
İşbölümü, emeğin üretken gücünü, artırırken, işçiyi bir makina durumuna düşürür. Marks'ın tanımıyla işi, herkesin payına düşecek şekilde parçalamadan, hayatı işbölümünün gadrine uğratmadan yaşamak önemlidir. Kolektif bir meşgaleyle, istediğimiz işi, canımızın çektiği zaman yapmak sosyalist toplumun ereğidir. Bugün kısmen böyle bir dönemdeyiz. Ahir zaman çağının eşiğinde aynı anda gönlümüzce her yerdeyiz. Sosyal paylaşımlar yaptığımız internet medyası, bir nebze politik güç ve ekonomik tahakküm ilişkilerinin dışında kalabilen bir mecra. Komünal düzendeki portallarda, herkesin yeteneği kadar koyup ihtiyacı kadar ücretsiz edindiği bilgiler yer alabiliyor. Önceden bir özdeşliği olmayan özneler, karşılıklı irtibatlar ve tecrübelerle anbean zamanın bilincini yeniden belirliyor. Eğer bir değerden bahsedeceksek; edimsel olarak şu anda dirim bulan diferansiyel ilişkilerin mutlak sahibiyiz. Zamanın ruhunda vücud kazanan bir gövdenin ortak mensuplarıyız. Entelektüel düşüncelerimizin zürriyeti yok. Fikri mülkiyeti savunanlara karşı, kimsesiz; sorumululuğu almak adına zorunlu şahsileştirmelere rağmen temellük etmeyen; olabildiğince nesepsiz ortak mülkiyeti uygulayanlarla müttefikiz. Şimdilik olabildiğince mülkiyetsiz bir internet rejimi, gelecek toplum hayallerini ufukta biçimlendiriyor; bu umutlu olmak için bir sebeptir.
***
Bulunduğumuz yüzyıl, ruhlar alemiyle irtibatı kesmede acelesi olan modern özneye, psiko-yaşamın perspektifini ve siyasi hayatın optik kurallarını acı tecrübelerle öğretti.. Hayatta en imkansız durum, karşılıklı konuşan iki insanın birbirlerini tamamen anlamaları.. Beyan ettiğimiz fikir sadece kendi gerçeğimizin ifadesidir; bunu da eksile eksile öğreniyoruz..
***
Bienaller, fuarlarda; zaman zaman da sponsorlu galerilerde karşılaşıyoruz. Sistemden memnun olmayanların lehine Soroz'un planlarıyla uyumlu bir değişim logaritması sunuyorlar. Kavramı ülke gençlerine, entelektüel faaliyetin bir parçası olarak tanıtmaya çalışırken dışarıda kalanlarla içeridekiler arasında ansızın bir iç tartışma başladı: Süreyyya Evren ve Halil Altındere'nin kitabı neşeli bir polemiğin konusu oldu. Yazılar yazıldı, sanat eleştirmenlerinin ve konunun muhattaplarının katılımıyla paneller yapılıyor. Bedri konuşmak için toplantıya davet ettiğinde "Nedenleri değil sonuçları tartışıyorsunuz; neresini tutsan elinde kalır" dedim. Aslında düşünülmesi gereken liberasyonun ihtiyaçlarına cevap veren bu oluşumun; siyasetin elinde kullanışlı bir araca dönüşen kavramın ülke sınırlarından geçişinin tüm tarihidir. Yıkmaya çalıştığı değil aksine varlığıyla abad olduğu bir dünyaya aittir. Tribünlere oynarken sorguladığı değerlerle çelişir; ancak politik olarak Çağdaş Sanat'ın yüzde doksanı safradan ibaret olsa da yüzde onu çok değerlidir.. Ancak burada ilave edelim; ülkedeki Artcontemporary'e zemin olan kavramsal sanatın başlangıç noktasında Altan Gürman, Sarkis, Füsun Onur, Serhat Kiraz, Şükrü Aysan, Yusuf Taktak, Bedri Baykam bulunur; nobran bir kültürün militanlarının onlara haksızlık etmemeleri gerekir!
Biz bakarken onlar yaparken, büyük fotografta neler oluyor? Sadece sanatçı çağının tanığı değil. Büyük resme bakan herkes çoraklaşmayı, kasaba ideolojisinin şehirleri kuşatmasını, ruhlardaki kırsallaştırmayı görüyor. Kapitalizmle birlikte erginleşemedik. Ne ki, tüm ilişkilerde varoşlaşma bir gerçek. İnsanlık rejiminin ontolojisinde çürüme var. Uzun süreden beri kurumsalın umumla münasebetleri saygıdan yoksun. Sermayenin bulaşıcı etkisi diyelim buna; her yerdelik sadece tanrısal bir imkan değil. Panoptik bakış, satın alınabilir bir meta.
Sonuçta niyet anlaşılamadan, neyin Değer olduğunu söylemek zor. Masumane cevapları okumak, cevher'in ne olduğunu tanımlamadan, esas Eder yaratanı, paylaşılanı dışarıda bırakarak verilen cevaplar kafa karışıklığını gidermiyor.. Marks, 'Bunun farkında olmayız, ama gene de yaparız' diyor. Devam ediyor : 'Bu nedenle değer, göğsünde ne olduğunu anlatan bir yafta ile ortalıkta dolaşmaz. Aslında her ürünü toplumsal hiyerlogif yazısına çeviren, daha çok değerdir. Kendi toplumsal ürünlerimizin ardında yatan sırrı aydınlatmak için, daha sonra biz bu hiyeroglifi çözmeye çalışırız. Çünkü yararlı bir nesneyi 'değer' olarak damgalamak, dil gibi toplumsal bir üründür.' Kapital 1/89
Samuel Butler'in 1872'de yayımlanan Erewhon adlı ütopyasında, makinalar kendilerini yok etmesin diye, makinaları imha eden işçileri anlatır. Eserin ilk perdesinde metaforik anlatımı kuvvetlediren bir saat makinasını bir grup işçi, kötülüklerin sergilendiği müzeye kaldırır. Zamanın icadı, insanın bulduğu ilk günahtır.
https://www.marxists.org/reference/archive/butler-samuel/1872/erewhon
https://tr.wikipedia.org/wiki/Samuel_Butler_(yazar)

Seçkin sahipler ile yarım akıllı talipler arasında sağlıklı bir ilişki kurulamamaktadır. Haz vermekten başka amacı olmayan tüketimin amacıyla, toplumsal sömürünün kuşatıcı etkinliği olan üretimin amacı arasında bariz bir nesep farkı yoktur. Emeğin sürekli yüceltilmesi, sömürünün çeşitli hal ve tarzlarda sosyalist toplumda da süreceğinin delaletidir. Marks, keyifle çalışmaktan bahseder. Alman İdeolojisinde s 60 "Toplumsal güç, yani işbölümünün koşullandırdığı çeşitli bireylerin elbirliğinden doğan on kat büyümüş üretici güç, bu bireylere biraraya gelmiş kendi öz güçleri gibi görünmez, çünkü bu elbirliğinin kendisi de, gönüllü değil, doğaldir; bu güç, bu bireylere, kendilerinin dışında yer alan, nereden geldiğini, nereye gittiğini bilmedikleri, bu yüzden de artık hükmedemedikleri, tersine, şimdi insanlığın iradesinden ve gidişinden bağımsız, bir dizi gelişim evrelerinden, aşamalarından geçen, insanlığın bu irade ve gidişini yöneten yabancı bir güç gibi görünür" der..
Üretim olarak iktidar çarkı akılcı hizmet ya da yönetim becerileriyle işleyen bir alelalade mekanizma değildir; sınırsız tehdit, ceza, korkuyla çalışan olağanüstü bir makinadır. Marks'ın tesbiti kafamızın üzerindeki malzemesi farklı bir vizyon ekranı işaret eder : "Düşünceler, şeylerin insan zihnine havale edilmiş tercümeleridir" İktidarın yurttaşı üzerindeki olumsuz kanaati onu yalnız mutlak reddedişi ya da ürküşü olarak addedilmemelidir ; onu kendine zor sorular soran bir aparat olarak yeni biçimde yaratır. Bio iktidarın mutlak egemenlik dürtüsü, kamusal işleyişi en ince ayrıntısına kadar akli ve idari anlamda olağanüstü bir şekilde rasyoneştirir. Marks, Lenin, Stalin çizgisinin ortak paydası anarşiden kurtarılmış üretim planlaması, eşya ideolojisindeki tedarikin düzenli akışı ve mal/finans disipliniyle oluşturulacak istikrardır; sıkıntı da buradadır.
