Tuzlu Su: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori ..
Aşağıdaki metni Carolyn Christov-Bakargiev tarafından TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori başlığıyla tartışmaya açılan 14. İstanbul Bienali'ne bir giriş eleştirisi olarak da okuyabilirsiniz. Ne de olsa küratör bizleri teorik temelde konu hakkında düşünmeye çağırmış ve konu hakkında üretimi görmeden önce bir yanıt beklediğini yazılı açıklamıştı. (1)
http://bienal.iksv.org/tr/arsiv/haberarsivi/p/1/1140

Machina multa minax minitatur maxima muris ...
Machina teriminin Latince kullanımının en eski bilinen örneği -ilkçağ sonlarında, ortaçağ öncesinde-, MÖ 2. Yüzyılda İrlanda, Ennius yerleşim bölgesinde bulunandır. Post modern dünyada referans noktamız için sağlam bir kanıt oluşturur: Machina multa minax minitatur maxima muris : Surları korkunç biçimde tehdit eden bir makina!
https://books.google.com.tr/books?id=yXYWicoC-SEC&pg=PA86&lpg=PA86&dq=Machina+multa+minax+miniatur+maxima+muris&source=bl&ots=I-hHjBIOQU&sig=VSPFkMbv2gxV0lHJegkW3DWXTk8&hl=tr&sa=X&ei=8wSTVeeTBOb9ywPHiLRI&ved=0CB8Q6AEwAA#v=onepage&q=Machina%20multa%20minax%20miniatur%20maxima%20muris&f=false
Bu hafta Cumhuriyet'in Bilim Teknik ekinde (1475/26 Haziran 2015) biyologları çok etkileyen bir canlıdan; kurbağamsı bir hayvanın alt türünden; su semenderlerinden bahsediyordu. Bilimsel adı Axolotl olan bu varlığın temel özelliği vücudunun hiçbir şart altında sakatlanarak eksilmemesi. Mücadele esnasında bir başka canlıya yem olan kopan bir organı yeniden teşekkül edebiliyor. Axolatllar hakkında bu bilgiyi okunca acaba bunlar özerk organizmalardan oluşan bir bileşim mi diye düşündüm. Çünkü böyle tek bir görünümünde olup farklı varlıkların biraradalığıyla oluşmuş hayat formlarının olduğunu biliyordum. Örnek Fizalya denizanası: Tuzlu suda, okyanuslarda yaşayan ve safari karınca sürüsü kadar yağmacı olan bu 18 metrelik tehditkar deniz canlısı aslında tek bir hayvan değil, özgür iradeleriyle birbirine tutunan birlikte hareket eden binlerce canlı; yani bir komün. Prensipte hücrelerin tek başına yaşamasına engel olan bir durum yok; ancak münferit yaşamayan bu organizmalar iradeleriyle işbirliği içinde hareket eden arılar gibi organize bir birlik. İnsan, hakikatini dönüp dönüp doğada arar. 'Gerçek' dediğinde gözler tutunacak bir yer bulmaya çalışır; o olduğu haliyle bu dünyadır.

