Çağdaş sanatın mesleklerini edeple icra eden şakşakçılardan daha fazla, pırıltılı gösteride mest olmuş kitleye kendi acı gerçeklerini en irkiltici kelimelerle haykıran küstah mı küstah şefaatçilere ihtiyacı vardır! Bienaller bunları sağlamak için bir vesiledir; ancak sanat camiası ve onun eleştirmen tayfası, çağdaş sanatın siyasal güncelliğini apolitikleştirmek için her türlü çabayı gösteriyor.
Bilgeliğin değersizleştiği, ahlakın şiddete dönüşerek ömrünü doldurduğu bugün tek çıkış yolu kalıyor meczubu oynamak; yani şarlatanlık. Onlar da öyle yapıyorlar. Simurgların konduğu doruk artık bir göçük. Artık ne gerçek bir öğreti, ne bir bilgi, ne de öğrenilmesi gereken bir ders kaldı ortada. Küratörler, kültür endüstrisinin çöken rejimine payanda; tercihlerini emekten değil de sermayeden yana kullanan Bakargievler ve bienal şürekası, perdelenen yalanlara ortak arıyorlar.. Sanat eleştirmenleri konusu bizim gibi siyasi damarı önceleyen; marksizmden beslenen sosyoloji yazarları ya da göstergelerden hareketlenen liberal kültür kuramcıları için zaten bir muamma. Bu bienalin haritaya serpiştirilmiş hezeyanlarla yormaya çalıştığı izleyicisi sahneyi şenlendiren bir üvertürdür. Ancak böyle kan çanağına dönmüş bir coğrafyada Güncel Sanat'ın ne kadar güncel olduğunu test etmek için bulunmaz bir imkan heba edilmiştir. Kolektifin içinde yer alan kurumsal kültürün tüm nadide ajanlarının değiştirmek istedikleri bir dünya yoktur.
Eğer herkes böylesine meş'um olan bir gerçeğe aitse, şayet çıkarlarıyla onu ayakta tutan bir parçası ise o zaman hakikatin kimsesiz olduğunu söyleyebiliriz!
Marks 1848'de "Burjuvazi, bütün üretim araçlarını hızla iyileştirdiği için hayatı kolaylaştıran iletişim yollarıyla bütün ulusları; hatta en barbarları bile uygarlığın içine çekecek" diyordu. Ancak bugün tersyüz olan ilişkilerde barbarlığın burjuvaziyi yedeğine aldığını söyleyebiliriz. Köktenci olan zihnen hastalıklı figürler çarpık maksatlarında çağdaş olanakları eksiksiz kullanıyor. Onların uygarlığın tüm kazanımlarını kendi bataklıklarında öldürmeye başladıklarını söylemek daha doğru olur..
İnançlı bir Bienal izleyicisiyseniz sorun yok; değilseniz sorun çok..
Sosyalizmin, bütün insanlık tarihinin en yüksek başarılarının sentezini topladığı yönündeki anekdot Slavoj Zizek'e ait. Lenin kitabının 89 sayfasında şöyle yazıyor: "O, tarihöncesi toplumlardan ilkelliği, Antik dünyadan köleliği, ortaçağdan zulmü, kapitalizmden sömürüyü ve sosyalizmden adını aldı".
"Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor. İnsanlar nihayet kendi gerçek yaşam koşulları ve diğer insanlarla ilişikileriyle yüzleşmeye zorlanıyor" Marks'ın söylediğinden farkı bu kez yeni toplumsal güç burjuvazi değil; onları mumla arıyoruz. Arsız kasabalı bir sınıfın tüm değerleri parçalaması, tarihsel bir öfkeye dayanıyor. Ortadoğu'da teröristlerin şehirleri kuşatıp halkı yerinden ederken eksilen parçanın yerine koydukları sadece barbarlık kültü. IŞID ya da diğerleri; sınıfsal olmaktan uzak kendinden mülhem tepkilerin ortak adı: Anti-kapitalizm; makina olarak vasıflandırılacak bilinen ekonomik modelin tümüyle iktidarın fatihi olan monarka bağlı olmasının dışında ürettiği farklı bir anlam yok. Liberalizm, özerk adacıkların hareketlendirdiği pazarda rekabeti elzem görür. Ancak serbest piyasayı anarşizm olarak vasıflandırarak planlı ekonomi üzerine öğretisini dikte eden Leninist öğreti, geleneğinde olan teorik dayatmayla tereddüte mahal vermeden demokrasinin devre dışı bırakıldığı kapitalizmin arkaik bir biçimini uygulamada önermiştir. Öyledir ki bienalde evini seyrettiğimiz Troçki Komitern'in 1922'deki Dördüncü Kongresinde şöyle diyordu. "Şimdiki ekonomik planımız tüm kredi, vergi, sanayi ve ticaret faktörlerini biraraya getirerek piyasada devlet işletmelerinin mümkün olan en büyük ağırlığını sağlamayı hedefler (..) plan, sanki piyasa yasaları kendisini etkilemiyormuş gibi üretilmemeli" (T. Cliff Biyografi, 2/236) Piyasa, tüm-arz talep ve artık değer yasaları orijinalitesi içinde korunurken emeğin sömürüsü şiddet aracılığıyla zorunlu kılınmıştır. Değerler inşa edilirken -Kollontay sınırlı olumlu örnekken, Krupskaya bahtsız ve olumsuz bir örnektir- sadece düşünceler değil yaşam tarzı ve toplumsal ilişkilerde de erkek egemendir.
