bilincin Fenomenoloji'de sergilenen hayatı, bütün Hegel felsefesinin temelini, karşılaştırılabilir değerini oluşturur.
Mukayese imkanları sunan tarihsele, taşınabilir geçmişe bakmadan sonuçta niyeti anlamadan, süreçte neyin Değer olduğunu söylemek zor. Masumane cevapları okumak, cevher'in ne olduğunu tanımlamadan, esas Eder yaratan paylaşılanı dışarıda bırakarak verilen cevaplar kafa karışıklığını gidermiyor.. Marks, 'Bunun farkında olmayız, ama gene de yaparız' diyor. Devam ediyor : 'Bu nedenle değer, göğsünde ne olduğunu anlatan bir yafta ile ortalıkta dolaşmaz. Aslında her ürünü toplumsal hiyerlogif yazısına çeviren, daha çok değerdir. Kendi toplumsal ürünlerimizin ardında yatan sırrı aydınlatmak için, daha sonra biz bu hiyeroglifi çözmeye çalışırız. Çünkü yararlı bir nesneyi 'değer' olarak damgalamak, dil gibi toplumsal bir üründür.' (Kapital 1/89) Kiraz, mesafeleri düşsel bir evrenden hakikate taşıma becerisine sahip. O, şimdi yakın tarihteki kodları çözme hünerini gösterecek izleyicisini bekliyor.
Bienaller, fuarlarda; zaman zaman da sponsorlu galerilerde karşılaşıyoruz. Sistemden memnun olmayanların lehine Soroz'un planlarıyla uyumlu bir değişim logaritması sunuyorlar. Kavramı ülke gençlerine, entelektüel faaliyetin bir parçası olarak tanıtmaya çalışırken dışarıda kalanlarla içeridekiler arasında ansızın bir iç tartışma başladı: Süreyyya Evren ve Halil Altındere'nin kitabı neşeli bir polemiğin konusu oldu. Aslında düşünülmesi gereken liberasyonun ihtiyaçlarına cevap veren bu oluşumun; siyasetin elinde kullanışlı bir araca dönüşen kavramın ülke sınırlarından geçişinin tüm tarihidir. Yıkmaya çalıştığı değil aksine varlığıyla abad olduğu bir dünyaya aittir. Tribünlere oynarken sorguladığı değerlerle çelişir; ancak politik olarak Çağdaş Sanat'ın gövdesi fetişten ibaret olsa da gölgesi serinlemek için çok değerlidir.. Burada ilave edelim; ülkedeki Artcontemporary'e zemin olan sanatın başlangıç noktasında Altan Gürman, Sarkis, Füsun Onur, Cengiz Çekil, Şükrü Aysan, Yusuf Taktak, Serhat Kiraz, Bedri Baykam bulunur; nobran bir kültürün militanlarının onlara haksızlık etmemeleri gerekir!
Bu sergi konuya damardan girmek için bir vesile oldu. Güncel Sanatı Kullanma Kılavuzu kitabına bakıyorum. Evren darbesiyle birlikte Özallı yıllarda emperyal politikaların açtığı gedikte; büyük uçurumun ortasında hayali bir Disneyland inşa ediyorlar. Rüyalar ve riyaların arasındaki 'hakikat' mühendisliği, dünyaya yurdundan değil de Batı'dan bakan iki gözün bilinçli bir eylemi.. Onların yeniden yazma gayretine girdikleri bir Cumhuriyet tarihi varsa eğer o halde biz de yüksek sesle sorabiliriz: Güncel camianın seçkinleri bu kitaptaysa, kopilleri nerede? Entelektüel feryatla başkalarının acısına ortak olan muteberler burada toplandıysa, itibarı kaybediş hikayesi anlatılan, kendi acısına küfürü meze yapan gerçek tutunamayanı nerede arayacağız?' İyiler buradaysa, kötüler nerede? Doğruluğu, adaleti, eşitlik ve erdemi emreden demokrasi kültürüne inanmış insan suretindeki melekler buradaysa, aksini yapan şeytanlar nerede? Birikim, fikir ve yaratıcılığa bakmadan politik amaçlarını gizleyerek malzeme fetişizmi yapan arkadaşlar tüm pervasızlıklarına rağmen zamana yazgılı, kendileri dışında bir bilincin sakar ve küstah ürünleridir. Evren darbesinin açtığı gedikten süzülen Özal/Thatcher kuşağı, 12 Eylül 1980, emperyalizmin talimatlarıyla Cumhuriyet'in değerlerini yıkan ve bugün Ortadoğuyu kan çanağına çeviren bütün politik sürecin başlangıcındadır. Guggenheim/Duchamp'ın işbirliğiyle 1960'larda yeni bir geçmiş kurgulanmış, ABD'nin merkezi ele geçirdiği bir süreç başlamıştır. Çağdaş Sanat, kâh sivil toplum, kâh yaşam tarzı, kâh öznellik, nesnellik, küresel sermaye, sanat/sepet kelimeleri geçen; zamana yayılmış büyük bir mühendislik projesinin tezahürüdür; fazla söze gerek yok.. Hegel bize her zaman iki kutuplu bir dinamiğin dönüştürücü etkisinden bahseder; hayatın diyalektiği, iyiler ve kötüleri birarada yaşatır..Toplumsal mutabıkatın sarsıldığı yerde belki merde namerde muhtaç etmeyecek bir makinaların hukukundan, yargının karar verici mekanizmasında insanın devre dışı bırakılmasından, suça, oranları belli olan dijitalleşmiş ödemelerden, cezanın bedellerinden, devletin yerini tekno mekaniğin idaresine bıraktığı bir düzeneğin inşasından hatta ve hatta teolojik prensiplerin evrensel kullanma talimatlarından söz edebiliriz; makinalar düşünmez, ancak hayatımıza bir doğruluk katalizörü olarak artikule edilebilirlerse onlar aracılığıyla ortak alanda kimseyi rencide etmeden belki düşünebiliriz!
Umuma ait olanla, şahsa ait alan arasındaki duvarlar, şahıslar arasındaki baki sınırları liberal taktik ve tekno dinamiğiyle zamanın ruhu ortadan kaldırmıştır.
Öykü Eras / Serhat Kiraz çalışması buraya konacak
Eserin bildirimine, iştiyakla çok yakından; aksayan hayati bir organa, bir uzva tasallut eden bir hastalık teşhisine bakar gibi bakılması gerekir; nasıl söylediğinden önemlisi, sanatçının ne dediğidir!
Felsefeciler, mutlaka önceyi, geçmişin bilgisini bilmek zorundadırlar. Onlar yazmak için tarihin envanterini Atlas gibi yüklenirken, sanat tarihini bilmeseler de üretebilir olmanın ayrıcalığıyla sanatçılar sadece trajediler, dramlar ya da daha ağır vakalara yoğunlaşabilirler. Son zamanlarda bienaller, fuarlarda; zaman zaman da sponsorlu galerilerde aşkın değişim talepleriyle artık çok daha sık karşılaşıyoruz. Hayli zamandır, sistemden memnun olmayanların lehine Soroz'un planlarıyla uyumlu bir değişim logaritması sunuyor. Aslında düşünülmesi gereken liberasyonun ihtiyaçlarına cevap veren oluşumun; siyasetin elinde kullanışlı bir araca dönüşen kavramın ülke(ler) sınırlarından geçişinin tüm tarihidir. Yıkmaya çalıştığı değil aksine varlığıyla abad olduğu bir dünyaya ait olabildiği kadar tam tersine ait örnekler de var. Küresel sermayenin değişim taleplerine aracılık eder ya da bazen tribünlere oynarken sorguladığı değerlerle çelişebilir. Politik olarak Çağdaş Sanat, bütünüyle fireden ibaret olsa da kaldırdığı toz duman kendinden bile önemlidir; az sayıda eser, gerçek anlamıyla değerlidir.. Kiraz'a gelmeden önce onun bağlamında şunu girizgah olarak ilave edelim. İnsan anlatırken, gayri maddi düşüncesini aktarırken, daha önceden şifrelenmiş görsel değeri olan boyutlu bir malzemeden, bilgisine haiz olduğumuz bir asamblajdan yararlanmak zaruretindedir. Enigmatik bir sistemin aşındırdığı kelimeler, daha önce diğer öznelerle aramızda oluşan konsensus aracılığıyla tasırımı yapılmış kanallardan akar. Zihin aktarımları bu hazır yolu kullanırlar. Patikada gitmek istersek eğer, sabit değerlerle, palyatif geçici hevesler arasında bilinç, kendi etkinliğini huzursuz eylem olarak mesafelerle koyar. Düşünce, varolan bir kavrama; soyut varlık, dokunabilir bir gerçeğe taşınırken algı, portatif bir konumdadır; Hegel'in deyişiyle akıl, "kendi başkasını aramaktadır". "Onda, kendisinden başka hiçbir şeye iye olmadığını bilerek, salt kendi sonsuzluğunu arar". Us; bunu havada parlayan fişekler, geceyi kısa süreliğine aydınlatan maytaplar gibi sözün geçiciliğinde yapar yapmasına ama gene de edimiyle, "tüm yükseklik ve derinliklere, egemenliğinin flamasını diker"ek dolaşır. Benim yaptığım şeyler genel olarak yapılıp dağılan şeyler diyor Serhat Kiraz bir röportajında; devam ediyor: " Varlıklarını sürdürüyor, farklı şeylere dönüşüyor ama zaten kendi gerçekliğinde iddiasını da; o, geçicilik içerisindeki varlığıyla sürdürüyor". Üçüncü şahıs, soyut emeğin ilişkileri, canlı emeğin malzemesini yeniden değerlendirmeye başladığı andan itibaren sanatçının imgesel dili sayesinde kurduğu iletişim ve anlatıcıların icat etme kapasitesiyle geliştirdikleri müşterek düşünceyi tikelleştirir.
