Marksizmin gelecek toplum tahayyülünün merkezinde, üretim biçiminin değişmesi ve işbölümünün kalkması yer alır. Ancak, yurtsever ve küresel olarak bölünmüş sol, böyle bir programdan, eşya rejimini temelden sarsacak radikal fikirden çok haberi yok gibi davranır. Proletaryanın ideolojisi, özden önce sözün ontolojisi ve zorunluluğun şuuruysa eğer "değiştirmek istediği bir dünya" olmalıdır. Üretim biçimini değiştiremeyen ideolojiden değiştirmesi ve kendini iptal etmesi beklenmektedir; şayet böyleyse, her halükarda tarihin sonunda olması gereken bu durumda kurucu düşünce nasıl defnedilecektir?
"Yakın bir gelecek" diye tarih verilen hikayede, işçi sınıfının tahakkümünün nasıl sönümleneceği konusu belirsizdir..
Bir yerde nefret varsa, orada büyük hayatın karşısında küçük insan olmanın çaresizliğine duyulan öfke vardır..
Stalin'in halkı olarak o dönemi yaşamış olan bir başkası; bu yıl Nobel Edebiyat Ödülünü alan Belaruslu yazar Svetlana Aleksiyeviç, Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine başlıklı konuşmasını Stalin dönemi şahitliği üzerine kurdu ve o dönemi anarak şunları söyledi: "Çok kereler insandan ürktüğüm, sarsıldığım, insana karşı hayret ve tiksinti duyduğum oldu. Çok kereler duyduğumu unutmak, karanlıkta olduğum zamana dönmek istediğim oldu. Güzel bir insan görmekten duyduğum sevinçle ağladığım da az olmadı.. Yaşadığım ülkede, bize çocukluktan ölmeyi öğrettiler. Ölümü öğrettiler. Bize, insan kendini feda etmek, yanmak, kurban gitmek için vardır dediler. Silahlı insanı sevmeyi öğrettiler. Başka bir ülkede büyümüş olsaydım, bu yoldan geçemezdim. Kötülük amansızdır, aşısını olmak gerekir. Ama biz cellatlar ve kurbanlar arasında büyüdük. Korku içinde yaşayan ailelerimiz, bize bir şey anlatmazdı. Oysa, hayatlarımızın havasında bile hissedilirdi bu zehir. Kötülüğün gözü sürekli üzerimizdeydi. Ben beş kitap yazdım, ama bana hepsi tek bir kitapmış gibi geliyor, bir ütopyanın tarihi hakkında"
Varlam Şalamov ise şunları söylüyor: İnsanlığı hakiki şekilde yenilemek için verilen ve kaybedilen dev bir savaşın iştirakçısı oldum. Yeryüzünde bir krallık kurmak istediler… Bir cennet! Bir Güneş Şehri! Sonu, milyonlarca insanın hayatından arta kalan bir kan gölü oldu.
http://www.cafrande.org/stalinin-buyuk-torunu-grover-furr-ile-bir-roportaj-sscbnin-basinda-trocki-olsaydi-sonuc-
Önerilen her toplum modelinde, kavramsallaştırılan her ideolojide onların cazibesini yaratan, nedeni hiçbir zaman cevaplanamayacak bir başlangıç paradigması mutlaka vardır.
Önerilen her toplum modelinde, kavramsallaştırılan her ideolojide onların cazibesini yaratan, nedeni hiçbir zaman cevaplanamayacak bir başlangıç paradigması mutlaka vardır.

Özgürlük alemi doğası gereği, maddi üretim aleminin ötesinde bulunur sözü ile eşitlik, güçlü bir abartmadır saptamasını birlikte okumalıyız. Özgürlük, zorunluluk ilişkisini, doğru olarak ilk düşünen Hegel'dir. Anti Dühring'de Engels'in bakışı son derece ampiriktir; ancak sosyalizmin amacının üretim biçimini ve buna bağlı işbölümünü değiştireceği inancı (Bk Kapital (1/499) marksizmin kalbindeki temel beklentidir; ancak yokmuş gibi davranmıştır Ekim Devrimi. Proleter olmanın şansızlık olduğunu açıkça Marks söylüyor ve onu Sisypus'a benzetiyordu. İşbölümü oldukça, emekçi için sömürü de olacaktır. -manifestoda vurguladığı gibi- fikirlerin tarihi, maddi üretimin değiştiği ölçüde, zihinsel üretimin de değişeceğini var saymaktadır. Emek, bütün değerlerin üreticisi olduğu için dünyayı değiştiren güçtür. Halbuki fikirlerin bulaştırıcısı (taşıyıcısı?) küçük burjuvalarla, biriktirilmiş emek olan sermaye, güruhları istenen anlamda politikleştiremiyor ve apolitikleşen sınıflara tercihlerini seçme dışında, yönetime bilfiil katılım imkanlarıyla menfaatlerini savunma becerisini kazandıramıyorlar. Üretici olmayan asalak küçük burjuvalara biz flanör deriz. Proletarya dışında tarihsel döngüyü kavramaktan aciz emekçilere Marks ve Engels ise biraz alaycı bir ifadeyle Straubinger diyor. İnsanın toplumsal varlık olduğunu gözönüne aldığımızda kırsaldan fabrikalara akışta "itaat", soyut değil somut bir talep olarak hiç olmadığı kadar dünyevileşir; soru, serseri bir yaşamdan paradigmanın temel önermelerine sahip çıkacak koruyucuya evrilir. Efendi kimdir ve kim kime itaat edilecektir? Spinoza, hayal gücünü kuvvet olarak değerlendirdiğinde; derebeylerinin, dışarıdaki düşmandan değil; kendi oğulları ve yurttaşlarından korkması gerektiğini ifade eder ki, bu toplumsal değişimlerin metaneti ve köylülüğün post kombinasyonu açısından mühimdir. Hegel'de evrensel eşdeğer sermayedir; Marks da "Evrensel eşdeğer paradır" saptamasını yapar ama onun ardından beklentisi olan emeğin toplumsallaşmasına içkin soyut talebi, merkezi üretimle yetinmesi anlamında 'idari' olarak kalakalır. Oysa, işbölümünün işbirliğine dönüşümünü ve 'evrensel eşdeğer'in tahakkümü, üretim biçiminin değişmesiyle kaldırabilir ve Dionysoscu politikalarda ifadesini yeni baştan yazacak mübadele aritmetiğini, proletaryayla beraber sermayeyi hayatın dışına atabilirdi. Sadece meta ekonomisinden değil, ihtiyaç üretiminden de aynı şevkle vazgeçebilirsek eğer, çokluk kavramıyla gerçekleştirebileceğimiz bir düştür bu. Lenin'in 'Elimizde bankalarla, okumuş bürokratlar dışında uzman, sistemin çözümüne ait Marks'ın temennilerinden başka bilgi yok" dediğini hatırlayın. Arkaik söylem, kapitalizmin tüm techizatını kullanarak devrimi gerçekleştirmek ister. Üretim ahlakının unsuru olan köylülük, verimi artırmak için disiplinle proleterleştirilir. Tarımın, üretim bandında değişen kimyası modernizmle açıklanabilir. Oysa, toprak, toprak olarak durmaya devam ederken ekonomizm dışında öznellik olarak profil değişimlerinin makul bir cevabı yoktur.
Kabahati sadece Avrupa'nın yamacındaki uygulamanın vülgerliğine bağlayamayız. Sosyalizm, kapitalizme üretimden kaynaklanan bir normatif ilke nedeniyle tercih edildiğinde, normatif sosyalist söylem desteklenir ancak diyalektik akıl bu söyleme payanda olmak üzere askıya alınır. Emeği yok, ya da var eden servet ise bunun teoride telafi edilmesi ancak ideolojik değil, ontolojik değişimle mümkündür. Epistemolojideki kişiliksiz bilgi, ahlaksız ticaretin yerini alan mutakabiliyet, insaniyetsiz devlet, feragatsiz tüketim sonuçta negatifler üzerinde inşa edilmiş olan bir siyasettir. Foucault'nun bir dersinde 17 Yüzyılda 'Hikmet-i Hükümet' olarak tabirlendirdiği tüm illetleri sanki tarihsel bir zaafiyetten doğan korkuyla yeni toplumu yaratma iddiasındaki Stalin rejimi kopyalamıştır, hatırlayalım: Bu dönemde devlet hazinesinde daha fazla altın-gümüş birikimini sağlamak, artan ve güçlü bir nüfus barındırmak ve yabancı güçlerle sürekli bir rekabet ortamını korumak hedefleriyle üretim ve ticaretin sıkı örgütlenmesi üzerine kurulu olarak bir ekonomik doktrinden daha fazlasını temsil eden merkantilizm hakimdir: ülkenin iç idaresi kentlerin iaşesinin ön planda olduğu kentsel örgütlenme modeline dayalı olarak polis-güvenlik düzenlenmesine (polis-devlet) tabidir; var olan devletler sistemi içinde devletler arasındaki dengeyi koruyacak daimi bir ordu ve diplomasinin düzenlenmesine ihtiyaç vardır.
Stalin'in torunu Grover Furr, "Bence Lenin ölmeyip yaşasaydı ya da iktidarda Stalin değil de Toçki, Zinovyev yahut Bolşeviklerden bir başkası olsaydı da SSCB'de komünizm çökecekti. Çünkü sorun onlarda değil, o kadronun devlet ve devrim anlayışındaydı" diyor.
Sovyetler, yani işçi meclisleri, Nomenklatura denilen yeni zümrenin ideolojik üretim alanıdır ve sınıfsal ilişkileri kompanse eder; Yasanın, "gücün kanunu" olduğunu biliyorsak bu normal karşılanabilir. Son Romanov olan II. Nikolay hanedanının devrilmesinden sonrası başlangıçtır; devlet, isyancı kimliklerin farklı çıkarlarının ve yeni aktörlerin toplanma alanına dönüşmüştür. "Bolşevikler" teriminin askıya alınmasının ertesinde, militan unsurlar tamamen ücret üstünden kadrolaşılırlar; yeni toplumu kurma görevi, proletaryanın diktatörlüğü adına pimpirikli diktatöre ve aileye teslim olan uzlaşmış bireylere kalır; coğrafi konumlarına uygun bir emir komutanın ve yurtsever diktatörlüğün karakterleri haline gelirler. Komitern'in bile emir kumandayla çalışan apolitizmden ibaret bir platformun merkezi olduğu unutulmamalıdır. 2. Enternasyonelden itibaren politik alanın tarihselliği, her anlamda monokrom bir yapıya sahiptir. Peki, sorunun nihai çözümü Schellingin zihinsel düalizminden, diyalektik bir çıkış yolu arayan sol hegelcilerde değilse eğer, politikada amaç için araçları meşrulaştıranların, amaçlarını cüretkar bir edayla meşrulaştıran nedir? Düşünmemiz gereken eşya üretim rejimini yaratanın bizatihi kendidir. Amaç için araçları meşrulaştıran ideolojilerin amacını meşrulaştıran sorusunun yanıtı sadece ötekileştiren kitlelerin kendi kaderlerine sahip çıkma yönünde bir vaad ve ezilmişlik duygusuna politikada bir umut olmasıdır. Üretim rejimini, sanayileşmenin çalışma prensipleri yaratmıştır. Konu, kapitalizm/sosyalizm değildir; üretim bandından çıkan her eşyanın varlıklarda yarattığı yabancılaşmadır; toplumsal düşünmenin biçimidir. Temel problem halkın temsilcisinin, kendisine salahiyeti veren üzerinde bir iktidara sahip olabildiği tedricen ortadan kalkması düşünülemeyeceği ortada olan bir muammadır; öyleyse 1789 Fransız Devrimi vakasından arta kalan bilinç kırılmasıyla, temsili demokrasinin neyi temsil ettiğini tekrar sormamız gerekiyor. Köylüler Rusya'da her zaman ellerinden kendi amaçları için almaya çalışan muktedirlerden korkmakta haklıydılar; adına Bolşevik denilen ötekinin, gündemi ve amacı soyuttu; ancak somut olarak toprağın hasadını talep ediyorlardı. Geçenlerde Zizek'in ardından o da girdi topa. Referansım Jean Luc Nancy: Julien Freund, düşmanı gösterenin daima öteki olduğunu söyler: -Mahno, bu kadar büyük sınırlar, derin uçurumlar açmamıştır ama- kendini düşmanım olarak tanıtan düşmanımdır o. Ama kendini yaşam düsturu, çalışma biçimine karşı çıkarak "Batı’nın düşmanları" olarak tanıtanları tanımlayabilmek yine de hayli zordur.
http://www.roportajgazetesi.com/jean-luc-nancy-roportaji-c5269.html
https://dunyadanceviri.wordpress.com/2015/12/09/slavoj-zizek-turkiye-hakkinda-konusmaliyiz-new-statesman/http://www.newstatesman.com/world/middle-east/2015/12/slavoj-zizek-why-we-need-talk-about-turkey
***
İnsan toplumuna nihai bir ekonomik amaç bahşetmek, hedefini bir ilerleme gayesiyle şenlendirmek doğru değildir; o sadece bir halkın dünya tecrübesidir..