Karl Marks, 1858'de kendi için düşünme amaçlı notlar tutmuştur; ölümünden çok sonra Grundrisse ismiyle yayınlanan bu defterinde kapitalist üretim mekanizmasını çeşitli mekanik ve entelektüel organlardan oluşan büyük bir otamat olarak tasvir eder. Hem makina hem de onun sahibi insan çift karaktere sahiptir. Üretimin ile tüketimle özdeşliğini Spinoza'nın 'Determinatio est negaito/Belirleme, yadsımadır' tümcesini alıntıyarak kuvvetlendirir. Hegel'in önce köle efendiye bağlıyken süreç zarfında köle efendiye tabi olur açıklamasını geliştirir. "Üretim yalnızca özne için bir nesne yaratmakla yetinmez; nesne için de ona muhtaç bir özne yaratır" Bu organize işbirliği içindeki herkes gibi işçi de üreterek önce kendi ürününe sonra kendi faaliyetine yabancılaşır. Olması gereken fabrikalarda çalışmanın özneyi tutsak edici, organik hayatın referanslarını hiçe sayarak insan ontolojisini ölümüne farklılaştırıcı girişiminin teşhiridir. Çünkü sermayenin oluşumu tabii değil, icat edilen saatle birlikte ilerleyen merhametsiz tarihsel bir semptomdur. Özgürlük, çalışmayla gerçekleştirilecek bir sahiplik, mülk alınacak bir bir dünya parçası değil, reddetme düşüncesiyle başlayacak pratik bir süreçtir. Yaşananın iktidar tarafından totalizasyonunu reddetmek mümkün değildir; çünkü güçsüzlüğün nedeni üretim ilişkileridir. Sermayenin kıtlığa yol açacağı sendromu üstüne bina edilen görüşler, üretimi gerçeklendiren sermayeden ayrılmayı talep eden düşünceler değillerdir. Hannah Arendt'in ilan ettiği gibi, 'insanlar özgür olmak istiyorlarsa, feragat etmeleri gereken kendi egemenlikleridir' Kapitalizmle aradaki mesafe korunmaz ve görünmez olmuştur. Oysa aksine sosyalizm ancak doğaya dönerek gerçekleştirilmesi mümkün olan insan özgürlüğünü doğaya karşı bir ilenmeye, fiziki şartlara karşı düşmanca, ölümüne bir mücadeleye, gezegene ait bir yıkıma dönüştürerek sanayileşmeyi 'elektrik Blanquiden bile daha devrimcidir' diyerek abartmıştır. İşçi sınıfının anavatanı diyen sonraki kuşak Taylorizmi olabildiğince içselleştirmiştir. Çalışma etiğinin idealleştirilmiş imgesini pazulu işçi afişlerinde görürüz. 1 Mayıslarde 'emek' yüceltilir. Tarih bize göstermiştir ki, 'meta' rejimlerinin solu/sağı olmamaktadır. Ömür boyu ölümüne çalışma karşılığı vaat ettiği ücret, ancak iktidarlara huzur hakkı sağlamaktadır. Açıktır ki, tüm parametreler kapitalizme içkindir. Birbirine zincirlenmiş üretici güçlerin, üretim araçlarıyla derdi ontolojik değildir. Epistomolojik imkan mahçup kaotik bir mirası düzenleyen paratoner olarak Marks'ı işaret etmektedir. Oysa ondaki tahayyül de sermayenin sermaye olarak kaldığı rejimde malların üretimi için merkezi işbirliğini önermekle sınırlıdır. Kaçış çizgileri olmayan ekonomiye endeksli düşünceler tüm kıstırılmışlığıyla üretimi dışlamayan yaygın örgütlenme arzusu temelindeki politik aksiyomunun parçalarıdır. Radikal siyaset, difransiyel öğelerden oluşan bilinen tertibata olabilmenin ve restrasyonun olanağını sağlamaktadır. Birebir devlet örgütlenmesi geleceği teminat altına almak için daha fazla iktidar ve daha çok çalışma retoriği üzerine kurulmuştur. Kapitalizme alternatif bir dünya kurmak istiyorsak bunu Aydınlanma etiğini sürdüren fikri külliyatta bulamayız. Eşya idealizminin militan savunucularından sömürünün bütünüyle kaldırılmasını talep edemeyiz. Sakatlanmış bilincin erdem adına tezahhürü, endüstri toplumunda tüm çalışanların işbölüşümüdür? Her biri ayrı bir paranoyanın tecellisidir. Organize olmuş uygar devlet, yurttaşlarından kurumlarına yaratıcı katkılarla sahip çıkılmasını bekler. Eğitim ve çalışma vaaz edilerek 'üretimin saklı mekanına' yönlendirmelerle kölelik rejiminin en iyi şartlarda sürdürmesini talep eder. Hafta tatili, izin, uyuma vs. olarak 'boş zaman' adıyla kodlanan şey çalışmanın artık zamanıdır. Marksizmin temel paradigması üretim anarşisini ortadan kaldırararak, herkesin birbirine sorumluluk zinciriyle bağlandığı; çalışanların istikrarlı ve sorumlu (ve zorunlu) bir katılımcı olduğu istikrarlı ve bundan dolayı da güvenli bir toplum tezidir. Engels'in absürd beklentisi "Üretimimin, salt var olma değil, zevk alma aracı durumuna gelmesi"dir. (Bk. Doğanın Diyalektiği s44-45 ve 334-336) Aslında 'sınıf partisi' değil sadece tüm iktidarı ele geçirmiş monark, totoliter idare ve umumi iradenin cisimleşmiş tezahürüdür. 'Özgürlük' görünen neden olsa da insanları fabrikalarda proleterleştiren, tepedeki karar mekanizmasının emek/sömürü şehvetini cürümleştiren 'istikrar', hakeza tüm diktatörlüklerin neden ve sonucudur. Modern sosyalizm, (böyle adlandırır Marks ve Engels Marksizmi), iş dolayısıyla emeğin tahakküm altına alınma sürecini çözümlerken, emek sömürüsünün teknik ve organik bileşimerinin değişmeden aynı kalması mecburiyetini okuyamazlar. Bu süreci sadece kapitalizme ve dışarıdaki 'şeytan' emperyalizme bağlamak addettendir. Emeği soğuran nedenlerin mekanizmasını düşünmeyen politik felsefe, özgürlükler ve eşitlikler üzerine çelişkinin enigmasını çözmeye talip olmamıştır. Analizleri son raddeye ulaştıracak nisbette kafa çalıştırmaması diyalektik kusurun ötesindedir . Zaten Marks da Kapital III/ 720'de "Özgürlük alemi, doğası gereği, fiili maddi üretim alanının ötesinde bulunur" der.
Aksini vazedenlere karşı biliriz ki, üremek doğaldır ancak üretmek ve çalışmak insan için doğal bir etkinlik değildir!
***
***
Utançtan şeklen kurtulmak değil, utanç kavramını yaratan mahiyetten, durumun mahremiyetinden kurtulmak için yeni bir eşikten geçmemiz gerekiyor.
***
Her dini yapı, dünyanın tamamını, iktidarın tümünü ister. Boşluk bırakmadan hayatın tamamını denetlemek isteği tüm kutsal kitapların ortak gerçeğidir. Bunun mezhepler ya da dinlerin hoşgörüsüyle ilgisi yoktur. Daha doğrusu teolojik bakışın perspektifinde hoşgörü olgusunun olduğunu iddia etmek bugünün performatif, edimsel din anlayışıyla mümkün olmuştur. Demokratikleştirme talebinin tüm liberal kavramların ruhuna sızması, ticaretteki küresel engellerin aşılması için gerekliliktir. Emperyal merkezlerin güdümündeki eli kanlı köktenci siyasetin bütün niyetini bilmek yetmez; terörü yöneten aklın hedefini anlamak için büyük aile fotografının soykütüğüne, tarihine bakmak gerekir!
***
Kumdan bir kale inşa etmek isteyen irade; ilk önce inşa ettiği kumdan yapının etrafını alçaltır; kendi yapısını yükseltmenin etrafı alçaltmak gereğini bilir.
***Toplumda küfür mahiyetinde kullanılan olumsuz sözcükleri saydığımızda hepsi ötekileştirilen bir grubu; o grup hakkındaki kışkırtıcı ve toplumdan dışlayıcı bir yargıyı temsil eder.
***
Düşünceyi firesiz yazmak kadar zihinden firar edenlerden arta kalanlarla yapılan felsefeyi okumak da bir cefa işidir.

Kenan Temizan & Emin Barın, 72 Yıl Sonra Akademi'de
Serginin küratörü Ali Tekin Çam; sergi hakkında şunları söylüyor:
5 Ekim 1943 yılında, Güzel Sanatlar Akademisi’nde iki büyük usta; Kenan Temizan ve Emin Barın ortaklaşa bir sergi açtılar. Bu sergi sonucunda, her ikisi de Güzel Sanatlar Akademisi’nde görevlerine başladı.
Bu iki değerli ustanın Akademi’de birlikte açtıkları o serginin 72 yıl sonra tekrarını; 5 Ekim 2015 tarihinde yine aynı mekanlarda yapıyoruz.
Yapımını üstlendiğim Bu sergiyi; Prof. Emin Barın’ı temsilen oğlu Sn. Osman Tevfik Barın ve Prof. Kenan Temizan’ın eserlerinin bir kısmını korumasında bulunduran Prof. Sabih Gözen’in kızı Sn. Alev Özkan’ın da destekleriyle UESYO ve İDGSA80’liler derneklerinin sponsorluğunda, MSGSÜ Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Emre Zeytinoğlu eşgüdümüyle gerçekleştiriyoruz.
Bu sergi vesilesiyle; hem bu değerli ustalarımızı anmak, eserlerini bir arada görmek hem de yeni nesille tanıştırmak vefa borcumuzdur.
5 ekim 2015 tarihinde MSGSÜ-Mimar Sinan Salonu’nda açılacak olan sergi iki hafta sürecektir.
Prof. Kenan Temizan kimdir?:
Askeri Ataşe kâtibi olarak gönderildiği Berlin’de bir yandan çalışırken öte yandan da Berlin’deki Güzel Sanatlar Akademisi Reiman Schule’ye devam etmiştir.
Reiman Schule’den diplomasını aldıktan sonra aynı Akademi’ye önce asistan, sonra hoca olmuş, bu okulda 1926-43 yılları arası profesör olarak moda bölümü yöneticiliği yapmış, afiş ve kumaş desenleri konusunda dersler vermiştir. Bunun yanında Alman film sektörü için afişler üretmiştir.
Ancak Avrupa’da savaşın kızışmasıyla birlikte yurda geri dönmüştür.
Türkiye'ye döndükten sonra, İDGSA'ya moda resimleri hocası olarak atanmıştır. 14.04.1943 tarihinde Süsleme Sanatları Şubesi ve Sabih Gözen’le birlikte kurdukları Moda Atölyesi’nde hem Hoca, hem de Bölüm Başkanı olarak göreve başlamış, 22 Ocak 1953 tarihindeki ölümüne kadar da bu görevde kalmıştır.
Prof. Emin Barın Kimdir?:
1939 Leipzig’de Kitapçılık ve Matbaacılık Akademisi’ne (Akademie für Künste und Buch gewerbe) girmiştir. Bu akademide Prof. Thiemann ve Prof. Spemann ile yazı, Prof. Wiemeler ile kitap cildi çalışmalarına devam etmiştir. Tatil için yurda döndüğünde çıkan II. Dünya Savaşı yüzünden askerlik görevine başlamıştır.
1941 yılında ihtisasını tamamlamak üzere Leipzig’e dönmüş ve Alman hükümetinin verdiği özel cilt siparişlerini yerine getirmiştir.
1943 yılında ihtisasını tamamlayarak yurda dönmüştür. Milli Eğitim Basımevi’nde teknik büro şefi olarak işe başlamıştır. Aynı yıl Güzel Sanatlar Akademisi’nde açılışını Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in yaptığı ilk büyük yazı ve cilt sergisini (Prof. Kenan Temizan ile) açmıştır. Yaptığı pergament ciltli lüks altın defter Akademi tarafından Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye armağan edilmiştir. Sergiden sonra Akademi’nin Dekoratif Sanatlar, Grafik Bölümü’nde Öğretim Uyesi olarak çalışmıştır. Kaderin garip bir cilvesi olarak Kenan Temizan’la aynı hastalıktan 29 Aralık 1987 tarihinde vefat etmiştir.
Bu iki değerli ustanın Akademi’de birlikte açtıkları o serginin 72 yıl sonra tekrarını; 5 Ekim 2015 tarihinde yine aynı mekanlarda yapıyoruz.
Yapımını üstlendiğim Bu sergiyi; Prof. Emin Barın’ı temsilen oğlu Sn. Osman Tevfik Barın ve Prof. Kenan Temizan’ın eserlerinin bir kısmını korumasında bulunduran Prof. Sabih Gözen’in kızı Sn. Alev Özkan’ın da destekleriyle UESYO ve İDGSA80’liler derneklerinin sponsorluğunda, MSGSÜ Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Emre Zeytinoğlu eşgüdümüyle gerçekleştiriyoruz.
Bu sergi vesilesiyle; hem bu değerli ustalarımızı anmak, eserlerini bir arada görmek hem de yeni nesille tanıştırmak vefa borcumuzdur.
5 ekim 2015 tarihinde MSGSÜ-Mimar Sinan Salonu’nda açılacak olan sergi iki hafta sürecektir.