Çağdaş sanat, onu ayakta tutan maddi kültürün eleştirisini yapamaz. Sadece sorular sorarak onu ve ortamın beslendiği diğer eşitsizlikleri ayna gibi yansıtır. Sanatçılardan cinsiyetler arasındaki tezatlara ve adaletsizliklere değinen isimler zaman zaman olmuştur. Ancak garipsi örnekler dışında kimse uzun yıllar kadın sorununu başat dert edinmemiştir. Marks, Engels, Lenin, Troçki gibi babalar dahil; konuyu kültürel kimlikle sınırlayanların savunmaları hafızalarda tazedir. Ta marjinallerin özgürlükler üzerinden bir sosyalizm okuması yapana kadar. Kırılma noktası 1968'ler. Marcuseler, Guattariler ve diğerleri; onların kahreden bakışı ve bütün çıplaklığıyla kışkırtıcı daveti olmasa, sorun, kapitalizmden devşirilmiş müesses nizamda ve adına sosyalizm denilen alternatifi dünya görüşü içinde; berbat adaletsizlik farksız bir edayla değerlendirilerek bir kültür sorunu olarak kalacaktı.. Zaten Marks da Fourier'in sözünü tekrar ederek ''kadının kurtuluşu, toplumun kurtuluşuyla belirlenir' dememiş miydi? Ancak, Deleuze'un dediği gibi yeni başlayanlar için Beethoven diye bir şey yok. Cinsiyetler arası eşitsizlikten bahsediyorsak bir kültür sorunundan değil kadim bir adaletsizlikten bahsediyoruzdur. 'Kadın sorunu', hiçbir ideoloji ya da inanışın çözmeye tevessül etmediği acı veren bir semptomdur. Bugün çağdaş sanatla, tuval resmi arasındaki en bariz fark, aldığı açık ve eğer olabilirse güncellik pozisyonun azizliğinde mevcuttur. Önemli seperatörler, ayraçlardan biridir: Kadın sorununda Çağdaş Sanat'ın, militan felsefeyi etkin ve yaratıcı bir güç olarak düşünerek önemsemesi ve aynı zamanda onu geleneğini alaşağı edecek radikal bir içkinlik anlayışıyla yeni baştan tanımlaması Marks'tan daha radikal ve kelimenin en uç anlamıyla devrimcidir. Bunun devamında Şukran Moral'e bağladığım gelişmeleri 80'lerde sanat yazısında belirttiğim için sürdürmeyeceğim. Ancak cinsiyetsiz Kapitalizm ve muarızlarının ideolojisi çalışmaktır. Eşdeğerlik ilkesiyle 'Emek' kavramını yüceltmek, daha fazla demokrasi değil, daha fazla iş ve eşya demektir. Bienalin her zaman masum olamayan organize çabaya, kendine yabancılaşmış melez bilgiye, küratör ya da sanatçıların işaret ettiği anlam çözümlerinde destek alabilmeleri için yargı gücünün kaynağı bilginin taşıyıcısı entelektüellere ihtiyacı var! Örneğin Troçki evi heba edilen bir vesile: sosyalizmde adalet problemini nesnelerin bolluğuyla çözme eğilimi, refah toplumu hayaline mahkum olan ideolojinin yeniden değerlendirilmesini gerektirir ki, konuya damardan giren eleştirilerde ucundan bir değinme mevzubahis bile değil. Proletaryaya azık olacağına burjuvaziye maskara olanların durumunu yeniden değerlendirmek ya da kadın/erkek eşitliğinin hiçbir ideolojide çözülemediğinin sorgulanması için bienal müthiş imkanlar sağlıyor.