Çağımızın en büyük yenilgisi 1991'de komünist Rusya'nın yıkılması değil, 1917'de sosyalizmin Bolşevikler tarafından temsil ediliyor olmuş olmasıdır; ancak demiyorum. Çünkü öncesi vardır. Bolşeviklerin temsiliyetini Doğu tipi bir despotizm üzerine kurulu olduğunu söyleyip geçmek mümkündü ama konuşulması gereken kök, Paris Komünü travmasıyla inşa edilen teoridedir. Engels, 18 Mart 1875'te Bebel'e yazdığı mektupta şöyle söylüyordu: "Proletarya devlete ihtiyaç duyduğu sürece onu özgürlük için değil, hasımlarını baskı altında tutmak için kullanacaktır. Özgürlükten bahsedilebileceği gün, devlet devlet olmaktan çıkacaktır"; demiş midir, demiştir. Öyleyse işin yasası budur. Yepyeni bir hakikatın gadrine uğrayan modern toplum, uhrevi/dünyevi tüm eylemlerini yaratan paradigmamızın alacakaranlık ideolojisi olmakta yeis görmemiştir. Mesihçi idealizm, mateyalizme monte edilse bile, proletarya, ürettiği somut biçimin dışında ufki bir hakikat yaratamıyorsa diyalektiği agnostik bir katharsisten öğrenen öğretiye dönüp yeniden bakmamız lazımdır. Oysa, Saint Simon'dan itibaren sosyalizm (La Globe'un sanatçıları yeni bir dünya yaratmak üzere görevlendirdiği o eşsiz alt başlığını hatırlayın); bir moral değer, bir ahlak felsefesi olarak toplumu şenlendirecek şekilde tanzim edilecektir. Saint Simon'dan başlayıp, Marks'da çalışmanın çağrısı, ortaklara minnet eden ricası, keskin bir kavşakla Lenin'de fena halde bir emire dönüşür. "Komünist perspektiften baktığımızda, insanlığın hiçbir temeli ve amacı yoktur. İnsanlık, mesnetsizliğin tanımıdır. Metafiziksel işlevi, felsefi bir özde değil, özsüzlüğünde, insanlığı sürekli şaşırtmasında ve dünyayı radikal bir şekilde değiştiren olaya açık olmasında yatmaktadır. Devrim ve eşitlik, ebedi adikia diyalektiğiyle, tekhne ile dike'nin çaışmasıyla bir araya getirilir". Costaz Douzinas'ın biraz sitemle ifade ettiği gibi bu, teorideki dolaylamanın açılımı erişimsizliktir. Oysa, Proudhon'a karşı çıkmasına rağmen Grundrisse'de "Emekçi, topluma belli bir formda sunduğu emeğinin tutarını, başka formda geri alacak."; aynı naif talep, marksizmin bilinen retoriğine karşı çıkarcasına on yıl sonra Kapital'in üçüncü cildinin, 27. bölümünde de yine tekrarlanır. Buna rağmen mitolojiyi yerinden ederek Tek bir bilim vardır; o da tarih bilimidir diyen Marks, komün tecrübesinden sonra tekillikleri, tümelin ontolojisinden; tümelin eylemini de proletaryanın üretim biçimiyle antagonistik çelişkisinden ayırarak afaki olarak cüretkârca sınıfsallaştırmıştır. Proletarya kendi kendine sınıfken, 1871'den sonra sadece kendi için politikleşen -ama Proudhon'un lisanıyla öşürden pay talep ederek imtiyazlanacağı hesap edilen- ekonomik bir sınıfa dönüşmüştür. Kendini tecrit etme isteği ya da tam aksi yönde bir taleple canlı emek, öznelliğin iktidarını istediğinde bile proletaryayla iktidarı paylaşamaz. Ondan feda ekonomisi adına, tarihin kurucu gücünün bir etkisizleştireni olarak dışarıdan izleyen masum seyirci gibi davranması istenir. Sistemdeki antagonistik çelişki, karşıt sınıfları yeniden ürettiği için onarıcıdır. Yapıcı ve yıkıcı eleştirilerin, sınıflarla birlikte yaşaması tarihsel bir zarurettir; adı marksizm de olsa tahayyüldeki çelişkilerden arınmış toplumu tarihin dışına çıkarma girişimlerinin adını doğru telaffuz edersek sekter bir ilahiyattıdır. Onlarda bile cami cematinin üstüne hermeneutik yolu izleyen dergahların gölgesi süzülür. Sermayenin diyalektiğinde, sınıfsallığının bilincine ulaşan proletaryanın mücadelesi, sınıf politikasının fabrikalar üzerinden siyasallaştırılması değil, methodik fasılalarla sermayenin üretim biçimi ve iş'in çalışma düzenini reddetmenin arayışları olmalıydı. Tek bir bilim biliyoruz; tarih bilimi derken Fransız devrimine önderlik eden burjuvaziyle birlikte, kapitalizmin ilerici dönemi tanımlamasını yaparsak,emeğin tahakküm sürecini olumlamak durumunu sürdürürüz. Marksizm, özünde moderniteyi (elektriği vd.) coşkuyla alkışlar ve tüm anti moderniteci eğilimleri (anarşist, köylüler, yurtseverler, mesleki loncalar, mistikler vd.) hurafe ve geri kalmışlık olarak değerlendirir. Sosyalizm, emeğin sömürü altına alınış sürecinin yapısal nedenleri üzerine yeterince eğilmemişken, damarlarına sirayet eden mistik öz, envai şartta bir hayal politikası olarak karşımıza çıkar. Teolojinin sırrı antroplojidir ama spekületif felsefenin gizemi tabii ki teolojidir. Rusya'da 18 yüzyılda disiplin ve geometrinin gösterisine dönen askeri törenler, belirgin bir şekilde hiyerarşik yapıya hürmeti yaygınlaştırıyordu; 1917'den sonra da rütbeler ve formalarla birlikte korundular. Ontoloji kaimdir ancak siyasetin söylemiyle aşılmaya çalışılır. Konu, öznelliğin üretimi olduğunda engelleyen irade kapitalizm/sosyalizm değildir; direkt üretim ekonomisi üzerinde duran heyuladır. Üretim bandından çıkan her eşyanın varlıklarda yarattığı hasar olarak yabancılaşmadır; yani, toplumsal düşünmenin biçimidir. Sadece para olarak değil, lafzi ya da mübadele değeriyle sermayenin tüm zeminlerde ve mekanlarda üretimi, çelişkinin yeniden üretimidir. Modernist tarihi, emeğin sınıf mücadelesiyle sınırlarsak, meta üretiminin toplumda hangi yapısal değişimler sonucu ortaya çıktığı kavrayamamaktadır. Biriktirilmiş emeğin ürünü olan sermaye, sınıfları abad ettiği oranda kahretme, sistemi eleştirdiği ölçüde ihya etme zekasına sahiptir; ontolojisi ve ufkuyla küreseldir. Kurumsallığından kopuk bir kapitalizm okunması sadece iktidarların yerini değiştirir; eşya rejimine kaynak sağlayan sermaye değişmeden kalır. Entelektüel fabrikalarıyla sermaye, çelişki ürettiği sürece yaşar; üretme eylemine despotik rejimlerde ara verdiği anda krize girer. Sadece insanı yeni baştan yaratan iktisatın karekterini deşifre etmek yetmez; dünyayı her zerresiyle matematikleştiren bilim de hayatı gerçek anlamıyla tanımamıza engeldir. Kapitalizmi, emek-sermaye çelişkisine indirgemek, Hegel'in geliştirdiği egemenlik teorisini, proletarya ve burjuvaziye uygulamaktan ibarettir. Hegel'in diyalektik terimiyle ruh kattığı bu çatışkı öylesine basınçlı ve ehveni şer olarak çalışmanın/üretmenin zarureti kuvvetlidir ki, eşyanın tahakküme maruz kalan ve kalınanların ideolojinin yeniden üretim kısırdöngüsünü kırıp kendi adlarına konuşamazlar. Bu bağlamda ekonomik olanın mantığı, proletaryanın tercihi doxa'sının tedarik edildiği söylemler ve siyasetin propagandist kampanyalarının talep eksenleri etrafında da anlaşılır değildir; anlaşılamazdır. Paolo Virno'nun, Çokluğun Grameri kitabıyla (S/25-28) ile devam edelim: "Hobbes'a göre nihai politik çatışma, çoklukla halk arasında gerçekleşir. Modern kamusal ya birini ya da ötekini ağırlık merkezi olarak alabilir. Her zaman tehditkâr olan iç savaş mantıksal formuna bu alternatifte sahiptir. Hobbes'a göre halk kavramı devletin varoluşuna sıkı sıkıya bağlıdır; dahası, bu kavram devletin bir yankısı, bir yansımasıdır: Eğer devlet varsa, o zaman halk da vardır. Devletin yokluğunda, halk da yoktur. Çokluk korkusunun uzunca ve geniş olarak açığa vurulduğu De Cive'de şunu okuruz: "Halk kendisine tek bir eylem atfedilebilecek,tek iradeye sahip, tek olan şeydir. (De Cive, bölüm XII, kısım vii) Hobbes'a göre çokluk 'doğa durumu'nun, yani "politik bedene geçiş"ten önceki durumun ayrılmaz bir parçasıdır. Fakat uzak tarih, tıpkı kendini geçerli kılmak için geri dönen "bastırılmış deneyim" gibi, zaman zaman devlet egemenliğini sarsan krizlerde tekrar ortaya çıkabilir. Devletten önce sadece 'çok' vardı: Devletin kuruluşundan sonra, tek bir amaçla donatılmış kitleden ziyade eğilip bükülebilen bir malzeme olarak kütle terimini kullanmamamız daha doğru olan 'teklik' olarak halk ortaya çıktı. Hobbes'a göre çokluk politik birlikten kaçınır, otoriteye direnir, süreklilik arz eden anlaşmaların tarafı olmaz, asla yasal kişinin statüsüne ulaşamaz, çünkü hiçbir zaman kendi doğal haklarını egemene devretmez. Çokluk bu "devretme" işini gerçek varlık tarzı (çoğul karakteri aracılığıyla) ve davranış tarzı sayesinde engeller. Büyük bir yazar olarak Hobbes çokluğun nasıl devlet-karşıtı olduğunu, bununla birlikte tam olarak bu sebepten dolayı nasıl halk-karşıtı olduğunu hayranlık uyandırıcı bir incelikle vurgular: "Vatandaşları Siteye karşı kışkırtan Halk, başka bir deyişle Halk'a karşı Çokluk (a.g.y). İki kavram arasındaki karşıtlık bugün bir alana taşınır: Eğer halk varsa çokluk yoktur; eğer çokluk varsa halk yoktur. Hobbes'a ve devlet egemenliğinin on yedinci yüzyıldaki savunucularına göre, çokluk tamamen olumsuz bir sınır kavramıdır; başka bir deyişle devletsizliği destekleme riski taşımaktadır; bazen de "büyük makineyi" kilitleyebilecek bir enkazdır. Çokluk, işte böylesi olumsuz bir kavramdır: politik karar alma tekeli olarak devlet ile virtüel olarak çeliştiği ölçüde halk haline gelmeye yanaşmayan bir kavramdır; kısaca, "doğa durumu"nun uygar toplumda kusulmasıdır".
İnsanlar fetişlerini üretirken, kendi toplumsal yaşam koşullarını da birlikte yaratırlar. Bunları doğal bilinçleriyle yaparlar ve idraklarnın en zayıf noktası kendi doğalarına olan sorgulanamaz esaretleridir.
Klasik sanatın becerileri, modern zamanlarda tarihe karıştı. Biz, 'Allah kahretsin!' derken Avusturyalı ekonomist Schumpeter buna 'yaratıcı yıkıcılık' diyor.. bu gidişin sonunda merkezileşerek tek bir organizmaya inecek sentetik bünyenin yapısı hakkında düşünelim. Marks, 'Gelecekte tek bir bilim olacak, insanlık bilimi' diyordu. Gelecek diye kastettiği güne/bugüne bakıp 'gelecekte tek bir insan, tek bir patron, tek bir şirket olacak; hedef birlik/bütünlük, teklik' diyebilir miyiz? Tüm kategorileri ayrı uzmanlıklar olarak pazarlayan marketizmin alıcısı çok. Satıcısı, tüm disiplinler ve kaynakları ele geçirerek büyüyor. Cern'de gördüğümüz gibi kozmosa uzanan yaşam alanları menzil kapsamında. Totaliter bilim, tahakkümcüdür. Ne var ki, bu gidiş pek hayra alamet değil. Önceki vechelere baktığımızda işbölümünün toplum kadar eski olduğu, cinsiyetlerin işbirliğine ve arkaik durumda bile biyo politik donanımlar gibi farklılıklara dayandığını iddia edebiliriz. İnsanın genetik yatkınlıkla takas ve değişim eğilimi olduğu söyleyemeyiz. Toplum yazarları, ideologlar, kanaat önderleri, yerli yersiz psikoloji temelli analizleri ve değişik disiplinlerdeki akademik söylem çalışmalarını kafi miktarda kullanmaktadırlar. Siyasetteki epistemolojik duruş ve bu ilkeli duruşun ardındaki analiz yöntemi, felsefi bakışta mütereddit keşifler yerine özgüveni yüksek radikal psikolojik vurguları geliştirmiştir. Kelimelerin eylem yönelimi, kaotik mantığı inşa edicidir. Geometrik tutarlılıkla siyasetin inşa özelliği, retoriksel ve argumentatif niteliği dediğimizde ilk akla gelen Spinoza'dır. İnsanların ekonomi ilişkileri sadece maddi çıkar üzerine kurmadığını, toplumsal ve sosyal konumunu kazanmak ve devam ettirmek için de maddi zenginliğe değer verdiği belirten Polanyi, sivil toplumun sivillikten oluşan dinamiklerini ekonomiye uyarlar; işbölümünün mecburiyetini, hatalı takas ve manipülatif değişim yasalarıyla özdeşleştirir. Ekonominin dinamiklerinin toplum tarafından belirlenmiş olarak doğduğunu kabul etmez. Verili olan zaten değildir. Ekonominin, toplumun kültürünün ötesinde dinamiği yoktur. İnsanlar, geçim araçlarını üretirken, davranış modelleri geliştirler. Mesela ilk uluslararası tüccarların sırtlarındaki heybelerle yolculuk yaptıklarını biliyoruz. Müthiş bir maceracılığı ve meydan okumanın tarihini yazmışlardır tarihin ilk dönemindeki tacirler. Ardından belli prosedürlere ulaşan tecimsel ilişkiler 13. yüzyıldan itibaren önce İtalya, ardından modern çağın başlangıcında Hollanda da ticari dehasının örgütlü çalışmasıyla, karşılıklılık (reciprocity) ilkesine dayanarak doğmuştur. Ardından finansın merkezi ancak İngiltere olabilmiştir. Almanya'nın sanayileşmesi ise nisbeten geç bir tarih olan 1800'lerden itibarendir. Ticari envanter, ham maddenin yer değiştirmesinin teknikleriyle, hileleme modellerinden üreyen yeni fikirlerle, güce dayalı birliktelikleri, yoğunlaşan sermayenin teşebbüslerini doğurmuştur. Ekonomi dediğimiz absürt melankolinin toplumsal histeriler, müşterek hezeyanlar yaratmak dışında bir dinamiği yoktur. Peki, İnsan toplumu, tüm formları, renkleri, kullanılabilir değerlerini standartlaştırarak bir'liği sağlandığı bir dünyaya doğru evrilebilir mi? Marks'ın dediği gibi "ilk bakışta meta son derece aşikar, önemsiz bir şey olarak görülür, ama bu meta çözümlendiği zaman, onun metafizik inceliklerle, teolojik esrarlarla dolup taşan çok garip bir şey olduğu ortaya çıkar". Sistem, eşyalar üzerinden kimlikler, öznel nüfuzlar üretir. Marks, 1844 yazılarında sezgisini paylaştı ama praksise dönüşen felsefeyle birlikte kapitalizmin sermayenin tin olma sürecinde kapitalizmde toplumsal maddi güçler, nesnellik ile felsefenin pratiğinin yarattığı öznellik arasındaki yabancılaşmayı; ekonomi politiğin tehlikenin merkezi olduğunu kavrayamadı; politikanın sermayesi olan emeğin, ücretli emekten başka bir şeye dönüşmesi gereğini ihtiyaç politikasına odaklanmış kurgusuyla anlayamadı. Teknolojik gelişmeleri yok sayarak sınıfların ekonomi politik nedenlerle ileri/geri doğru hareket ettiğini varsayar idealizm. Zamanın geçişi olarak tarih dediğimizde Chronos, teriminin belirsiz bir anlamı vardır ama kronoloji dediğimizde daha iyi anlayacağız. Dillerde kullanılagelen şekliyle tarih kavramı Roma'nın tanrısı Janus gibi hem öne hem arkaya bakar: Logos, yani kelam olarak zaman çizgisindeki vakaların hikayesi olarak tarih bize daha fizik ötesi bir muhayyileyeden seslenir. Metafizik bir anlamda fiziktir; burjuva tarih yazılımıyla, materyalist tarih yazılımı arasında yapısal fark yoktur; perspektif vardır. Son söze suyun akışkan ruhu karar verirse de değişken özne değişken, akışkan, her an yeri değişebilen çok olasılıklı / bedenli merkezdedir ve tedavülde olan gerçek anlamında her şeydir.
Deleuze, 'Hastalık, hayata bakış tarzıdır' diyor. Bu bakışa tutulanlara göre, düşüncelerinizi kelimelerle ifade ediyor, yazma eyleminden keyif alıyorsanız Hipergrafsınızdır. Koleksiyon yapıyor, objeleri biriktiriyorsanız Kompisif olduğunuzu söylerler. Dindar olup bazı ritüelleri takip ediyorsanız mutlaka Skrupulosite'sinizdir. Dünyanın halinden endişelenip sosyal sorumluluk projelerinde yer alıyorsanız çıtayı yükseltip Hiperskrupulosite makamından değerlendirebilir ya da Fregoli Sendromundan yargılanabilirsiniz. Peki bu tespitler doğru mudur? Bu tespitler doğruysa bilimin yasasını ihlal edip, toplumun içinde bulunurken hangi hukuktan faydalanıyoruz? Bunca tehlikeye, obsesyona rağmen hâlâ serbestsek, toplumsal hoşgörü standartlarından şüphelenmemiz mi lazım? Hastalıklar mı fazla, yoksa gerçekler mi hasta? Belki de normalin olmadığı yerde hastalardır vücut bulmuş tek gerçek! Konuyu, sağlıksız topluma getireceğim ama Ulus Baker ve Foucault'yu ihmal etmeden..
Toplum denilen afet, üretim oyuncaklarıyla, insanların hayatlarını yeniden üretirken, önce dimağlarda yeni birliktelikler yaratır. Ardından diyalektik bağlarla toplumsal örgütlenmeyi yerinden ederek aşındırmalarla farklı bir zemine kondurur; söze upuygun toplumu inşa eder. Sosyal mecra imkanlarıyla söylediklerimiz birleştirildiğinde imajinasyon kuvvetlenir. Felsefe bir arama halidir. Ulus Baker, 'Kamu kimdir, kamusal alan nedir' üstüne düşünmüş. Hasta Kimdir?' diye sorduktan sonra konuşma uslubuyla şu kelimeleri yazmış.: "Foucault'nun büyük bir "doğruculukla" tasvir etmeyi başardığı "modern" denilen bütün bu kurumlar, önce modern askeri kışla sistemini, ardından önce askeri sonra "sivil" hastaneyi, sonra zorunlu okulu, hapishaneyi kurmuştur". Dediği gibi, tüm bu kasvetli kurumları inşa eden elbette ki, Foucault değildir. Ancak zamanın postmodern filozofunu düşünmeye sevkeden disiplinle, kurumları ayakta tutan neden aynıdır. Ulus Baker burada fiili geliştiriyor ve sonunda dayanamayıp soruyor: Kurumlarının baskıları altında inlemekte olan koskoca bir nüfus için bir "lüks" olarak uzakta tutmaya çalışmak, olsa olsa şuna varır: Bugün artık her bakımdan "sorunlu" oldukları besbelli olan bu kurumlara "içkin" olan bir eleştiri de vardı. Bu eleştiri ta başlangıçtan beri işin içindeydi. Ve biz bu kurumları pekala ithal ettik. Ancak, bu kurumların varlığıyla doğurganlaşan eleştiriyi ise ithal etmemeyi daha makul ve anlaşılır bir şey olarak görmüşüzdür? Baker'in nedenini şöyle cevaplayabiliriz: İnsanlaşmayla birlikte epistemolojik başlama çizgimiz, tüm yetilerimizin senkronize bir algıyla çalıştığı kolektif şuurdur. Ancak kollektif şuur, kolektif çıkarların karşıt kutuplarıyla özbilinçlerini geliştirler. İnsanın varoluşsal psikesinde husule gelen, Kant'ın tekil duyusallıkla sınırlı tuttuğu deneyim (ampirik) olmaktan öte, sınısallıkla beraber öğrendiğimiz tecrübe (Erfahrung) daha yerinde bir kullanımdır. İnsanlar ve Toplumlar kaderlerini üretemediklerinde, karşılıklı sözleşmelerle hasıla edip birikimlerini erdiremediklerinde, geleceklerini diyalektik hukuksallığın değil de eza verici saf tecrübelerin belirlemesine izin verirler. Bunun nedeni işte o, kurumları doğuran ve şedit bir vibrasyonla zamanı geldiğinde yok eden eleştiriye tahammülsüzlük edimidir. Mülkiyet, zuhur ettiği haliyle temellükleşirken, gayri şahsi eleştiri ontolojisine karşın, karşıtında tecrübe edilebilir olmaktan çıkmıştır. Kendini koruyan, varlığı eksildikçe belirendir. Bugün de şahit olduğumuz aynı tablo. Politikanın, sağlık karşısında hastalığın mukavemeti olduğuna yeterince kanıt var. Ezoterik kökenlerine aldırmadan tüm yıl kanla ateşle beslenenler, kafa kesme, kendilerini uçurma ritüelerini cüretkarca sergileyerek dehşetin diliyle küstahça feveran edebildiler. Ortadoğu tam anlamıyla bir plantasyon. Tefrik edemedikleri aklın hileleri.
***
***
İnsan toplumuna nihai bir ekonomik amaç bahşetmek, hedefini bir ilerleme gayesiyle şenlendirmek doğru değildir; o sadece bir halkın dünya tecrübesidir..