Hegel, 'sentez' der ama, doğanın diyalektiğinde ne 'düşman' vardır ne de insani düşünce olmadan zuhur eden bir 'antitez'. İçinden geçtiğimiz / tecrübe ettiğimiz hayata baktığımızda; insanın sahip olduğu 'neden' ile bu nedeni şevke getiren mübadele ettiğimiz 'sonuç' arasında anlamlı bir hat, doğrudan eklemsiz bir çizgi olamayabileceğini farkederiz. Ne var ki iktidar, oyunun kurallarını ihlal ederek nedenlere değil, sonuçlara doğrudan sahip çıkmaya kalkışır kalkışmaz 'hakikat' boş bir söz olur; başkalarının kötülük yapmak üzere burada bulunduğu inancı, perseküsyon hezeyanlarıyla 'gerçek', bulunduğu ortam ve yolda bambaşka bir tecrübe kazanacağı sembolik bir kurmacaya doğru yürür. Thomas Hobbes, 1651'deki Leviathan'da 'herkesin herkesle savaşının' düzenleyicisi Devlet'in bugünkü anlamda gereğini/gelişini haber verir. Yaşadığımız dünyada 'kaygı' kurucudur. Hak ve Özgürlüklerin koruyucusu olarak formüle edilen Devlet; Leviathan'da giydirilmiş ve kuşatılmış beden formları sürekli devrime, diyalektiğe ve ölüme tabidir. Hak ve özgürlükleri ihlal eden bir kurum olarak tertibatları ve araçsallığıyla katastrofik bir dönüşüme yazgılıdır. Devlet, latince adı ve kavramıyla 'civitas' olarak adlandırılır. Entegrasyonunu yaratmış kapitalizmi tek bir dünya devleti diye okuduğumuzda elbette ki bir dışarısı yoktur ve "Bütün siyasal devrimler, bu makinayı kıracakları yerde (onarmış ve) yetkinleştirmişlerdir". Bu cihaz, ortaçağ sonlarında emekleme, modern dünyaya ilk adımları atma yönünde araç olarak anlamlı bir enerji yarattı; ancak bugün raf ömrünü tamamladığı aşikar olan büyük Leviathan, doğduğu gibi ölmek üzeredir. Oysa vatandaşları, yabancıların istilasından korumak, yurttaşların birbirlerine zarar vermelerini engellemek, kendi emek güçlerinin heder edilmesine müsade etmeden sanayilerini ve yeryüzünün meyvelerini toplamak, nebatını hasat etmek gibi nisbeten masumane isteklerle yola çıkmışlardı. Bunun içinde bir yöntem olarak temsiliyete; vesayetle toplumun bütün gücü ve kudretini tepede bir tek insana ve altında erki denetleyen insanların meclisine vermek amacını gütmüşlerdi. Modern burjuva aşamasında parlamento prensibiyle vücut bulacağı düşünülen böyle bir tasarımın çağa ve her topluma uyarlanmasının bedelleri ağır olmuştur. Toplum olan insanların birbirlerine ‘Ben haklarımdan vazgeçiyorum ve tüm haklarımı bir insana ya da insanlar meclisine veriyorum’ demesinin suptil ve sınıfsal nedenleri artık bugün öznel yargıları fazlasıyla kışkırtıyor. Organizasyon şemasındaki bütün gücün monarkta ve devletin kudretinin tek bir insanda toplanmasının ömrünü tamamladığında düşünenenlerle kısmen mutabıkız.
Makinadan çıkan tanrı (deux ex machina) eski Yunan tiyatrosunda karmaşık durumları çözüme ulaştıran tanrıdır. Romalıların milattan önce şehir kuşatmalarında surlara yanaştırdıkları tekerlekli kulelerde savaş techizatları ve saldırı mühimatlarını taşıdıklarını biliyoruz. Mühendislik becerilerini gösterdikleri bu yürüyen aygıtlarla ilgili "machina" teriminin Latince kullanımının en eski örneklerinden biri İrlanda'daki Ennius yerleşim yerinde bulunmuştur. MÖ. II. yüzyıl tarihli taşa kazınan bu cümle post modern dünyadaki referans noktamız için sağlam bir kanıt oluşturur: Machina multa minax minitatur maxima muris: Surları korkunç biçimde tehdit eden bir makina! İhlal edilmesi gereken ortaçağın sonunda yeniden kıskıvrak tebalaştırılmış kitlesinin arasındaki uçurumdur. Uygunsuz hakimiyet, tabiyeti yıpratmıştır. Leviathan ile modern dünyanın sözleşmesi olarak kalan yönetim ilkesi halihazırda askıdadır; öznelerinin kudret kazanmasıyla birlikte yüzünü şimdi bize çevirmiştir bu tertibat. Şiddetli eleştirisinin temelinde ise surların içinde kıstırılmış bireyi, tehditkar düzeneğin savaş askerleri olarak konumlandıran şizofrenik işbölümü, barış zamanlarında çalıştıran üretici akıl; refah toplumunun zora dayalı iradesinin otoriter müfredatı vardır. Sınırlar olduğu müddetçe savaşlar olacaktır; cephanesi insan olan mücadele doyumsuz/bitimsiz bir paradokstur.