Ülke ve kişisel tarihiyle Serhat Kiraz mutena bir sanatçı ve her zeminde mükerrer eylemlerin, birbirine benzer amellerin tekrarlarına karşı kaynağında özgün duruş ve toplumsal sitemleriyle iyi bir örnek.
İnsan anlatırken, hep feragat etmek zorundadır; anlamdan ve magmadan..
Hegel, bir yöntem öğretmek adına felsefenin kilit/köşe taşıdır. Hangi malzemeyle gerçekleştirirsek gerçekleştirelim felsefe (ve eleştiri) sonuçlarla değil, nedenlerle ilgilidir; bireysel gibi düşünülse de kolektiftir. Sanatçı, sadece etkinliklerinin sonucunu değil, aynı zamanda düşüncesinin antropolojik ve lojik temellerini de hayatıyla beraber belli bir minvalde açıklar. Baykam'da Kiraz'da Taktak'da: Eser, sürecin tüm politik oluş'umunun dışında bambaşka bir şey değildir. Bu formül uyarınca, Hegel, Phänomenologie des Geistes’de Ruhun Fenomolojisi ya da sadece Fenomoloji'de -1807-, kendi gençlik düşüncesinin güzergâhını izleyerek, zamanının felsefesi ve ruhun/bilmenin esprisi; insandaki bilginin bilinç kazanışının tarihini bize anlatır. Büyük Mantık/Bilimi'nde -1812-1816-, Logos'un batınî hayatını gözler önüne serer. Kategoriler, hareketsiz, âtıl kavramlar değil, (Serhat Kiraz bağlamında devam edersek) öznelliğin tarihsel oluş'unun momentleridir. Hakikatin kendisi bir hayattır. Logos'un mantık biliminde sergilenen hayatı ile, zengin muhteviyatını teşhir ederek gene sanatçı kendinden kendine ulaşmaya çalışır. -Sanatçının Efes'in Paris' taşınması tahayyülündeki gibi- bilincin Fenomenoloji'de sergilenen hayatı, bütün Hegel felsefesinin temelini, karşılaştırılabilir değerini oluşturur.
Mukayese imkanları sunan tarihsele, taşınabilir geçmişe bakmadan sonuçta niyeti anlamadan, süreçte neyin Değer olduğunu söylemek zor. Masumane cevapları okumak, cevher'in ne olduğunu tanımlamadan, esas Eder yaratan paylaşılanı dışarıda bırakarak verilen cevaplar kafa karışıklığını gidermiyor.. Marks, 'Bunun farkında olmayız, ama gene de yaparız' diyor. Devam ediyor : 'Bu nedenle değer, göğsünde ne olduğunu anlatan bir yafta ile ortalıkta dolaşmaz. Aslında her ürünü toplumsal hiyerlogif yazısına çeviren, daha çok değerdir. Kendi toplumsal ürünlerimizin ardında yatan sırrı aydınlatmak için, daha sonra biz bu hiyeroglifi çözmeye çalışırız. Çünkü yararlı bir nesneyi 'değer' olarak damgalamak, dil gibi toplumsal bir üründür.' (Kapital 1/89) Kiraz, mesafeleri düşsel bir evrenden hakikate taşıma becerisine sahip. O, şimdi yakın tarihteki kodları çözme hünerini gösterecek izleyicisini bekliyor.
Bienaller, fuarlarda; zaman zaman da sponsorlu galerilerde karşılaşıyoruz. Sistemden memnun olmayanların lehine Soroz'un planlarıyla uyumlu bir değişim logaritması sunuyorlar. Kavramı ülke gençlerine, entelektüel faaliyetin bir parçası olarak tanıtmaya çalışırken dışarıda kalanlarla içeridekiler arasında ansızın bir iç tartışma başladı: Süreyyya Evren ve Halil Altındere'nin kitabı neşeli bir polemiğin konusu oldu. Aslında düşünülmesi gereken liberasyonun ihtiyaçlarına cevap veren bu oluşumun; siyasetin elinde kullanışlı bir araca dönüşen kavramın ülke sınırlarından geçişinin tüm tarihidir. Yıkmaya çalıştığı değil aksine varlığıyla abad olduğu bir dünyaya aittir. Tribünlere oynarken sorguladığı değerlerle çelişir; ancak politik olarak Çağdaş Sanat'ın gövdesi fetişten ibaret olsa da gölgesi serinlemek için çok değerlidir.. Burada ilave edelim; ülkedeki Artcontemporary'e zemin olan sanatın başlangıç noktasında Altan Gürman, Sarkis, Füsun Onur, Cengiz Çekil, Şükrü Aysan, Yusuf Taktak, Serhat Kiraz, Bedri Baykam bulunur; nobran bir kültürün militanlarının onlara haksızlık etmemeleri gerekir!
Cemal Kafadar'ın, "Kim var imiş biz burada yoğ iken" adlı kitabında Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun'un hikayesini okurken bulunduğu şartların dönüşümünü de izleriz. Kitabın genel tematiğini "Osmanlı'da birey" olarak adlandırabiliriz. Kafadar sunuşta, derlemenin mantığını anlatırken, özgün bir tarih felsefesinin nüvesini de ortaya koyar: "Aile, klan, cemaat, ümmet içinde erime halinden birey olma haline geçiş, diye özetlenebilecek çizgisel bir hikâye yok. Değişik zamanlarda ve bağlamlarda, kişilerin benlik algısının ve ferdiyetlerini yaşama biçimlerinin değişmesidir söz konusu olan. Bu, kendilerini aşan yapılarla kâh uyuşarak kâh didişerek iç içe yaşayan insanların gelgitli hikâyesi"dir der. Yapı ile süreç ilişkisi, bilimsellik ile hikâye etme arasındaki bağlantı, "biz" ve "ben" olmanın ne anlamlara gelebileceği gibi birçok meseleyi ele alırken Osmanlı tarihi konusundaki ezberlerimizi bozarak, yeni baştan düşünmeye davet eder. Kafadar'ın 'Kim varmış biz burada yoğ iken?' anlatısını bu tartışma nedeniyle güncelleştirebiliriz.
Çağdaş sanat, tüm ürünleriyle kapitalist dünyanın çelişkilerini ifşa eden, burjuva erdemlerini yerinden oynatan skandallar çıkarma eğilimindedir. Ütopyanın ardındaki teolojidir, ilahiyattır; ufukta aranılan komünist uhreviyatın komplikasyonları bu dünyanın vicdansız iyimserliğinden doğar.
Buyurgan imgelerle olan nedamet ilişkilerine karşın insana ait olan her durumla irite edici mesafelerinin vardır. Karşı cenaha duydukları öfke, kin; toplumun bütününü arzulayan kavramların yeniden tanımlanmasını, politik maksatlarıyla uhrevi duyguların ve iktidarlara ait emirlerin bir başka uzamda adlandırmasını gerektirmektedir. Negatif eleştiri, tüm yerleşik değerleri yerinden eden bir kötülük savunucusu olduğu hallerde bile; ideoloji, kendi elleriyle kendini ortadan kaldıracak bir epistemolojiyi yaratamıştır. Teorinin aslı Ricardo'ya aittir ve onun 1821 tarihli Prensipler'inin ilk sayfasında yer alır. Marks'ın "Bir emek ürünün değeri, onun üretimi için gerekli zamanla belirlenir" formülü, tüm iddialarına karşın sınıfsallıkla üretim olgusunun alakası olmayacağı yönünde bir doğrulamadır. Değer'in yanında, yeniden üretimi sürdürmenin şartı olan artı değerin de sosyalist toplumda varlığını sürdüreceğinin teminatı olarak okunmalıdır. Üretim anarşisini ortadan kaldırmak Bakunin'in dediği gibi kapitalizmin devletçi okumasıdırır. Sosyalizm için, tüketimin teşkilatlandırılması dense mantığını kurabiliriz belki. Engels'in Anti Duhring'deki 'Değer Teorisi' bölümü, üretim biçiminin ilerideki devrimin dışında kalacağının haberini verir. Toplumun ilerleme ve gelirdeki büyüme arzusu korunurken, diyalektiğin hareketinin zıtların birliğinin aksi yönünde ivme kazanmasını beklemek ; gelişmenin, eşitsizlikten ortaya çıktığını yadsımak açıklanamaz bir paradoksttur. Problemin bütün bacakları dururken çözüm şıkkında yer alan 'sömürüyü kaldırma' savı ise çok düşündürücüdür. Amacını aşan teoriye 'diyalektik materyalizm' adı verilmesi, yakıtsız enerji üreteceği iddialarını ülke gündeminde aylarca manşetlerde tutan Verke gibi abestir. Spinoza'daki verili neden, güncel dünyada üretim olduğu müddetçe bize başka tercih imkanı bırakmayan, bizatihi kullanageldiğimiz dehşetengiz öğütücü negasyona dayanan bu sistemin hakeza kendidir; öznenin gereksindiği mala, metaya yer açmak için tüm katı olanları buharlaştıran üretimin ve tüketimin eşzamanlı örgütleniş mantığıdır. Ancak bu durum yeri geldiğinde tabiatı itibariyle olumsuzlukları barındırabiliyor.