Prof. Kenan Temizan kimdir?:
Askeri Ataşe kâtibi olarak gönderildiği Berlin’de bir yandan çalışırken öte yandan da Berlin’deki Güzel Sanatlar Akademisi Reiman Schule’ye devam etmiştir.
Reiman Schule’den diplomasını aldıktan sonra aynı Akademi’ye önce asistan, sonra hoca olmuş, bu okulda 1926-43 yılları arası profesör olarak moda bölümü yöneticiliği yapmış, afiş ve kumaş desenleri konusunda dersler vermiştir. Bunun yanında Alman film sektörü için afişler üretmiştir.
Ancak Avrupa’da savaşın kızışmasıyla birlikte yurda geri dönmüştür.
Türkiye'ye döndükten sonra, İDGSA'ya moda resimleri hocası olarak atanmıştır. 14.04.1943 tarihinde Süsleme Sanatları Şubesi ve Sabih Gözen’le birlikte kurdukları Moda Atölyesi’nde hem Hoca, hem de Bölüm Başkanı olarak göreve başlamış, 22 Ocak 1953 tarihindeki ölümüne kadar da bu görevde kalmıştır.
Prof. Emin Barın Kimdir?:
1939 Leipzig’de Kitapçılık ve Matbaacılık Akademisi’ne (Akademie für Künste und Buch gewerbe) girmiştir. Bu akademide Prof. Thiemann ve Prof. Spemann ile yazı, Prof. Wiemeler ile kitap cildi çalışmalarına devam etmiştir. Tatil için yurda döndüğünde çıkan II. Dünya Savaşı yüzünden askerlik görevine başlamıştır.
1941 yılında ihtisasını tamamlamak üzere Leipzig’e dönmüş ve Alman hükümetinin verdiği özel cilt siparişlerini yerine getirmiştir.
1943 yılında ihtisasını tamamlayarak yurda dönmüştür. Milli Eğitim Basımevi’nde teknik büro şefi olarak işe başlamıştır. Aynı yıl Güzel Sanatlar Akademisi’nde açılışını Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in yaptığı ilk büyük yazı ve cilt sergisini (Prof. Kenan Temizan ile) açmıştır. Yaptığı pergament ciltli lüks altın defter Akademi tarafından Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye armağan edilmiştir. Sergiden sonra Akademi’nin Dekoratif Sanatlar, Grafik Bölümü’nde Öğretim Uyesi olarak çalışmıştır. Kaderin garip bir cilvesi olarak Kenan Temizan’la aynı hastalıktan 29 Aralık 1987 tarihinde vefat etmiştir.
***
Ve saire; ve saire!
Agamben'in Kutsal İnsan kitabının yazılma nedeni olarak Benjamin'e referans göstermesini ve "İçinde yaşadığımız çağda, istisna durumu her geçen gün biraz daha temel bir siyasi yapı haline geliyor ve ve nihai anlamda kural olmaya başlıyor" tespitini kendi tecrübelerimizle birleştirip katmanlı okumamız gerekiyor. İşaret fişeği, birçok kapıyı açacak bir aydınlanma yaratabilir; anti kapitalist, ekolojik vd görünümlerle modernizmle hesaplaşma isteği gösteren; Kant'ın 'ışığı görmez, ışıkla görürler' demesi gibi kolonyalistin doğusuna batıdan ya da dünyaya doğudan bakan idrak, sömürenin emarelerini hissettiği anda ışığına ve gücüne kavuşabilir. Hatta upuygun ve yerinde kullanıldığında Agamben'in Kutsal İnsan'ı belki de varsayımların tutsağı olan inanmış aklın kilidi açmak adına bir anahtar işlevine bile sahip olabilir. Suçunu arayan cezanın yasası, yasasını her şartta değiştirebilen hukukla birleştirildiğinde formülasyon tersyüz olabiliyor. Kuralı inşa eden mantık, sınıfsallıktan çok tepedeki iktidar mekanizmasının ne menem bir dirayetle örgütlenmiş çıkar ilişkisinin sonucu olduğunu göstermektedir. Ne var ki yeri geldiğinde metafizik yeri geldiğinde fiziksel özellikleri gösteren teorilerin tümü bu arsız zeminde hazırlamıştır. Çoktan verilmiş bir hükmün geri dönüşsüzlüğüyle 'Kim gerçek Marksist, idealist, materyalist, devrimci?' yahut 'kim dini, milli şu kategorinin inanmış neferi?' gibi soruların geçerli bir cevabı yoktur. Soru gibi akan zamanda ideolojik nesep sahibi olmak da yersizdir çünkü. Belki bir kanaat olarak analojiyle ifade eder ya da toplumsal bir ölçü birimi olmadığı için tarih dışı yargılarla, sınıfsal değerlendirme adına ancak sadece karşı düşüncenin anlığında belki infaz edilebilir. Ancak bu muğlaklık, kendi yerinin sonsuza dek belirlenmesini isterse eğer, daima kendi aleyhinde işleyen bir mülkleştirmeyle, uygunluğu öteleyen bir diyalektiğe tabi olmak çelişkisiyle sarsılabilir. Bu tip yaklaşımlarda, tarihsel diyalektik yerine konuyu 'hakikat' sorunu olarak konulduğunda tereddüte mahal verebilir. Tarafların alışkanlık ve menfaatlerine uygun onay beklediği için sekter/olojiye yol açabiliyor. Diğer tarafta yığınla örnek var ama biz dünkü yazımızdan devam edersek; aynı açmazı haklı olarak 'Bayağı, budalaca, ikiyüzlü bir öğreti' olarak değerlendirdiği Malthus referanslı 'Yoksulluk Yasası'nı eleştirirken Marks'ın da düştüğünü görüyoruz. 1847'de -Nüfus Sorunu s 95- Proudhon'un cümlesine onay vererek 'Bu bir itiraftır: Biz bunu unutmamalıyız. Ücret, Burjuva üretimin geçici bir biçimi değildir. Ama bütün burjuva üretimi, üretimin geçici, tarihsel bir biçimidir. Bütün ilişkileri, ücret, toprak rantı, vb. kadar sermaye de; hepsi geçicidir. Ve gelişimin bir noktasında ortadan kaldırılabilirler" demektedir. Fikir açık olarak Proudhon, Rossi gibi düşünürlere ait olsa da bu yargıyı ömür boyu paylaşan Engels, dostu Lang'a 29 Mart 1865'ye yazdığı mektupta 'Bize göre' ibaresiyle başladığı düşüncelerini aktarıyor. Görüyoruz ki fikirlerin mülkiyeti olamıyor. Engels'in cümlesi tamamı şöyle: " Bize göre iktisat yasaları denilen şeyler, doğanın sonsuz yasaları olmayıp, gelip geçici tarihsel yasalardır. Ve iktisatçılar tarafından yeterli bir nesnellikle ortaya çıkarıldığı kadarıyla modern ekonomi politiğin yasası, bize göre yalnızca modern burjuva toplumunun varolabileceği yasaların ve koşulların özetinden başka şey değildir. Kısaca onun üretim ve değişim koşullarının bir özetidir". Marks'ın Mülkiyet Nedir'i ekonomi politiğin ilk eseri olarak selamlaması boşuna değildir. (Bk. Kutsal aile s55)
Ne Ferisiler'le İsa'da ne de tarihin yarattığı ötekilerde: Fikirler ve öneriler zamana yazgılı olsalar da inançların kesinliğine gösterilen inayete bağlı keskin tavırların hiç değişmediğini görüyoruz. Kant'ın o makalesindeki son cümleye: İki şey var ki, ruhumu hep yeni, hep artan bir hayranlık ve müthiş bir saygıyla dolduruyor: Üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve vicdanımdaki ahlak yasası demesine inanmak istiyoruz.
Malthus kendinden sonraki kuşakları etkilemiş çok önemli olduğu kadar aşağılık teorileri olan bir iktisat düşünürüdür...
Daha önce risaleleri elden ele dolaşıyordu ancak burjuvazinin cüret göstererek kitap haline getirmesi daha sonra oldu. Ölümünden yıllar sonra, Malthus, Essay, 1926'da Londra'da yayımlandı. Kitapta her ulusun halkının alt sınıflarında görülen yoksulluk ve sefaletin hafifletilmesi için bu alt sınıfların, yoksulluklarından dolayı bedenen cezalandırılmasını istiyordu. İlk baskıda yer alan cümlesi tepkiler nedeniyle sonraki baskılarda yer almadı. Keynesçi teorinin her yanına sinmiş cümle aslına sadık bir çeviriyle şöyle söylüyordu:
" Daha şimdiden sahiplenilmiş bir dünyaya gözlerini açan insan, ana babalarından talep edebileceği bir geçim olanağı sağlayamıyorsa ve toplum onun emeğini istemiyorsa, yiyeceklerden en ufak bir pay isteme hakkının olduğunu öne süremez ve hatta onun bulunduğu yerde iş yoktur. Doğa ona defolmasını söyler" (Kaynak Marks, Nüfus Üzerine s 10)
'Azgelişmişlik' damgasından mustarip bir ülkede emek, sermayeden potansiyel olarak fazladır. Kapitalist yerkürede 'Emek fazla' ülke, 'sermaye fazla' ülkeyle karşılıklı bağımlılıklar, sembiyotik ilişkiler geliştirir. Hegel'in dediği gibi efendi köleye ne kadar muhtaçsa, köle de efendiye muhtaç olduğu bir semptom oluşur. Azgelişmiş ülke, emperyalist sisteme alt basamaklarından bağlanır. Monarklar ve avaneleri, emperyal talimatlar ile (Arap Baharında 'Esat Halkına zulmediyor' repliğiyle höngürdeyenleri hatırlayın!) küresel yörüngeye bağlanırlar. Bağımlı duruma gelenler, monopol örgütlere, metrapol ülkelere ve işgalci kültürün mantığına uyum sağlama sürecinde kurumsal uzmanlara tabi kılınır. Kendileriyle uygun rezonanstaki ülkelere, gerek silah, gerek sermaye ihraç ederek öncelikle halkı ruhen ve bedenen borçlandırırlar. Zaruret içindekilere iş sağlayarak seçilmiş temsilcilerini müteşekkir kılarlar. Kazanç, kapitalist tarafından eklenmiş bir şey değildir. Nüfusla, ücretli emekçilerle burjuvazi arasındadır; o, mevcut olan belirli toplumsal ilişkilerin üretimi sürecinde salgılanan negatif enerjidir. Uluslararası figürler ve yerli işbirlikçilerinin yerel kaynaklardan, ülkeden sızdıracağı kâr, sadece faiz, rant ile sınırlı değildir. Tüm insani kaynaklar savaşa endeksli üretilen artı değer üzerinden transfer edilir; bir kültürün 'değer' tanımı hakim sınıfların toplam ihtiyaçlarını oluşturur. İnşaat ve silah sanayi ekonomiyi ihya eder. Çünkü hala Malthusçu teoriler nüfusu dengelemek anlamında savaşı teşvik etmekte ve ekonomik durgunluğu 'Arı kovanı' siyasetleriyle aşmak için her an yeni müteffikler yaratmanın önemini hatırlatmaktadırlar. Keynesçi iktisatçılar günümüz emperyal sisteminde akışkanlığı sağlayan etkin talebin silahlanma olduğunu söylemektedirler. Savaş temel sektördür. Esat repliği, emperyal istencin oltasına takılı olan bir yemdir. Marks'ın eserlerinde teşhir ettiği Malthusçuluğa karşı savaşım, barış mücadelesinin ayrılmaz parçasıdır. Ancak silah endüstrisinin sağladığı sermaye birikimine neden olan kaynakların yaratılmasında da emperyalizmin markalaşan fetişleri, kale kapılarını açan 'koçbaşı' işlevi görürler. Kullandığımız rapsodi 'milli' gibi gelebilir; oysa, çok önceleri girdikleri zihinsel işgal alanlarında idolleşen marka ve genişleme ideolojileriyle göz boyama teknikleri, bütünüyle emperyal tezgahların kültürüyle rezonansa girmiş olan özgün imalatlarıdır.