Çağımızın en büyük yenilgisi 1991'de komünist Rusya'nın yıkılması değil, 1917'de sosyalizmin Bolşevikler tarafından temsil ediliyor olmuş olmasıdır; ancak demiyorum. Çünkü öncesi vardır. Bolşeviklerin temsiliyetini Doğu tipi bir despotizm üzerine kurulu olduğunu söyleyip geçmek mümkündü ama konuşulması gereken kök, Paris Komünü travmasıyla inşa edilen teoridedir. Engels, 18 Mart 1875'te Bebel'e yazdığı mektupta şöyle söylüyordu: "Proletarya devlete ihtiyaç duyduğu sürece onu özgürlük için değil, hasımlarını baskı altında tutmak için kullanacaktır. Özgürlükten bahsedilebileceği gün, devlet devlet olmaktan çıkacaktır"; demiş midir, demiştir. Öyleyse işin yasası budur. Yepyeni bir hakikatın gadrine uğrayan modern toplum, uhrevi/dünyevi tüm eylemlerini yaratan paradigmamızın alacakaranlık ideolojisi olmakta yeis görmemiştir. Mesihçi idealizm, mateyalizme monte edilse bile, proletarya, ürettiği somut biçimin dışında ufki bir hakikat yaratamıyorsa diyalektiği agnostik bir katharsisten öğrenen öğretiye dönüp yeniden bakmamız lazımdır. Oysa, Saint Simon'dan itibaren sosyalizm (La Globe'un sanatçıları yeni bir dünya yaratmak üzere görevlendirdiği o eşsiz alt başlığını hatırlayın); bir moral değer, bir ahlak felsefesi olarak toplumu şenlendirecek şekilde tanzim edilecektir. Saint Simon'dan başlayıp, Marks'da çalışmanın çağrısı, ortaklara minnet eden ricası, keskin bir kavşakla Lenin'de fena halde bir emire dönüşür. "Komünist perspektiften baktığımızda, insanlığın hiçbir temeli ve amacı yoktur. İnsanlık, mesnetsizliğin tanımıdır. Metafiziksel işlevi, felsefi bir özde değil, özsüzlüğünde, insanlığı sürekli şaşırtmasında ve dünyayı radikal bir şekilde değiştiren olaya açık olmasında yatmaktadır. Devrim ve eşitlik, ebedi adikia diyalektiğiyle, tekhne ile dike'nin çaışmasıyla bir araya getirilir". Costaz Douzinas'ın biraz sitemle ifade ettiği gibi bu, teorideki dolaylamanın açılımı erişimsizliktir. Oysa, Proudhon'a karşı çıkmasına rağmen Grundrisse'de "Emekçi, topluma belli bir formda sunduğu emeğinin tutarını, başka formda geri alacak."; aynı naif talep, marksizmin bilinen retoriğine karşı çıkarcasına on yıl sonra Kapital'in üçüncü cildinin, 27. bölümünde de yine tekrarlanır. Buna rağmen mitolojiyi yerinden ederek Tek bir bilim vardır; o da tarih bilimidir diyen Marks, komün tecrübesinden sonra tekillikleri, tümelin ontolojisinden; tümelin eylemini de proletaryanın üretim biçimiyle antagonistik çelişkisinden ayırarak afaki olarak cüretkârca sınıfsallaştırmıştır. Proletarya kendi kendine sınıfken, 1871'den sonra sadece kendi için politikleşen -ama Proudhon'un lisanıyla öşürden pay talep ederek imtiyazlanacağı hesap edilen- ekonomik bir sınıfa dönüşmüştür. Kendini tecrit etme isteği ya da tam aksi yönde bir taleple canlı emek, öznelliğin iktidarını istediğinde bile proletaryayla iktidarı paylaşamaz. Ondan feda ekonomisi adına, tarihin kurucu gücünün bir etkisizleştireni olarak dışarıdan izleyen masum seyirci gibi davranması istenir. Sistemdeki antagonistik çelişki, karşıt sınıfları yeniden ürettiği için onarıcıdır. Yapıcı ve yıkıcı eleştirilerin, sınıflarla birlikte yaşaması tarihsel bir zarurettir; adı marksizm de olsa tahayyüldeki çelişkilerden arınmış toplumu tarihin dışına çıkarma girişimlerinin adını doğru telaffuz edersek sekter bir ilahiyattıdır. Onlarda bile cami cematinin üstüne hermeneutik yolu izleyen dergahların gölgesi süzülür. Sermayenin diyalektiğinde, sınıfsallığının bilincine ulaşan proletaryanın mücadelesi, sınıf politikasının fabrikalar üzerinden siyasallaştırılması değil, methodik fasılalarla sermayenin üretim biçimi ve iş'in çalışma düzenini reddetmenin arayışları olmalıydı. Tek bir bilim biliyoruz; tarih bilimi derken Fransız devrimine önderlik eden burjuvaziyle birlikte, kapitalizmin ilerici dönemi tanımlamasını yaparsak,emeğin tahakküm sürecini olumlamak durumunu sürdürürüz. Marksizm, özünde moderniteyi (elektriği vd.) coşkuyla alkışlar ve tüm anti moderniteci eğilimleri (anarşist, köylüler, yurtseverler, mesleki loncalar, mistikler vd.) hurafe ve geri kalmışlık olarak değerlendirir. Sosyalizm, emeğin sömürü altına alınış sürecinin yapısal nedenleri üzerine yeterince eğilmemişken, damarlarına sirayet eden mistik öz, envai şartta bir hayal politikası olarak karşımıza çıkar. Teolojinin sırrı antroplojidir ama spekületif felsefenin gizemi tabii ki teolojidir. Rusya'da 18 yüzyılda disiplin ve geometrinin gösterisine dönen askeri törenler, belirgin bir şekilde hiyerarşik yapıya hürmeti yaygınlaştırıyordu; 1917'den sonra da rütbeler ve formalarla birlikte korundular. Ontoloji kaimdir ancak siyasetin söylemiyle aşılmaya çalışılır. Konu, öznelliğin üretimi olduğunda engelleyen irade kapitalizm/sosyalizm değildir; direkt üretim ekonomisi üzerinde duran heyuladır. Üretim bandından çıkan her eşyanın varlıklarda yarattığı hasar olarak yabancılaşmadır; yani, toplumsal düşünmenin biçimidir. Sadece para olarak değil, lafzi ya da mübadele değeriyle sermayenin tüm zeminlerde ve mekanlarda üretimi, çelişkinin yeniden üretimidir. Modernist tarihi, emeğin sınıf mücadelesiyle sınırlarsak, meta üretiminin toplumda hangi yapısal değişimler sonucu ortaya çıktığı kavrayamamaktadır. Biriktirilmiş emeğin ürünü olan sermaye, sınıfları abad ettiği oranda kahretme, sistemi eleştirdiği ölçüde ihya etme zekasına sahiptir; ontolojisi ve ufkuyla küreseldir. Kurumsallığından kopuk bir kapitalizm okunması sadece iktidarların yerini değiştirir; eşya rejimine kaynak sağlayan sermaye değişmeden kalır. Entelektüel fabrikalarıyla sermaye, çelişki ürettiği sürece yaşar; üretme eylemine despotik rejimlerde ara verdiği anda krize girer. Sadece insanı yeni baştan yaratan iktisatın karekterini deşifre etmek yetmez; dünyayı her zerresiyle matematikleştiren bilim de hayatı gerçek anlamıyla tanımamıza engeldir. Kapitalizmi, emek-sermaye çelişkisine indirgemek, Hegel'in geliştirdiği egemenlik teorisini, proletarya ve burjuvaziye uygulamaktan ibarettir. Hegel'in diyalektik terimiyle ruh kattığı bu çatışkı öylesine basınçlı ve ehveni şer olarak çalışmanın/üretmenin zarureti kuvvetlidir ki, eşyanın tahakküme maruz kalan ve kalınanların ideolojinin yeniden üretim kısırdöngüsünü kırıp kendi adlarına konuşamazlar. Bu bağlamda ekonomik olanın mantığı, proletaryanın tercihi doxa'sının tedarik edildiği söylemler ve siyasetin propagandist kampanyalarının talep eksenleri etrafında da anlaşılır değildir; anlaşılamazdır. Paolo Virno'nun, Çokluğun Grameri kitabıyla (S/25-28) ile devam edelim: "Hobbes'a göre nihai politik çatışma, çoklukla halk arasında gerçekleşir. Modern kamusal ya birini ya da ötekini ağırlık merkezi olarak alabilir. Her zaman tehditkâr olan iç savaş mantıksal formuna bu alternatifte sahiptir. Hobbes'a göre halk kavramı devletin varoluşuna sıkı sıkıya bağlıdır; dahası, bu kavram devletin bir yankısı, bir yansımasıdır: Eğer devlet varsa, o zaman halk da vardır. Devletin yokluğunda, halk da yoktur. Çokluk korkusunun uzunca ve geniş olarak açığa vurulduğu De Cive'de şunu okuruz: "Halk kendisine tek bir eylem atfedilebilecek,tek iradeye sahip, tek olan şeydir. (De Cive, bölüm XII, kısım vii) Hobbes'a göre çokluk 'doğa durumu'nun, yani "politik bedene geçiş"ten önceki durumun ayrılmaz bir parçasıdır. Fakat uzak tarih, tıpkı kendini geçerli kılmak için geri dönen "bastırılmış deneyim" gibi, zaman zaman devlet egemenliğini sarsan krizlerde tekrar ortaya çıkabilir. Devletten önce sadece 'çok' vardı: Devletin kuruluşundan sonra, tek bir amaçla donatılmış kitleden ziyade eğilip bükülebilen bir malzeme olarak kütle terimini kullanmamamız daha doğru olan 'teklik' olarak halk ortaya çıktı. Hobbes'a göre çokluk politik birlikten kaçınır, otoriteye direnir, süreklilik arz eden anlaşmaların tarafı olmaz, asla yasal kişinin statüsüne ulaşamaz, çünkü hiçbir zaman kendi doğal haklarını egemene devretmez. Çokluk bu "devretme" işini gerçek varlık tarzı (çoğul karakteri aracılığıyla) ve davranış tarzı sayesinde engeller. Büyük bir yazar olarak Hobbes çokluğun nasıl devlet-karşıtı olduğunu, bununla birlikte tam olarak bu sebepten dolayı nasıl halk-karşıtı olduğunu hayranlık uyandırıcı bir incelikle vurgular: "Vatandaşları Siteye karşı kışkırtan Halk, başka bir deyişle Halk'a karşı Çokluk (a.g.y). İki kavram arasındaki karşıtlık bugün bir alana taşınır: Eğer halk varsa çokluk yoktur; eğer çokluk varsa halk yoktur. Hobbes'a ve devlet egemenliğinin on yedinci yüzyıldaki savunucularına göre, çokluk tamamen olumsuz bir sınır kavramıdır; başka bir deyişle devletsizliği destekleme riski taşımaktadır; bazen de "büyük makineyi" kilitleyebilecek bir enkazdır. Çokluk, işte böylesi olumsuz bir kavramdır: politik karar alma tekeli olarak devlet ile virtüel olarak çeliştiği ölçüde halk haline gelmeye yanaşmayan bir kavramdır; kısaca, "doğa durumu"nun uygar toplumda kusulmasıdır".
İnsanlar fetişlerini üretirken, kendi toplumsal yaşam koşullarını da birlikte yaratırlar. Bunları doğal bilinçleriyle yaparlar ve idraklarnın en zayıf noktası kendi doğalarına olan sorgulanamaz esaretleridir.
Klasik sanatın becerileri, modern zamanlarda tarihe karıştı. Biz, 'Allah kahretsin!' derken Avusturyalı ekonomist Schumpeter buna 'yaratıcı yıkıcılık' diyor.. bu gidişin sonunda merkezileşerek tek bir organizmaya inecek sentetik bünyenin yapısı hakkında düşünelim. Marks, 'Gelecekte tek bir bilim olacak, insanlık bilimi' diyordu. Gelecek diye kastettiği güne/bugüne bakıp 'gelecekte tek bir insan, tek bir patron, tek bir şirket olacak; hedef birlik/bütünlük, teklik' diyebilir miyiz? Tüm kategorileri ayrı uzmanlıklar olarak pazarlayan marketizmin alıcısı çok. Satıcısı, tüm disiplinler ve kaynakları ele geçirerek büyüyor. Cern'de gördüğümüz gibi kozmosa uzanan yaşam alanları menzil kapsamında. Totaliter bilim, tahakkümcüdür. Ne var ki, bu gidiş pek hayra alamet değil. Önceki vechelere baktığımızda işbölümünün toplum kadar eski olduğu, cinsiyetlerin işbirliğine ve arkaik durumda bile biyo politik donanımlar gibi farklılıklara dayandığını iddia edebiliriz. İnsanın genetik yatkınlıkla takas ve değişim eğilimi olduğu söyleyemeyiz. Toplum yazarları, ideologlar, kanaat önderleri, yerli yersiz psikoloji temelli analizleri ve değişik disiplinlerdeki akademik söylem çalışmalarını kafi miktarda kullanmaktadırlar. Siyasetteki epistemolojik duruş ve bu ilkeli duruşun ardındaki analiz yöntemi, felsefi bakışta mütereddit keşifler yerine özgüveni yüksek radikal psikolojik vurguları geliştirmiştir. Kelimelerin eylem yönelimi, kaotik mantığı inşa edicidir. Geometrik tutarlılıkla siyasetin inşa özelliği, retoriksel ve argumentatif niteliği dediğimizde ilk akla gelen Spinoza'dır. İnsanların ekonomi ilişkileri sadece maddi çıkar üzerine kurmadığını, toplumsal ve sosyal konumunu kazanmak ve devam ettirmek için de maddi zenginliğe değer verdiği belirten Polanyi, sivil toplumun sivillikten oluşan dinamiklerini ekonomiye uyarlar; işbölümünün mecburiyetini, hatalı takas ve manipülatif değişim yasalarıyla özdeşleştirir. Ekonominin dinamiklerinin toplum tarafından belirlenmiş olarak doğduğunu kabul etmez. Verili olan zaten değildir. Ekonominin, toplumun kültürünün ötesinde dinamiği yoktur. İnsanlar, geçim araçlarını üretirken, davranış modelleri geliştirler. Mesela ilk uluslararası tüccarların sırtlarındaki heybelerle yolculuk yaptıklarını biliyoruz. Müthiş bir maceracılığı ve meydan okumanın tarihini yazmışlardır tarihin ilk dönemindeki tacirler. Ardından belli prosedürlere ulaşan tecimsel ilişkiler 13. yüzyıldan itibaren önce İtalya, ardından modern çağın başlangıcında Hollanda da ticari dehasının örgütlü çalışmasıyla, karşılıklılık (reciprocity) ilkesine dayanarak doğmuştur. Ardından finansın merkezi ancak İngiltere olabilmiştir. Almanya'nın sanayileşmesi ise nisbeten geç bir tarih olan 1800'lerden itibarendir. Ticari envanter, ham maddenin yer değiştirmesinin teknikleriyle, hileleme modellerinden üreyen yeni fikirlerle, güce dayalı birliktelikleri, yoğunlaşan sermayenin teşebbüslerini doğurmuştur. Ekonomi dediğimiz absürt melankolinin toplumsal histeriler, müşterek hezeyanlar yaratmak dışında bir dinamiği yoktur. Peki, İnsan toplumu, tüm formları, renkleri, kullanılabilir değerlerini standartlaştırarak bir'liği sağlandığı bir dünyaya doğru evrilebilir mi? Marks'ın dediği gibi "ilk bakışta meta son derece aşikar, önemsiz bir şey olarak görülür, ama bu meta çözümlendiği zaman, onun metafizik inceliklerle, teolojik esrarlarla dolup taşan çok garip bir şey olduğu ortaya çıkar". Sistem, eşyalar üzerinden kimlikler, öznel nüfuzlar üretir. Marks, 1844 yazılarında sezgisini paylaştı ama praksise dönüşen felsefeyle birlikte kapitalizmin sermayenin tin olma sürecinde kapitalizmde toplumsal maddi güçler, nesnellik ile felsefenin pratiğinin yarattığı öznellik arasındaki yabancılaşmayı; ekonomi politiğin tehlikenin merkezi olduğunu kavrayamadı; politikanın sermayesi olan emeğin, ücretli emekten başka bir şeye dönüşmesi gereğini ihtiyaç politikasına odaklanmış kurgusuyla anlayamadı. Teknolojik gelişmeleri yok sayarak sınıfların ekonomi politik nedenlerle ileri/geri doğru hareket ettiğini varsayar idealizm. Zamanın geçişi olarak tarih dediğimizde Chronos, teriminin belirsiz bir anlamı vardır ama kronoloji dediğimizde daha iyi anlayacağız. Dillerde kullanılagelen şekliyle tarih kavramı Roma'nın tanrısı Janus gibi hem öne hem arkaya bakar: Logos, yani kelam olarak zaman çizgisindeki vakaların hikayesi olarak tarih bize daha fizik ötesi bir muhayyileyeden seslenir. Metafizik bir anlamda fiziktir; burjuva tarih yazılımıyla, materyalist tarih yazılımı arasında yapısal fark yoktur; perspektif vardır. Son söze suyun akışkan ruhu karar verirse de değişken özne değişken, akışkan, her an yeri değişebilen çok olasılıklı / bedenli merkezdedir ve tedavülde olan gerçek anlamında her şeydir.