Doğunun, biteviye Avrupa'nın göbeğine sürgün ettiği mültecilerle sermayenin kalbinde yerleşik düzenin sarsılmasına yol açan dinamik, tahmin edilenin aksine dün olduğu gibi bugün de sistemi onarıcı ve yara kapatıcıdır. Sadece 1919'da Kızıl Ordu'nun sürdüğü Beyaz Ruslar değil, 1923'te Alman Devrimi'inin terekesinden çıkan faşist güçler de özgürlüğün olanaksızlığını kabul eden nosyonun iktidar isteğinin diğer tarafta; piyasanın emek ve sermayeden müteşekkil tüm unsurlarının tekilleştirilmesi halinde aklın matrisinde karşılığını bulamayacağının bilincine tekabül eder. Antagonizmanın hayat veren çekirdeği tek taraf lehine her halükarda ancak zorla kırılabilir. Var olan dağılırken, yok sayılanlarla güçlendirilen yapı uzlaşmalarla tahkim edilir. İnsan düşünmeden edemiyor. Şöyle bir soru: Zamanında Alman, bugünse ABD'nin olan emperyal göbek stratejisinde momenti kaçınılmaz, harelerle uygarlığın tüm kalelerini kuşatacağı belli olan bu dalgalanmaların anlamsal ya da ufuk çizgisinde planlı bir karşılığı var mıdır? Öte tarafta kapitalizm karşıtlığı tahayyüllerden beslenen antropomorfik oluşumlar; dün enternasyonel devrim, bugünse radikal islamcıların aydınlanmayı yaşamadan bir üst levelda kurmaya çalıştıkları dünya düzeni bu haliyle çarpık ve sürdürülemez konumuna rağmen beklenen siyasi değişimlere katkı sağlayabilir mi?. Oysa ki, argümanları çürük mü çürük; muadili olmayan muazzam olgusal uzamlara sahip olan sapkınlık bir ideoloji olarak öngörülebilir miydi? Kızıl ya da yeşil; inançlılar hareketinin dizginlenemez momentumu, teorik reaktörün canavarca tertibatının yaratacağı dördüncü boyut ufki bir stratejinin getirisi midir? Osmanlı, Selçuklu gibi belirsiz dorukları olan geçmişten veya itikadi planton olan medeniyet havzalarından bir siyaset çizgisi ödünç almak kültürel bir tercih. Kendi düşünce geleneğine eklemlenen bir politikayla kasabalılığın şehirlerde yeniden üretimini gerçekleştirenlere nazaran megapollerin yaşam tarzını monden bir tavırla periferilere taşayanlar arasında fark ya da dolaşan sermayeyi soğurmaları konusunda muazzam bir ayrıcalıkları yok.
Dün Beyaz Ruslar, yurtlarına cehennem ateşi düşen Afganlılar, bugün Suriyeliler vd. Sonuç köle pazarları, kafa kesme gösterileri, sahillere vuran mülteci cesetleri, güvenlik sorunları, sınır ötesine müdahaleler, terörizm pornografisi ve fundemantelizm.. Daha önce 2010'daki Berlin Konferansında Komünist Manifesto için de aynı didaktik üslubu tutturmuştu. Oysa Zizek 'Acı Çeken Tanrı' kitabında daha üç sene önce sempatiyle şöyle yazıyordu: "Kuran kıymetli bir metindir. Fundamentalistlerin pençesinden kelimenin tam anlamıyla çekip alınmalıdır. (..) Kuran, günahların kurbanı olmuş ve isyankarlıkla dolu bir şekilde itaate ve adaletsizliğe karşı koyanlara gönderilmiş bir mesajdır (..) siyasal bir manifestodan fazlasıdır". s111
14. Bienal'in adını, 'Tuzlu Suyun Laneti' olarak revize etmeyi öneriyorum.
Oğuz Atay'ın değerli eşi Pakize Barışta Atay "Ben çağdaş sanattan anlamıyorum!" diye yazdığında Cumhuriyet gazetesinde histeri nöbetine tutulan sanat eleştirmenleri ve konunun uzmanları onu 'cahillik' ile suçlanmıştı. Bunlardan biri Radikal'de şöyle yazıyordu: "Orta ve yaşlı kuşak aydınları ve akademisyenleri genelde böyle düşünüyor. Nasıl bir çağdaş sanat olsun isterler acaba? Ya da ne tür bir sanat bu kişilerin 'sanattan anlıyorum', 'bu özgün bir sanat' diyebilmelerini sağlayacaktır? Çok isterdim, bize anlatabilsinler, nasıl bir sanatı kabul edebileceklerini, onaylayabileceklerini... Ya da bundan böyle sergileri gezip hangi yapıtların 'ithal' olduklarını ve hangi yapıtları neden kabul edemeyeceklerini ve onaylayamayacaklarını yazabilmelerini isterdim".