Cengiz Çekil: 10 Kasım 2015'de (bugün) vefat etti. Saygıyla hatırlanacaktır. Kendisiyle yapılan bir röportaj: http://www.radikal.com.tr/kultur/cengiz-cekil-sanat-yazanlarin-ilgilendigi-sanatcilardan-degilim-galiba-1469813/
Sanat tarihi nasıl yazılmalı?
Bedri şöyle yazıyor: "Süreyyya Evren "Türkiye Güncel Sanat Tarihini Nasıl Yazmalı?" başlıklı makalesinde sözünü ettiğim siyasal tercih inadını ve dar kalıplarını kendi ağzından itiraf ediyor: "90'larda Türkiye güncel sanatı dönemin ana akım milliyetçiliği giderek artarken kendini ısrarla milliyetçilik karşıtlığından kuruyor. Ermeni, Kürt, eşcinsel, kadın olmakla ilgili her tür meselenin yanı sıra militarizmden cinselliğe, Kemalizm’e, neredeyse ellenmemiş konu, yıkılmamış tabu kalmıyor". Bu sözler, söylediklerimi teyidin ötesinde, açık bir itiraftır. Ne kadar dar kalıplı bir bakış açısı ve nasıl sanat dışı kriterlere bağlı bir seçim yapıldığının bir itirafıdır bu. Ayrıca, Evren'in, tarihi saptırmaya meraklı bir insan olduğunun kanıtları da zaten bu söylemde ve ötesinde mevcuttur".
Çağdaş sanatın, her türevinden ahlakçı merakına karşın ayrıştırıcı, bölücü parçalayıcı bir politik aygıt olduğu şüphesiz. Türkiye'nin tüm renklerini küresel sermayenin normlarına uydurmak için girişilen eylem; alakalı mercileri harekete geçiren bilinçli bir tezahür. Ancak solun olduğu kadar sağın da küresel ve yerel olmanın dışında üçüncü politik bir seçimi yok. Son on yıllık süreçte tanık olduğumuz gibi uygulamada araçlar ile amaçlar; her şeyin 'aslı' ile 'aksi' yer değiştirebilmekte. Camera Obscura kavramı, yalnızca Hegel'in düşüncelerinin düzeltilmesini isteyen bir talep olmadı hiçbir zaman.. İnsan zihnindeki vizöre düşen görüntü, her konuda dışarının, dışarıda kalan yarımız olan ötekinin önyargılarla başaşağı çevrilmiş halidir. Özgürlük isteriz; aslında tümüyle esirizdir. Barışmak için savaşırız; bırakın devletleri, insanların bile bir konuda uzlaşması imkansızdır. Ölülerin kazandığı zafer'in adı diriler için 'barış' olur. Nomos/Yasa düşünce aritmetiğini artikule eden, problemler arasındaki bağlantığı eklemleyen mantığın kurucu yazılımıdır. Biyolojik ya da inorganik mekanlarımız, yuvalarımız; başkalarının yasalardan saklandığımız hücrelerimizdir. Hastalıkların nedenini değil, sonuçlarını tedavi ederiz. Gelirken 'cennet vaadetseler de, teoriler insanları köleleştirir.. Ne ki sosyoloji, fenomoloji, marketing; anatomi, ekonomi, strateji; sivil toplum kuramcılığı, bölge planlamacılığı, insan mühendisliği; coğrafyanın topografisi, nüfusun demografisi, yoksulun psikolojisi, ülkenin tarihi, coğrafyanın kuşatılmışlığı; ideoloji, hakikate dair somut bir anlamı ve hayatın bütünlüğüne ait olguyu yansıtamaz duruma geldiğinde, yani işbölümüyle tamam parçalandığında; Tanpınar gibi söylersek; 'içindeki tanrı onu terkettiğinde', emperyal teknolojilere bağlı olarak 'çağdaş sanat' adını alan kavram, gerçek kurucu güncelliğine kavuşarak yeni bir bileşimi-değeri taşıyacak anlamı sırtlandığında; geniş meşbeplilikten aldığı yüküyle içe doğru çöküşünü kaçınılmaz gerçekleştirecektir. Sosyalizm dahil tüm dönüştürücülerde benzer açmaz vardır; öyle ki, ya küresel olup kolonyal söylemin literatürüne hapsolunacak ya da yerel olup radikal milliyetçi terminolojide çıkış arayaktır. Hayatın aritmetiği eğer kendimiz gibi kalmamıza müsaade etmiyorsa o zaman; Yuhanna'da İsa'nın söylediği gibi: 'Kalkın, buradan gidelim!"
Ne tehlikenin farkında ne de uzmanlık alanı. Baba parasıyla demokratlık oynayanın ilgisi var, bilgisi, tecrübesi yok. Özal'dan sonra doğan öyle bir kuşak ki, yalnızca emperyalizm tarafından tepe tepe kullanılmış. Demokrasi, sınırlandırılmış özgürlük. Din, yeryüzüne indiği andan itibaren yaratanın eşitleri arasında eşitsizlik, metafizik, fizik; mesaj kast'lar yaratan bir kurum.. Diğerleri peşisıra.. İşbölümü, kitabına uygun tesis edilmiş, hafif meşrep entelijansiyanın coşkusu; modern bir karnavala dönüşen acının, güvenli bir mesafe korunabildiği takdirde hayata onayı eksiksiz.. Tedirginliğimiz, emniyetli bir mesafeden bakarken ansızın içinde olduğumuz çaresizliğin farkındalığıdır. Yekpare bir kepazelik serüveni teatral bir düzenekle sahnelenirken, gösteri, bütün dünyada aynı trendleri kapsıyor; yani ülke açısından mahrem bir durum, pornografik toplumda özel müstehcen bir konum yok.. Sanat eleştirmenleri farklı düşünebilirler ancak bizim aradığımız tek şey tutarlılıktır; insanlarda ve eserlerde..
1980 açık faşizminin ardından her on yılda bir darbe söylentilerinin 28 Şubata taşındığı reflekslerin kabusuyla, siyasal alanın dışına sürgüne gönderilenlerin zamanın ruhundan sızan belirsizliğini pekiştirmiştir. 80'ler sergisi kataloğunun önsözünde, askerin zor kullanarak apolitikleştirdiği sanatın eksikliğine değinmiştik. Tesadüflerin eseri olan demokrasi mücadelesini belirleyen üretim ilişkileridir; ne ki, birçok kazanıma ve bilgiye erişime baktığımızda geçmişte gelecek adlı meçhule havale edilen günlerin tam da ortasına denk düşen bir karanlıkla buluşuyoruz. Ancak bugün böyle oldu diyemeyeceğimiz bir geçmişi devraldı gençler. Bedri'yle katıldığımız bir röportajda ısrarla belirtiğim gibi geçen yılın sonunda açtığımız Çağdaş Türk Resminde Devrim Yılları Sergisi'nin önce ismi yanlıştır. Üzerine ölü toprağı serpilmiş Kenan Evren döneminde sanatçının müşterisi, dönemin askeri cuntasını ekonomik istikrarı sağlamak için göreve davet eden burjuvazidir. Paranın alabileceği en güçlü itibari nesne sanattır. 80 dönemi sanatçısının alıcısını küstürmek bahasına bir devrim özlemi içinde olması eşyanın tabiatı itibariyle -ya da pragmatizm adına- mümkün değildi. Marks'ın dediği gibi "İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir. Tam tersine onların bilincini belirleyen şey toplumsal varlıklarıdır. (..) İnsanlık önüne ancak, önüne çözüme bağlayabileceği sorunları koyar.." Oysa bugünün eleştirmenleri, tarihi mücadelede hiçbir şeyi anlamadıkları halde sanat adına okurun duymak istediği her şeyi yazıyorlar. Her kesim, yaşadığı 80'li yılları kendi objektifinden dinleyene şevk veren hikayelerle anlatıyor. Tekrar edelim : O dönemin ruhuna 'kaygı' hakimdi; ülkenin üzerinde darbecilerin yarattığı tekinsiz bir sükunet, insan ilişkilerinde korku veren sıkıntılı ve kuşatıcı bir atmosfer vardı. Politikayla uğraşan gençler ve tüm resmi söylemin dışına çıkan muhalifler için o günler beyaz torosları, karakolları, askeriyesi vd kurumlarıyla tam bir kabustu .. Cuntanın tahakkümü altındaki örfi idarenin saltanatında devrimciler mahkemelerde, zindanlarda, işkence tezgahları ya da idam sehpalarındaydılar. Birkaç istisna dışında sanatçıların bu dönemde kişisel arzularını askıya alarak sermaye rejimiyle aralarına mesafe koyduklarını ve halk adına dürüst bir mücadele verdiklerini söylemek abartı olur. Aksine müşterisine şirin gözükmeye çalışan kahir ekseriyet, gözünü batıya dikmiş sanat camiasının ezici çoğunluğu yaptığı soyutlamalar ve ipe sapa gelmez figür ve bezemelerle günün kara gerçeğini gizlemekte maharetli davranmış, 12 Eylül'de tankların, mitralyözlerin gölgesinde huzur ve sükut ortamı olduğu kanısını güçlendirmeye çalışan finans sermayenin doğrudan işbirlikçiliğini yapmıştır. Gerçi refah toplumu standartları yükselmiş, demokrasinin savunulması artık her kesimin literatürüne girmiştir; bunları elde etmek için bugün adını hatırlamadığımız her kesimden birçok insan hayatlarını feda etmiştir. Ancak, bu kazanımların elde edilmesinde rol çalmaya çalışan isimlere sanıldığı kadar çok şey borçlu değildir toplum. Sünepelik, korkaklık ve acziyet o günün apolitik sanatçısı için sıradan bohemlikti. Anlatılan öykünün çok dürüst, güzel ve renkli olduğunu söyleyemeyiz...