Deleuze, 'Hastalık, hayata bakış tarzıdır' diyor. Bu bakışa tutulanlara göre, düşüncelerinizi kelimelerle ifade ediyor, yazma eyleminden keyif alıyorsanız Hipergrafsınızdır. Koleksiyon yapıyor, objeleri biriktiriyorsanız Kompisif olduğunuzu söylerler. Dindar olup bazı ritüelleri takip ediyorsanız mutlaka Skrupulosite'sinizdir. Dünyanın halinden endişelenip sosyal sorumluluk projelerinde yer alıyorsanız çıtayı yükseltip Hiperskrupulosite makamından değerlendirebilir ya da Fregoli Sendromundan yargılanabilirsiniz. Peki bu tespitler doğru mudur? Bu tespitler doğruysa bilimin yasasını ihlal edip, toplumun içinde bulunurken hangi hukuktan faydalanıyoruz? Bunca tehlikeye, obsesyona rağmen hâlâ serbestsek, toplumsal hoşgörü standartlarından şüphelenmemiz mi lazım? Hastalıklar mı fazla, yoksa gerçekler mi hasta? Belki de normalin olmadığı yerde hastalardır vücut bulmuş tek gerçek! Konuyu, sağlıksız topluma getireceğim ama Ulus Baker ve Foucault'yu ihmal etmeden..
Toplum denilen afet, üretim oyuncaklarıyla, insanların hayatlarını yeniden üretirken, önce dimağlarda yeni birliktelikler yaratır. Ardından diyalektik bağlarla toplumsal örgütlenmeyi yerinden ederek aşındırmalarla farklı bir zemine kondurur; söze upuygun toplumu inşa eder. Sosyal mecra imkanlarıyla söylediklerimiz birleştirildiğinde imajinasyon kuvvetlenir. Felsefe bir arama halidir. Ulus Baker, 'Kamu kimdir, kamusal alan nedir' üstüne düşünmüş. Hasta Kimdir?' diye sorduktan sonra konuşma uslubuyla şu kelimeleri yazmış.: "Foucault'nun büyük bir "doğruculukla" tasvir etmeyi başardığı "modern" denilen bütün bu kurumlar, önce modern askeri kışla sistemini, ardından önce askeri sonra "sivil" hastaneyi, sonra zorunlu okulu, hapishaneyi kurmuştur". Dediği gibi, tüm bu kasvetli kurumları inşa eden elbette ki, Foucault değildir. Ancak zamanın postmodern filozofunu düşünmeye sevkeden disiplinle, kurumları ayakta tutan neden aynıdır. Ulus Baker burada fiili geliştiriyor ve sonunda dayanamayıp soruyor: Kurumlarının baskıları altında inlemekte olan koskoca bir nüfus için bir "lüks" olarak uzakta tutmaya çalışmak, olsa olsa şuna varır: Bugün artık her bakımdan "sorunlu" oldukları besbelli olan bu kurumlara "içkin" olan bir eleştiri de vardı. Bu eleştiri ta başlangıçtan beri işin içindeydi. Ve biz bu kurumları pekala ithal ettik. Ancak, bu kurumların varlığıyla doğurganlaşan eleştiriyi ise ithal etmemeyi daha makul ve anlaşılır bir şey olarak görmüşüzdür? Baker'in nedenini şöyle cevaplayabiliriz: İnsanlaşmayla birlikte epistemolojik başlama çizgimiz, tüm yetilerimizin senkronize bir algıyla çalıştığı kolektif şuurdur. Ancak kollektif şuur, kolektif çıkarların karşıt kutuplarıyla özbilinçlerini geliştirler. İnsanın varoluşsal psikesinde husule gelen, Kant'ın tekil duyusallıkla sınırlı tuttuğu deneyim (ampirik) olmaktan öte, sınısallıkla beraber öğrendiğimiz tecrübe (Erfahrung) daha yerinde bir kullanımdır. İnsanlar ve Toplumlar kaderlerini üretemediklerinde, karşılıklı sözleşmelerle hasıla edip birikimlerini erdiremediklerinde, geleceklerini diyalektik hukuksallığın değil de eza verici saf tecrübelerin belirlemesine izin verirler. Bunun nedeni işte o, kurumları doğuran ve şedit bir vibrasyonla zamanı geldiğinde yok eden eleştiriye tahammülsüzlük edimidir. Mülkiyet, zuhur ettiği haliyle temellükleşirken, gayri şahsi eleştiri ontolojisine karşın, karşıtında tecrübe edilebilir olmaktan çıkmıştır. Kendini koruyan, varlığı eksildikçe belirendir. Bugün de şahit olduğumuz aynı tablo. Politikanın, sağlık karşısında hastalığın mukavemeti olduğuna yeterince kanıt var. Ezoterik kökenlerine aldırmadan tüm yıl kanla ateşle beslenenler, kafa kesme, kendilerini uçurma ritüelerini cüretkarca sergileyerek dehşetin diliyle küstahça feveran edebildiler. Ortadoğu tam anlamıyla bir plantasyon. Tefrik edemedikleri aklın hileleri.
***
Amon bir twitinde Marks'la Engels'in birlikte yürüyüşlerinden bahsediyordu. Bu yürüyüşler ancak Engels'in Manchester'den Londra'ya 1870'te, Marks'ın ömrünün son yıllarında taşınmasıyla başlar. 1871'de Paris Komünü nedeniyle oldukça yıpranır. Ardından 1. Enternasyonel'in anarşistlerin eline geçeceğini hissederler ve merkezini Sorge'nin başkanlığında ABD'ye gönderirler. Bakunin, gene aynı yıl; 1872'de ihraç edilir. İnzivaya çekilen iki dost olarak mesafenin kısalmasıyla birlikte aralarındaki mektuplaşmaları biterirler; ancak bu yürüyüş söyleşilerinden elimize kalan belge yoktur. Aralarında yazışmalarının henüz küçük bir kısmı yayınlanmıştır. Oysa tercüme edilecek çok büyük bir hazine bekliyor; altta linkten orijinallerini görebileceğiniz kargacık burgacık yazıları sökmek bugüne kadar mümkün olmadı; el değmemiş posta ve makalerin büyük kısmi hâlen Hollanda'daki arşivlerdedir ve henüz okunmamışlardır.. Ufak tefek mirasları saymazsak, makalelerinden kazandığı para dışında geliri yoktur. Kapital'in yazarı tüm hayatı yoksulluk içinde, yardımlarla geçer. Dördüncü çocuklarının doğumunun ardında ailenin durumu daha da bozulur ve Magribi'nin bir iş bulması gereğini düşünülür. Zaruret, bir başka tuhaflıkla aşılır. Marks'ın el yazısı o kadar kötüdür ki, en küçük oğlu Edgar'ın ölümünden önce bir demiryolu şirketine çalışmak için başvurduğunda, bürodaki yazışmaları bu el yazısıyla sürdürmesi mümkün olmayacağı söylenir ve işe alınmaz.
Burada enterasan bir bilgiyi daha paylaşalım. Marks, yeri geldiğinde herkes için acımasız kelimelerle eleştiri yapmaktan çekinmeyen bir düşünürdür. Buna yakın dostu Engels de dahildir. En küçük kızı Tussy, babası öldüğünde bu arşivi Engels'e tanzim etmesi ve Kapital'in 3. cildi vd. kitapların ortaya çıkması için teslim etmeden önce tüm dostları aleyhindeki mektupları imha etmiştir. Kaynak diyenler, Eva Weissweiler, biyografik araştırmasıba bakabilirler. Ya da biraz derinleşmesini isteyenler Tussy Marx Babasının Kızı kitabının yanısıra feminist ideolojinin doğmasında katkılarıyla daha iyi değerlendirebilecekleri Tussy karekteri için bu linke tıklasınlar: http://www.theguardian.com/books/2014/may/11/eleanor-marx-life-review-spirited-biography-socialist-karl-marx-daughter
Ayrıca:
http://josswinn.org/2015/10/16/complete-archive-of-marx-and-engels-papers-now-onlinehttps://www.marxists.org/archive/marx/letters/index.htm
***
Tüm insanları eşitliğine inanan Stoacılar, köleliğe karşı çıkarlar. Bu bakımdan köleliği doğal ve kaçınılmaz gören Aristotelesçilik düşüncesi ise ters düşerler. Hegel, biraz kinayeli bir dille "Stoacıları, "her zaman kölelikten gelen ve düşüncenin arı evrenseliğine geri dönen özgürlük" olarak adlandırır. Bilinç, maddeyi düşünce sürecinde yabancı bir varlık olarak tanımlar ve hakikatini, özgürlüğünden gelen gerçeğini yok etme yoluyla kavramlaştırır. Onun için bir Aristoteleci olarak Marks'ın şu sözleri kimseyi affalatmaz: "Zenciler sömürülmeden önce, eski dünyaya pek az ürün sundular. Dünya üzerinde görünür bir değişiklik yapamadılar. Bu nedenle kölelik, en önemli ekonomik kategorilerdendir. Kölelik olmasa Amerika, çorak bir toprağa benzeyecekti. Kuzey Amerika, dünya haritasından silinseydi, sonuç anarşi, ticaretin çöküşü ve modern uygarlığın bozulması olurdu. Köleliğin ortadan kalkmasına izin vermek, Kuzey Amerika'nın dünya haritasından silinmesine müsade etmek olurdu" (28 Aralık 1846'da Annenkov'a Brüksel'den yazdığı mektuptan)
Temsiliyetin semboller üzerinden ikameleri, sovyetler tarzı ismi özgülleşmiş mekanlarda na mütenahi cisimleşir ve antagonizmaya kabuk olarak mevcudiyetini sürer. Sapkın bilinci kıymetlendirme kategorisini dayatma çabası olarak sembolik mücadeleler tüm totaliter zeminlerin siyasal veçhedirler. Zira mülksüzleştirme olgusuna olan mesafesine karşın toplumsal mülkiyet vurgusu, doğrudan demokrasi modelini düşünmemize kafi değildir. Yani kamusal alanda kurtarıcıların siyasetini arz eden militanlar ile talep eden yurttaşlar arasındaki asimetrik konuma karşı çıkar ilişkisi ve değer mübadelesi (emek/ücret), fenomenin dönüştürülmesi değil, kapitalizmin sadece devletleşerek sürdürülmesidir. Engels'in ifadesi, endüstriyel örgütlenmenin tercihlerinde adı "sosyalizm" olan ve tüm vasıflarıyla kapitalizme tezat teşkil eden ayrı bir devlet kavramının olamayacağını bariz bir anlatımla açıklamasıdır. Niyetlerin aksine akibete dair bir saptamadır: Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibariyle, kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesidir. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kollektif kapitalist durumuna gelir, yurtdaşları o kadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmaz. Bilakis doruğuna tırmandırılır. Proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten sözedilmesi mümkün olduğu gün, devlet, devlet olarak kalkmış olacaktır. Foucault'nun bu noktada sorduğu soru son derecede derindir: Nasıl oluyor da her biri kendi kurallarına, ritüellerine, amaçlarına sahip olan bütün bu kurumlar, hem birbirlerinden tümüyle farklı olduklarını iddia ediyorlar, hem de birbirlerini o kadar andırıyorlar?"
İyi olan bir şeyi, herkes için istediğinde yapman gereken şey ya ticaret ya da siyasettir. Zannettiğin gibi masum yaşam yok; kendini aldatma!
Ulus Baker'ın söylediklerini aklımızda tutalım ve devam edelim. Prosodos Latince bir kelime ; Kaynak anlamında kullanılır. Düz anlamı ise Rancieré'e göre yolun hedefine vardığı, denizin kıyıya ulaştığı yer.. Düşüncesini ifade etme hakkı bulunan Demos/Halk ile Okhlos/Güruh'un buluştuğu orta yerde Prosodos her iki anlamıyla hem Kaynak hem de karayla 'denizin bitiştiği yer' anlamıyla var. Kitlelerin tüm özgürlük sorunlarının öncelikle bir kaynak yaratma/finans sorunu olduğunu biliyoruz. Peki, kolektif kimliğin kurucusu olan proletarya dene seçkinlerden adına yurttaş denen bireye uzanan bu yetkilendirme süreci nasıl tesis edilmektedir? Bu çatışkının siyasetin kalbine nasıl yerleştirildiğini, komünst ideolojinin gizemlileştirildiğini ve marksizm başlığında nasıl pekiştirildiği büyük dikotomik bir muammadır. İsa'nın vurgusu gibi: "Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın; yeryüzünü ateşe vermeye geldim" türünden bir meydan okuma, ancak, sadece kendi için adalet arayan kusurlu bir öneri olarak sınıfsaldır. Habermas'ın, "Kamusallığın Yapısal Dönüşümü" yazılarında post modern özgürleşme etiğine ekleyerek ‘kamusal alan’ kavramını geliştirmiştir. Ne var ki bu kurumlar, kamusal alanlara hizmet vermek için bir sermaye rejimine ihtiyaç duyarlar. Gerekli finansmanın özgürleştirici hoşluğu, kapitalin tescili, kurumların tecellisiyle birlikte görmezden gelinen bir paradokstur zor'un kurumsallığının teyidi. Batının kıstırılmış öznesinin kitlesel yaşamnda yönetici erke karşı duruşunun köklerinde her zaman zenginleşmenin yarattığı mercekten görünen 'din kültürü' vardır. Zaten bunu Habermas kendisi de ifade eder: Avrupa kamusal alanında laiklik ve dinin yerine dair görüşlerini dile getirdiği, 2004’de yayımlanan 'Geçiş Zamanı' kitabında görüşlerini özetler. "Tanrı ve Dünya üzerine" başlıklı makalesinde "Batı uygarlığının dayandığı özgürlük, vicdan, insan hakları ve demokrasi kavramlarının temelinde Hıristiyanlık ve yalnızca Hıristiyanlık yatar" der. Ekler,"bugün hâlâ bu temelden faydalanıyoruz - başka bir seçeneğimiz yoktur; geri kalan her şey postmodern zırvalamalardan ibarettir" Temel kavramın tetikleyicisi hıristiyanlıktan özgürleşmeye muktedir olamayan bir sivil toplum yapısının spekülatif kültür araçlarıyla ihraç ettiği kültürel işgal retoriği buğuludur. Bulanık kavramların umutsuzluğa sürüklediği azgelişmiş ülke monologları, hatta cüretkarca açılan konu başlıklarıyla bu tür diyaloglar kader değildir. Mutad üzere temsilin kendisini oligarşik bir form olarak düşünmeye devam edersek, bireyi topluma, halkı istatistiki değer olarak kamusal insana tevil edersek bu kadri kendinden menkul mistik sürecin içinden çıkamayız. Her şeyden önce kamusal alan kavramlarını berraklaştırmak lazımdır ; tüm çarpıklığına karşın mesihciliği sadeleştirme girişimi elzem.. Konunun çekirdeğine gizlenen sertliğin anlaşılır olması beklenir.. Ama bundan önce de gelen mefluç sükûtu aşıp, kişinin önce kendisine ve sonra çevresine beklentisiz, değişim arzusundan feragat ederek naif biçimde bakma kararı almasının özgürleştirici yanını merkeze çekmeliyiz. Emperyalizm, dünyayı tüm canlıların bir arada bulunulacağı bir yaşam alanı değil de, birinin ötekini ortadan kaldıracağı bir gayri ahlaki bir rekabet alanı olarak değerlendirmesini uluslararası yaygın bir şöhreti elde eden Bienal dahil sivil platformlarda daha fazla tartışmaya açılmasını bekleriz. Zihinlerin ikame adresi belli. Bunları yapmadan Batıdan ithal ettiği ham kültürel duruş, uygunsuz şablonlarla kültürel istibdatın uzman kadrosu, insanlığın önündeki asıl ahret sualinin perdelenmesine katkı sağlamaktadır..
***
Dünyanın hakimleri, yaşarken bulamadığımız adaleti, ölümün bizi eşitleyeceği güne kadar erteleyeceklerdir; bu bir gerçek. Ölümü değil, eğer yaşama saygılıysak ve hayat denilen mucizeyi anlar, müşterek bir yaşamın neş'esi ve gücünü aklımızla daha çok seversek; bu dünyayı ölüler mezarlığından, belki yaşayanların cennetine çevirebiliriz. Bizdeki iflah olmaz bu düş, bütün müşteki düşünürler gibi onda da mevcuttu; o da gerçeğin kahredici evreninde hüznü buldu, yıldızlarda bitmeyen umudu aradı; yaratılışın sonsuzluğuna ve insana olan inancının hayalleriyle yaşadı..
Bugün 20 Aralık.. Carl Sagan'ı sevgiyle anıyoruz.
Bireysel mülkiyete karşı, kolektif mülkiyeti savunmak bile bu sistemde ileri bir hamledir. Ancak yüce amacın, başkasıyla ben arasındaki ayrımı kaldırma gayretindeki insani telos'un ereği olarak asıl savunulması gereken kolektif değil, mülkiyetsiz bir hayattır. Telif haklarının tasallutuna uğramadığı zaman yaratıcılığın nasıl büyük adımlarla koştuğunu gösteren sayısız örnek vardır. Marks, Hegel'e; Althusser, Negri; Badiou ve diğerleri Marks'a, tüm devrimciler düşüncelerini felsefenin diğer üreticilerine, sosyal, politik gelişmeleri büyük bir yaratıcı farkındalıkla izleyen gözlemcilerine borçludurlar. Nietzsche'nin Stirner'a olan büyük borcunun ise nedense esamesi bile okunmaz. Çünkü, fikrin, sahibi olmaz. Düşünceler, insan olmanın özerkliğine, hayatın toplamına aittir..