Böyle bir tartışmanın burjuva literatüründeki anlamı cahillik; içten nihilist bir karşı çıkışı gerçekleştiren kült isimlerle gene böyle monden bir bakışı kabul etmeyecek kadar damardan giren ciddi bir eleştirinin muhatabı haline geldi bugünün o sevdalı uzmanları. Aslında tartışma o gün için olmaması gereken bir koridorda ilerlemişti. Uzun bir aradan sonra 2009'da Soner Yalçın'ın önerisiyle Oda tv'de yazmaya başladığımızda savunduğumuz görüşler -akademik mürettebatın karşı çıkmasına rağmen- genel bir şaşkınlık ve sempatiyle karşılanmıştı. Bedri Baykam'ın Cumhuriyet'te yayımlanan 20 Kasım 2009'da "Bienali eleştirmek Yasak mı?" başlıklı makalesinde bize verdiği destekten sonra ipler iyice koptu. Devekuşu gibi başını toprağa gömenler haricinde ihtiram duruşunu bozarak sermayenin dokunulmaz alanına daha fazla kişinin girmeye başladığını gördük. Bugünse artık mızrak çuvala sığmıyor. Charle Saatchi bile 'Sanat Dünyasının İgrençliği'ni yazabiliyor. Yanlış bir sebep uğruna doğru olanı yapmaktan da aciz olanlar bunu entelektüel bir faaliyet olarak okuyor; beyaz Türkler sorgulamadan küfre varan reddedişleri onaylayıp yayımlayabiliyorlar.
http://www.bedribaykam.com/bb/makale_201009.html
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/beral_madra/sorun_anlamamak_icin_direnmekte-901588
http://e-skop.com/skopdergi/sanat-dunyasinin-igrencligi/2599
http://kulturservisi.com/p/sahane-oditoryumda-berbat-gosteri-
Çağdaş Sanatın amacı bir düşünme temrini yaratmaktır. Bu tür etkinliklerde entelektüel bağlamda ortak fikirler kabul görür, genel endişeler teyit edilir. Buna rağmen ne söylendiğinden çok kimlerin söylediğine bakılır; herkes şahsi kimliklerin değerini, ulusların zenginliklerini yaratan coğrafyaların önemini gereğinden çok farkındadır. 20012 Turner Ödülü'nü kazanan İngiliz sanatçı Keith Tyson "Sanat pazarıyla benim bir sorunum yok . Zarif bir Darwinci sistem" diyordu. Istanbul IC, Haliç Artinternational Fuarları, Bienaller, Art-Basel vd; bütün dünyada paraya iman edenlerin, sembollerin içini boşaltarak fetişleştirilen kültüre ahlaki yön verenlerin kıblesi.. Ahlaki olanın kötülüğe teşvik etmesi sadece burası için geçerli değil; ticari getirisi, siyasi emelleri olan uhreviyata baktığımızda farklı düzlemlerde mana makas değiştiriyor. Orada da rekabet, sanatçılar arasında değil; negatif kültürün oturma düzeni belli. Çağdaş Sanat, kendi mıntıkası dışında yeni keşifler yapmıyor. Gösteri, mutad olduğu üzere sermayeye yön veren ülkeler arasında. Ruhlarındaki kaosu dindirmeye çalışan dünyadaki totaliter dehşetin öznelerinin bienaller/fuarlar alışveriş alanı. Sermaye rejimin rekabet parkuru sanki masonik bir dayanışma cihazı. Hiç imtina etmeden söyleyelim, radikal, muhafazakar ya da modernleşmeci zihniyet, tüm sağ veya sol politikalar dışa dönük, araçlar farklı olsa da amaçlar paralel, başabaş bir ilerlemeyi talep eder. Bunun için Irak, Afganistan'daki savaş, Somali'deki açlık, Mozambik, Zambiya'daki yoksulluk, kültür/sanattaki varsıllığın, bilim'deki teknolojideki ihtişamın nedenidir. Afrika'daki keder, Avrupa'daki sevincin asimetrisi olduğu gibi.. Zengin sofralarındaki Ütopya'yı yaratan Etiyopyadır..