Bilim, sosyoloji ve felsefe olmadan kendi başına bir anlam ve amaç/hedef teşkil edebilir mi?
Soyutlama gerektiğinde, yerlerde sürünen basit indirgemecilikle olayları basitleştirir hasbelkader vaziyeti somutlarız; argümanları ortada somutlama zuhur ettiğinde ise laf kalabalığına dayanan paranoyak bir soyutlama yöntemine başvururuz; pratiği kutsayan teorideki 'diyalektik metodoloji', böyle mundar gayri şahsi bir saplantıyı aşma kudretinden yoksundur. Buna rağmen verili alan bir olgudur. Dışarıda bırakmak, içeriden kapatmakla eşdeğerdir. Her toplumda her zaman her insan kategorisine ait bir limit mutlak veritedir. Hırsızlar, uğursuzlar, zekiler, ticarete mütemayil ya da liderliğe hevesli olanlar, mülayimler, isyankarlar, sanatçılar vd. Toplumun bileşenleri gibi biyolojik kader diye de bir şey vardır.
Errico Malatesta, "Kötü bir birlik oluşturmaktansa hiç birleşmemek daha iyidir. Fakat biz herkesin dostlarıyla birlikte olmasını, tecrit olmuş ve kaybolmuş güç olmamasını isteriz" diyor. Bir yerde herkes birbirini müthiş bir uyum içinde tamamlayıp toplumda herkes birbirine benzemeye başladığında; dışarıda kalanlar dışında orada kimsenin ruhu kalmaz. Şanını, gönencini başkalarına yapabildiği kötülüklerde gören siyasetin güç istenci zaferlerle taçlandırılamadığı zaman; güçsüzlükler ve yetersizlikler yeni bir ruh göçü yaratarak toplumları barıştıracaktır! İnsanlar ve toplumlar iyi ya da kötü değillerdir; onlar kimyası simyasıyla sadece oranları olan bir bileşimlerdir. Terkip fenomen-olojidir; fenemolojiyse artık oluşum değil kaderini eline alan hilekar aklın bilinci; tüm değişkenlerinin oynaklığıyla stabil olamayan posthakikatin; şeyleşen insan malzemesinin manyetik görünümüdür. Toplum katmanları tercihlerini birebir yönetime yansıtamıyorlarsa prizmadaki kırılma agrandize olarak şiddeti doğurur. Toplumsal değişimler, dengeleri ve limitleri lehlerine orantısız ölçüde değiştirmek için hayata karşı örgütlenen kuvvetlilerin değil, yaşamak için birarada tutunan zayıfların gücünün eseri olacaktır. Emek tüm teorilerde 'değer' kabul edilir. Bu postulatlar sabit olduğu müddetçe eşitlik/adalalet nidalarıyla davet ettiğimiz hayat, hakikatın hilafı ve gerçeğin aleyhine tesis edilen farklı bir zeminde sonuna kadar yaşayacaktır. Mesihe ilk inananlar denize ağ atan balıkçılardır. Postmodern zamanlar sonrasında rekabetçi değil de eğer paylaşımcı bir cemaati arzuluyorsak; mültefit ama olabildiğince münferit bir birlik emeğin değer olmaktan çıkartıldığı, karşılıklı yardımlaşmanın mübadeleyi askıya aldığı bir akılla elbette gerçekleştirilebilir. Şifre nehirdir, denizdir, okyanusdur tatlı ya da tuzlu sudur; parolası balık!