Akademik dünya anbean intihal vakalarıyla sarsılırken, sanat piyasası ve edebiyat pazarı, sanatçıların birbirlerinden aparttıkları ürünleri konuşuyorlar. Hiçbiri ne ilk, ne de son defa yapılmış olmanın onuruna sahip olamayacakları eserleri teşhir etmekle gündemi zenginleştiriyorlar. Soru şu: Günümüzde hayatla sanatın karıştığı bu post modern gösteride, hangi davranışımızın irademiz dahilinde şahsımıza ait olduğunu söyleyebiliriz? İnsanlığın kısmen bilinen beşbin yıllık yakın tarihindeki hiçbir icat, yapılmış hiçbir yaratıcılık, bugünküne benzer bir fikri mülkiyet baskısıyla karşılaşmamıştır. Zenginlik, güç gösterisine dönüşmeden düşünceler ve eserleri; paranoid bir istibdatın gölgesi düşmeden toplumsal kullanıma sunulabilmişlerdir. Mülkiyet hakları, matbaanın icadının hemen ertesinde devlet sansürüne bağlı olarak ortaya çıktı; izleme, buruvazinin sıçrama eşiğindeki gelişim çizgisiyle bağlıydı. Sakıncalı görülen eserler, çağın dinamiklerini ve sosyal dokuyu değiştiren buluşlar, monarkların iktidarını paylaşma arzusunu dile getirebiliyorlardı. Yükselmekte olan sınıfın sosyo-politikayla mütenasip izlenme gerekçeleri arşivlerde halen kayıtlıdır. İngiltere'de 1710 yılında yürürlüğe giren Anne Yasası, sansür işleviyle modern anlamda edebi ürünün bireysel mülkiyetini ayıran ilk yasal mevzuattır. İngiltere'de telif haklarının tamamiyle olgunlaşması ve diğer komşulara yayılması yaklaşık bir asır sürdü. Bismark'ın önderliğindeki Almanya 1870'de Bern Konfreransı'nda imzaladığında nasıl bir tökezlemenin kendini beklediğinin çok da farkında değildi. Yayıncısından kitapları için emeklerinin karşılığı olarak aldıkları ücret, günümüzdeki fikri mülkiyetten çok farklıdır. Ne var ki, Kant, Hegel, Schiller, Goethe; ne de Marks; hiçbirinin telif haklarından yararlanmadığını ve eserlerinin mirasçıları tarafından korunmadığını biliyoruz. Peki, bunlara rağmen biz, düşünsel ünitelerimizin bağımsız, emek/fikir üretimlerimizin özerk, kimliğimizin bireysel olduğunu iddia edebilir miyiz? Kolektif bilinç alanına giren insan etkinliklerimizin özgünlüğü, etkilenerek mübadele değeriyle sermaye yaptığımız genom referanslarımız tartışılmaktadır. O zaman taklit nedir cevabından 'hiçbirisi' şıkkını işaretleyerek azat olmak için, sanatçının bütününde Platon'un mağara alegorisinden itibaren 'kopya'nın yerini/mülkiyetini sorgulamamız gerekmektedir. Bir sanat felsefesinin peşine takılan güncel üretim mi, bir kaçamak ya da tek kerelik bir ilişki, bir kap kaç mı yoksa sahtekarlık mı? Picasso örneği bile bocalamaya yetiyor. Sınırların iyice şeffalaştığı bu dönemde sarih seçim, doğru cevabı bulmak mümkün değildir.
Rengi için kahveye borumuz mu var? Önce düşünüp sonra keşfettiği için Amerika'ya her ayak basan Kolomb'a para mı ödemek zorundadır? Ya da adres sorulan gazete bayileri, topluma yol gösteren önderler, insanların morallerini yükselten şairler veya esprileriyle güldüren doğal şaklabanlar, ucuza giden palyaçolar ve diğerleri hepsine ödenecek bir ücret mi var? Liste uzar gider; mırıldandığımız şarkının bestecisi, önünden geçtiğimiz binanın mimarı, içine bindiğimiz uçağın tasarımcısı... Nerden çıktı dersenseniz, hayatı gasbedenlerin bitmez/tükenmez şeytanlıklarından. "Şeytani olan akıldır. İstediği yere sızar. Onu tanımak için entelektüel bir çaba sarfetmek gerekir" diyor Levinas. Kim bununla övünebilir?..
'Fikir' üstünde sabit, stabilize tekel kurma isteği, toplumsal bilincin kolektif etkinliğine vurulmuş anti demokratik bir darbedir. İçinde yaşadığımız gerçek, meşru olmayan bir hakikattir; bu anlamıyla verili olandan farklıdır. Bio-matrisin künyesindeki hakikat, kimse olmasa da hep orada durandır. Ne ki, hegomonyanın modern hayattaki örneği bu değildir; hakeza, müşteki olan ortak akla ait bir üretim olmasına karşın fikri mülkiyet kapsamına alınarak gasba dayalı bir çerçevelemeyle sisteme ait popüler motiflerle temellük edilerek normatifleştirilendir. Gerçeğin kurguladığı insanın her üretimi, bir başka üretimin ebeveynidir. Özgünlükte, ince bir sınır vardır; intihalle ilgili bir yargıda bulunmadan önce buna dikkat edilmelidir.. İnsanın kolektif dünyasının inşasında 'taklit'i etkisizleştirmek, 'anomali' deyip evrimi hiçleştirmek mümkün değildir. Bu 'hiç' ortadan kaldırıldığında, geriye kalan mahiyet itibariyle -'her' şey- olmayacaktır.. Hayat, çoklu bedenlerde yaşamamıza, dededen toruna artiküle etmemize karşın benzersiz öznellikler üretir. Tekrarın motoru, itici gücü 'başarısızlık' olmadığı gibi olumsuzlama bir eksiklik ya da kusur değildir; fark üretiminin aşırı olumluluğudur.. Uygarlığımızı da yaratan tarih parantezinde yer alan bu aklın diyalektiğidir. Başarısızlığın atıfları sayılan özdeşlik veya benzerlik ki bunların her ikisi de sadece fark temelinde, farktan yola çıkarak belirgin talep olur.. Burada gösterdiğimiz çabayla bizim gibi birçok toplum gözlemcisi sanırım aynı kanıyı paylaşacaktır. Deleuze, eser/ler arasındaki farkı arayan dedektif zihniyete haiz izleyicilerin esas olan muammayı kaçırdığının bilenlerdendir. Entelektüel dünyanın önemli bir kısmı, başkalarına duyduğu hayranlıktan ya da nefretten ilham alır; kolektif öfke/sevgi nöbetlerinden beslenerek yaşar. Marks, durumu genelleştirdiği gençlik yazılarında herkesleştirir: "Her insan, bir diğerinde onu yeni bir kurban olmaya zorlamak, yeni bir bağlılık içine sokmak ve böylece yeni bir çeşit mutluluğu ve ekonomik yıkıntıyı ayartmak için düşünür. Herkes, başkaları üstünde kendi bencil ihtiyaçlarının tatmini için yabancı bir tesis etmeye çalışır". Hangisi olursa olsun ufuk açan yaratım sürecimizin nedeni, kayıtsız kalamadığımız ikinci tekil şahısların hayatlarına eklediğimiz kendi fikir ve yaşam etkinliklerimizdir. Bu bir diyalektik ilişkidir; birin iradesi, ötekinin iradesinde evrenselleşmesinin yolunu açar. Özdeşlik, ötekiyle arasındaki fark nedeniyle tikelleşir; tikellik ise özdeşliği olumsuzlayarak kendini aşkınlaştırır. Çokluğun tekilliği, toplumun bireyi olarak pazılın eksik parçasını tamamlarız. İnsanın üretimiyle, toplumsal varlığı/nı yeniden ürettiğini düşünürsek, öznenin evrensellik ilkesini hangi beceri gücüyle kendi kendine nasıl uygulayacağı konusu belirsizleşir.Bir fikrin, o fikri doğuran sosyal oluşumları, kolektif merhaleleri yok sayarak vahimsi bir edayla yalnızca bize ait bir düşünceyi içerdiğini iddia etmek eşyanın tabiatına aykırıdır..
Bu söylediklerimiz doğrunun bir yönü. Tarihe baktığımızda bir de mülkiyetin karşı tarafta yarattığı dinmez bir öfke seli var. Mahno hareketinin 1918'de şehirlere girip, hapishaneleri boşalttıktan sonra zenginlerin köşkleriyle birlikte müzeleri, kütüphaneleri; Rusya'daki çarlığın kültürüne ait gördükleri tüm değerleri yakmalarını, köylü vandalizmi deyip geçemeyiz. Canyakıcı örneklerdendir. Başta Leninistlerle birlikte olan Mahnovşina, devrim sonrasında hükümetin ve Troçki önderliğindeki Kızıl Ordu'nun korumaya aldığı, Katerina ve Petro heykelleriyle birlikte Bolşeviklerin karargahlarını ve rejimin traktörlerini ayrım gözetmeden birlikte yakmışlardır. Köylü isyanları dünyadaki işçi sınıfının eylemleri gibi ideolojik anlamda bütünleşmiş direnişler değillerdir. Köylülerin kendilerine üretimde kullanmaları için hibe edilen traktörleri taşa tutmaları, çalışmayı empoze edenlere karşı tepkisel reflekler, düzensizliğe ait jestlerinden öte olan duyguların aktarımıydı. Romanov hanedanı, görüyoruz ki Stalin'den sonra Putin'le devam ediyor. Bundan yüzyıl önce Ukrayna'da Sovyetçi Rus militarizmine karşı mücadele veren Mahno anarşizminin militanları, sadece rejimin mülkiyetiyle ilgili değil, pathos'a; politikayla en acı veren eylemini gerçekleştiren insanın doğasına ait de önemli şeyler söylemekteydiler.
Batılı efendi ile Afrikalı köle eski bir semboldür. Her sembolün hayatta işaret ettiği bir gerçek, müdahale ederek değişimini arzuladığı bir artniyet vardır.. Zagor Tenaylar, Mandrakeler, Abdullahlar emperyal kapitalizmin zihin yıkama görselleri olarak Oryantalizmle ilişkilendirilecek eski bir geçmişe sahiptirler.. Avrupa, her döneminde elindeki en ileri teknoloji ile en önce çocukları ele geçirir; sonra yeni yetme gençleri toplum önünde maskara eder..
Toplumsal yapı, insanların hayatları pahasına, nesneler aracılığıyla gereksinimlerini yeniden üretmeye iter. Abartılarak sonsuzluğu talep etme safhasına kadar şişirilmiş egonun hayatta kalma eylemi, insanların şizoid nüfuslarına hitap ederek yasalaşır. Memuriyeti budur; sermayenin kendilerine ihale ettiği göreve girişmişlerdir. 'Toplumun uyumluluğu', 'insanların iyiliği', 'kötülerle mücadele' , safniyetlileri artniyetlilerin hizmetine veren ve içinde en çok tehlike barındıran masum görünüşlü asıl maceradır. Karmaşadan beslenen teneke şövalyeler, misyoner eğitimine genç beyinleri dumura uğratarak, dirence karşı atalet geliştirerek işe başlarlar.. Aklın etkinlikte bulunma çabası, yaşadığımız hakikati dönüşüme uğratmaktır; hayatı dönüşüme uğratmak, verili dünyanın halini olumsuzlamaktır. Bilinmelidir ki, bilinçli bu karmaşada 'sanat, bir sözcük olarak izafi anlamının ötesinde bizatihi ederi olan bir şey'dir.. Ürün, sahibinin sesine tabidir. Onu yönlendirerek kullanılabilir malzemesini amorflaştırana medyundur. Patron, sıfır bedelden sonra değişim değerine fiyatı koyan sermayedir. Sermayenin kârlılığı, emek zaman niceliğinin ötesindedir; değinmeye çalıştığımız konunun mahiyeti, somut emekle, kapitalist üretim sürecinin her aşamasını belirleyen soyut emek arasındaki çelişkide görülmelidir. Bu yazıdaki uzlaşmaz antagonistik serzenişlerin, emek/zaman boyunca tüm unsurlarıyla maddi olmayan emeğin üretkenliğinde ortaya çıktığı göz önüne alınmalıdır. Soyut emek sürecinde, canlı emeğin sahibi olan emekçi, diğer üretim süreçlerini yaratan sermayenin denetimine girmiştir ve sadece etkinliğiyle değil tüm formatıyla ve emek ideolojilerinin rezonansıyla da burjuvazinin ekonomi politik sentaksıyla bütünleşir. Fikri mülkiyet sistemi ve bunun doğurduğu post modern istenç, emek ürünün sahipliğinden temelden farklı ve tamamen kapitalist üretim sürecine ait bir yanılsamadır. Bariz bir yanlış bilinçtir.
.
Emeği, kendi hayat tecrübesine yabancılaştıran endüstriyel teknoloji, çağımızdaki sınıf kavramıyla bağlantılı tüm güç mücadelelerin ve ideolojik tahakümlerin sebep ve nedenidir. Sanayileşmenin kurumsal yapısının doğurduğu sömürünün yıkıcı etkisine direnmek için anti kapitalist olmak kafi değildir..
Engels'in Doğanın Diyalektiği'nde söylediği gibi: " Hegel'den Helmholtz'a kadar kuvvet kavramı, insan organizmasının kendi çevresi içindeki etkinliğinden ortaya çıkmıştır. Organizmamızın bir işlevinin görüngüler oluşturduğu bir değişikliğin nedenini belirtmekten uzak kalmak için bunun yerine uydurma bir neden; değişikliğe uygun düşen bir kuvvet koyarız. Sonra bu kolay yöntemi dış dünyaya aktarır ve görüngeler kadar değişik kuvvetler icat ederiz". Engels, el yordamıyla bilimin ilerlediği bir dönemde/n bahsediyordu ama bu kadar bilinmez arasında kuantum fiziğini tartışmaya açtığımızda bile bizi çevreleyenin topyekun bir karanlık olduğunu söyleyebiliriz. Fiziğin altındaki metafizik prensipler kozmosta kımıldamadan durmaktadır. Hangi yasa karşımıza nesnel güç olarak çıkarsa çıksın, onu nesnel güç olarak adlandırmak için bilimin durmasıyla eş anlamlı yasada bir kesinlik bilgisi gerektirir. Geçende bir sosyologun kısmen değindiği gibi; bilim anlamını kesinlikte değil de (certanity), her an değişimenin güzelliğinde; yani evrimde (evolution) bulduğunu varsaymak durumundayız; yoksa bu kadar hatanın telafisi üstüne yapılacak bir tahlil, fazlasıyla kıyametçi olurdu. Değişimin cezbesine tutulan sadece o değil; klasik anlamda sanat, bulunduğumuz coğrafya açısından umut vaad eden bir tarih okuması sunamadığı için, çağdaşsanat'ın performansı senkronize eylemlerle (çoğu zaman hunharca bir zorbalığın dinamikleriyle evrimleşen dünyada) bulunduğumuz halde dönüşüm için belki de bir umuttur. Bu durum uzay boşluğundaki menhus varlığımızı yeniden sorgulamaya vesiledir. Kitapta "Her şeyi emrinize verdim" cümlesi insan odaklıdır. Büyüsünden eğer arındırabilirsek metafiziği, dünyanın kasvetini yaratan antropolojik taahhütler değiştirilebilir. İnsanın arzusu, topolojide mimetik olan koordinatlarıyla uzamdan, atopolojisi içindeki sonsuz uzama geçmektir. Fiziki uzamdan kopartılan metaforların, kapitalizme seçenek olarak metafizik idealizme monte edilme tercihleri temelden köksüzleştirmişlerdir. Gazetelere düşen bir haberde bir yüksek topuklu ayakabı tartışılıyor; ortada kırmızı boya ile ilgili açılmış bir dava var; konu Fikri Mülkiyete giriyor. Kullanım değil de değişim değerini etkileyen intihal vakasıyla ilgili başvuruda Fransız ayakabı markası Chiristian Louboutin, modacı Yves Saint Laurent'i ayakabıların tabanında kendi kırmızı tonunu kullandığı için mahkemeye verdiğini yazılıyor. Medya organları, ayyuka çıkan mülkiyet paradigmasında tehditkar bir münadi; yasayı hatırlatan basın, kıyamet tellalarının sanki panayır çadırı!
Renkleri modacılar, hastalıkları ilaç sanayi, kelimeleri edebiyaçılar, imgeleri şairler paylaşıyor. Yer adları, coğrafi işaretler, tarihsel yemekler ve diğerleri kapanın elinde kalıyor..
Yurttaşlarını zora dayalı yapay bir özgürlük kısıtlamasıyla denetleyen devletin, toplumsal örgütlenmede zorunlu bir temeli yoktur. Halkın temsil edilebilir olması, bireysel bir tercih değildir; sınıfsal mücadelenin kendisinde liderliğin, teşkilat yapısının, öznelerin iradelerinin rafa kaldırılmasındaki rolü büyüktür. İnsan, kendi kaderlerini diyalektik eylemlerle, neden sonuç ilişkilerinin bilinciyle belirlemediğinde, başkalarının özbilinçlerinin piyonları, zorunlulukların tabii istençleri haline gelirler. Tüm kurumsal istibdatın özünde baskıya ve zorlamaya dayandığı ve dayattırıldığını sır değildir. Bu basıncın temelinde ortak yarardan çok öncelikle bir sınıf ya da zümre profili çizen egemen grubun özel çıkarlarının olduğu düşüncesi vardır. Öznenin tüm tecrübeleri, nesnel gerçekliğin hesabına yazılmıştır. Kaderi, iktidarlar tarafından projelendirilir. Başkaları üzerinde hak iddia etmenin temelindeki mülkiyet, bir bakış açısı değildir; toplum olmanın şemasına sonradan ilave edilmiş psiko somatik bir semptomdur. Artık günümüzün talancı ekonomisinde köleleştirilen canlı yaşamdan, şeyleştirilen nesnelere ürettirilen öznel kültürden sonra hayallere de pervasızca ipotek konulabiliyor. Dünyanın zenginliğiyle birlikte fikrin mülkiyeti de önce davranan kişilerin ve kurumların tekeli altına alınıyorlar... Horheimer, Akıl Tutulması adlı kitabının 'Doğanın Başkaldırması' bölümünde şöyle söyler: "Gerçekten de bu iş dünyası kardeşliğinin katılım/üyelik ücreti ve aylık aidat ödentileri o kadar yüksektir ki, yeni gelen biri eğer küçük ise daha başlamadan yenik düşmektedir". İnsanlar patronların diyalogundaki patenti alınmış muktedir'in dilinin satır aralarını iyi okumalıdırlar; ne ki, iş'i ve her renkten envaiçeşit işe yaramaz ideolojileri de temin eden, umudu oluşturan, şehirlerde gittikçe daha büyük koloniler halinde insan topluluklarını ötekileştirerek yaşatan da bu çarpık alış/veriş düzenidir. New York sarı taksi ihalesinde dışarıda kalan Türk markasının elenme nedeni, monopollerin/tröstlerin periferiye karşı şartlanmasıdır. ABD sermayesinin elinde mülkiyeti olan her şekil/biçimin benzerini ürettiğini zannettiği 3. dünya sanayine karşı tüketicinin iktidar tarafından bilenmiş önyargısı olduğunu gerçeğini kafamızı taşlara çarpa çarpa öğreniyoruz.. Patentlerin gayri-meşru ilişkisi, birbirine benzer amaçlarla bezenmiş sakil ürünlerin hiyerarşisi, markaya dayalı bir aristokrat kast yaratmıştır. ABD pazarında deneyimli olmayan Türk şirketinin tasarlanan konsepti güvenilir bir şekilde icra edip edemeyeceği yönünde endişeleri dile getiren bir değerlendirmenin ardından "red kararı alındı" denildi ve ulusal değerimiz Karsan elendi... New York belediyesinin Arafat'ı konser salonundan çıkarttığına şahit olanlar için bu da hayret vermeyen ırkçılık kokan bir açıklamaydı. Emperyal akıl, her an başka bir isteği eşsizce dönüştürmektedir. Onun kimliği ile girdiğimiz mücadelelere ancak yeni bir kimlik savaşı bir nebze çözüm getirebilir.