Sanatın dünyayı değiştirmemize yardım edeceği yönündeki iddialar, narsistlerin milyon dolarlık fetişlerine dönüşen çağdaş sanatla birlikte iflas etmiştir; o, sadece tuhaf alametler gösteren müşterisini rahatsız etmeyecek eleştirel tutumuyla özel mekanlarda, sahte bir gerçeğin çağrısına uyarak kendi imajından kendi ederini üreten bir meta haline gelmiştir. Hepsi mi? Değil!
Bugün Suzan Batu, Bedri Baykam, Bubi, Server Demirtaş, Serhat Kiraz, İrfan Önürmen, Bünyamin Özgültekin, Yusuf Taktak'ın neler yaptığına bakarken, geçmişte neler yaşandığını, kimin nerede durduğunu bilmek gerekiyor. Ülkelerin kaderini değiştiren mahfillerin kullandığı hesap sistemine, üretim ilişkilerini değiştirerek bireylerin hayatını yeniden yaratan algoritmanın çarpanları, bölenleriyle işleyiş mantığına, ülkenin siyasi coğrafyasında hangi dönüşümlerin gerçekleştirildiğine eşzamanlı bakılmalıdır. "Özgürlüklerin sınırsız yaşandığı ülke Türkiye'dir. AB üye ülkeleriyle yarışırız" iddiası sıradan bir motto değildir. Pratiği yalanlama adına girişilen teorik mücadelenin bir ideolojik yok etme gayretiyle beraber okunmasının gereği vardır. Tüm endişelerini hesapsız paylaşan sanatçılara karşın Halil Altındere ve Süreyyya Evren adında iki genç kuşak yazarı Türkiye’de Çağdaş Sanat: Kullanma Kılavuzu adında bir kitap çıkarttıklarına şahit olduk. Bir polemik başlatdı; kendilerine göre itham ederek bir tarikat manipülasyonu yarattılar. Yapılan hunharlığa karşı Yusuf Taktak bile tüm nezaketiyle "Öncü sanatı yok sayamazsınız" diye sesini yükseltebiliyor. Kolonyalist gözün iktidarının her yere sızmasına Bedri haklı olarak itiraz etti ve 'Çağdaş Sanat' diye bir kitap çıkarıp içine Adnan Çoker, Özdemir Altan, Burhan Doğançay, Erol Akyavaş, Devrim Erbil, Halil Akdeniz, Komet, Koray Ariş, Kemal Önsoy, Emre Zeytinoğlu, Jale Erzen, İsmet Doğan, Yusuf Taktak, Mustafa Horasan, Balkan Naci İslimyeli, Hale Arpacıoğlu, Tomur Atagök, Mehmet Aksoy, Mehmet Güleryüz, Bubi, Mustafa Ata, Ömer Uluç, Hüsamettin Koçan, Kuzgun Acar, Seçkin Pirim, Tomur Atagök, Utku Varlık, Seydi Murat Koç, Suzan Batu, Mustafa Karyağdı, Kezban Arca Batıbeki, İlhan Koman, Haluk Akakçe, Bünyamin Özgültekin, İrfan Önürmen, Denizhan Özer, Canan Tolon, Ahmet Oran, Esat Tekand, Ekrem Yalçındağ, Server Demirtaş, Suat Akdemir, Şenol Yorozlu, Aydın Ayan, Bahri Genç, Ardan Özmenoğlu, Ergin İnan, Kemal Seyhan, Gül Ilgaz, Murat Germen, Mithat Şen, Tülin Onat, Sıtkı Kösemen, Ansen gibi buraya sığdıramayacağımız bir çok ismi koymamak, tarihi saptırmaktan başka bir şey değildir" dedi.
"Yeryüzünün Büyücüleri sergisini, Paris'te Pompidou Müzesi'nde resmen basan kişi yine benim" diyor Bedri Baykam, devam ediyor: "orada dağıttığımız gazetede, bu tepkinin sahibi Türk sanatçıları adına şu imzalar yer alıyor: Hüsamettin Koçan, Mehmet Güleryüz, Mustafa Ata, Yusuf Taktak, Metin Deniz, Handan Börüteçene, Nur Koçak, İsmet Doğan".
Bedri'nin "Halil Altındere ve Süreyyya Evren'in Türkiye’de Çağdaş Sanat: Kullanma Kılavuzu 1986-2006” Bu kitaba imza atanlar, ne yazık ki, kaş yapayım derken, göz çıkardılar. Türkiye’ye kör-topal bir tarihi dayatabileceklerine inanmışken, şimdi artık eksikten öte, kalpazan bir tarihin üreticileri olarak anılacaklar" demesi, geçmişi karartma girişimlerine karşı UPSD başkanının haklı bir müdahalesidir. Paraniod tasviye etme girişimleri, bedenin olağan akış termo-dinamiklerini, yaşam emaresi gösteren tüm sosyal belirtileri kilitliyor; mücadele, sağlıkla hastalık arasında! Kapitalist şizofreninin normları, üretim politikalarının kodları çözülmediği müddetçe, iktidarlara karşı girişilen başkaldırma hareketlerinin en son gideceği doruk, Evren Altındere ikilisinde olduğu gibi yapısöküme uğrattıklarından başka iktidarlara fatalist/kaderci teslimiyettir. Bugün neler oluyor? Dün neler yaptık da bugün geçmişi doğru anlatmak için böyle ahmakça bedeller ödemek zorunda kalıyoruz? Ülkeleri yıkılıyor; siz yapı sökümlerle bir özgürlük savaşında taraf oldunuz; öyle mi? Emperyal pazara açılan Türkiye'nin çağdaşlık mücadelesinin ve sanat tarihinin onlarla başladığını iddia etmek salt bir iddianın ötesinde gündemi olan emperyal bir fikirdir.
Büyük fotografa bakarsak Türkiye'ye ait bu kanonik anlatıda elbette dönemsel tezahürler, büyük kopuşlar, dikkat çeken sıçramalar var. Ancak çağdaşlaşma sürecinde ileri geri momentlere karşın birikimlerini birbirine aktararak gelişen grupların, zümre ve sınıfların diyalektik bir ilerleme süreci de mevcut. Her defasında yeniden şahit oluyoruz: Çağdaş sanatın her eseri, belli sınıfsal bir değer, tümel bakışı baskılayan kadraja alınan perspektiften soyut/somut bir yaşanmışlık üzerine kurgulanıyor; tarihi yaratan zamanda güç birikimi ve iktidar mücadelesini inkâr etmek mümkün değil; sanat, tüm olanlara şahit. Endüstri toplumunun kültürel müştereklerini paylaştığımız bu hayatta, üretici ve tüketicinin aynı fanusta soluduğu ölümüne bir ortaklığın üyeleriyiz; kimse dışarıda değil..
Gary A. Olson-Lynn Worsham'la yaptığı söyleşide Slavoj Zizek, Bugünün sanatında nasıl tuhaf şeyler döndüğünün farkında mısınız? Sanattan nefret ederim diyor. Bu tavrı tamamen kapitalizmin en yüksek aşaması, hiper deformasyonunun eleştirisi içinde okumak gerekir. Bundan birkaç yıl önce Oğuz Atay'ın eşi Pakize Barışta Atay, buna benzer bir çıkış yaptığında hiçbir konuda mutabık olamayan tüm eleştirmenler müşterek bir koro halinde Cumhuriyet ve Radikal gazetelerinde kolektif kınama metinlerinde biraraya gelmişlerdi. Sorun tamah ettiğimiz uçucu gerçeğin, tüm kategorilere duhul eden kepaze ve istilacı hegomonik yasasının varlığındadir.
Kırılgan politik inançlar ve büyük sebeplerimiz olmasına karşın bilincimiz sayesinde ya aldanıyor ya da aksak tecrübelerimizden öğreniyoruz. Emredici imgelerle olan münasebetlere rağmen insani olan her şeyle irite edici mesafelerin olması, kavramların ve bazı tanımların yeniden adlandırılmalarını gerektirmektedir..