Toparlarsak: İnsan, kurduğu düzenin eseri; yanlış yerde 'nirvana' arayan sanatçı, para rejiminin piyonu.. Leyla Alaton 14. bienali gezmiş ve kendisiyle yapılan söyleşide hatırladığı bir cümleyi çok yerinde sarfediyor. "Art should comfort the disturbed and disturb the comfortable". Yani kafası karışık olanı sakinleştirmeli, sakini de dürtmeli kafasını karıştırmalı.
"Yazı başka bir şeydir. Yazı bir düşüncenin dalgalar halinde, katman katman açılmasıdır. Tartışmadır. Saptamadır. Müzakeredir. Yorumlamaktır. Yazının bizzat kendisi, haydi kavramıyla söyleyeyim, varlıksal yapısı bile başlı başına bir ifadedir. Yazı bazen bizatihi yazının kendisi için yazılır. Bu, boş söz etmek manasına gelmez. Yazının o kadar hali vardır ki, bazen insan düşündüğünü yazar. Bazen de ne düşündüğünü öğrenmek, anlamak için yazmıştır. Düşünce çizgisini oluşturunca onu başkası izler.
Yazı neticede okurla yazar arasında bizzat yazının kendisi üstünden kurulmuş bir ilişkidir. Ve çoğu zaman, hatta her zaman, gösterdiğinden daha fazlasını saklar yazı. Yazıyı yazmak da okumak da zordur, bir ceht, cefa işidir. (..) yazı hafıza için, muhakeme için zehirleyicidir, öldürücüdür. Çünkü, donuklaştırır. Çünkü, yazı tekrarlanabilir bir şeydir, yani aynı yazıyı gidip yıllar sonra yeniden okuyabilirsiniz. Hafızaya gerek yoktur, yazı varsa. Oysa konuşma belleği de, dimağı da canlı tutar, bu iki varlığın da canlı, diri, hareketli olmasını ister. Dolayısıyla der Derrida, Batı kültüründe söz yani konuşma yazının önündedir. Söz yazıya tercih edilmiştir. Söz benimsenmiş yazı dışlanmıştır. Bunun bir nedeni de der Derrida, konuşmanın 'mental' bir işlev kabul edilmesine karşın, yazının zaten mevcut olan sembolleri (harfleri, alfabeyi, diğer işaretleri) kullanmasıdır. Biri yoktan var etmektir, konuşma, diğeri var olanı işlemektir" diyor Hasan Bülent Kahraman:
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/pazar/kahraman/2015/09/20/seviyorum-emoticonlari-ama
O, piyasanın yönlendirici bir figürü olmasına karşın çağdaş sanatın tercümeye değil, yazıyla yeniden kurgulandığı bir dünyanın varoluş gerekçelerine, varlık bilincindeki arazlara itiraz etmekte imtina ediyor; aynı siyasetteki pozisyonunu hatırlatırcasına pazarın infilak ettirdiği süreci sorgulayacağına yüzyüze geldiği andan itibaren sermayenin özbilinci yaratmakta uyguladığı tedhiş karşısında devekuşu taktiği uyguluyor. Söz havai fişekler, maytaplar gibidir ancak biliyoruz ki, görsel iletişime aracılık eden, hatta sanatçıların ekonomik, siyasi vd. hayati itirazlarına kılavuz olan 'metin', sonrası için her şeydir.
Hegel, var olanı kavramanın felsefenin görevi olduğunu; çünkü var olanın akıl ve realite olduğunu ifade ederken Marks'tan daha materyelisttir. Onun Hukuk Felsefesi'ndeki şu pasaj üzerinden ikiyüz geçtikten sonra bugünün tecrübesiyle daha dikkatlice okunmayı hak eder: " Kendi kendisi hakkında bilinç sahibi espri olarak akıl ile verili gerçek olarak akıl arasındaki fark, birincisini ikincisinden ayıran ve tatminini orada bulmaktan alıkoyan şey, onun -birincisinin- teoriye zincirlenmiş olması ve kavram'a erişebilmek için teorinin zincirlerinden kurtulamamasıdır. Aklı, halihazır ıstırap haçındaki gül gibi kabul edip, bundan haz almak, meş'um realiteyle uzlaştıcı, irkiltici bir gerçeğe tekabül eden anlamında rasyonel ve mediasyoncu görüştür. Sübjektif özgürlüğü cevhersel olan şeyin içinde kavramak ve muhafaza etmek ve onu olağanlık ve özellik içinde bırakmayıp kendiliğinde ve kendisi-için olan şeye koymak zorunluluğunu içten duyanların felsefesini, işte bu görüş oluşturur."