Fabrika'nın, emek gücünü daha yoğun bir biçimde sömürmenin bir aracı olduğunu söyleyen Marks'a karşı Lenin, fabrikanın, proletaryayı birleştirmeye ve disipline sokmaya yönelik kapitalist eşgüdümün en yüksek biçimi olduğunu söylüyordu. Teknolojik açıdan çok gelişmiş bir üretim biçiminin koşullarıyla birleşmiş kolektif çalışmaya dayanan bir disiplin sunuyordu fabrika. Biri için köleleştirci olan mekan diğeri için toplumun yararına kurulu kurtarıcı bir tapınaktı. Lenin sosyalizmin yaratacağı öznelliği biraz makaraya alarak şöyle söylüyordu: "Eski ütopyacı sosyalistler, sosyalizmin başka bir tür insanlarla inşa edilebileceğini, bir anda iyi, saygın ve eğitilmiş insanlar yetiştirebileceklerini ve sosyalizmin onlar aracılığıyla inşa edilebileceklerini hayal ettiler. Buna hep güldük ve bunun oyuncak bebeklerle oynamaya benzediğini söyledik. Bunun sosyalizmden sapma olduğunu, terbiyeli hanımların eğlencesi olabileceğini ve politik açıdan ciddiyeti olmadığını söyledik" diyordu. Lenin pragmatikti; matruşkasında çarlık geleneğini taşıyan bir Rus olarak hep devlete inandı ama hiçbir zaman ütopyaya inanmadı. Bolşevizmin resmi ideolojisini 1919'daki Gelecekteki Devlet" makalesinde çiziyordu. Simon, Fourier, Owen'in ideallerini övdü ama ideal toplumun ağır çalışma koşulları ve kuvvetli sanayileşme hamlesini gerçekleştireceği disipline bir çalışmayla kurulacağını düşündü. Gene bu dönemde yazdığı, Halk İçin Üç İlke" yazısında, koruyucu devlet, ulusal sınırlar içinde devrimci toplumun, spekülasyondan uzak pratik basit programlarla kurulabileceğini ifade ediyordu. Nihai duruma baktığımızda flamalar, kırmızı bayraklardan, sloganlara, sovyetler kavramına; estetize edilen görüntüye rağmen Bolşeviklerin, Jacobenler ve tüm ulusal devrimci hareketlerle zihnen mutabık olduğunu, ekonomik tasarım ve ülküde ayrılmadığını görürüz. Bugün emek ideolojisinin kullanmakta olduğu sınıf kavramından dönüştürülmüş ulus teorileri, somut emeğin diyalektiğine değil, soyut emeğin etkinliklerinin maddi bir ilişki olarak örgütlendiği burjuvazinin tarihine aittir.
Ferdi kurtuluşu gerçekleştirenin umurunda değildir ancak insanoğlunun toplumcu cenahı, kendi kaderini belirleme cesaretine sahip olmadığı için kendi dışındaki ilahi adaleti sağlayan bir gücün çağrısına uygun zuhur edeceği varsayılan; tarifin aksine diaylektik aşamaları imkansız ve belirsiz bir ütopyaya inanmaktadırlar. Sivillik, yalnız askerliğin, otoritenin değil, her türlü ortak ölçünün, zor'un, aktarma hatlarıyla taşınıp üstümüze boca edilen ideolojinin eleştirisidir. Devrimcilik, yarattığı boşluğa akan, kendinden bir hakikatın yerini dolduran sakıncalı bir farkındalık halini geçersiz kılan sözdür. Yapılan her eleştiri, bir başka doğrunun müphem teklifini barındırır; iradeyi eğer/büker. Bilmek, tanımak değil, kabul ederek taraf olup başeğmektir. Yüksek bir amaca hizmet etmek, yüksek bir amacın tahakkümünü kabul etmektir. Devricilik sivilliktir; bir şey talep etmemek, bir şey talep edilemeyecek hiç'likte, hiç uğrunanın aşkın bilinciyle zırhlardan amade, ağırlıksız ve mülkiyetsiz yaşamaktır.. Abartılarak bir ölümsüzlük ilkesine çevrilen eser verme yetisi; o eserin eşsiz bir zeminde sahiplenilme anlayışı, metalaşan rejimiyle öznenin, nesneler dünyasındaki eylemidir. Toplum, tüm hastalıklarıyla birlikte kendini yeniden üretmenin tecellisini fikri mülkiyet aracılığıyla bir kere daha gerçekleştirir.. Hayatın karşısında ölüm, sevincin karşısında keder, iktidarların karşısında ise devrimci romantikler yer alır. Bilinçaltını kim keşfettiyse keşfetti; ancak bilinç üstü, biliyoruz ki egemen ideolojinin bilgisi tarafından tasarlanan ve yönlendirilen, istimlak edilmiş idari ve nakdi zihinsel bir süreçtir. Fikri mülkiyet, sonuç olarak bir mülk edinme şeklidir ve bunun alternatifi mülkiyetsizliktir.
***
Yurttaşlarını zora dayalı yapay bir özgürlük kısıtlamasıyla denetleyen devletin, toplumsal örgütlenmede zorunlu bir temeli yoktur. Halkın temsil edilebilir olması, bireysel bir tercih değildir; sınıfsal mücadelenin kendisinde liderliğin, teşkilat yapısının, öznelerin iradelerinin rafa kaldırılmasındaki rolü büyüktür. İnsan, kendi kaderlerini diyalektik eylemlerle, neden sonuç ilişkilerinin bilinciyle belirlemediğinde, başkalarının özbilinçlerinin piyonları, zorunlulukların tabii istençleri haline gelirler. Tüm kurumsal istibdatın özünde baskıya ve zorlamaya dayandığı ve dayattırıldığını sır değildir. Bu basıncın temelinde ortak yarardan çok öncelikle bir sınıf ya da zümre profili çizen egemen grubun özel çıkarlarının olduğu düşüncesi vardır. Öznenin tüm tecrübeleri, nesnel gerçekliğin hesabına yazılmıştır. Kaderi, iktidarlar tarafından projelendirilir. Başkaları üzerinde hak iddia etmenin temelindeki mülkiyet, bir bakış açısı değildir; toplum olmanın şemasına sonradan ilave edilmiş psiko somatik bir semptomdur. Artık günümüzün talancı ekonomisinde köleleştirilen canlı yaşamdan, şeyleştirilen nesnelere ürettirilen öznel kültürden sonra hayallere de pervasızca ipotek konulabiliyor. Dünyanın zenginliğiyle birlikte fikrin mülkiyeti de önce davranan kişilerin ve kurumların tekeli altına alınıyorlar... Horheimer, Akıl Tutulması adlı kitabının 'Doğanın Başkaldırması' bölümünde şöyle söyler: "Gerçekten de bu iş dünyası kardeşliğinin katılım/üyelik ücreti ve aylık aidat ödentileri o kadar yüksektir ki, yeni gelen biri eğer küçük ise daha başlamadan yenik düşmektedir". İnsanlar patronların diyalogundaki patenti alınmış muktedir'in dilinin satır aralarını iyi okumalıdırlar; ne ki, iş'i ve her renkten envaiçeşit işe yaramaz ideolojileri de temin eden, umudu oluşturan, şehirlerde gittikçe daha büyük koloniler halinde insan topluluklarını ötekileştirerek yaşatan da bu çarpık alış/veriş düzenidir. New York sarı taksi ihalesinde dışarıda kalan Türk markasının elenme nedeni, monopollerin/tröstlerin periferiye karşı şartlanmasıdır. ABD sermayesinin elinde mülkiyeti olan her şekil/biçimin benzerini ürettiğini zannettiği 3. dünya sanayine karşı tüketicinin iktidar tarafından bilenmiş önyargısı olduğunu gerçeğini kafamızı taşlara çarpa çarpa öğreniyoruz.. Patentlerin gayri-meşru ilişkisi, birbirine benzer amaçlarla bezenmiş sakil ürünlerin hiyerarşisi, markaya dayalı bir aristokrat kast yaratmıştır. ABD pazarında deneyimli olmayan Türk şirketinin tasarlanan konsepti güvenilir bir şekilde icra edip edemeyeceği yönünde endişeleri dile getiren bir değerlendirmenin ardından "red kararı alındı" denildi ve ulusal değerimiz Karsan elendi... New York belediyesinin Arafat'ı konser salonundan çıkarttığına şahit olanlar için bu da hayret vermeyen ırkçılık kokan bir açıklamaydı. Emperyal akıl, her an başka bir isteği eşsizce dönüştürmektedir. Onun kimliği ile girdiğimiz mücadelelere ancak yeni bir kimlik savaşı bir nebze çözüm getirebilir.
Fabrika'nın, emek gücünü daha yoğun bir biçimde sömürmenin bir aracı olduğunu söyleyen Marks'a karşı Lenin, fabrikanın, proletaryayı birleştirmeye ve disipline sokmaya yönelik kapitalist eşgüdümün en yüksek biçimi olduğunu söylüyordu. Teknolojik açıdan çok gelişmiş bir üretim biçiminin koşullarıyla birleşmiş kolektif çalışmaya dayanan bir disiplin sunuyordu fabrika. Biri için köleleştirci olan mekan diğeri için toplumun yararına kurulu kurtarıcı bir tapınaktı. Lenin sosyalizmin yaratacağı öznelliği biraz makaraya alarak şöyle söylüyordu: "Eski ütopyacı sosyalistler, sosyalizmin başka bir tür insanlarla inşa edilebileceğini, bir anda iyi, saygın ve eğitilmiş insanlar yetiştirebileceklerini ve sosyalizmin onlar aracılığıyla inşa edilebileceklerini hayal ettiler. Buna hep güldük ve bunun oyuncak bebeklerle oynamaya benzediğini söyledik. Bunun sosyalizmden sapma olduğunu, terbiyeli hanımların eğlencesi olabileceğini ve politik açıdan ciddiyeti olmadığını söyledik" diyordu. Lenin pragmatikti; matruşkasında çarlık geleneğini taşıyan bir Rus olarak hep devlete inandı ama hiçbir zaman ütopyaya inanmadı. Bolşevizmin resmi ideolojisini 1919'daki Gelecekteki Devlet" makalesinde çiziyordu. Simon, Fourier, Owen'in ideallerini övdü ama ideal toplumun ağır çalışma koşulları ve kuvvetli sanayileşme hamlesini gerçekleştireceği disipline bir çalışmayla kurulacağını düşündü. Gene bu dönemde yazdığı, Halk İçin Üç İlke" yazısında, koruyucu devlet, ulusal sınırlar içinde devrimci toplumun, spekülasyondan uzak pratik basit programlarla kurulabileceğini ifade ediyordu. Nihai duruma baktığımızda flamalar, kırmızı bayraklardan, sloganlara, sovyetler kavramına; estetize edilen görüntüye rağmen Bolşeviklerin, Jacobenler ve tüm ulusal devrimci hareketlerle zihnen mutabık olduğunu, ekonomik tasarım ve ülküde ayrılmadığını görürüz. Bugün emek ideolojisinin kullanmakta olduğu sınıf kavramından dönüştürülmüş ulus teorileri, somut emeğin diyalektiğine değil, soyut emeğin etkinliklerinin maddi bir ilişki olarak örgütlendiği burjuvazinin tarihine aittir.
Ferdi kurtuluşu gerçekleştirenin umurunda değildir ancak insanoğlunun toplumcu cenahı, kendi kaderini belirleme cesaretine sahip olmadığı için kendi dışındaki ilahi adaleti sağlayan bir gücün çağrısına uygun zuhur edeceği varsayılan; tarifin aksine diaylektik aşamaları imkansız ve belirsiz bir ütopyaya inanmaktadırlar. Sivillik, yalnız askerliğin, otoritenin değil, her türlü ortak ölçünün, zor'un, aktarma hatlarıyla taşınıp üstümüze boca edilen ideolojinin eleştirisidir. Devrimcilik, yarattığı boşluğa akan, kendinden bir hakikatın yerini dolduran sakıncalı bir farkındalık halini geçersiz kılan sözdür. Yapılan her eleştiri, bir başka doğrunun müphem teklifini barındırır; iradeyi eğer/büker. Bilmek, tanımak değil, kabul ederek taraf olup başeğmektir. Yüksek bir amaca hizmet etmek, yüksek bir amacın tahakkümünü kabul etmektir. Devricilik sivilliktir; bir şey talep etmemek, bir şey talep edilemeyecek hiç'likte, hiç uğrunanın aşkın bilinciyle zırhlardan amade, ağırlıksız ve mülkiyetsiz yaşamaktır.. Abartılarak bir ölümsüzlük ilkesine çevrilen eser verme yetisi; o eserin eşsiz bir zeminde sahiplenilme anlayışı, metalaşan rejimiyle öznenin, nesneler dünyasındaki eylemidir. Toplum, tüm hastalıklarıyla birlikte kendini yeniden üretmenin tecellisini fikri mülkiyet aracılığıyla bir kere daha gerçekleştirir.. Hayatın karşısında ölüm, sevincin karşısında keder, iktidarların karşısında ise devrimci romantikler yer alır. Bilinçaltını kim keşfettiyse keşfetti; ancak bilinç üstü, biliyoruz ki egemen ideolojinin bilgisi tarafından tasarlanan ve yönlendirilen, istimlak edilmiş idari ve nakdi zihinsel bir süreçtir. Fikri mülkiyet, sonuç olarak bir mülk edinme şeklidir ve bunun alternatifi mülkiyetsizliktir.
***
Fenakistiskop, belki de Tomatrop..
Hayatın yeterince somut ve fazlasıyla pratik olduğu evvel zamanları düşün! .. Ardından, önceki dönemlerdeki kurtarıcı ideolojileri, vaad ettikleri cennet motiflerini tahayyül et! .. Tavşanla kaplumbağa, leylekle tilki ya da ağustos böceğiyle karıncanın masalı gibi kafa karıştıran hikayeler, dünyayı değiştirmesi istenen öğütler ve umut veren eylemler bugün artık yok.. Taylorizm hayata, Fordizm, cemaatlerin pratiğine dönüştü.. Eşya fazlasıyla 'yaşanılır bir dünya kurabilmek' için işe koyulan mesihçi teoriler de.. değiştirmediler; kendileri değişerek yapı bozgununa uğradılar... Descartes'ın 'genius malignus'u Hegel'in 'mutsuz bilinc'inden önce yola çıktı; hayata kartezyen bakan insanlığa, geride bunlardan etkilenmiş bir enkaz kaldı. Peki, dünyayı istimlak eden yaratıcı akıla hakikaten ihtiyacımız var mıydı?
Yasama görevi, kendi pratik gücü içinde iktidarların ontik alanında tedrici bir hüküm oluşturur. Öte taraftan kapitalizme karşıt düşüncelerde olması gereken yasanın teorik gücü, ütopyanın istencidir. İstencin, pragmatizme inat yasanın yerini tutması gerekmez. Ne var ki, sömürüye neden olan gerçek yasanın anti-tezlerinin teoride olması, umudun satır aralarında bulunması gerekir. Kapitalizmden çıkış yolu arayan insanların paradoks yaratan enigmayı çözebilmeleridir asıl mesele. Fikrin, üretime ve mala değil, insana ait somut hedefleri olmalıdır. Menzili arada sırada hatırlaması, diyalektikte olması muhtemel imkanı inkıtaya uğratmadan, elçabukluğuyla umudun yerini değiştirmeden dile getirmesi şarttır.. Sürur insanın doğal halidir; onu karartan, emeğin birikimi olan sermayenin çal/ışma prensibidir..