Hayat tutku ve öfkenin birlikteliğiyle süren vicdan yaralayıcı sınıfsal bir gösteridir; biteviye kurban, günahlarımıza kefil olan, zaaflarımızın kefaretini ödettiğimiz zayıflardır. Hülasa, Engels'in dediği gibi bütün bunlara rağmen "Zor'un zafer kazanmasına yardım eden şey, ekonomik koşullardır". Ekonominin biçimlendirdiği siyasetin güç araçlarının kullanılması keza zümrelerin, kastların, sınıfların menfaatleriyle uyumluysa başarı ihtimali kuvvetlidir. Bütün bunların varlığı, varoluşuna uygun şartlarda bir tarih bilinci ve müştereklerini birleştiren kapsayıcı bir stratejiyle devindirmezse zor, tarihi yaratan diyalektik 'zor' olmaktan çıkar; kendini sonlandıran entropinin, düzensiz şiddetine, kaosun doğumuna olanak hazırlar. Ancak Engels'in formülasyona karşıi tabiatı nedeniyle entropinin her salınımı, siyasi iradenin alacağı her türlü tedbirle ters düşecektir. Diyalektik materyalizmden anlaşılan, zor aracılığıyla uysallaştırılan halkın disipline edilen emeğinin aşkın üretimidir. İnsanın, acziyetiyle diktatörane kavuşmalarıdır. Ehlileştirilmesi gereken çarpışmalar, umuda dair buluşturulan rastlantılardır. Toplum, gereğinde cezalandırılan, bir enerji kaynağı olarak üretime zorlanan küme haline dönüşür. Tepeden inme kararlarla, özgürlük yanılsamalarıyla apolitikleştirilen insanların kendi oluşumunu daha fazla yadısımalarla amorflaştıran tüm opsiyonlar gündeme getirilmiştir; özgürlüklerini isterken köleliklerini arzulamalarının bilinciyle davranmışlardır; oysa daha fazla düzensizlik, sonraki zamanın özgürlüğü için topluma daimi zemin olabilirdi. Emeği sınıf olarak yeniden üreten sosyalist devrim, eşyanın tabiatı itibariyle emeğin sömürüsünü ortadan kaldıracak bir yapılanma yaratmaya muktedir değildi. Oysa, ücretli emeğin reddi, mesai içine kıstırılan çalışmanın reddi olmalıydı; insanın üretimine karşı, doğanın üretimini paylaşılmalıydı. Emekle sermaye arasındaki uzlaşmaz antagonizma, toplumun fabrika düzeninde örgütlenmesi sürdüğü sürece kaçınılmazdır. Devrimci olduğunu iddia eden düşüncenin bu konularda müspet bir intibası yoktur. Güncel emeğin özünden, sefaletin doğduğunu bile bile marksizm kapitalizme alternatif ve çalışan nüfusa umut olmaya devam etmektedir. Toplumun mutsuzluğu ekonomi politiğin ereğidir. Bk: 1844/94,95
Yerinden çıkartılmış bir beyin, köklerinden kopartılmış bir kafa ya da kafasız bir beden: Deserebre. Şuursuz oluşukluk, var ile oluşun nöral bağlarının kesilerek ayrılmasıdır; iktidarsız, edilemez olanın sembolik düzende temsil edilmesine nedenin, sonuçlarına hep birlikte katlanırız..
İfa edilmesi gereken demokratik bir vazifeyse, diğer ölçme sistemleriyle birlikte örneğin iskandil hiç de yabana atılmayacak secenektir. Aradığımız nitelikler bedene değil de erdeme ve bilgiye ait niceliklerse; o zaman seçimlerde aradığı zenginliğin fakiri, özgürlüğün tutsağı olmaktan kurtulamayacaktır seçmen. Hiperekspleksi diyor uzmanlar; en küçük bir şokta bile abartılı tepki vermek genetik bir nörolojik bozukluğun emaresi. Bir tarafın beklentisi abartılı takdir gösterisiyken diğer taraf rakamlarla hizmeti ifa, kendini ifade yetmekle yetinen sakin bir mübadele etkinliği arzuluyor. Praksis dediğimizde, siyasallaşan eylemin düşünce suçuna imkan vermeyen sosyal medya mecralarında bile barınabilmek için vasatın sınırlarını aşmamak, toplumsal tahditin hudutlarını fikirlerle ilga etmemek gerekir. Zora boyun eğmiş toplum bilinciyle mücehhes özne, kültürel techisatın içinde ölümü yaşayacağı sınırlarını bilir; kota aşımında ahlakı rencide olur. Ötekinin kanını dökmek tarih boyunca monarka, halklara karışmadan yaşama ve köle emeğini edinme imkanı tanımıştır; içeride kan dökme hakkı köleleştirilenleri soğurma, güruha iktidarların egemen gücünü kültürleri, seçimleri, intibaları, kanaatleriyle paylaşma, bu kavgadan pay edinme imkanı sağlar. Hegel, ölüm fikrinin tatsızlığına karşı insana doyumu verecek tek şartın prestij mücadelesi olduğunu söyler. Ancak, ona göre tam anlamıyla insanın en yüce eylemi gene de ölümdür; daha doğrusu ölmenin bilgisidir. İnsanın hakiki varlığını son tahlilde bilinçli fenomen olarak kendi ölümünün farkındalığıdır. Nekrofilik eğilimleriyle negatif bir model olan modernite, saf hayata ait bir kırıntının bile kalmadığı karanlık bir ideolojiye dönüşmüştür.. Birey olmanın cüreti, toplum olmanın neşesiyle birleştiğinde hayatı olumlarız; hayatı değil de ölümü onaylıyorsak derin sorunlar var demektir.
Nihilizm ne bir ideoloji ne de bir ruh halidir; o, ucunda ölüm olan endüstriyel yaşamın özbilincidir. Modern insan, kendine nedendir.

Kadınların ezilmesinin geleneksel tahlili kifayetsizdir. Feminizmin şeditliğine müsemmaha gösterenler bugün tedirgin. İdeolojik ya da mitolojik, teolojik paradigmaları onaylanmadan ve kalıpların girdabına kapılmadan bir alan açmak, yeknasak zeminde yeni bir kurguyla eşitsizliği değerlendirmek zor! ..
Hegel fenomolojisi bize öğretmiştir ki, rasyonelizmin, modern egemenlik biçimleri içinde kullanılışlılığı, onun bütün iktidar biçimlerine denk gelen aşkınlığındandır; çelişkileri birarada tutabilme yeteneği demokrasi kavramına cazip bir anlam yüklemiştir. Bu anlamda tarihselliğin verili olmaktan ziyade terkibi, miktarları olan işler bir güç olması, fenomolojinin oluşum değil de bileşim olması, imgesel hayatın varlıkbilimselliğini geçici, sembolizmini sürekli kılmıştır. Hayatın dinamiği öznenin yabancılaşarak değişken bir ontolojinin mütereddit bireyi olarak devrimlerle sarsılmasının önünü açmıştır. Artık istisna, olağanüstü bir durum değil, diyalektiğin meşruiyetini sağlayan, üretilen fetişler iktidarına cevaz veren, tekrar edilemez olan günün kazancını artıran bir dinamodur. Çelişkileri koruyarak kendini yeniden üreten kavram kültürdür. İster proletarya diktatörlüğü, isterse burjuva ya da kapalı toplum monarkizmi; diyalektik tarihselliğin önüne dikilen kaba güç olarak üreticisi olduğumuz hayatın rasyonelitesiyle uyumlu fakat bu uyum yaşamın kendi iç mantığıyla uyumsuzdur. İnsan, -sol başparmağının marifetiyle- tarihte savaşlarla, her yapıyı yıkarak; doğada negatif diyalektikle ilerler. Antik çağın köleliği olmasaydı, sanayileşme, kapitalizm ve modern sosyalist düşünce de olmazdı. Marks, Grundrisse'de şöyle yazar: 'Bireyin emeği, daha baştan toplumsal emek olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla bireyin yarattığı ya da yaratılmasına yardımcı olduğu ürünün özel maddi biçimi ne olursa olsun, emeği ile satın aldığı şey, belirli bir özel ürün değil, kolektif üretime bir dahil oluştur.' (1)
Birey olmanın cüreti, toplum olmanın neşesiyle birleştiğinde hayatı olumlarız; nekrofili ya da nekrofobik; yaşamın olumsuzlamasını talep edenlerin beklentisi ruha ya da bedene; ancak yine bu dünyaya aittir..
Eşitlik kavramı, modern katharsise ait bir yanlış bilinç yanılsamasıdır. Sınırları belirleyen 'özgürlük' fantazması da öyle; her ikisinin de piyasanın egemen güçleri lehine massedilmesinin nedenleri olabildiğince muğlaklaştırılmıştır. Bu paradigmaların kriz meselesine tekabül eden tartışmaların odağında olması, kavramların sosyalizmin mutfağında, proletarya diktatörlüğü tezlerinin repertuvarlarında yer alması ilginçtir. Yüceliğin metaforlarını, katastrofik, kıyametçi manifestoların bireyi itaate zorlarmanın çaresizliğiyle bıraktığı bağlama indirgenmesi, anlamı olmayan kavramların müptezelleştirilmesi şarttır. Gerçek alanı sembollerle çerçevelemek, maddi yaşamdan kopartılan simgesel anlatımın ütopyalarla metafiziğe eklemlenmesi, hunharca sömürüyü gerçekleştiren sisteme seçenek olarak iltifat gören devrimci düşünceyi temelden uhrevileştirmiş ve praksisi işsevsizleştirmiştir.
Spinoza, Etika'da (3 bölüm-s180 Duygulanışların Tanımları) duyguların algoritmasını çıkartıyor ve çalışma prensiplerini tanımlıyor. Biyo politik bedenin kombinasyonlarında Sevgi, dış bir nedenin fikri eşliğinde varolma kudretini 'sevinç' duyarak artırmama neden oluyor. Güncel bir okumaya tabi tuttuğumuzda Spinoza'nın 'insanın özü' dediği Arzu, bütün bu iktidar ağlarından kaçış planı üretebiliyor. Bizi kapitalist rejimin suç ortaklığından, sistemin maluliyetlerden azad ettiği miktarda öznel benliğimizin inkişafıyla bir ayrılma potansiyeli, varoluş kudreti yaratabiliyor. Birey olmanın cüreti, toplum olmanın neşesiyle birleştiğinde, munzam karşılıklar, birikimler çiftleştiğinde hayatı olumluyor. Kapitalizmin negatif diyalektiği malların ve hizmetlerin yenilenmesi anlamında devrimcidir. Ancak böyle bir hayatı olumsuzlama pahasına gerçek duygulanımları yaratan bir hayatı olumlamak, bizim kudretimizi yok eden ne varsa ona karşı hayatı üreme ve üretme eylemidir. Bedeni hapishaneleştiren her şey karşı isyanın yaratıcığı, içi boşaltılan devrimci ideallerin reddidir. Yeni idealler tanzim olunabilir. Araçsız hayatı yeniden üretme biçimlerimiz, bedenlerimize giydirilmiş bütün pozisyonları yadsıyabilir. Ötekilere karşı en dışlayıcı ve zalim duygularımızı yeniden en saf şekliyle tesis eder ya da olmadı muhayyer kılar ve ölümden hayata doğru dönüştürebiliriz. Kültürel olanın bilincine nükseden ekonomi politik, gittikçe yekpareleşen dünyada birbirlerine daha da bağımlı hale gelen iş ve tüm ilişkilere; yapışkan kaderlere daha az rekabetçi farklı formlar üretebilir; sembolik düzende doğrudan temsil imkanlarının hayallerini kurabilir; yeter ki cesaretimiz olsun!