"Bilinç sahibi günümüz bireyi gündelik yaşamın her an’ında her şeyi ve herkesi sürekli bir şeylere indirgeyerek elmayla armudu sürekli birbiriyle kıyaslar: anneyi babayla, kocayı aşığıyla, sevgilisini sokakta gördüğü herhangi biriyle, kırmızıyı maviyle, tuzu şekerle, geçmişi gelecekle, geleceği geçmişle, CEO’yu personelle, Türk’ü Kürd’le, Ortadoğu’yu Batıyla, okuduğu o kitabı şu kitapla, kadını erkekle, mutluluğu mutsuzlukla, ve daha başka aklı başında bir insanın hafsalasının alamayacağı akıl almaz birçok şeyi birçok başka birçok şeyle mütemadiyen kıyaslama ve indirgeme halindedir. Kıyaslama ve indirgeme tıpkı meta üreten toplumun kurallarında olduğu gibi bir eşitleme olarak işliyordur burda. Her birimiz diğerinden farklıyız, ama diğer’ini ruhumuza sinmiş piyasa-mübadele ilişkileri gereği sürekli bir şeylerle, öbürüyle vs. kıyaslayıp eşitlemeyi nasıl gerçekleştirebileceğimizi gecelerce, üstelik cefakâr bir mazlum gözyaşları eşliğinde planlarız. Modern ruhlarımız günümüzde artık sahip olduğu farklılığıyla diğeri ile aynı. Diğeri ile aynı ya da farklı olmamız hiçbir şeyi değiştirmiyor, 21. yüzyılda tüm farklılıklar aynıdır artık."
Amon'un bize hatırlattığı gibi "Kapitalist sistemde ya emeğimizin ve kendimizin soyutlaşmasına göz yumarak böyle görünür olacağız ya da emeğimizin ve kendimizin somut gerçekliğinin peşinde olarak öncelikle bugünkü her tür toplumsallaşma biçimini ve aynı anlama gelmek üzere sosyallik tarzını reddedeceğiz. (1) Bu irkiltici rasyoneliteye karşı, soyut emeğin kurucuları tarafından önerilen 'oriental kafes bize dar gelir" dersek o zaman ucuz, replika politikalara, Venedik, Basel ve Istanbul'da gördüğümüz manipulatif ve tapon kültürel imalatlara karşı doğru bildiğimiz yolda yürümeli ve utanmadan, sıkılmadan eğrisi, doğrusuyla sahip olduğumuz bireysel, özgün kimliklerin ve coğrafi olayların şahidi olmanın imkanları tereddüt etmeden korunmalıdır. Her coğrafyanın farklı bitkisi, canlısı, verimi olduğu gibi yerellik de imkanını topraktan alan bir güçtür. Ulusallık, millilik, otantiklik ya da her neyse sanatçının meşrebi; o olmadan, küresellik olamaz.. Merkezden ayrılıp fazla bölgesel olurlarsa eğer o da ayrı bir tehlike. Gramajı kaçırırsanız, yerel ağırlıklarınız fazla gelir, lehçeniz çalar, dedikleriniz anlaşılmaz, ötekileşirsiniz. Duruşunuzu 'tehdit' sanırlar. Tuzlu Suyun Lanetiyle görünür olan ve bugün herkesi aynı ölçüde tehdit eden bir kültürel sorun var; barbarlığın yarattığı tehlikeye karşı ortak tavır çok önemlidir.
https://amondebian.wordpress.com/2015/05/03/soyut-emegin-diyalektigi-2/
Özne, toplum içinde mutlakiyetini yitirdiği için bir karadeliktir. Daha önce üretim araçlarının mülkiyetini ele geçirmek, çalışanlar için bir saplantı haline getirilmişti. Kitle, analizanın iletişim araçlarıyla sürekli kendini onaylatmak istediği marazi patolojisinin kaidesidir. Duygusal arınma, bu mekanlarda ortalama izleyicinin talebidir. Ancak katharsis, ne üretim araçlarının mülkiyetini ele geçirmeyle ne de başkalarının acısına ortak olacak duyarlı iktidarların seçimiyle ilgilidir. Gösteri, sadece zarafetini yitirmiş olan değişimin toplumu uçuruma götüren üretimiyle sınırlıdır; her iyi, kötülüğe, her zafer yenilgiye, her doğan, ölüme mahkum edilmiştir.