Coca-Cola Syrup, 1906. Photograph via Kevin Trotman

Red Kit hikaye özetlerini okuyorum: Doktor Doxey'in İksiri, Belçikalı çizgi romancı Morris (Maurice De Bevere)'in senaryosunu yazıp resimlediği ve 1955'te yayımlanan Red Kit/Lucky Luke'un öğretici albümü olduğunu söylüyor Vikipedi. Özgün adı L'Élixir du Dr Doxey. Belçika'da Dupuis Yayınevi tarafından özgün dili olan Fransızca olarak basıldı. Türkiye'de 1970'li ve 1980'li yıllarda Milliyet Yayınları'ndan çıktı. Türkiye'de birçok kere farklı formatlarda basılan macera son olarak 2007 yılında Yapı Kredi Yayınları'ndan serinin 5. kitabı olarak okuruyla buluştu; sahaflardan aldığım bendeki nüsha bu!
Vahşi Batı'yla ilgili popüler kültürde sıkça karşılaşılan basmakalıp karakterlerden biri de, insanların saflık ve çaresizliklerinden yararlanan şarlatanlardır. Bu macerada karikatürize edilerek karşımıza çıkartılan Doktor Doxey de bunların en tipik olanlarından biridir. Doxey sağlık hizmetlerinin pek ulaşmadığı 19. yy uzak batısında, insanlara her derde deva olduğunu ileri sürdüğü ama aslında hiçbir işe yaramayan uyduruk bir şurubu satarak geçimini sağlar. O bir dolandırıcıdır. İksirlerin hazırlanmasında yardımcı olan bir de elemanı vardır. Türkçe'deki adı Kazmadiş olan 'Sıska' lakaplı bu adam, aynı zamanda iyi bir aktördür. Gereğinde sersemsepelek bir köylü, gereğinde tilki bir kasabalı, gereğinde romantik bir delikanlıdır. Kasaba meydanlarında Doxey'in arabasının etrafına toplanan kalabalığın arasına karışarak hasta numarası yapar. Sözde satın aldığı iksirden bir yudum alır almaz iyileşen bir kurbanı oynar. Böylece işe yaramaz bu ilacın satışlarını teşvik eder. Hikaye, her yükselişin bir inişi olduğunu hatırlatır bize. Doxey ve ortağının işleri mükemmel bir şekilde artarken karşılarına Red Kit çıkar ve her şey alt üst olur. Red Kit, Doxey'i hapse atar.
İkinci macerada hapisten kaçan Doxey sakalını keser. Kılığını ve adını değiştirerek yeni hileler peşinde koşmaya başlar. Uykudaki insanların yüzlerine boyayla kırmızı lekeler çizen Doxey, ertesi gün onlara sunduğu kızamık iksiriyle bu lekeleri anında kaybeder. Ancak karşılarındakinin Red Kit olduğunu unutmuşlardır...
Kumarda hile yapanlar, işe yaramaz mallar satanlar, yalan haber yayanlar gibi tüm üç kağıtçıları bekleyen son aynıdır. Olanları anlayamayan Rintin tin, hızla akan serüvene aval aval bakar. Hengamenin arasında dekor niyetine sallapati dolaşır; bu arada geriplanda kara kargalar uçuşur, şeamet melekleri akibeti müjdeler.. Bu tür kitaplarda -hayatta olmasa da- iyiler kazanır, kötüler kaybeder.. Hikayenin nihayetinde katrana bulanıp üzerine kuş tüyleri serpilen D. Doxey'in atına ters bindirilir; itibar ve liyakatını kaybettiği için şehrin dışına sürülür. Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz kapitalizmi doğuran metafizik prensiplerden ziyade, Doxey'in iksiriyle Cola'nın benzerliği; devam ediyoruz.
http://www.youtube.com/watch?v=5RI-tK6Z-mo&feature=related
Emareleri görmezsek, her şey apansız ortaya çıkan mucizeler olarak görülebilir. Ama öyle değildir; keremin takdiri ile kerametin zuhurunun bir öncesi vardır. Sanatçılar hayal eder; ardından düşleri materyalize eden bilim adamları çalışmaya koyulur. Sanayiler/fabrikalar, tezgahlar kurulur; rüyalar çalışanlara 'iş' olur. Emekçiler mallara, alınterleriyle birlikte düşlerini de katar; eşyaların ruhu, paranın satın alamayacağı bedeli olur.. Düşler, düşüncelerle gayrı-maddi emeğe dönüşür, eşyanın tabiatına yerleşir.. Sonra düş tacirleri devreye girer, maddenin içine giren hayaletlerle birlikte ay başına devreden umutları mübadele ederler. Tarihsel hayat özetle diyalektiğin alım satım pratiğidir, ekonomi denen çarkı döndürür. En son siyasetçiler, olmayanlara dağıtmak üzere bu hayallerden güzel bir gelecek vaadiyle gelirler.. Kabuslarına şifa olacak umuduyla halk, iktidarı seçer, ütopyalarına ikna edemeyenler muhalefete geçer.. Her şey, inandırmaya bağlıdır.. En başa, hayallere dönülür.. Mucize yoktur, yapacağına inanmak, inandırmak ya da inandıramamak vardır..
İkiz kardeşi dünyanın en zengini, kendisi yoksul bir üçkağıtçı olarak ölmüş olabilir. Ne var ki, mucize iksiri keşfeden Doktor Doxey'in esas sorunu 'Red Kit' değildir kanımca. Aslında moral değer olarak bile bakıldığında önemli bir toplumsal iş yapmıştır. Marks, Kapitalin ilk sayfasında 'Şeylerin büyük kısmı, ruhun ihtiyaçlarını karşıladığı için değerlidir' der. İçindeki şeker ve limon karşımına eklenen bitkisel aromasıyla Coca Cola'dan farkı yoktur. Tarihsel olarak Red Kit'in hikayesiyle aynı zamanda geçer. Doc Pemberton isimli mucidin icadından on yıl sonra 1890'da Coca Cola, Dr. Doxey'in iksiri gibi ilk olarak eczanelerde ilaç olarak satılmaya başlar. İlaç dedikleri nane-limondan hallice bir ferahlatıcı.. Dertlere deva olmaz olmasına ama zararı da yoktur insanlara. Daha sonra içeriğindeki bazı maddeler değiştirilerek meşrubat olarak popülerleşir. Öykü birebir aynı başlar; devamında olanlara bakınca daha sonrası kader değildir.. Formül yaklaşık aynı olsa da Dr. Doxey'in iksirini, Coca Cola'nın başarısından ayıran şey İnandırıcılıktır.. Çevresinde ona inanan, üretimini iltifatlarıyla pazarlayan insanların olması, iyi bir reklamla birleşince sonu kötü bitebilecek senaryoyu tepetaklak eder (Camera Obscura için yazdıklarımızı hatırlayın).. Bundan dolayı, tarihin kayıt defterine Cola, efsane, Dr. Doxey ise düzenbaz olarak geçer.. Algılar, hayata nereden baktığımıza göre değişebilir.. Normal insan bildiklerini tekrar eder; bir de tekrarı yok bunun deyip, hayatın birbirine benzemez her anından kâm alanlar, boş işleri kurcalayanlar, arızalar, melül melül bakanlar, bulutların üzerlerinde dolaşanlar vardır.. Sanatçılar hayal eder, diğerleri taklit; aradaki boşluğu, noktaları tamamlayabilmek ayrı maharet, organize olmuş bir tilki düzeneği, hinoğlu hinlerin katılımını ister.. Tv'de reklamları seyrediyorum. Cola'yı ilk defa üreten eczacı Doc Pemberton'dan 2300 Dolara alan Candler Carroll'ın öyküsü geliyor aklıma. Mesele basitçe tüm kavramlar metafordur meselesidir. Daiman Hirst'ün ya da 'Contemporary Istanbul' etkinliğinde geçen yıl 30 milyon dolarlık eser satıldığını sevinçle söylemelerinda aynı tertibatlar kullanır. Eserler metaforik bir propagandanın ayağıdır. Körfez'den Arap ülkeleri olduğu kadar Amerika ve Çin'den de büyük ilgi var etkinliklerimize; dünyayla aynı anda tecelli eden fuarlarımıza.. Nöropolitik çerçevede anlamın, ve sanatın kendi malzemesinde devinen bir süreç olmadığını düşünmek durumundayız. 1700 yıllık İstanbul, kültür başkenti olmaya devam ediyor hâlâ.. İnanıyorsak..
Bienaller, fuarlar birbirini takip ediyor. Görülüyor ki üretenin hüznüyle savrulması, kazananın sevinciyle daldan dala konması farklı..
Gerikalmışlık, aşılmış bir talih değil, kötü yazılan bir tarihtir. Meşru tarihin kötü bir replikası olarak anlatının alçak ya da adi ikizidir. Derrida, "Masum Mitoloji" metnine bakalım: Tüm soyut kavramlar gibi kelimeler ve şeyler'de ihtiyaç duyduğumuz ya da son tahlilde kullandığımız herhangi bir somut kullanım değeri olan kavramın metaforudur. Sadece soyutun somuta, somutun soyuta transferi değildir aslında konu. Tanrı soyutlamasından, Para'nın subjektifleşmesine kadar tüm değerleri matruşkalar gibi içiçe girmiş metaforlara bağlayan göbek bağı yadsınamaz. Ancak Cola ile Doktorun iksiri arasındaki ilişkiye baktığımızda emperyal sisteme ait tüm kavramların metafor olduğunu; saf bir epistemolojik kopuş yaşanamayacağını iddia etmek de yeterli değildir. Kavram ve metafor arasındaki esas ayrım daima asgari yarık korunmak suretiyle belki metaforiktir; Marks'ın Kutsal Aile 93'te özetle dediği gibi: Gerçek tikel meyveler, gerçek özü meyve olan görünürdeki meyvelerden başka şey değildir. O zaman elmanın, armudun, bademin yalın varoluş biçimleri, meyvenin kipleri olduğu bildirimdir. Çünkü'süne Kapital 1'de devam eder: " (..) bir bireyin emeğini öteki üreticilerin emeklerine bağlayan ilişkiler, üreticilere, aslında olduğu gibi, çalışan bireyler arasında doğrudan toplumsal bir ilişki olarak değil, tersine, kişiler arasında maddi ilişkiler ve şeyler arasında toplumsal ilişkiler olarak görünür." Çünkü her ilişki bir başka ilişkinin zarfı, metafor sonuçta bir başka bir bir irtibatı tetikleyen metaforun örtüsüdür.