Denizi aşıp gelen Kolomb'u kucak açarak karşılayan kızılderileleri eleştiren anarşist John Zerzan, "bana sorarsanız yapılması gereken en zarif şey onun boğazını kesmekti" diyor; bu Afrika'dan taşınan köleleri ve istimlak edilen bakir coğrafyayı düşündüğümüzde denizden gelenlere şiddetle karşı koyma daha iyi olacaktı diye düşünebiliriz. Görüyoruz ki beyaz adamın bilinçaltı, bilinçten çok daha fazla korku yüklü, karanlık ve endişe dolu irrasyonel bir alan. Tedarikçi, fiilleri abartmaya meyyal. Özneye düşen katharsis icaptan; anlatıcı korkutmayı ve istihzayı gereğinden fazla seviyor. Günümüz insanının bariz meselesi artık nerede yanlış yaptığını anlamak, sıra neferi olmak için günah çıkartmak değil, olduğu duruma bakmaksızın her şeyi temelden reddetme iştiyakı; yabancılaşmaya bağlı koktenci histeri eğilimidir. Bir kavramı kendi hilafında olmanın ötesinde bir anlamla farklı kavram olmaya zorlamak bir tür körlük biçimi; bizler bu ihtilafları ne ruhta ne akılda çözememe üzerine kurulu bir hayatı sürekli/biteviye yaşıyoruz. İşin sırrı üretim ideolojisinin bağlantılarını gevşeterek merkeze insanı koymadığımız örgütsüz bir tasavvurdur; hiyerarşinin olmadığını idrak esastır; plansız bir kararlılıkla ekolojik hayata dönmektir. İnsanlık kamusal alanları yaratmadan binlerce yıl boyunca iktidar şiddeti ve örgütlenmiş bir tahakküm mekanizması olmadan yaşadı. Fatalist tanımı upuygun değil; hakikatını inkar ve kaderini reddeden büyük yürüyüşün sonundayız bugün. Zaman restleşme vakti! Modernizme kapıları kapatın, bütün kitaplarını yakın; bilgelikten yoksun öğretileri unutun dersek; 'bu kadar da olmaz!' denilebilir. Söylediklerimiz radikal sosyalist ilmihale ters; liberal mutmain ahlaka mugayirdir. Deleuze/Negri'den ilham alan anarşist fıkıhta bile haramdır; biliyoruz! Ne Bakargiyev'e jest ne de topyekun bir rest; sadece bir düşünmeye çalışma süreci; felsefede hep olan her zamanki gibi bir deme isteme gayreti, söyleyebilme eylemi! Biliyoruz ki, Marks'ın dediği gibi 'Fikirler, belirli tarihsel durumları aşamazlar. Onlar sadece, bu duruma uygun olan bir kısım fikirleri aşabilirler. Gerçekte fikirler, eğer kendi başlarına kalırlarsa hiçbir şeyi gerçekleştiremezler"
Ha, okyanuslarda yüzen Fizelya denizanası kolonisinin diğer adı Portekizli savaşçı imiş!
(1) 14. İstanbul Bienali için hazırlıklar tüm hızıyla devam ediyor. Carolyn Christov-Bakargiev tarafından TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori başlığıyla bir dizi işbirliği içerisinde şekillenmeye devam eden 14. İstanbul Bienali, 5 Eylül - 1 Kasım 2015 tarihleri arasında şehre dalga dalga yayılacak. Carolyn Christov-Bakargiev, TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori başlığıyla 14. İstanbul Bienali’nde, “sanatta araştırma ile diğer bilgi türlerini birbirine bağlayan, doğrusal olmayan ve organik formlar vasıtasıyla, çizginin nerede çekileceğini, nerede geri çekilmek gerektiğini ve nelerden faydalanılabileceğini arıyor. Bunu açık bir denizde, yüzey düzken parmak uçlarıyla olduğu kadar sualtının derinliklerinde, katlanmış kodlama katları açılmadan da yapıyor.”
‘Bir dalga, nihayetinde düğüm haline gelmeye çalışan bir çizgi olabilir mi ve eğer öyleyse düğüm ne zaman çözülebilir?’ sorusunu fizikçi ve aynı zamanda filozof dostlarına yönelten Carolyn Christov-Bakargiev ‘en sonunda ve belki de bilhassa – sanatçılara soruyor ve yanıtı onlardan bekliyor.’