Çinli çağdaş sanatçı Liu Ding, bu tabloyu döneminde devlet kurumlarına anıtsal iktidar panoları üreten bir ressama sipariş üzerine yaptırmış. Geçmiş dönemde en büyük patron devletti; şimdiyse sanatçılar, özerk teşebbüslerin nisbeten daha küçük sahiplerine çalışıyorlar. Aslında olgunun tamamı birer matruşka mantığıyla işliyor. Liu Ding için bu tabloyu realize eden proleter sanatçının ismini bilmiyoruz; ismi kataloglara geçen taşeron Liu Ding bu işi küratör Bakargiev'in 14. Istanbul Bienali için üretti; doğanın karşılıklı yardımlaşma ahlakına karşı kapitalizmin dayatması olan sektörel iş bölümünü, sistemdeki çarpık iş yaratma dinamiğini burada da görebilmemiz gerekir. Sembiyotik sistemde her faaliyet bir diğer failin hizmetinin bir parçası..

Son derece semptomatik olan şey gerçeğin neliğidir; bu, tarih içinde kapana kısılmış insanın ortadaki muhteviyatı ve aktarılan malumatı anlamakta zorlanacağı ağır bir sorudur. Gerçek'in peşine düştüğümüzde ağır bir ihlalle kavramları karıştırıp endüstriyel meşrebi 'kapitalizm' diye tanımladığımızda en başta şeylerin nasıl olduğu sorusunu baştan dışlarız; aleyhine izahat getirme ihtimalinin olmadığı bir konumdan konuştuğumuzda şahsına dönük yıkıcı eleştiriye umulmadık ölçüde keyifle karşılık vermesini yadırgarız. Anlamalıyız ki, kapitalizm emek ve sermayeden beslendiğinden daha fazlasıyla değişimden ve yıkımdan beslendiği için teorik değil pratik gerçek anlamda devrimcidir. Dilek kipinde feveran edenle montaj hattındaki cefanın muhatabı özne aynıdır; küllerinden doğan sistemi omuzlayan vasatın çalışma / yaşama zamanını bir'leştiren paradoksal bağlantı gözden kaçırılmamalıdır. Bizi sonsuza kadar istediğimiz nesneyi doğrudan idrak etmekten alıkoyan şey, müşterisini hazırlamak üzere açığa yapılan üretimin zihnimizde yarattığı libidinal enerjidir; özneleşme sürecindeki açlık/kıtlık metaforu, tüm oyunun merkezinde yer alan katalizörün endişeli yoksunluk dinamiğidir. Sanatsal eylem, minör duruştan major oluşa geçtiğimizde kendilik bilincini deneyimleyenin matrisidir. Tarihte içe doğru kapanan bedensel performans olarak böylesine mundar bir hayatın -buradaki Tuzlu Su ile özele indirgediğimizde- yaşanan gerçeğe upuygun olması için Troçki'nin anlamsız dostlarından ya da Aborjinlerden ziyade Sarkis'in indirekt değil de Aslı Çavuşoğlu'nun yaptığı gibi Ermenilere direkt göndermelerinden beslenmesi takdir edilmeli midir? Tabi ki edilmelidir. Mecaz, idrakımızın merkezsiz bir öteki tarafından daima ihlal edildiği, insani eylemlerimizin sektörel bazda denetlediği, irademizi kâh yarattığı kâh yardığı, kırdığı; ben ile ilerideki ben arasında aracılık eden üremeyle manipüle ettiği elastiki bir toplum formu yaratmıştır. Bienal matematiği bütün eğretilemeleri genelleştirerek özelleştirir.. Eczacıbaşı, Koç ya da diğer teşvikçiler; üretiminin kendine yabancılaştırdığı homo ekonomikus adlı özne, aracılık ettiği evrenin temel proto-ontolojik yapısını yüklendiği; zemindeki sınıfsal karakterini ihlal ettiği için metropoldeki burjuva olarak bedenlenen duyarlı insandır.