Olric'e muzipçe, Küçük Prens'e sevgiyle bakarız ancak gerçek saygıyı hakeden kahraman, değirmenlerle savaşan Don Kişottur!
Deleuze’ü diğer postyapısalcılardan ayıran özgüllüğü, felsefenin ölümü tezini reddetmesidir. Halbuki bilgelik tüm felsefenin içeriğinde saklı çekirdektir. Don Kişot yerinde bir örnektir. Ne var ki adamı rahat bırakmazlar.. dünyaya meydan okuyan şövalyelerin gölgesinde Sanço Panzalar, tezgah kurarlar.. Orta yerde sosyal güvenlikten yoksun, yarını olmayan, toplumsal acıları dert edinmiş kıvranan sanatçı olsa da İstanbul'da sanat aşkıyla dolu zengin bütçeli, parlak tanıtımlı etkinliklerin biri biter, diğeri başlar... Geçen yıllarda bunlardan birinde onur konuğu seçilen Komet, cebinde parası olmadığını söylüyor. Çoğu yazar/çizer, tiyatrocu, sinemacı vd. kişi, sanatını yapmak için, başka işlerin hamalı oluyor. Vitrinde duran 'sanatçı' figürüne karşın, günlük hayatta ürettiği mala yabancılaşan işçi gibi bir kader. Görülüyor ki üretenin hüznüyle savrulması, kazananın sevinciyle daldan dala konması farklı.. Gazetelerin kültür sayfaları bu farkı kumpaslayıp, ilan getirsinin bir getireni olarak bianalleri, müzayedeleri, fuarları yere göğe koyamıyorlar. Eş/dost, rakı masaları kardeşliği ya da akrabayı taalukat çevreleri, ele geçirdikleri gazete sayfalarında ya da finansörlerin demokrasi anlayışına paralel yayımladıkları kitaplarla itibarlarını artırıyorlar. Yalaka cemiyetler, hep aynı jürilerle kepaze ödülleri 'ilerici' entelijansiya adına dağıtabiliyor.. Bu hafta ülkenin sanat tarihi konusunda yapılan manipülasyonu Bedri Baykam, Cumhuriyet'teki yazısında çok güzel özetledi (Bk 1) Amaç kendi suretinden bir fotografı kopyalayan burjuvazinin dünyasında sanat üresin kervan yürüsün. Demek ki sanat politik çıkarlarınız, üreme çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse sanat, şovenist histeri nöbetleriyle şose boylarında gebermekse açlıktan öyleyse Dostoyevski'nin Budala'da Mışkin'e söylettiği gibi: "Çocukluğumuzdan bu yana bize göz kırptığı halde bir türlü parçası olamadığımız bu sonsuz şölen de ne?"
(1) http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/382155/_Kullanma_kilavuzu__saptirmalari.html
Marks başladı ama, Avusturyalı ekonomist Neurath geliştirdi. Parasız bir ekonomi mümkün müdür? Önce biraz tarihsel bilgi..
Kapital'in yazılmasında önce tuttuğu notların yer aldığı defterdir. 1857'de yazılan taslak kendi deyişiyle 'farelerin kemirici eleştirine terkedilen' diğer notlarla yaklaşık 50 yıl sonra bulunanlar arasındadır. 1939'da ilk defa Almanca yayımlayan editörün verdiği isimle Grudrisse'de Marks şöyle yazar: 'Tufandan önce genel kalın çizgileri (Die Grundrisse) netleştirmek için her gece iktisadi çalışmaları toparlamaya ve özetlemeye çalışıyorum..'
Marks, modernizmin getirdiği toplumsal değişim dalgasını anlamak için, sosyal farklılaşmayı yaratan ekonominin özgün dilini çözmek istiyordu. İnsanın yeni doğasını oluşturan sermaye birikiminin şifreleri kırmak, fenomeni yaratan nedeni bulmak adına önemliydi. Zümreler/sınıflar/milletler arasında derin boşluklar oluşturan iktisadın hareketlerini anlamaya çalışmak, insanlar arasındaki eşitsizliği ortadan kaldıracağına inandığı ilerleme ve sanayileşmenin de yolunu açacaktı.. Marksın daha güzel bir dünya için öngörülerinden çok -kendi adıma söylersem- kapitalizmin ne olduğu konusundaki tespitleri benim için daha önemlidir. Grundrisse'de şöyle yazar : 'Bireyin emeği, daha baştan toplumsal emek olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla bireyin yarattığı ya da yaratılmasına yardımcı olduğu ürünün özel maddi biçimi ne olursa olsun, emeği ile satın aldığı şey, belirli bir özel ürün değil, kolektif üretime bir dahil oluştur.' (1)
Marks'ın tespiti doğru ama zamanın katkılarına, evrimin kattıklarıyla zenginleşmeye/güncellenmeye gereksinimi var. Yani adı 'ne olursa olsun', yarattığımız/ürettiğimiz somut emek ve 'para' ile değiştirdiğimiz her şey soyutlanır ve bir 'meta' olarak ekonomiye katılır ve insanın zihni değişimini, amiyane olarak sosyal varlığının pratik 'bilgi'sini yaratır. Sermayenin arzu fetişi, değişim nesnesi olarak Sanat, adına pazar denilen bu kolektifin 'itibar' pazarında, manipülatif rüyaların tezgahının kalbinde, kurmaca dünyanın bağrında yer alır. Ne ki, paradoksun en efsunlu seçkini, kendini bilmeyen bu bilginin ayrıcalıklı bir bileni olarak kalmak ister.. Hiyerarşiyi yaratan toplumlar, Marks'ın 'Barbar' diye tanımladığı ekonomik oluşumlara bakıp, üretimin karakterini, ilkel takastan üreyen sürecin açmazlarını yeniden değerlendirmeleri gerekir..
Para ile bulanan insan doğasının tabiatına aykırı alışverişin yarattığı kirlenme konusuna Avusturyalı ekonomistlerin enteresan çözümleriyle daha sonra Polanyi'le devam eder. Büyük Dönüşüm'ün yazarı Karl polanyi'nin adaşıyla benzerlikleri vardır. Ancak, kapitalist, sosyalist diye tanımlayan Marks'a karşın o üç farklı kategori koyar ortaya. Bunlar: Piyasa ekonomisi, Merkezi tahsis ekonomisi ve Takas ekonomisidir. İlki bilindiği şekliyle kullanagelen kapitalizmdir, ikincisi planlı programlı ve merkezden yönlendiren ekonomiler; sonuncusu ise bugün daha ilkel toplumlarda gördüğümüz takasvari çözümlerdir. Neurath gibi Zernan da ilhamını bu sonuncusundan alır gerçekleştiren kapalı ekonomilerdir. Polanyi'nin yaptığı bu üçlü ayrım, daha sonra Neurath, Immanuel Wallerstein'ı ve Negri'yi etkileyerek imparatorluk, emperyal sembiyotik ekonomi ve mini kapalı çözümlere kaynaklık eder.
Serendipty, 'bir güzeli ararken diğerine rastlamak/ulaşmak' demekmiş... Eleştirdiğimiz konu, uygarlığı ararken emperyalizme toslamak, kendi düşünceni rafa kaldırarak ilerleme adına hokkabazların kölesi olmak.. Derrida'nın Felsefede Uzun Zamanlardan Beri Yitirilmiş Bir Ses Tonu denemesi artık aşina olamadığımız felsefi tonlamalardan bahseder. Gene birileri feryat figan ediyor; kızmışlar, alınmışlar, gücenmişler. Bu yeni bir hikaye değil. Tanzimattan beri taraflar deri değiştirse de tekrara düşen idraklarıyla profildeki kişiler hep aynı. Kendi yarım aklını kiraya veren aydınlar karşısında Cemil Meriç ise haklı: 'Her asırda bir kaç kişi düşünür, gerisi düşünürleri düşünür'..
Acemceden geliyor kök itibariyle. Seren, güzel demek. Bizim yazar tayfası yeni keşfedip İngilizceden ithal etti. Serendpty ilk kez 1754'de Horaca Walpole kullanmış; öyle yazıyorlar. İran lisanında derinlerde kalakalmış bir sözcükten bahsediyorlar. Milyon yıldır yerinde duran Amerika kıtasının keşfi gibi bir şey. Şimdi bıktırırcasına bu kelimeyi Türk edebiyatının her yerinde görmeye başladık. Biz, Serendipty'nin buğulu aksinin tersinden, kaleydoskopun dışındaki dünyadan bakıyoruz gene. Bir güzeli, gençlikte gözlerimizi diktiğimiz bir ütopyayı ararken, cehennem melekleriyle yetinmenin puslu merceği/makûs kaderinden..
"Üretim, sermayenin yüce egemenliğine dayanıyor. Sermayenin merkezileşmesi, sermayenin bağımsız bir güç olarak varolabilmesi için zorunludur. Jeolojik devrimler nasıl yeryüzünü yarattıysa, burjuva sanayi ve ticareti de yeni bir dünyanın maddi koşullarını öyle yaratır.." (1) Bu öykünün en başında Aydınlanma, ardında sanayileşme, devamında sömürgeler vardır. Sonra Cumhuriyet ile Demokrasi gelir. Ütopyalar distopyalarla, kabuslar düşlerle, köleler efendilerle, güzellerin çirkinlerle birarada yaşama öyküsüdür Marks'ın bahsettiği. 'Yeni bir dünyanın maddi koşulları' modernizmin hakikatı, uygarlığın zorunlu gerçeğidir.. Aydınlanan aklın egemenliğindeki yeryüzünde günahlarla sevabın yerini, kâr/zarar muhasebesi alır. İlerlemek için kolonyalist zekaya, sermayenin egemenliği için eğitimli istilacılara, çağdaş barışları yaratmak için modern savaşlara gerek vardır..
Yalnız bizimle aynı maraza endişeleri paylaşanlar değil, hepimiz, sonunda kaybedeceğimiz bir oyunu bile bile oynarız.. Bu eni/sonu 'ölüm' olan kavram değil, ödenen bedele karşılığı denk gelmeyen bir oyundur. Rahat bir uykudan, daha güzel bir dünyaya kadar, küçük/büyük, anlamlı/eşanlamlı, sorunlu/zorunlu, bireysel/toplumsal vd. her insanın ulvi ya da sufli bir amacı vardır. Peki amaç nedir? Amaç, şayet hedefse başlangıçta gözlerimizi kilitleyerek yola çıktığımız ütopyayla, ulaşılan menzilin ontolojisinin aynı olmadığını görürüz. Bu arada bizim malzememiz de farklılaşır. Deri kalınlaşır eskir, tecrübe denilen illet, ruhu olmasa da bedeni korkak yapar ; eklemler kireçlenir, gözler görmezden, kulaklar duymazdan gelir. Uzaktan detaylarını göremediğimiz 'şey' , vardığımızda başka bir şey olarak yaşanır.. Yarını düşünmeden bugünü gözü kapalı yaşayan gençlerin yerini, bugünü eksik, yarını aksak, ütopyalarını kaybetmiş gözü açık giden yaşlılar alır.. Alınan dersi anlatacak zamanlarıysa kalmamıştır..