Bir kuralı ihlal eden her şey, ilk önce o kuralın bütünün bilgisini ve kabulünü gerektirir. Ardından baştaki istisna, yasanın bir kısmını reddeder. Spinoza'daki gibi hayat önceden verilmiş bir şey ise ya da Marks'daki tanımla 'hayatı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen hayat' ise o zaman kişiselleşmiş tecrübe nedir? Paradigmadaki şeylerin, dönüşüm yasasını keşfetme mücadelesidir. Dışarıladığımız bilgi, bütünün ontolojisine aittir. Normatif değer, tarih içinde önce emek aracılığıyla yaratılır. Toplum, insanların karşılıklı ekonomik ve siyasal etkinliklerinin ürünüdür; geçim araçlarımızı üretirken kural ihlalleri ve kavgalarla yeni hayat formlarımızı da biçimlendiririz.
Sanatçı üretirken bütünü düşünmüyor; tek başına anlam ifade etmeyen şeyler, hakikatte yaşamadığı için o hayata paralel kulvarda nesneler aracılığıyla öznel bir perspektif üretebiliyor. Politik hareketlerin ustalıkla ifade ettiği, filozofların dile getirdiği imkansız aşk bir meydan okuma olsa da öncelikle teatraldir. Yaşamımızın özüne, siyasal terminolojinin her satırının dibine sızan bir cinsiyetçi sızlanmayı eserlerimiz dahil her adımda dile getiririz. Bunu Marks'ın "üretmeyen toplumlar yaşayamaz" saptamasıyla birlikte okumak gerekir. Cinsiyetçilik sadece kadın/erkek değil, iki farklı kutubun diyalektik gelişimini mümkün kılan savaşımıdır. Kadın/erkek eşitliği bu anlamda akıl dışı bir taleptir; bu konuya yazıda döneceğiz; devam edelim. Hem nesli hem de metanın üretimini yaratan bu zıtların birliği prensibidir. Proletaryanın ortaya çıkışıyla Descartesçı epistemolojinin geride bıraktığı hiçbir yeni durum yoktur. Söylemin ontolojiyi aşması, metanın dolaşımıyla renk değiştirmiştir. Lacan'ın 'sembolikte dışlanan, gerçekte geri döner' demesine karşın feminizme yol açan gerçeğin var'olabilmesi için onun konuşulmadan yok olabilme imkanı, zamanda kurcalanmadan durduğunda aslına iade hâli; ontik edimin normale dönme hakkı ve amelin sahipliği gerekir. Oysaki yeni sosyolojik tin, kadını kapitalist üretim sürecinde, değerin üretim aşamasında toplumlaştırarak en baştan başka bir mecrada kurgulamıştır. Çalışma dünyası, fabrikalarla sınırlı değildir; sokaklar tüm kurumsal örgütlenmelerle birlikte tüm sosyal mezhepler kadını ya ruhsuzlaştırma ya da metalaştırarak biyo-bileşenlerini zayıflatma mücadelesi vermektedir. Nüvesi emek olanın dolaşım sürecinde bu cendereden tarihten kopuşuna, Marks "tarihten neşe içinde ayrılsın" diyor. Ayrılmada maksat, özerkleşmek üzere olan yapılardır. Velut kadın/erkek kavramı ve somut, soyut emeğin, sınıfların ve sermayenin bilinçle ayrışması kastedilmektedir. Bilinci belirleyen hayatsa; epistemolojik üretim, konjonkturel siyasal parksisle ilgilidir. Dönüşüm, bir dış nedenin dayatmasıyla ortaya çıkar. Lenin'in Bagdanov'a malettiği Hegelci yan, geleneksel felsefenin rasyonalizm ve ampirizmi pratikte rasyonelite ve uzlaşımcılık gibi ikiliklerle güncelleştirmesine olanak vermiş, hatta ondan ibaret kılmamış mıdır? Katı olana buharlaşamıyorsa reysen, kırılmak dışında bir tercih bırakılmamıştır. Aşırı güç istencinin kurguladığı iktisadi iklimde kadın, özerk bir üretim modülü, orijinal bir liyakat bileşimi olarak radikalleşmiştir. Şükran Moral örneği; haklı itirazlarıyla her şeyi ihlal eden tuhaf bir durumdadır. Gerekeni söyleyen, mukadderatı sorularla genişletenlerin talepleri operasyoneldir. Her karşı çıkış, sermayenin dünyasında tepetaklak bir duruştan ötesini ifade eder. Resmi politik yapıların parametreleri içinde kalmaya özen gösteren yurttaş ürkektir; tüm eğitim sürecinde bilinci korkutulmuştur. Tedavi edilmesi gereken bir durumu yücelten -sarf malzemesi insan olan- böyle bir politika kitlelerden sadece itaati istemekte, sonsuz iktidarın hicaptan arındırılmış ahlakını arzulamaktadır. Müşterisi olduğumuz siyasetteki gaye ve amaçtaki ekonomik mana şayet üretimse bu doğası itibariyle gayrı şahsi irade anlamında muhayyeldir ve içeriksizdir. Temsil kavramının sığlığı zengin mabedi parlamentoda eşiği aşıp maksata hasıl olmamızı engelleyen mâniadır. Freud, 'İnsanın bağrında yatan yarı ehlileşmiş şeytanların en belalılarını çağıran ve onlarla cedelleşmeyi amaçlayan hiç kimse bu mücadeleden hasarsız çıkamaz' der. Freud'un ikazına rağmen, fikrin ve karşı fikrin tek başlarına ayrı ayrı başarı ihtimallerinin yüksek olabildiği bir dünyada, sağlıklı bir değerlendirmenin ve teşhisin kaynağının tecrübe ettiğimiz 'gerçek' olduğunu iddia edemeyiz. Tüm analizler gibi psikanaliz de bambaşka sentezlere olanak veren bir faraziyedir. Demek ki, kafirler mezhebinin müridlerine, 'cabbar' diyenlerin cümlesine inat, inkârın, sağlıklı yaşamak için tek hakikat olduğunu söyleyebiliriz; psikologlara rağmen, çelişkilerimizle varoluş mümkündür..
Kalkın, buradan gidelim!
Kalkın, buradan gidelim!
Ölümün azabına karşı, hayatın neşesi bir tercihtir. Yaratıcılık, tanrısal bir eylemdir. Ortak bir insanlık hayalinin peşinde koşan ahlak felsefesi bir çırpınıştır. Kalkın, buradan gidelim! Yuhanna'da İsa'nın, çürüyen dünyanın yüzüne söylediği cümle modern bir manifestodur; 'gitmek' bir metafordur. Hayatı, iyi ve güzele dönüştürme özlemi ikibin yıldır değişmemiştir..
Her şey, yokluktan çıkar; var olan; o da, önce boşlukta kodlanır. Tarihin gündüzü, geceden belirlenir. Fiziğin altını kazısak, en alt katmanda bir yerlerde mutlaka metafiziğin karanlık yüzüyle karşılaşırız..
Tanrının intizamından monarkın nizamına geçen toplumda birey, yeniden giydirilmiş bir bedenin sahibidir. Onun kurumsallaştığında kapanan, sivilleştiğinde açılan bedeninin modernizmle birlikte aşırı değerlendiğini biliriz. Beşerin iktidarı aldığında yitirdiği özgürlük, siyasi kazancının eseri gibi görünür; ne var ki umumun bileşenleri, böyle ekonomik bir rüşvetin sonucunda, modern köle ahlakını hazırlaması bakımından mefluç edilmişliğin çaresizliğini yaşarlar. İdeolojiler bize makul sürelerde ontolojik yapıların dönüştürülebileceğini, iktidarların yeniden üretimine olanak verilebileceğini ispatlamıştır.
Etika, Tanım VII'de, "Sırf kendi tabiatının zorunluluğu ile var olan ve etkinliği yalnız kendisi ile gerektirilmiş bulunan şeye hür diyorum. Kesin ve gerektirilmiş bir şart içinde var olmak ve etki yapmak için kendisinden başka birisiyle gerektirilmiş olan şeye zorlama (cebrî) diyorum" diyor. Sermaye, tüm üretim sürecinde emekçiyi yeniden kodlar. Üretim sürecinden önce 'hür' olan insanı üretim toplumu, 'birey' ve 'proleter' olarak yeniden görevlendirilir. XXXII önermedeki, "İradeye, hür neden denilemez, zorunlu neden denilir" savı, zeminden doğrulanmıştır. Endüstriyel sistemin şart ve gereksinimleri üzerine verili değerleri çözümleyen politikacıların; akisyomlardan itibaren düşünmeye başlayan sosyologların bu ahval ve koşulların ikliminde özgürlük ve eşitlikler üzerine daha temelden gerçekçi analizler yapmasının olanağını bulamamalarını, "Her doğru fikrin, kendi objesine uygun olması gerekir" önermesini doğrulayacak yıkıcı bir tezahhür ve dışarıyı göremeyen eleştirinin, zamanın ruhunun sarkastik bir gerçeği olarak okunmalıdır. Bütün bunlara istinaden, doğru adımları attığımızda toplumsal moralitenin birimi mefhumun kendisine ulaşacabileceğimiz ama şizoid çağın ürünü olan tözün gene bilinmez/meçhul olarak kalacağı katidir.