İnsan, ürettiği somut biçimin dışında çalışma eylemiyle dünyanın ontolojisinde ufki bir hakikat yaratamaz. Bilinci belirleyen maddedir dese de yarattığı endüstriyel hakikat ortamından kendini tecrit ederek dışarıdan izleyen masum seyirci gibi de davranamaz. Zihin ve eseri ortak bir girdapta türbülansa girmiştir. Hegel gibi söylersek: Şimdi, bize gösterildiğinde olmuş bir şimdidir. Ve o, varlığın değil, bilincin gerçeğidir. Gene de olmuş olmasıyla gerçektir. Ama olmuş olan, evrenin hakikatine ait değildir. Yoktur; ancak, bizim ilgilendiğimiz yoklukta olmasına karşın var olandır. İnsanın dünyası şiddete dayalı cürümse, şedit tarihi sınıfsal şiddetinden arındırmayı arzuluyorsak; sosyalizm, diyalektikte umudunu bulan bir tasarımsa eğer; o halde, her ütopyanın vitrininde olan ruhun kurtuluşu, bütünü ele geçirmeye çalışmayan demokratik bir ortak yaşam kültürünün eseri olabilirdi. Tarihin her anında, düşüncenin bütün mekanlarında, yeryüzünün her yanında; yabancılaştığını bilen insan, kendi saf gerçeğini reddederek yaşar. Akıl, dünyayı anlamlandırma ve insanı bu anlam içinde yeniden konumlandırmada netameli bir araç olsa da, emeğin toplum inşa etmekteki durumu ve kapitalizm eleştirisi karşısındaki duruşu tam bir agnostik semptomdur. Halk dediğimiz fenomen, özgür bir oluşum değil. Ekonominin santrifüjüyle yaşayan dramatik bir bileşim; psiko-politik bir enkaz. Yepyeni bir hakikatın gadrine uğrayan modern toplum, uhrevi/dünyevi tüm eylemlerini yaratan paradigmamızın alacakaranlık ideolojisidir. Sanayi toplumu, soyut emeğin eseridir. Somut emekle yetinmeyen her toplum, kendi emek birikiminde boğulmaya adaydır. Bunun içindir ki "emek" bütünüyle "değer" ekonomisine aittir; onu üretimin nesnesi ve sosyolojinin öznesi olarak devrimcilleştirmek abestir. Düşüncelerimizi marjinal bulanlara ya da "Bu nereden çıktı?" diyenlere Marks'ın 1844'te yazdığı kitabın 276. sayfasındaki dipnotu referans olarak gösterebiliriz: "Emek, işçi için istemli değil ama zoraki bir çalışmadır, kişisel bir gereksinmenin karşılanması değil ama ona yabancı olan gereksinmelerin bir doyum aracıdır; emeğin onun için taşıdığı bu yabancı nitelik, çalışma zorunda olmaktan kurtulur kurtulmaz ondan veba gibi kaçması olgusu aracılığıyla belirir"
Emeği, kutsal sayan her düşünce onun faaliyetinin en başından itibaren sömürüyü örgütlü bir suç ortaklığının getirisi olarak onaylamak durumundadır. Yaşamak için "sermaye", zemin kabul edildiği için, paradigmada mülkiyetçi bakış oluşmuştur. Ondan beklenen enerjinin özerkliği değil, yararına halel gelmeden künhüyle toplum yararına kullanılmasıdır. O toplum ki, milliyetlere bölünmüş ulusların vatanıdır. Ezilenlerin psikolojisiyle savunduğumuzda acziyetimizin kurtuluşu olarak gördüğümüz "emek" bir ideoloji midir? Sefaletin Felsefesi'ni yayımlayan Proudhon'un görüşlerini eleştirdiği Felsefenin Sefaleti'ni Marks, 1846/47'de Fransızca yazar; daha sonraları Almanca kaleme aldığı Kapital dahil bir çok eserinde buradaki yasanın öznelliğine yönelik tezleri geliştirir. Bildiğimiz gibi ne 1917 darbesini gerçekleştiren kuşak, ne de Lenin; 1844 yazılarını, "farelerin kemirici eleştirisine" terkettiği 1845 tarihli Alman İdeolojisi'ni okumamışlardır. Bu yazılar, felsefesindeki gelişimin sürekliliğini, öznellik/nesnellik dengesindeki diyalektik oluşumunu takip etmek için önemlidir. Bugün, felsefe defterlerindeki karalamalarını gördüğümüz Lenin üstünden Marks ve Hegel hakkında fikir beyan edenler, 1848'den önceki dönemine kilitlenen Zizekci, Spinozacı kırma bir aidiyet mensuplarıyla uzlaşmaz karşıtlıklar sergilemelerine rağmen çelişkinin özü itibariyle aynı kulvarda koşuyorlar. İşi iyice öznelleştirerek nirvanaya bağlayanlara karşı Adornist eleştiri, (Althusserci bakışın vehametine göre) sanayi toplumunun ontolojisi için tüm garipsiliğine karşın belki daha nesnel kalmaktadır. Yalnız ülkemizde değil, dünyada da Sol'un konu hakkındaki çifte standartları trajedidir; Marks okumalarının çarpıklığı, vatanı olmayan işçiyi, ulusal bilincin kahramanı yapmaya dek evrilmiştir. Ulusların emperyalist emellerinden girip konuyu en fazla Gramsci'ye getiren bir bakış vardır. Marks üstünden kapitalizme alternatif oluşturmaya çalışan gruplar daha çok Fransız felsefesinin yapı bozgununa uğrattığı güncelin idolleriyle birlikte aynı havuzda debelenmektedirler. Eğer hayatı tecrübeleriyle değil de kitaplardan Marks üzerinden anlamaya çalışıyorlarsa okuyacakları metin, Engels'in Anti Duhring'deki sayfa 342'den itibaren olan tarihsel 'Sosyalizm' başlıklı bölümdür. Çalışma zamanıyla, yaşama zamanını ayrıştıran; öznenin toplumdaki zamanını parçalayan kapitalizm; o halde, adı sosyalist olan teorinin, insandaki bu parçalanmışlığı toplum lehine bütünleştirmesi asli görevidir. Sorunun varlığını kabul etmeyen hiç kimse, bunları görünür hale getirmeden salt kapitalizmi müzakere etmemizi beklemesin bizden! İkisi de havaridir ama Yehuda Taday ile Yehuda İskaryot'u karıştırmamak gerekir.
Somut emek, sadece kullanım değerini yaratır. Dünyada ilerleme ve değişim talepleri ise somut emeğin değil, üretim fazlasını biriktiren sermayenin doğal arzusudur. Sermayenin basıncı, toplumda mübadele değerini üretir. Toplum, işbölüşümüyle artı değeri yaratmak ve örgütlenmesi için korumak durumundadır. Marks, üretmeyen hiçbir toplum yaşayamaz der. Bunu "üreten her toplum, sömürüyü kaynağında korumak zorundadır" şeklinde tashih edebiliriz. Sovyet Rusya, 1917'den itibaren kolektivizasyon tecrübesinde bir modern çağ izahı olan Taylorizmden abartılı bir şekilde yararlandı. The Principles of Scientific Management, tarımda, kolhoz ve solhozlardaki üretim ve dağıtım modellemelerinde insafsızca kullanıldı.
Portekizli kaşifler, Batı Afrikalı kabilelerin putlarını 'yapay/sahte' anlamında 'feitico' olarak adlandıyorlardı. Hafif bir değişimle 'feitoco kelimesi Avrupa dillerine 'fetiş' olarak eklendi. Endüstri çağında kelimenin yapay/sahte anlamı kaybolarak, tutkuları olan modern özneyi ele geçiren arzu nesneleri için kullanılan genel bir kavrama dönüştü. Bugün 'fetiş' tüm biçimleriyle kapitalizmin şeyler dünyasıdır. Bazen biçimiyle, bazen mübadele değeriyle son tahlilde hepsi 'meta' olan bu ürünler varlığımızı ele geçirme yetisine sahiptirler; gereksininimiz olmayan ihtiyaçlar artık modern insanın vazgeçemediği aparatlar, yeni uzuvlarımız şekline dönüşmüşlerdir.. Bu fetişleri yaratan insanın doğal eylemi olan "emek" değildir. Aslında siyasi bir jargona dönüşen emek de bildiğimiz emek değildir. Ticari bir metadır. Marks'ın dediği gibi "Emek, adı işçilik olan ticari bir emtiadır". Sivil toplum kuruluşları ve sendikaların değerini yükseltmeye çalıştığı, sosyalistlerin siyasi mücadelesini yaptığı bu piyasa değeri olan maldır. Emek tanımını Adam Smith'in yaptığını, emek/değer'in ise Ricardo tarafından geliştirildiğini biliyoruz. Weydemeyer'e Mart 1852 tarihli mektubunda "Modern toplumda sınıfların varlığını ve aralarındaki savaşı keşfetmek onuru bana ait değildir" diyordu. "Sınıf savaşı" kavramının mucidi Guizot'un saptaması Leviathan'ın ontik yapısıyla uyumlu bir terimdi. Sermayesi emek olanın iktidarı, sonuçta monarkist bir taleple direnen bir iktidar formülasyonuydu; ve sosyalist toplumun, sanayileşen ulusların akibetine uğraması kaçınılmazdı. SSCB'deki ülke kalkınmasının payandası olan Emek, kendi sınıfını izale edeceği iddiasını taşır: "İşçi sınıfı, kendi gelişim hareketi içinde eski sınıfların yerini alacak, uzlaşmaz karşıtlıkları dışta bırakacak bir birlık koyacak ve bu anlamıyla politik bir iktidar diye bir şey kalmayacaktır" ancak öteki sınıfları iptal edeceği savıyla politikasız bir iktidar isteyen proletaryanın ideolojisinden yola çıktığında devlet, affectionun sonuçları, duygulanımların zaruretiyle ortaya çıkan emekle hiç ilgisi olmayan bir emek parodisine konu olur. Marks döneminin sonunda da, Bismark'ın Almanya'nın sanayileşmesiyle birlikte Gotha'da sınıf bilinci, bütünüyle sınıfın ekonomik kurtuluşuna, müttefiklerinden bağımsız iktidar arzusuna zaten kilitlenmişlerdi. Emeğin politik öznelliğinin kurgusu, ekonomik diyalektiğin reformizmiyle bundan itibaren kolaylıkla birleştirilebildi; kehanet dünya devrimi olsa da pratikte endüstriyel plantasyonlarda ekonomik bir kurtuluşun üretim fazlasıyla refahı sağlaması istenci barizdi. Halklarını değil de ülkelerini abat etmek isteyen Bolşevik devrimciler tarafından bu sürecin tamamı politik angajman kurallarınca siyasi bir etkinlikmiş gibi kullanıldı. 1871 komününün ardından zaten proletarya diktatörlüğü, teoride ekonomizmin sinyallerini veriyordu. Bu safhadan itibaren toplumsal tarih, Hegel'in Tin'in Fenomenolojisi'nin basic argümanlarını kullanarak kendine yabancılaşma yoluyla, kendisiyle bütünleşmeye başladı. Hegel idealizmi, Marks'la tamamlanır; mücadele halindeki sınıfların hareketi tarihsel diyalektikte merkezi konumda olan iktidar eleştirisinden kopartılarak manipüle edilir ve idealist paradigmadaki çıkış noktası rasyonelizmle dünyevileşerek yeniden yazılır. Proletaryanın ara bir uğrak olmaktan çıkıp, yönetme gücünü ele geçiren bir durak olması kritik bir eşiktir. Vitrindeki özgürlük havucu, adı kapitalist ya da sosyalist olan çalışma rejimleri tarafından, daha fazla 'feitoco' yaratmak adına eşya imalatı için hayasızca sahiplenilir. Jakobenizme inandırılmış militan, radikalizm maskesini kuşanmış terapistin ucu uhreviyata savrulan metafizik beklentilerini artık göremez olur; marksizmin tüm varsayımlarının ne olduğu belirsiz sınıfsız topluma geçişte ilanihaye 'doğru' olarak kabul edilmesinden müşteki değildir.. Goethe, "Etkinliğimi arttırmayacak, beni heyecanlandırıp şu veya bu amacı gerçekleştirmek konusunda kışkırtmayacak olan bir bilgiyi ne yapayım ben!" derken, elbette ki, atıl bırakılan eleştiri hakkını kullanmaktan bahsediyordu (Goethe, Gespraeche, Cilt I, s. 216, 1968)
İnsanlar, kendi emeklerini pey olarak sürdükleri bir sistemde giderek daha fazla kendilerini köleleştiren bir gerçeği bugün maddeten üretiyorlar. Bundan dolayı insan, ürettiği somut biçimin dışında ruhsal ve ufki bir hakikat yaratamaz; kendini tecrit ederek sapkın kültürünü dışarıdan izleyen masum bir seyirci gibi davranamaz. Hicap duymadan yakınabildiğimiz bu durum, itiraf etmeliyiz ki hiç de ahlaki değildir...
Seçkin iplik fabrikatörü, büyük sosis sanayicisi, saygın kundura boyası tüccarı olabilsinler diye çalışanlardan bahseden Marks, devam eder: "Ama makina, işçinin karşısına daima onun sırtını yere getiren ve devamlı olarak onu gereksiz kılan bir rakip gibi çıkar; o işçiye düşman bir güçtür. Buna rağmen İnsan aşılmak üzere kendi tarihini yaratır" der; tarihsel evrimin yarattığı kapitalist sisteme, toplumsal rasyonelite olarak bakar ve iki olguyu saptar: "İşçilik, işçilik olarak bir maldır". Değerin ölçüsü, Ricardo'nun ortaya koyduğu gibi gerekli işçilik olan çalışma süresiydi. Marks, daha Alman İdeolojisinde işbölümü eleştisini yapmasından önce Blanqui'nin ağabeyi ikitsatçı Adolphe Blanqui, "En iyi şekilde olsa bile, topluiğne başı ya da ucu yapmaktan başka birşey bilmeyen adam nedir?" diye soruyordu. Felsefenin Sefaleti'nde Proudhon'un aynı yöndeki görüşlerini eleştirmekte imtina etmez; her işçinin bir parçayı ürettiği modern üretim tekniklerine göz kırpar. "Proudhon, küçük burjuva idealinin ötesine geçmemiştir. Bu ideali gerçekleştirmek için bizi ortaçağ usta zanaatkarın yanına götürmek dışında bir şey yapmaz" der. Sermayenin dehasıyla örgütlediği üretim sürecini normatif bir olgu olarak değerlendirir. Ancak bugün olması gereken şekliyle marksizmin özünü teşkil eden işbölümü eleştirisi de bu dönem yazılarında şekillenmeye başlar; eleştirinin ardından "Çalışmanın bir yük olmaktan çıkıp bir zevk olduğu" (Anti Duhrin 638) toplumda planlayıcı ve merkezi konumuyla bir zorlayıcı bir güç olmadan "Çalışmanın özfaaliyet olması" nın (A.İ 113) nasıl gerçekleşeceği bir muammadır. Sonuçta Marksın, teorisini avcı toplayıcı bir topluma göre değil, tüm dünyanın makinalarının eşzamanlı büyük bir organizasyon gücü ve Alman disipliniyle harala gürele çalışan bir sanayi topluma göre biçimlendirdiğini, burada emeği sömürülmeden çalışacağı düşünülen proletaryaya vaaz ettiğini unutmayalım.
Endüstriyel verimliliği artırmak düşüncesiyle sistematik bir şekilde çalışan ilk kişi olarak bilinir: İşletme Yönetimi'nin babası olarak kabul edilen Taylor'ın geliştirdiği ilkeler endüstri mühendisliğinin temellerini oluşturur. Marks'ın Kapital'i yazdığı sırada saha kenarında Frederick Winslow Taylor, girmek üzere hazırlanmaktadır. Amerikalı makine mühendisi ve endüstriyel idâre uzmanıdır. İşyerlerinde daha hızlı tempo ancak kolektif disiplinin sağlayacağı tekrarlara dayanan bir metod, ürüne karşı standart bir uygulama ve emekçinin çalışma koşullarına adaptasyonuyla gerçekleşeceğini söyler. Piyasadaki kitlesel talebe karşılık olarak seri üretimin standartlarında fabrikadaki askeri disiplin kaçınılmazdır. Kendi dışındaki uluslararası pazarın organize davranışlarına uyum sağlayan Taylorcı gelişme, endüstri devrimiyle Avrupa'daki farklı tecrübelerin işbirliğini geliştirmiş ve karşılıklı yardımlaşma üzerinde sembiyoz yapılar oluşturan kolektif üretim bandının zihinsel yapılarını uzman/lıkların dehşetiyle birleştirmiştir. Makina dişlisi gibi çalışmak zorunda olan işçinin yerine ikame etmekte zorlanmayacak tedarikçi sistem, pratikte aradığını bulmuştur. Taylor'ın yöntemi, fabrikanın seri imalat sürecinde emeğini temellük ettiği insanı yabancılaştırarak her türlü beceriden, üretim bilgisinden ve zihinsel faaliyetinden koparır. Taylorist ideoloji, patronu vefasızlaştırır, işçiyi vasıfsızlaştırır ; her türlü küçük parça işi yapan emekçiyi değersizleştirir. Her halûkarda standartların adaptasyonu ve işbirliğinin yürütülmesi yalnızca şeylerin idaresiyle gerçekleşebilirdi. Esamesi yokken Marks, Taylorizmin doğumunu 1849'da Brüksel'de işçilere verdiği konferansta kehanetle haber vermiştir: "Sıradan emekte göreceli bir bolluk yaratan bu gelişmenin kendisi, beri yandan vasıflı emeği yalınlaştırır ve onun değerini düşürür". Ücret, Fiyat, Kâr sayfa 140
Biri elma yetiştirir diğeri taş işçisidir; bir başkası devletten maaş alan askerdir, imamdır/rahiptir yahut dokuma ustasıdır. Avcı toplayıcılıktan itibaren tüm toplumlarda doğal işbölümü temel üretim biçimidir. Ürünlerinin karşılıklı değişimi pazarı, değişilen ürünler ise metaları meydana getirir. Emek soyut değil, işin tümüne talip olan somut emektir. Kartezyen felsefenin, etkinlik ve düşünceyi, birbirinden bağımsız iki alan olarak ortaya koymasıyla emek düşüncesine, düşünce somut emeğe zaten yabancılaşmıştır. Somuttan soyuta geçiş önce felsefi, sonra da teorideki soyutlamalarla başlar; ekonomide pratiğine kavuşur. Unutmamak gerekir: 'Emek/Değer' kavramı Ricardo'nundur.