Bunları niye yazdık. Marks'a 'liberal demokrat' dememize üzülen arkadaşlarımız olmuş. Marks'ın 22 Temmuz 1853'te New York Daily Tribune Gazetesi için kaleme aldığı yazıya bir göz atmalarını öneririm. Şöyle diyor Marks: ' İngiliz kılıcının dayattığı bu birlik, şimdi elektrikli telgraf ile güçlenecek ve süreklilik kazanacaktır. İngiliz eğitim çavuşları tarafından örgütlenen ve eğitilen ordu, Hindistan'ın kendi kendisini kurtarmasının ve önüne gelen ilk davetsiz yabancıya av olmaktan çıkışının kaçınılmaz koşuluydu.'
Yazının başlığı 'Hindistan'da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları'. Hindistan'ın bugün İngilizlerin attığı temel üstüne yükselmiş kurumsal devlet yapılanmasını hala sürdürdüğünü ve dünyanın Çin'den sonra gelen en büyük günlük tüketim araçlarını ihraç eden ülkesi olduğunu düşünürsek 'Marks haklıydı' diyebiliriz. Bunu zaten liberaller de söylüyor. Marks'ta özgürlüğü ararken, Amerikan kamuoyunu aydınlatmak için N.Y Tribune'de yazdıklarında liberallerin teorilerine rastlamaya 'serendipty' diyebilir miyiz? Ya da Irak'a,Libya, Suriye'ye gönderilen demokraside 'İngiliz Kılıcının/Eğitim Çavuşlarının' yerini alan Amerikan robotik askerlerinde Marks'ın suretinin gölgesini görmeye... İlerlemekse amaç, Tanzimattan Meşrutiyete, Cumhuriyete her siyasetin ortak paydası aynı. Cumhuriyet'in ilk yıllarında düzenlenen İzmir İktisat Kongresi'ne bağlı olarak ticaret burjuvazisinin ve küçük ölçekli imalata dayanan sanayi burjuvazisinin yaratılma çabaları Marks'ın söylediği gibi ülkenin yeniden yaratılmasıyla ilgili vazgeçilmez adımlardır. Ama: 'Para' dediğimiz aslında yoğunlaşmış emek. Büyüyor,önce Birikim, sonra Sermaye, en sonunda Finans Kapital oluyor.. Kendini uygun iklim, güvenli limanlara ihraç ediyor .. Ergenlikte rakipleşerek tüm kendi dışındaki oluşumları tehdit eden bir canavara, ölüm/kıyım makinasına dönüşüyor.. Yaşlanıp bir kriz anında tam öldü dediğimizde, korku filmlerinden taşan bir jenerikle yeniden diriliyor..
Sermaye bulaşıcı bir hastalık gibi gittiği her yerde, yeni dostlar edinerek ürüyor. Serseri bir filinta gibi saldırgan.. Gereğinde zorba maço, istediğinde işveli yosma... Ne ki sermaye tutkulu bir fatih. Önce aydınları kültürel olarak elde etmek, sonra halklara hükmetmek, ülkeleri işgal istiyor. Hasatının tek etkenliği 'biriktirmek' olan avcı bir organizma, kurumlaşarak türüyor. Şirketleri, okulları, iktidar mekanizmalarını, bienalleri, aile ilişkilerini, öznel bakışı, toplumsal ideolojileri yaşam kültürüyle praksisini örgütlüyor. Yeni bir zihin ile benzersiz mutagallibe yaşam formları, kışkırtıcı eşitsizlikler, kitlelerin demokratik yaşamsal haklarına rağmen kendi önünde elpençe divan duran baskıcı/otoriter yönetimler oluşturuyor. Gençlikte solcu, sonra orta yolcu, akşamüstü liberal, ölmeye yatmadan ilahiyat okurken yüzünü hep Batı'ya dönmüş birkaç kuşakla birlikte, tarihi itibariyle dünya üzerindeki entelijansiyanın yazgısıyla paralel yürüyen burjuvazinin aydınlanmacı modernitesinin evrimine denk gelen bir denkleşme bu. Batıdaki solcu/sağcı aydın formatında yer alan 'uygar' ortak bilincin yarattığı protip insan varlığının şartlı refleksi sadece üretim retoriği; düşünülmesi gereken yanlış, teşhisi koyup ereğine ulaştığımızda insanın sonunu getirebilecek imkansız bir doğru. Bu dünyada dışarısı olmadığı gibi içeriden de çıkış yok. sözettiğimiz. New York Tribine'e yazılan ya da Doğu Sorunu kitabında altını çizdiğimiz satırların sahibi tek bir yazıdan, tek bir cümleden bahsetmiyorum; yaklaşık on yıllık bir süreçte yüz kadar yazının bütünündeki ortalama 'Batılı bakış' ve peşine takılan zihniyet eleştirdiğimiz... Batının ortak zihin haritasının Doğu münevver tipolojisinde birebir karşılığı var. Bu Batılı beklentinin, köle/efendi diyalektiğini kutsayan paradigmanın Türkiye tarihine denk gelen Abdülmecit'ten Abdülhamit'e, Pavrus Efendi'den Robert Fisk'e, 1923'te kurulan Cumhuriyetin istisnasız tüm kadrolarını kapsayan tarihindeki önkabullerde görülür.. Emperyalizmi davet, onun İnsan uygarlığının aşkın bilinci olduğunu kabulle başlar. Burada içsel hesaplaşmanın kültürel tahriflerle bulanmamış evrimsel olağan masumiyetine ihtiyaç var. Marksın NY Tribune yazılarındaki Hindistan örneğinde kutsadığı ihraç edilen kapitalist yaşam şeklinin ve tüketim toplumunun ürettiği modernite olgusunun, emperyalizme göbekten bağlı 200 yılının muhasebesi için.. Üretim çarkı, ihtiyaçlar ve yönetim becerileriyle işleyen bir mekanizma değil; sınırsız arzuyla çalışan olağanüstü bir iktidar müştereğidir. Vahşet, sanki dehşetin propagandası; biliyorlar ama yapıyorlar! Herkesin her işi yapabildiği yerde, doğru işin yapılabilmesi tesadüf; insanlar yetersizliklerini, randıman ilişkileri kurarak karartıyorlar. Neopatik ilişkiler tüm dünyada, her yerde var ancak bu daha çok kapalı toplumsal yapıların maruzatı; katı olan her şey buharlaştıkça bu tür ahbap çavuş ilişkileri de çökecek ve mutlaka çözülecek. Sermayenin değerini düşüren hiçbir oluşuma ilelebed müsaade etmeyecektir; neopatizmin, kapalı cemaatlere uygun kayırmacılığın kalite nedeniyle sermayeye uzun vadeli zarar vereceği ileri sürülemez. Buna karşın görüyoruz ki ülkede gerilik ya da gerikalmışlık, tefsirlere açık olduğu sürece kayırmacığın etkisiyle her an şahit oluyoruz ki aşılabilecek bir talih değil, anbean kötü yazılan bir tarih. İdrak içeride oluşursa oluşuyor; dışarıdan şırınga edilecek bir iyilik değil. İtirazımız da bu yüzden hepsine..
(1) Karl Marks, Gazete Yazıları, Sel Yayıncılık ve Sömürgecilik Üzerine,'Hindistan'da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları' Sol Yay. S 86/93
Emareleri görmezsek, her şey apansız ortaya çıkan mucizeler olarak görülebilir. Ama öyle değildir; keremin takdiri ile kerametin zuhurunun bir öncesi vardır. Sanatçılar hayal eder; ardından düşleri materyalize eden bilim adamları çalışmaya koyulur. Sanayiler/fabrikalar, tezgahlar kurulur; rüyalar çalışanlara 'iş' olur. Emekçiler mallara, alınterleriyle birlikte düşlerini de katar; eşyaların ruhu, paranın satın alamayacağı bedeli olur.. Düşler, düşüncelerle gayrı-maddi emeğe dönüşür, eşyanın tabiatına yerleşir.. Sonra düş tacirleri devreye girer, maddenin içine giren hayaletlerle birlikte ay başına devreden umutları mübadele ederler. Tarihsel hayat özetle diyalektiğin alım satım pratiğidir, ekonomi denen çarkı döndürür. En son siyasetçiler, olmayanlara dağıtmak üzere bu hayallerden güzel bir gelecek vaadiyle gelirler.. Kabuslarına şifa olacak umuduyla halk, iktidarı seçer, ütopyalarına ikna edemeyenler muhalefete geçer.. Her şey, inandırmaya bağlıdır.. En başa, hayallere dönülür.. Mucize yoktur, yapacağına inanmak, inandırmak ya da inandıramamak vardır..
İkiz kardeşi dünyanın en zengini, kendisi yoksul bir üçkağıtçı olarak ölmüş olabilir. Ne var ki, mucize iksiri keşfeden Doktor Doxey'in esas sorunu 'Red Kit' değildir kanımca. Aslında moral değer olarak bile bakıldığında önemli bir toplumsal iş yapmıştır. Marks, Kapitalin ilk sayfasında 'Şeylerin büyük kısmı, ruhun ihtiyaçlarını karşıladığı için değerlidir' der. İçindeki şeker ve limon karşımına eklenen bitkisel aromasıyla Coca Cola'dan farkı yoktur. Tarihsel olarak Red Kit'in hikayesiyle aynı zamanda geçer. Doc Pemberton isimli mucidin icadından on yıl sonra 1890'da Coca Cola, Dr. Doxey'in iksiri gibi ilk olarak eczanelerde ilaç olarak satılmaya başlar. İlaç dedikleri nane-limondan hallice bir ferahlatıcı.. Dertlere deva olmaz olmasına ama zararı da yoktur insanlara. Daha sonra içeriğindeki bazı maddeler değiştirilerek meşrubat olarak popülerleşir. Öykü birebir aynı başlar; devamında olanlara bakınca daha sonrası kader değildir.. Formül yaklaşık aynı olsa da Dr. Doxey'in iksirini, Coca Cola'nın başarısından ayıran şey İnandırıcılıktır.. Çevresinde ona inanan, üretimini iltifatlarıyla pazarlayan insanların olması, iyi bir reklamla birleşince sonu kötü bitebilecek senaryoyu tepetaklak eder (Camera Obscura için yazdıklarımızı hatırlayın).. Bundan dolayı, tarihin kayıt defterine Cola, efsane, Dr. Doxey ise düzenbaz olarak geçer.. Algılar, hayata nereden baktığımıza göre değişebilir.. Normal insan bildiklerini tekrar eder; bir de tekrarı yok bunun deyip, hayatın birbirine benzemez her anından kâm alanlar, boş işleri kurcalayanlar, arızalar, melül melül bakanlar, bulutların üzerlerinde dolaşanlar vardır.. Sanatçılar hayal eder, diğerleri taklit; aradaki boşluğu, noktaları tamamlayabilmek ayrı maharet, organize olmuş bir tilki düzeneği, hinoğlu hinlerin katılımını ister.. Tv'de reklamları seyrediyorum. Cola'yı ilk defa üreten eczacı Doc Pemberton'dan 2300 Dolara alan Candler Carroll'ın öyküsü geliyor aklıma. Mesele basitçe tüm kavramlar metafordur meselesidir. Daiman Hirst'ün ya da 'Contemporary Istanbul' etkinliğinde geçen yıl 30 milyon dolarlık eser satıldığını sevinçle söylemelerinda aynı tertibatlar kullanır. Eserler metaforik bir propagandanın ayağıdır. Körfez'den Arap ülkeleri olduğu kadar Amerika ve Çin'den de büyük ilgi var etkinliklerimize; dünyayla aynı anda tecelli eden fuarlarımıza.. Nöropolitik çerçevede anlamın, ve sanatın kendi malzemesinde devinen bir süreç olmadığını düşünmek durumundayız. 1700 yıllık İstanbul, kültür başkenti olmaya devam ediyor hâlâ.. İnanıyorsak..