İskoçya'da bir akıl hastahanesinde kuşlar, delilerin camdan fırlattıkları ilaçları havada kaptıktan sonra odaların camlarına çarparak intihar ettiklerini söyler psikologlar. Biri ilaç aldığı, diğeri almadığı için ölenlerle, kimsesiz cesetlerle dolan bahçede kuşlar ve deliler birlikte sonsuz uykuya dalarlarmış. Sonradan anlaşılan hüzünlü bir örnektir bu. Zorlamalar her zaman sapkın sonuçlar doğurur. Oysa beklentileriyle iyiliğin ve kötülüğün, nefret ve minnete ait birikimler yaratmadığı toplum inşası düşünülebilir. Tedavi gerektirmeyen fazlalıklar mübadele değeri olan kazanımları piyasaya sürüp iktidar mevkileri tanzim ve tahkim etmeyebilirler. Müntesiplerde yönetim arzusu yaratmayan bir insanlık rejimi ideali pekala mümkündür. Halbuki, işine yarayan zırvalardan teoriler, zibidilerden felsefi kahramanlar yaratan kapitalizm, olumsallığa geçit vermeden her türlü inkarın münkirini de topluma seçenek olarak dayatmaktadır. Freud'un, istekle çatışma arasındaki boşlukta yaşarız demesi tutarlıdır. Üretim biçiminin şekillendirdiği bedenler arzularıyla salt emeği sömürmüyor; artı değerin dinamiklerini himayesine sığındığı tüketim rejiminde görmezden gelerek refah toplumu yaratma hayalini diri tutuyor. Somut emek, niceleşerek soyut emeğe dönüşür; değişim değerinde metalaşır. Kapitalizm, malını satmak için kafa karıştırıcı inkarın metodlarını, özne ve nesnelerini, yaşam tarzlarını birarada üretir. Saf bilinç, üretimle, Hegel'in dediği gibi kendini yalnızca sürekli isteyen ve çalışan 'mutsuz bilinç' olarak dizayn eder; insanlık ilerlemesini ona borçludur; çünkü zemini ve varoluş koşullarını yenilemesi için inkar süreklidir! Biliriz ki, rasyonel olan edimseldir. Ussal olan gerçektir. Uzlaşmacı insan tarihin parantezine sıkıştıktan sonra araçsal bir aklın tutsağıdır. Marksizm, sınıfsız toplum yaratmak amacıyla emek teorilerinde (Kapital vd.) üretim biçimini çözümlememiştir. Kapitalist üretim sürecini açıklarken, ona eşdeğerde bir başka aksiyomu; kapitalizme karşı merkezileşmiş üretim modelini 'modern sosyalizm' adıyla önermişlerdir. Kendi normunu ideolojilere dayatan sermayenin ürünü olan proletarya, kapitalizmin kendi suretinden yarattığı dünyada, kendisi gibi her ürününü sahte bir cevhere dönüştürerek sattığını bilmiyor muydu? Komünist ütopya da bu aldatmacaya dahildir. Anarşiyi kaldırmak dışında üretim biçimi konusunda radikal bir eleştiriye mevzubahis değildir marksist teori. Ekonomiyi, kölelik tarzlarını kaldırarak değil, tüketimi zorlayıcı bir tarzda dönüştürerek ve kilidi değil anahtarı ve kumanda mevkiinin merkezini değiştirerek sürdürmekte ve Taylorist üretimi model olarak kopyalamaktadır. Spinoza'nın dediği gibi : Omnis determinatio est negatio / Her belirleme aslında bir olumsuzlamadır. Zemindeki muhteviyatı bu olumsuzlama, varlığın ihtiyaçlarını gözeterek kaldırmadan dönüştürmektedir.
Öznel mekanda ya da kolektif paydada: Bu perspektiften psiko-sosyal, sınıfsal tercihlerin; ülkeden bakan siyasal duruşların kutbiyetleri dışında kalanların, tüm otonom edalarına karşın, akışkan özgürleştirici politikalarla senkronize olabilmeleri pek de mümkün görünmüyor. Oysa kapısında umutla beklediğimiz Avrupa, piyade yürüyüşü üç adım..
Spinoza özetle şöyle söyler: Her ruhsal durumun, yaşanan acı/tatlı hikayenin bedende bir karşılığı vardır. Mutlu olmayı isteyin; şen olun, neşeli olun. Doğal sürur budur.. Kimsenin, hiçbir otoritenin sizin ilahi mutluluğunuzu gama, kedere çevirmesine izin vermeyin..Varoluş kudretinizdeki artış ve azalışın nedeni moral değerlerinizdir!
İnsanoğlu, hatalı iskan edilmiş bilincinin; kendinin içine düştüğü 'güçlü olan yaşar' kuramının yarattığı esrik ideolojinin esiridir. Acımasız rekabet ortamının sapkın idrakinden özgürleşebilecek bir ahlaki sistem; politikleşmemiş bir etik değer yaratabilirse şayet, diğer doğaların bir parçası olması gereken kendi doğası içinde, bilgelikle uyum ve aydınlık/ışık içinde yaşaması daha kolay olacaktır. Spinoza'nın tabiriyle duygu (affectus) duygulanım (affectio) davranışlarımızı tayin ederler. Gerçi bunlar Freud'dan sonra bambaşka algıyla baskılanan ya da kışkırtılan hormonal limitlerdir ama toplumsal bedenleri biçimlendiren biyo politikaları yaratan da onların politikleşmiş tezahürleridir. Spinozacı neş'e, var olmanın farklı olabilmek olduğunu görür; herkesin gülüşü benzersizdir. Bahşeden tanrı gibi paylaşıp verdikçe eksilmeyen bir mutluluğun 'doğal' hâl olmasından bahseder. Kötü an yoktur; öyle olduğunu düşündüğümüz an vardır. Moralin çökmesi, teslim olmak her şeyden önce biyolojiler arasında geçici bir karşılaşmadır. Spinoza, otoriterliğe ve yönetici iradenin baskın/dominant taleplerine karşı mahcubiyet içindeki toplumda insani bir gülümseme, kendimize rağmen, soyumuza dair hep güleryüzlü bir umuttur.
Hayatı idealleştirenlere karşı, ölümü siyasallaştıranlara ait de çok misal var; ezberlenen kalıplar ortada. Evham, tembih veya tehdit; kuralı inşa eden mantık, Spinoza karşıtı distopik envanteri kullanarak tepedeki mekanizmayı hangi dirayetle nasıl örgütlediğini, hayatın olağan ritmine karşı şeytanlaşmaları nasıl davet ettiğini perdeliyor! Örnek: Kadın/Erkek eşitliği; hatalı kullanılan kalıplardan biridir. Kadın/Erkek adaleti, cinslerin adil birlikteliği gibi yeni kavramlar üretilmesi muhakkak ki lazım. Doğru olan müşterekleri düşünmek; bunları hayatın kenarından ortaya, merkeze taşımak. Anlamsız eşitleyici, faklılıkları yok sayıcı kavramları tekrar ederek değil! Benzemezlik ve eşitsizlik üzerine kurulu dünyada mutasyona rağmen çelişkinin ortadan kaldıracağını ima eden tüm tezler, atomun son kez bölünebileceği iddiası gibi eşyanın tabiatına aykırı bir faraziyi dillendirmektedirler. Farklılıkların silinmesinin histerik bir amaca dönüştüğü modern toplumda, milliyetler gibi cinsleri de tek bir formda 'eşitlemek' isteği; doğanın sermayesine olmasa da sermayenin doğasına uygundur. Toplumda cinslerin herbirini oluşturan şey, ortaklık değil, kendiliklerin müşterek doğasının özbilincidir. Birarada olmak ya da eşitlik adına hakikate aykırı tavizler vermek olanaksızdır. Onun sorunu 'kadın erkek eşitliği' değildi; ama burada ondan medet umuyorsak, Spinoza'daki 'ortak olan' saptaması okurunu bekliyor. Etika, 2. bölümden bir alıntı: "Ortak olan, tekilin özünü oluşturmaz!"
Ne de olsa konu, kadın cinayetlerinden, ötekileştirmelere, kişiye özel hukuktan, Ortaçağ karanlığından fırlamış cüretkar politik referanslara kadar; olamadığımız sivil toplumun sivrilikleridir. Spinoza buna rağmen öfkenin değil, umudun fiozofudur; bundan dolayı da sadece gülümsemesiyle direnir. Marks'ın bile "Tarihten neş'e ile ayrılmak"tan bahsederken referansı odur. Maruzat yok; ya şimdi ya hiçbir zaman! Bölücü/ayrıştırıcı politikalara en reel alternatifi; herkesin kendi gibi kalabileceği ihtimalini şiarlaştırarak düşünmeliyiz!..
Tezin ve antitezin tek başlarına başarı ihtimallerinin olabildiği dünyada, ne metafizik, ne de diyalektik yargının kaynağının böylesine bir kuru 'hakikat' olduğunu söyleyemeyiz..
Emeğin bileşiminde sermaye vardır; üretimin temelinde biriktirilmiş emek ve artı değer vardır. Emeğin tahakküm altına alınma süreci üzerine pek düşünmeyen politik felsefenin özgürlük ve eşitlikler üzerine kafa yorması çok da anlamlı değildir; sanatçılara çok iş düşmektedir!