Yasa, kendini olduğundan başka biçimlerde de ortaya koyar. Emeğin üretken gücünün gelişmesiyle sermaye birikimi, yüksek ücret oranına göre hızlanır. Taylor, Marks'ın öldüğü yıl olan 1883'te ilk ürünlerini vermeye başlayan sıradışı bir göz/lemci. Kaleme aldığı Atölye Yönetimi tezlerinde Bethlehem Steel ve Midvale Steel adlı şirketlerde yaptığı çalışmalardan örnekler verir. Her iki kurumda da verimlilik artışı kazanımları tüm taraflar arasında paylaştırılmıştır. Şirketlerin kâr artışı yanında daha iyi iş çıkaran işçilerin ücretlerinde artış sağlanır. Fordizmle aile içi bir kuruma dönüşecek kapitalizm için Taylorun düşüncesi ilk merhaledir. Proletarya', ezilmenin ne demek olduğunu bilerek pratik bir teoriye sembolik özne olmuştur; ancak rekabetçi bu durum aşılmak üzeredir. Kapital'de gözlemlerini yazan Marks, ufukta görünen fabrika düzenini Taylordan önce haber verdi. Lenin'se buluşu iştiyakla selamladı. "Güle, oynaya proleter olunmaz"dı olunmasına ama işçi, emek yolundaki uzun yürüyüşüne devam etti. Kendinden ürken efendisinin fikrini ve kendisi hakkındaki tasarrufunu çalışmasıyla şenlendirmeyi sürdürdü. Bilmiyorlar ama yapıyorlar, kendini aşan derinlikleri olan bir cümledir.
14. yüzyıl, sermayenin kaba güçle monarkın elinden tüccarın eline geçtiği yıllardır. Mediciler bankacılıktan önce ilk birikimlerini, doğal boyalarla renklendirilen dokuma ürünlerinin kumaşa tutunmasını sağlayan tekstil kimyasallarına borçludurlar. Kül için kimse para ödemez ama şap ve tuz ticaretinden büyük birikimler elde ederler. Tarihin sıçrama noktasında kazandıklarıyla rönesansın ve koleksiyonerliğin tohumlarını atarlar. Felsefenin ikinci kez doğuşuyla gökyüzündeki tanrının yeryüzünde yeniden bedenleştirilmesi ve yarattığı dünyanın ilahiliği içinde yeniden materyalize edilme sürecine girilir. Kartezyen bakışın, insan gövdesini mekanize bir araç olarak algılamayarak emeği horlaması, düşünceyi baştacı yapmasıyla sanki insan ve eylemi iki töz gibi ayrı ayrı değerlendirilir. Emek düşünceye, düşünce ise onu yaratan emeğe yabancılaşır. İşçinin ürüne, öznenin hayata nasıl yabancılaştığını anlamak için marka fetişizminin ortaya çıkmasının izlerini sürmemiz lazım. Küreselliğin nisbeten sınırları kaldırdığı 19. Yüzyıl ortaları, 20. yüzyıl, modernizmi anlamlandırma çabalarını yoğunlaştığı bir dönemdir. Dönüp dönüp Marks'a bakmanın nedeni, mübadele aritmetiğine onun zamanında koyduğu teşhislerdeki isabetliliktir. Marx, Kapital s87'de "Fiziksel şeyler arasında , fiziksel bir ilişki vardır. Ama metalarda bu farklıdır. (..) Burada, insanlar arasındaki belirli toplumsal ilişki, onların gözünde şeyler arasındaki düşsel bir ilişki biçimine bürünüyor. (..) Emeğin niceliği ile niteliği arasındaki fark ortadadır. (..) Metanın gizemli bir şey olmasının basit nedeni, onun içinde insan emeğinin toplumsal niteliği, insana, bu emeğin ürününe nesnel bir nitelik damgalamış olarak görünmesine dayanmaktadır. (..) Emek ürünlerine, meta olarak üretildikleri anda yapışan ve bu nedenle meta üretiminden ayrılması olanaksız şeye ben fetişizm diyorum" diyor.
Marks'ın yukarıdaki, "insanlar arasındaki toplumsal ilişki, şeyler arasındaki düşsel ilişkiye dönüşür" cümlesini, öznelliğin bile sermayeleşmesi, kültürün sanayileşmesi bireyin ticari bir metaya dönüşmesiyle tamamen nesneler dünyasına ait olması diye okumak gerekir. Nesnelerin tahakkümü, şeyler arasındaki ilişkide öznenin kabiliyetleri ölçüsünde muteberce devinmektedir. Prestij ürünü, bilindiği gibi modern dönemin markalarıdır; fetişlere tapınan İnsanlık rejimi, Fordizm kavramıyla Taylor'ın öldüğü 1915'lerde tanıştı. Buluş fabrika düzeninde sadece 'üretim bandı' olarak vasıflanamayacak aşkın ve algısal bir dönüşümdü. İşçilerin standartlarının yükseltilmesi Amerika’da otomobil üreticisi Henry Ford'un geliştirdiği bir yöntemdir. Kavram, literatüre Gramsci tarafından eklendi ve refahcı paylar dağıtarak siyasallaşmanın önünü kesen Keynesci Amerikan endüstriyel yaşam biçimini belirtmek için kullanıldı. Üretici aynı zamanda büyük bir tüketici güçtür ve Fordizm, kârdan işçiye pay verir. Marksist teoride olmayan bu paylaşım, rejimi isyanlardan ve ölümcül sondan kurtarmıştır. Engels'in 1840'larda kaleme aldığı İngiliz İşçi sınıfı, fiziken artık yerlerde sürünen bir yoksullar güruhu değildir. Çünkü sömürü düzenini ortadan kaldıracak işçi sınıfı, hem tüketebilecek bir gelire sahiptir hem de emperyal sistemin ortağıdır. Ahlaki olarak payına düşenden memnun görünür. Burjuvaziye payanda olması, işbirliği içinde kendi sınıfına tur bindirmesi farklı bir kültüre doğru yelken açmasına neden olur. Bu anlamda Fordizm, tam da Gramsci'nin işaret ettiği hegemonyanın müteşebbisi konumundadır. Proudhon'un istediği anda parasını basarak fabrikadan pay alabilen proleteridir. Fordist bakış, zaman ve iş etüdü uygulamalarıyla performansa bağlı maaş sistemiyle işçi verimliliğinin nasıl artırıldığını pratikte göstermiştir. Emperyal birikim, kapitalist üretim sürecinde nihai tüketimle arasındaki uyum sağlar. İhracata dayananan bir ağ kurulabilirse sermaye sahibi zümreyle, işçi sınıfının refahı beraberce yükseltebilmektedir. Modernist birikim rejimi, devletin makro ekonomik politikalar ile serbest piyasa ilişkilerini düzenlemesine, sosyal refah devletinin toplumsal hizmetleri etkin bir şekilde sağlamasına dayanır. Emek süreçlerinin parçalara ayrılması, işçinin sıradanlaşması ve tümünden niteliksizleştirilmesidir. İlk uluslararası Paris Fuarının 1800'lerin sonunda açıldığını hatırlayalım. Ancak Tiller Kızları performansları, Broadway müzikalleri, Andy Warhol'un meta eserleri, linografiler, taşbaskılar, serigrafiler, AVM'ler, tekstilciler çarşıları, oto sanayi blokları, mesleki fuarlar, imalat bandından çıkan paketlenmiş ürünler de bu olgunlaşmanın, kamuya hizmet veren hizmetin aşkın ürünleridir..
Sermayenin küresel örgütlenmesinde, imalatın ve paranın mübadele çarkındaki her edim, aynı üretim sürecindeki kozmik ağın, Fordist terminolojiyle söylersek aynı montaj hattının bir parçasıdır.
Emperyal çağının modernizminde endüstriyel devrimin ilkeleri halinde sistemleştirilmesi sadece Frederick Taylor'ın eseri değildir tabii ki. Sistemi montaj bantlarıyla, otomobillerin seri olarak üretilmesine uygulayan Henry Ford'dur; ama emek/üretim süreçlerindeki bu büyük dönüşüm, rasyonel, dinamik ve popülist yeni bir toplumsal evrimleşmeye; dahası da soykütüğümüzde, sosyal bilincimizde biyolojik bir değişime yol açmıştır. Çağa ait tekamül eden bir kolektif arzudur. Meta halinde takdim edilen bireysel hazdır. Politik 'jouissance' radikallerin, anarşistlerin, faşistlerin katılımıyla üretim bandında başarıya ulaşmıştır. "Fabrika düzeni, sır diye bir şey bırakmaz" diyordu Marks; görüyoruz ki, merkezileşen üretim, proletarya ve ucuz içgücünü istila edip, bedeni içten ele geçirerek yarattığı şehirleşmenin kaçınılmaz sonucudur. Sıradışı bir doğumu olan her üretici güç, bizatihi kalabalıkları oluşturan kitlesi, kitlesinin yaşama mekanlarında örgütlü üretimi ve öznesinin bitmek tükenmek bilmeyen histerisiyle sıradan bir tüketicisidir. Taşralının normal doğumunu rafa kaldıran, şehirlinin libidinal enerjisine tasallut olan bu hal olağan değildir. Bugün hangi insan, Taylor ya da Fordizmin katı standartlarıyla hayatı disiplin altına alan endüstri devriminin bir mensubu olmaktan mutludur? İlkel toplum, sahip olduğu mübadele tarzından bağımsız bir varoluş değildir; ne ki, adına kapitalizm yaftası yapıştırılan endüstriyel toplum da üretim fazlasını çıkaran artı değer ekonomisinden ayrı düşünülemez. İnsanlar, kendi emeklerini pey olarak sürdükleri bir sistemde giderek daha fazla kendilerini köleleştiren bir gerçeği maddeten her şekilde üretmektedirler. Bundan dolayı insan gücü ürettiği somut biçimin dışında ruhsal ve ufki bir hakikat yaratamaz ve üretim sürecinin -şeklini değil- adını adını değiştirse de kendini tecrit ederek sapkın kültürünü dışarıdan izleyen masum bir seyirci gibi davranamaz. Göstergelerin maskesi düşünce, o bilinen materyalizmin altındaki metafizik, bilinir mağrifetleri ve tüm görkemiyle bugün yeniden tecelli etmektedir. Bozulmasından ıstırap duyduğumuz kendilik halimizdir; biyolojik bedenlerimiz ya da fiziki coğrafya; akıl ve bilgiyle istimlak ettiği doğanın taa yanıbaşında uçurumun eşiğine gelen bireyin bilgisi, gelecek tasavvurunu aşan bir merhalenin eşiğindedir. Emek, ekonomik bir kategori olarak siyasallaştırılmıştır ve değerdir. Onu, devrimci bir kuram gibi kabul edip yüceltmeye hiç gerek yoktur; toplumsallık özgürlükle bağdaştırılamaz. Eşya rejimi, müreffeh bir iklimin tedrisatıdır. Zannetmesinler ki radikaldirler. 1844 performasından sonraki dönemi okumuş olan Bolşevik kadrolar, üretimi kutsayıp, ulus için çalışmayı teorinin bağrına yerleştirdikleri için küçük burjuva devrimcileridirler. Auguste Blanqui 1 Ocak 1832 tarihli savunmasında "Düzeni özgürlükle, hareketi istikrarla dengeleyen bu muhteşem sistemi övecek kelime bulamıyorlar. Güzel. Hepsi aynı menfaat etrafında birleşmiş bir avuç imtiyazlı azınlığın eline bu üç gücün verilmesi anlamına gelen bu temsili sistem tam da apologistlerin tarifine uygundur. Bu, en acımasız tiranlığa yol açan bir karışıklık değil midir? Üstelik bu bizzat bu karışıklığı savunanların itirafları ile ispatlanmaktadır" diyordu.
Sınıf perspektifinden baktığımızda; politikanın amaçlarını gerçekleştirmek için kullanıldığı her araç mubahsa, sınıfların sonsuz fiziksek direncine neden olup, insanların tarihsel düzlemde tahakkümüne aracılık edeceği bilinen her amaç verdiği sonsuz ısdıraba karşın mübarek midir? Kısaca, sınıflar arası savaşın bir kazananı, her zaman Pirus'un zaferini tekrar mı edecektir.
1845'de Marks, Feuerbach üzerine 11 tezi kaleme aldı. Ancak ölümünden sonra Engels, çekmecesinde bulduğu bu tezleri yayımladı..
Marks'daki ütopyaya ilerleyerek geleceklerini sananlar Hegel'in şu cümlesini hatırlamalıdırlar: "Çalışmak, dünyayı mahvetmek ve lanetlemektir" Özgürlüklerden yola çıkıp liberalizme savrulurken bir yandan her türlü otoriter yönelimlerle kendilerini eşleştiren ya da farklılıklarını oyunbozucu Derrida Deleuze'cü, Lacan-Zizekçi perspektiften eleştiren komünistler, sonuçta beraberce emek ideolojisini savunduklarını bilmenin bilinciyle ve politik etkinliklerinin şuuruyla davranmamaktadırlar. İlerleme, üretim sürecinin sonucudur. Artı değerin patronu üretimin gerçekleştiricisi finans sermaye, yeni keşifler, organlarımızı dumura uğratan icatlar yaparak politik sermayenin toplumda dolaşımının ve tahakküm sürecinin, emeği sömürgeleştirmesinin yolunu açar. Siyaset dediğimiz gösterinin toplumda gerçekte meşru bir temeli var mıdır sorumuz yıllardır Demoklesin kılıcı gibi üzerimizde sallanıyor. Politikanın topluma somut bir yararı olma konusunu yeniden düşünmeliyiz. Siyaset, vaat ettiği temsil etme görevini pratikte yerine getirme kabiliyetine sahip olmadığının sonsuz örneğini sergilenmektedir. Agrandize edilen görüntüsüne karşı sürekli olarak halkın seyirci olarak tanımlandığı ve tüm kararlarda kitlenin dışarıda bırakıldığı bir siyaset kavramı çağdaş mıdır? Devrimci düşünceye biat etmişler dahil tüm verileriyle bütün politik örgütlenişler ve modern hedefler burjuva ideolojisini yeniden üretilmesinden ibarettir. 1917'de şair Mayakovski "Elektrikten sonra doğaya ilgi duymaya başladım. Doğa, çok geri kalmış" diyebiliyordu. Bu tür bakışlar istisna değil, modernizmin geneline aittirler. Değil diyenler Grundrisse 1/310'a bakabilirler. Kapitalizmle sosyalizm arasında, sermayenin ontolojisine bakıştaki fark belirsizdir; "ilerleme" kavramından beklentiler aynıdır. Bilinmesi gereken şudur: Hayatı, bir üreme alanı değil de üretme alanı olarak kutsadığımızda sömürünün tüm araçları, teçhizatını ve tarafları aportta tutan ahlakını; tözün epistomolojisi, tinin fenomolojisinde halüsinasyonu yaratan tomatrop* cihazını da kutsarız. Feuerbach Üzerine 11. Tezde "Filozoflar bugüne kadar dünyayı sadece yorumladılar" diyen Marks, ayakları üstüne diktiğini iddia ettiği Hegel'inkiden çok daha derin bir devletçiliği pratikte yaratan idealizmin filozofu olmuştur. Engels'in Anti Dühring'deki (s 274) sözleri çaresiz bir itiraftır: "Sosyalist toplumda işçi bu defa burjuvazi için değil, ama devlet/toplum için çalışır. Emeğin karşılığı hiçbir zaman tam olarak ödenemez". Savunulagelen haliyle karşı olduğu biçemi tekrar üreten materyalist diyalektik, -sıfatıyla yaşasa da ismiyle- artık sahip olduğu içeriği tüketmek pahasına donmuş bir teoridir. Değişmez gerçeği yeniden doğuran bu sonucu düşünmemiz gerekir. Hepsi bu!
http://tr.wikipedia.org/wiki/Frederick_Winslow_Taylor
http://tr.wikipedia.org/wiki/Henry_Ford
* Fenakistiskop gibi Tomatrop'ta iluzyon yaratan sinema oyuncaklarıdır. Tomatrop (ya da thaumatrope) , İki farklı görüntüyü, kuş ve kafes resimlerini tek bir resim gibi birleştirir.
örnek : https://www.youtube.com/watch?v=yD0ovANHdqQ
Fenakistiskop'un da hareketli görüntüleri elde eden bir cihaz olduğunu söylemekle yetinelim. İlginecekler için nette bol sayıda örnek var.
Detroir iflasını istedi : http://www.radikal.com.tr/ekonomi/detroit_batti-1142569
http://www.e-skop.com/skopbulten/detroiti-once-kim-kurtaracak-emlak-spekulasyonu-mu-%e2%80%9cyaratici-sektorler%e2%80%9d-mi/1410
Henry Ford, 1914 yılında işçilerine günlük 5 dolar maaş vermeye başladığında olay olmuştu. Gerçek birer tüketici haline gelmeye başlayan otomotiv işçileri, Detroit’in de yükselişini sağlamıştı. / Analiz Leven Köprülü / Milliyet 12/8/2013
Zirveden İflasa Bir Detroit Hikayesi (1) Pınar Ersoy
Detroit, 18 Temmuz’da iflasını istediğinden beri bir zamanlar dünyanın otomotiv başkenti olan bu kentin ölümü konuşuluyor.
http://ekonomi.milliyet.com.tr/zirveden-iflasa-bir-detroit/ekonomi/detay/1748326/default.htm
Zirveden İflasa Bir Detroit Hikayesi (2) Pınar Ersoy
Korku'nun başkenti!
Boş evler yakılıyor. Polisi çağırıyorsunuz gelen yok. Şehirde tecavüz, cinayet, hırsızlık korkusu hakim. Uzunca bir dönem otomobil dünyasının yıldızı olan Detroit şimdilerde ABD için gelecek vaat etmiyor.
http://ekonomi.milliyet.com.tr/zirveden-iflasa-bir-detroit/ekonomi/detay/1748648/default.htm?ref=OtherNews
***
.