Bienaller, fuarlar birbirini takip ediyor. Görülüyor ki üretenin hüznüyle savrulması, kazananın sevinciyle daldan dala konması farklı..
Gerikalmışlık, aşılmış bir talih değil, kötü yazılan bir tarihtir. Meşru tarihin kötü bir replikası olarak anlatının alçak ya da adi ikizidir. Derrida, "Masum Mitoloji" metnine bakalım: Tüm soyut kavramlar gibi kelimeler ve şeyler'de ihtiyaç duyduğumuz ya da son tahlilde kullandığımız herhangi bir somut kullanım değeri olan kavramın metaforudur. Sadece soyutun somuta, somutun soyuta transferi değildir aslında konu. Tanrı soyutlamasından, Para'nın subjektifleşmesine kadar tüm değerleri matruşkalar gibi içiçe girmiş metaforlara bağlayan göbek bağı yadsınamaz. Ancak Cola ile Doktorun iksiri arasındaki ilişkiye baktığımızda emperyal sisteme ait tüm kavramların metafor olduğunu; saf bir epistemolojik kopuş yaşanamayacağını iddia etmek de yeterli değildir. Kavram ve metafor arasındaki esas ayrım daima asgari yarık korunmak suretiyle belki metaforiktir; Marks'ın Kutsal Aile 93'te özetle dediği gibi: Gerçek tikel meyveler, gerçek özü meyve olan görünürdeki meyvelerden başka şey değildir. O zaman elmanın, armudun, bademin yalın varoluş biçimleri, meyvenin kipleri olduğu bildirimdir. Çünkü'süne Kapital 1'de devam eder: " (..) bir bireyin emeğini öteki üreticilerin emeklerine bağlayan ilişkiler, üreticilere, aslında olduğu gibi, çalışan bireyler arasında doğrudan toplumsal bir ilişki olarak değil, tersine, kişiler arasında maddi ilişkiler ve şeyler arasında toplumsal ilişkiler olarak görünür." Çünkü her ilişki bir başka ilişkinin zarfı, metafor sonuçta bir başka bir bir irtibatı tetikleyen metaforun örtüsüdür.
Olric'e muzipçe, Küçük Prens'e sevgiyle bakarız ancak gerçek saygıyı hakeden kahraman, değirmenlerle savaşan Don Kişottur!
Deleuze’ü diğer postyapısalcılardan ayıran özgüllüğü, felsefenin ölümü tezini reddetmesidir. Halbuki bilgelik tüm felsefenin içeriğinde saklı çekirdektir. Don Kişot yerinde bir örnektir. Ne var ki adamı rahat bırakmazlar.. dünyaya meydan okuyan şövalyelerin gölgesinde Sanço Panzalar, tezgah kurarlar.. Orta yerde sosyal güvenlikten yoksun, yarını olmayan, toplumsal acıları dert edinmiş kıvranan sanatçı olsa da İstanbul'da sanat aşkıyla dolu zengin bütçeli, parlak tanıtımlı etkinliklerin biri biter, diğeri başlar... Geçen yıllarda bunlardan birinde onur konuğu seçilen Komet, cebinde parası olmadığını söylüyor. Çoğu yazar/çizer, tiyatrocu, sinemacı vd. kişi, sanatını yapmak için, başka işlerin hamalı oluyor. Vitrinde duran 'sanatçı' figürüne karşın, günlük hayatta ürettiği mala yabancılaşan işçi gibi bir kader. Görülüyor ki üretenin hüznüyle savrulması, kazananın sevinciyle daldan dala konması farklı.. Gazetelerin kültür sayfaları bu farkı kumpaslayıp, ilan getirsinin bir getireni olarak bianalleri, müzayedeleri, fuarları yere göğe koyamıyorlar. Eş/dost, rakı masaları kardeşliği ya da akrabayı taalukat çevreleri, ele geçirdikleri gazete sayfalarında ya da finansörlerin demokrasi anlayışına paralel yayımladıkları kitaplarla itibarlarını artırıyorlar. Yalaka cemiyetler, hep aynı jürilerle kepaze ödülleri 'ilerici' entelijansiya adına dağıtabiliyor.. Bu hafta ülkenin sanat tarihi konusunda yapılan manipülasyonu Bedri Baykam, Cumhuriyet'teki yazısında çok güzel özetledi (Bk 1) Amaç kendi suretinden bir fotografı kopyalayan burjuvazinin dünyasında sanat üresin kervan yürüsün. Demek ki sanat politik çıkarlarınız, üreme çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse sanat, şovenist histeri nöbetleriyle şose boylarında gebermekse açlıktan öyleyse Dostoyevski'nin Budala'da Mışkin'e söylettiği gibi: "Çocukluğumuzdan bu yana bize göz kırptığı halde bir türlü parçası olamadığımız bu sonsuz şölen de ne?"
(1) http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/382155/_Kullanma_kilavuzu__saptirmalari.html
Marks başladı ama, Avusturyalı ekonomist Neurath geliştirdi. Parasız bir ekonomi mümkün müdür? Önce biraz tarihsel bilgi..
Kapital'in yazılmasında önce tuttuğu notların yer aldığı defterdir. 1857'de yazılan taslak kendi deyişiyle 'farelerin kemirici eleştirine terkedilen' diğer notlarla yaklaşık 50 yıl sonra bulunanlar arasındadır. 1939'da ilk defa Almanca yayımlayan editörün verdiği isimle Grudrisse'de Marks şöyle yazar: 'Tufandan önce genel kalın çizgileri (Die Grundrisse) netleştirmek için her gece iktisadi çalışmaları toparlamaya ve özetlemeye çalışıyorum..'
Marks, modernizmin getirdiği toplumsal değişim dalgasını anlamak için, sosyal farklılaşmayı yaratan ekonominin özgün dilini çözmek istiyordu. İnsanın yeni doğasını oluşturan sermaye birikiminin şifreleri kırmak, fenomeni yaratan nedeni bulmak adına önemliydi. Zümreler/sınıflar/milletler arasında derin boşluklar oluşturan iktisadın hareketlerini anlamaya çalışmak, insanlar arasındaki eşitsizliği ortadan kaldıracağına inandığı ilerleme ve sanayileşmenin de yolunu açacaktı.. Marksın daha güzel bir dünya için öngörülerinden çok -kendi adıma söylersem- kapitalizmin ne olduğu konusundaki tespitleri benim için daha önemlidir. Grundrisse'de şöyle yazar : 'Bireyin emeği, daha baştan toplumsal emek olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla bireyin yarattığı ya da yaratılmasına yardımcı olduğu ürünün özel maddi biçimi ne olursa olsun, emeği ile satın aldığı şey, belirli bir özel ürün değil, kolektif üretime bir dahil oluştur.' (1)
Marks'ın tespiti doğru ama zamanın katkılarına, evrimin kattıklarıyla zenginleşmeye/güncellenmeye gereksinimi var. Yani adı 'ne olursa olsun', yarattığımız/ürettiğimiz somut emek ve 'para' ile değiştirdiğimiz her şey soyutlanır ve bir 'meta' olarak ekonomiye katılır ve insanın zihni değişimini, amiyane olarak sosyal varlığının pratik 'bilgi'sini yaratır. Sermayenin arzu fetişi, değişim nesnesi olarak Sanat, adına pazar denilen bu kolektifin 'itibar' pazarında, manipülatif rüyaların tezgahının kalbinde, kurmaca dünyanın bağrında yer alır. Ne ki, paradoksun en efsunlu seçkini, kendini bilmeyen bu bilginin ayrıcalıklı bir bileni olarak kalmak ister.. Hiyerarşiyi yaratan toplumlar, Marks'ın 'Barbar' diye tanımladığı ekonomik oluşumlara bakıp, üretimin karakterini, ilkel takastan üreyen sürecin açmazlarını yeniden değerlendirmeleri gerekir..
Para ile bulanan insan doğasının tabiatına aykırı alışverişin yarattığı kirlenme konusuna Avusturyalı ekonomistlerin enteresan çözümleriyle daha sonra Polanyi'le devam eder. Büyük Dönüşüm'ün yazarı Karl polanyi'nin adaşıyla benzerlikleri vardır. Ancak, kapitalist, sosyalist diye tanımlayan Marks'a karşın o üç farklı kategori koyar ortaya. Bunlar: Piyasa ekonomisi, Merkezi tahsis ekonomisi ve Takas ekonomisidir. İlki bilindiği şekliyle kullanagelen kapitalizmdir, ikincisi planlı programlı ve merkezden yönlendiren ekonomiler; sonuncusu ise bugün daha ilkel toplumlarda gördüğümüz takasvari çözümlerdir. Neurath gibi Zernan da ilhamını bu sonuncusundan alır gerçekleştiren kapalı ekonomilerdir. Polanyi'nin yaptığı bu üçlü ayrım, daha sonra Neurath, Immanuel Wallerstein'ı ve Negri'yi etkileyerek imparatorluk, emperyal sembiyotik ekonomi ve mini kapalı çözümlere kaynaklık eder.
Serendipty, 'bir güzeli ararken diğerine rastlamak/ulaşmak' demekmiş... Eleştirdiğimiz konu, uygarlığı ararken emperyalizme toslamak, kendi düşünceni rafa kaldırarak ilerleme adına hokkabazların kölesi olmak.. Derrida'nın Felsefede Uzun Zamanlardan Beri Yitirilmiş Bir Ses Tonu denemesi artık aşina olamadığımız felsefi tonlamalardan bahseder. Gene birileri feryat figan ediyor; kızmışlar, alınmışlar, gücenmişler. Bu yeni bir hikaye değil. Tanzimattan beri taraflar deri değiştirse de tekrara düşen idraklarıyla profildeki kişiler hep aynı. Kendi yarım aklını kiraya veren aydınlar karşısında Cemil Meriç ise haklı: 'Her asırda bir kaç kişi düşünür, gerisi düşünürleri düşünür'..