Eşitlik kavramı, modern katharsise ait bir yanlış bilinç yanılsamasıdır. Aslında sınırları belirleyen 'özgürlük' fantazması da öyle; her iki kavramın da piyasanın egemen güçleri lehine massedildiği gerçektir. Cinsler arasında uçurumun derinleştirilmesine rağmen uzlaşmazlıkların nedenleri muğlaklaştırılmış, zaruretin çeperleri silinmiştir. Bu paradigmaların her dem ötekileşmelerin; kriz meselesine tekâbül eden tartışmaların odağında olması ve kavramların sosyalizmin mutfağında, proletarya diktatörlüğü tezlerinin repertuvarlarında çözümü varmışçasına yer alması ilginçtir. Teoride ve Sovyet Rusya gibi pratiklerde; diğer sol örneklerde bile erk'ekliğe ait yücelik değerlerinin, katastrofik, kıyametçi manifestolarla, bireyi itaate zorlarmanın mesajlarıyla, kadınlığın ekonomik çaresizliğiyle yükseltildiğine yıllar boyu şahit olduk. Diktatörlüklerin sembollerinin onu her an yeniden doğurma ihtimali olduğu bağlamından kopartılması, aşırılıkların indirgenmesi, anlamı olmayan kavramların halkın indinde müptezelleştirilmesi şarttır. Gerçek alandan sembolik yersiz yurtsuzlaştırmalarla, abartmalarla fiziki uzamında öksüzleştirilen metaforların metafizik idealizme monte edilmeleri, kapitalizme seçenek diye sunulan reaksiyonları bulandırmış, eşitlikçi radikalizmleri temelden köksüzleştirmiştir.
Emeğin bileşiminde sermaye vardır; üretimin temelinde biriktirilmiş emek ve artı değer vardır. Emeğin tahakküm altına alınma süreci üzerine pek düşünmeyen politik felsefenin özgürlük ve eşitlikler üzerine kafa yorması çok da anlamlı değildir; sanatçılara çok iş düşmektedir!

Eşitlik kavramı, modern katharsise ait bir yanlış bilinç yanılsamasıdır. Aslında sınırları belirleyen 'özgürlük' fantazması da öyle; her iki kavramın da piyasanın egemen güçleri lehine massedildiği gerçektir. Cinsler arasında uçurumun derinleştirilmesine rağmen uzlaşmazlıkların nedenleri muğlaklaştırılmış, zaruretin çeperleri silinmiştir. Bu paradigmaların her dem ötekileşmelerin; kriz meselesine tekâbül eden tartışmaların odağında olması ve kavramların sosyalizmin mutfağında, proletarya diktatörlüğü tezlerinin repertuvarlarında çözümü varmışçasına yer alması ilginçtir. Teoride ve Sovyet Rusya gibi pratiklerde; diğer sol örneklerde bile erk'ekliğe ait yücelik değerlerinin, katastrofik, kıyametçi manifestolarla, bireyi itaate zorlarmanın mesajlarıyla, kadınlığın ekonomik çaresizliğiyle yükseltildiğine yıllar boyu şahit olduk. Diktatörlüklerin sembollerinin onu her an yeniden doğurma ihtimali olduğu bağlamından kopartılması, aşırılıkların indirgenmesi, anlamı olmayan kavramların halkın indinde müptezelleştirilmesi şarttır. Gerçek alandan sembolik yersiz yurtsuzlaştırmalarla, abartmalarla fiziki uzamında öksüzleştirilen metaforların metafizik idealizme monte edilmeleri, kapitalizme seçenek diye sunulan reaksiyonları bulandırmış, eşitlikçi radikalizmleri temelden köksüzleştirmiştir.

Karşılıklı bağımlılıklar, düşman kardeşler olarak ortak kaderleri paylaştığımızda bile daha az rekabetçi formlar üretebilir; sembolik düzende doğrudan temsil imkanlarının hayallerini kurabiliriz; yeter ki cesaretimiz olsun!
Bu sergide yer alan adların zımni ifadeleri önemli: Devlet, varlığını neye borçludur? Şiddeti, kötülüğü önlemek için mi yoksa huzursuzlukla korkuyu abartmak için mi uyguluyor? Sormanın yeridir; zümresel tedirginliklerin, inançlarıyla topluma karışamamalarının asıl nedenleri neydi? Ayrımcı davranışlar, paradoksu es geçen liberal aydınlar üzerinde uzun bir dönem sahici bir etki yaratmıştı. Walter Benjamin, hiçbir zaman tamamlamaya imkan bulamadığı Pasajlar'da, satranç oynayan bir eski zaman otomatını anlatır. Sırtında Türk giysisi bulunan bir kukladır bu. O, satranç oynayan Türk için, "ilahiyatı yanına aldığı takdirde, herkesle rahatça savaşabilir" der. İnançlar üzerinden yapılan siyaset, politik regresyona girilen bu dönemde daha da abartılmıştır. Cumhuriyet'in kazanımlarıyla elde tutulan kültürel ve demokratik pratiği yalanlama çabalarına tüm maruzatı olan kümeler destek olmuşlardır. Birçok mecrayı ele geçiren kuvvet, sayısız kolları olan bir ahtapot gibidir.. Sanatsal teorik mücadele zeki, uyanık ve dirayetli olmak mecburiyetindedir. Çünkü yakın dönemde biliyoruz ki, Ortadoğu coğrafyasında en masumane inançsal dinamikleri seferber ettiler. Mamafih, tanrısala istinaden yaptıkları her eylemde materyal tekti. Dünyayı terörize ederek uhreviyatı kendilerine siper yapanlar, bulunduğumuz fiziki dünyayı tüm cazibesi ve her şeyiyle arzulamaktadırlar. Öyleyse, ideolojik yok etme gayretine karşı aklın yolunu tercih edenler tüm masumiyetleriyle omuzomuza durmalıdırlar. Sanatın karşısındakilerin varoluş koşullarıyla birlikte nihai amaçlarının ve niyetlerinin de okunmasının gereği vardır. Toplumsal zeminde yıkıcı politikaların ateşe attığı arındırıcı/dönüştürücü travmanın etkisi ve kangölüne dönen bölgede enkazın hafriyatı sürüyor. Sermaye transferleri ve mülteci trafiğiyle beraber hareketlenen ekonominin arazları büyüktür. Şehrin kültürüne karşı patriyarkal kasabanın çağrısının feodal sınıfsal etkilerini görmezden gelemeyiz. Despotes, aile reisi demektir. Despot, ülkenin babası olduğu iddiasını taşıyan totaliter demokrasilerin hediyesidir. Öncelikle kültür sorunu olan bugünkü değişimi yaratan politikanın anılara el koyan zihniyeti ve Avrupa'da bile artık kalmayan iktidarların totalitarist yöntemlere sığınan güç istenci herkesi yerinden etmiş, devletin cezalandırıcı babalık iddiası düşünen sanatçıları canından bezdirmiştir. Oysa halk açısından bakıldığında bugün Türkiye'deki metruk alanlar, hayaletlerin cirit attığı mekanlar; kaybedilmiş değil, demokrasiye terkedilmiş imkanlar olmalıydı. Gezi'deki gibi kitlelerin edepli edepsiz ayrımı yapmadan taleplerini seslendireceği agoralar yeşertilmeliydi. Erken bir infiali geciktirmek yahut umumi öfkeyi engellemek; bu, her şeyi gören tanrısal bakışı kopyalayan devletin panoptik gözünden ziyade kişisel zeminden, en alttan üste bakışın perspektifiyle ilgilidir. Bütünüyle zihinsel kurtuluşa erenler ancak kendi geçmişini blok/bütün halinde idrak edip, doğru değerlendirme hakkına sahip olabilirler. Fundemental durum, temel konsept, varlığımızı borçlu olduğumuz önemli, biricik şey; teklif dahi edilemez, değiştirilemez olanın dönüştürülemez olamamasıdır. Sert çekirdekteki yasanın gerçeği örtmesi, ülkenin ruhuna nüfuz edemeyenlerin cevheri ablukaya alması, parametrelerini kaybeden mefhumun her grubun elinde farklılaşması, toplumsal ayrılığı körükleyen en büyük kötülüktür. Toplum, insanların toplamından çok daha fazlasıdır. Bugün Neler Yapıyoruz sergisi, durumumuzu gözden geçirmek için bir meditasyon, ortak yaşamamızda birlikte paylaştığımız müşterekleri yeniden düşünmeye bir davet çağrısıdır.
(1) Grundrisse 1/101
(2) Zor Teorisi ve köleliğin tarihsel ilerleme için zorunluluğu bk. Anti Dühring s 243-267, ayrıca Marks mektuplar Weydemeyer'e ve Engels'e
Kalkın, buradan gidelim: Yuhanna 14/31
Zizek söyleşisi: çeviri Cihan Barış Özkan
http://www.notosoloji.com/slavoj-zizek-yazma-eylemi-mutlak-bir-korku/?utm_medium=twitter&utm_source=twitterfeed
Çalışmanın ortadan kalkması, Alman İdeolojisi s.66
Ekonomi politik ona borçludur, Engels, Anti Duhring s 215
(3) Marks'ın felsefeden iktisada geçişinin kendi ağzından hikayesi. Bk. Ekonomi Politiğe Katkı/Önsöz: http://www.solyayinlari.com/pdf/epek_marx_onsoz.pdf
(4) Teorinin aslı Ricardo'ya aittir. Bk: On the principles of National Economy london 1821 s1
ve Anti Duhring s 267
https://yadi.sk/d/tJPOQxb_dvU3K
Perpetuum mobile (Ütopik makina) Bk. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı s193

.