Acemceden geliyor kök itibariyle. Seren, güzel demek. Bizim yazar tayfası yeni keşfedip İngilizceden ithal etti. Serendpty ilk kez 1754'de Horaca Walpole kullanmış; öyle yazıyorlar. İran lisanında derinlerde kalakalmış bir sözcükten bahsediyorlar. Milyon yıldır yerinde duran Amerika kıtasının keşfi gibi bir şey. Şimdi bıktırırcasına bu kelimeyi Türk edebiyatının her yerinde görmeye başladık. Biz, Serendipty'nin buğulu aksinin tersinden, kaleydoskopun dışındaki dünyadan bakıyoruz gene. Bir güzeli, gençlikte gözlerimizi diktiğimiz bir ütopyayı ararken, cehennem melekleriyle yetinmenin puslu merceği/makûs kaderinden..
"Üretim, sermayenin yüce egemenliğine dayanıyor. Sermayenin merkezileşmesi, sermayenin bağımsız bir güç olarak varolabilmesi için zorunludur. Jeolojik devrimler nasıl yeryüzünü yarattıysa, burjuva sanayi ve ticareti de yeni bir dünyanın maddi koşullarını öyle yaratır.." (1) Bu öykünün en başında Aydınlanma, ardında sanayileşme, devamında sömürgeler vardır. Sonra Cumhuriyet ile Demokrasi gelir. Ütopyalar distopyalarla, kabuslar düşlerle, köleler efendilerle, güzellerin çirkinlerle birarada yaşama öyküsüdür Marks'ın bahsettiği. 'Yeni bir dünyanın maddi koşulları' modernizmin hakikatı, uygarlığın zorunlu gerçeğidir.. Aydınlanan aklın egemenliğindeki yeryüzünde günahlarla sevabın yerini, kâr/zarar muhasebesi alır. İlerlemek için kolonyalist zekaya, sermayenin egemenliği için eğitimli istilacılara, çağdaş barışları yaratmak için modern savaşlara gerek vardır..
Yalnız bizimle aynı maraza endişeleri paylaşanlar değil, hepimiz, sonunda kaybedeceğimiz bir oyunu bile bile oynarız.. Bu eni/sonu 'ölüm' olan kavram değil, ödenen bedele karşılığı denk gelmeyen bir oyundur. Rahat bir uykudan, daha güzel bir dünyaya kadar, küçük/büyük, anlamlı/eşanlamlı, sorunlu/zorunlu, bireysel/toplumsal vd. her insanın ulvi ya da sufli bir amacı vardır. Peki amaç nedir? Amaç, şayet hedefse başlangıçta gözlerimizi kilitleyerek yola çıktığımız ütopyayla, ulaşılan menzilin ontolojisinin aynı olmadığını görürüz. Bu arada bizim malzememiz de farklılaşır. Deri kalınlaşır eskir, tecrübe denilen illet, ruhu olmasa da bedeni korkak yapar ; eklemler kireçlenir, gözler görmezden, kulaklar duymazdan gelir. Uzaktan detaylarını göremediğimiz 'şey' , vardığımızda başka bir şey olarak yaşanır.. Yarını düşünmeden bugünü gözü kapalı yaşayan gençlerin yerini, bugünü eksik, yarını aksak, ütopyalarını kaybetmiş gözü açık giden yaşlılar alır.. Alınan dersi anlatacak zamanlarıysa kalmamıştır..
Bunları niye yazdık. Marks'a 'liberal demokrat' dememize üzülen arkadaşlarımız olmuş. Marks'ın 22 Temmuz 1853'te New York Daily Tribune Gazetesi için kaleme aldığı yazıya bir göz atmalarını öneririm. Şöyle diyor Marks: ' İngiliz kılıcının dayattığı bu birlik, şimdi elektrikli telgraf ile güçlenecek ve süreklilik kazanacaktır. İngiliz eğitim çavuşları tarafından örgütlenen ve eğitilen ordu, Hindistan'ın kendi kendisini kurtarmasının ve önüne gelen ilk davetsiz yabancıya av olmaktan çıkışının kaçınılmaz koşuluydu.'
Yazının başlığı 'Hindistan'da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları'. Hindistan'ın bugün İngilizlerin attığı temel üstüne yükselmiş kurumsal devlet yapılanmasını hala sürdürdüğünü ve dünyanın Çin'den sonra gelen en büyük günlük tüketim araçlarını ihraç eden ülkesi olduğunu düşünürsek 'Marks haklıydı' diyebiliriz. Bunu zaten liberaller de söylüyor. Marks'ta özgürlüğü ararken, Amerikan kamuoyunu aydınlatmak için N.Y Tribune'de yazdıklarında liberallerin teorilerine rastlamaya 'serendipty' diyebilir miyiz? Ya da Irak'a,Libya, Suriye'ye gönderilen demokraside 'İngiliz Kılıcının/Eğitim Çavuşlarının' yerini alan Amerikan robotik askerlerinde Marks'ın suretinin gölgesini görmeye... İlerlemekse amaç, Tanzimattan Meşrutiyete, Cumhuriyete her siyasetin ortak paydası aynı. Cumhuriyet'in ilk yıllarında düzenlenen İzmir İktisat Kongresi'ne bağlı olarak ticaret burjuvazisinin ve küçük ölçekli imalata dayanan sanayi burjuvazisinin yaratılma çabaları Marks'ın söylediği gibi ülkenin yeniden yaratılmasıyla ilgili vazgeçilmez adımlardır. Ama: 'Para' dediğimiz aslında yoğunlaşmış emek. Büyüyor,önce Birikim, sonra Sermaye, en sonunda Finans Kapital oluyor.. Kendini uygun iklim, güvenli limanlara ihraç ediyor .. Ergenlikte rakipleşerek tüm kendi dışındaki oluşumları tehdit eden bir canavara, ölüm/kıyım makinasına dönüşüyor.. Yaşlanıp bir kriz anında tam öldü dediğimizde, korku filmlerinden taşan bir jenerikle yeniden diriliyor..
Sermaye bulaşıcı bir hastalık gibi gittiği her yerde, yeni dostlar edinerek ürüyor. Serseri bir filinta gibi saldırgan.. Gereğinde zorba maço, istediğinde işveli yosma... Ne ki sermaye tutkulu bir fatih. Önce aydınları kültürel olarak elde etmek, sonra halklara hükmetmek, ülkeleri işgal istiyor. Hasatının tek etkenliği 'biriktirmek' olan avcı bir organizma, kurumlaşarak türüyor. Şirketleri, okulları, iktidar mekanizmalarını, bienalleri, aile ilişkilerini, öznel bakışı, toplumsal ideolojileri yaşam kültürüyle praksisini örgütlüyor. Yeni bir zihin ile benzersiz mutagallibe yaşam formları, kışkırtıcı eşitsizlikler, kitlelerin demokratik yaşamsal haklarına rağmen kendi önünde elpençe divan duran baskıcı/otoriter yönetimler oluşturuyor. Gençlikte solcu, sonra orta yolcu, akşamüstü liberal, ölmeye yatmadan ilahiyat okurken yüzünü hep Batı'ya dönmüş birkaç kuşakla birlikte, tarihi itibariyle dünya üzerindeki entelijansiyanın yazgısıyla paralel yürüyen burjuvazinin aydınlanmacı modernitesinin evrimine denk gelen bir denkleşme bu. Batıdaki solcu/sağcı aydın formatında yer alan 'uygar' ortak bilincin yarattığı protip insan varlığının şartlı refleksi sadece üretim retoriği; düşünülmesi gereken yanlış, teşhisi koyup ereğine ulaştığımızda insanın sonunu getirebilecek imkansız bir doğru. Bu dünyada dışarısı olmadığı gibi içeriden de çıkış yok. sözettiğimiz. New York Tribine'e yazılan ya da Doğu Sorunu kitabında altını çizdiğimiz satırların sahibi tek bir yazıdan, tek bir cümleden bahsetmiyorum; yaklaşık on yıllık bir süreçte yüz kadar yazının bütünündeki ortalama 'Batılı bakış' ve peşine takılan zihniyet eleştirdiğimiz... Batının ortak zihin haritasının Doğu münevver tipolojisinde birebir karşılığı var. Bu Batılı beklentinin, köle/efendi diyalektiğini kutsayan paradigmanın Türkiye tarihine denk gelen Abdülmecit'ten Abdülhamit'e, Pavrus Efendi'den Robert Fisk'e, 1923'te kurulan Cumhuriyetin istisnasız tüm kadrolarını kapsayan tarihindeki önkabullerde görülür.. Emperyalizmi davet, onun İnsan uygarlığının aşkın bilinci olduğunu kabulle başlar. Burada içsel hesaplaşmanın kültürel tahriflerle bulanmamış evrimsel olağan masumiyetine ihtiyaç var. Marksın NY Tribune yazılarındaki Hindistan örneğinde kutsadığı ihraç edilen kapitalist yaşam şeklinin ve tüketim toplumunun ürettiği modernite olgusunun, emperyalizme göbekten bağlı 200 yılının muhasebesi için.. Üretim çarkı, ihtiyaçlar ve yönetim becerileriyle işleyen bir mekanizma değil; sınırsız arzuyla çalışan olağanüstü bir iktidar müştereğidir. Vahşet, sanki dehşetin propagandası; biliyorlar ama yapıyorlar! Herkesin her işi yapabildiği yerde, doğru işin yapılabilmesi tesadüf; insanlar yetersizliklerini, randıman ilişkileri kurarak karartıyorlar. Neopatik ilişkiler tüm dünyada, her yerde var ancak bu daha çok kapalı toplumsal yapıların maruzatı; katı olan her şey buharlaştıkça bu tür ahbap çavuş ilişkileri de çökecek ve mutlaka çözülecek. Sermayenin değerini düşüren hiçbir oluşuma ilelebed müsaade etmeyecektir; neopatizmin, kapalı cemaatlere uygun kayırmacılığın kalite nedeniyle sermayeye uzun vadeli zarar vereceği ileri sürülemez. Buna karşın görüyoruz ki ülkede gerilik ya da gerikalmışlık, tefsirlere açık olduğu sürece kayırmacığın etkisiyle her an şahit oluyoruz ki aşılabilecek bir talih değil, anbean kötü yazılan bir tarih. İdrak içeride oluşursa oluşuyor; dışarıdan şırınga edilecek bir iyilik değil. İtirazımız da bu yüzden hepsine..
(1) Karl Marks, Gazete Yazıları, Sel Yayıncılık ve Sömürgecilik Üzerine,'Hindistan'da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları' Sol Yay. S 86/93
(1) Grundrisse. S 101
(2) Kapital S 100
***
(2) Kapital S 100
***