Marks, 5 Mart 1852'de Weydemeyer'e yazdığı mektupta "Bana gelince, modern toplumda ne sınıfların ne onlar arasındaki savaşımın varlığını bulmuş olmanın onuru bana ait. Benden çok zaman önce burjuva tarihçiler bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini ortaya koydular. Benim yeni olarak yaptığım şey: Sınıfların varlığının, üretimin gelişimindeki belli tarihsel aşamalarla ilişkili olduğunu, sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını, bu diktatörlüğün, yalnızca bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma bir geçiş olduğunu göstermekten ibarettir" diyordu. Evrensel bir nosyon olan biyolojik varlığın ihtiyaçlarıyla onun tarihselin gerçekliği; evrimselleşen dinamikle makinalaşan bünye arasında çıkışsız bir makasta sıkışmış görünmektedir. Velhasıl sektörüyle hemhal olma zorunda olup, şirket kültürüyle varoluşunu sürdürebilen sanat, kendini inkar etmenin diyalektiğiyle kurumsallaşarak yeniden hayat bulabilmektedir. Keza Marks'ın bu mektubun devamında belirttiği gibi (2/75) sınıfın tarihin son ürünü olduğunu iddia edemeyiz. Şayet özveriyle katılırsak insanın imkansız politik talepi, oluş ile oluşum arasındaki uçurumda gerçekliğin ontolojik nosyonunu -kendinden yine kendisine ulaşan çizgide- kendiliğindenliğini mücadele olmadan dönüşüme uğratamayacaktır. Değişim kuvvetlinin varlık savaşının değil, zayıfın yokluk mücadelesinin eseridir!
Çağdaş sanat eserinin değeri, malzemesinin kudretinden- az bulunmasından- değil, onun eleştirisinin doğruluğundan, bizim de bu görüntüyü kabul ederek onayladığımız gerçeğinden kaynaklanır. Ne var ki Marks'ın, Hegeli' yeniden adlandırırken kullandığı ve çıkarsal ideolojiyi tanımlamada kullandığı 'camera obscura' metaforu, her şeyi ters gösteren ayrı bir mekanizmanın varlığına da işaret eder. Nükteli hikayelere duyulan ihtiyaç düşünülmesi gereken elzem bir konu; insanlar eleştirileriyle birlikte, kendi maddi yaşamlarının koşullarını da üretiyorlar. İstanbul Bienali başladı, sanat fuarları açılıyor. Avrupa'nın kadim başkentinde ödüller dağıtılıyor. Evrimsel bir merhalden ziyade piyasa koşullarında gelişen bir oluşuma şahit oluyoruz. Biyolojiyle intikal eden hayatımıza muadili olan bir hakikat yok; fenomoloji sadece yanılsama olarak tarihin parantezinde mevcuttur. Aslında hepimiz sahip olduğumuz gücün miktarını ve bulunduğumuz durumun, sermayenin diyalektik hareketlerine artikule edilmiş konumumuzun farkındayız. Çağdaş sanatın her protestosu, zarif jesti ya da kaba resti, her şart altında birilerine kâr ya da itibar sağlayan sınıfsal bir değer üretir. Melodram, gerçek durum üzerine çekilen bir cila; buna 'yanlış bilinç' diyor Althusser. Sonuç itibariyle görülüyor ki fuarlar, bienaller, kuramlar, kitaplar artsa, yazı ve dergiler çoğalsa da Türkiye'de dürüst bir eleştiri talebi, söyleneni tehdit olarak algılamayan çağdaş bir ortam, demokratik gelenek nafile; yolu aydınlatacak gerçek bir yol manifestosu yok.. Sonuca baktığımızda kaosu yöneten aktörler arasında mutabakat olduğu aşikar. Failler, herkesten gür sesle kendi eylemlerini lanetliyorlar. Körlerin sağırları ağırladığı bugünkü monden yapıda kimin dürüst, tutarlı bir önerisi olabilir ki. Adorno'nun 'Nefretsiz Savaş' demesi gibi ne yaparsak yapalım bize ait olmayan bir oluşumda amaç amaçsızlık; son ise belirsizlik.. Kaddafi diktatörlüğüne Arap baharının gelmesi, demir kafeste Mübareklerin yargılanması halkların kudretiyle elde ettikleri evrimsel bir süreç değildir. Meta fetişizminin tutunduğu köklere bakarsak göreceğiz ki diplerde emek fetişizmi gizlidir. Bence herkesin aklı yerinde ancak bazılarının insanlık ideolojisi sapkın. Konu her şeyden önce kültür sorunu diye düşünüyorum. Herkes Hegel'in dediği gibi herkes kendi prestij mücadelesini veriyor. Toplumsal gelişmenin vitrinine İstanbul Bienalini yerleştirmek ya da Bayburt'a modern sanat müzesi kurmak bunu değiştirmiyor ..
Yüceltilmesi gereken ölüm değil yaşamdır. Devrim ya da Terör çıkmaz bir sokaktır; demokrasilerde çözümün siyasi olabilmesinin şartları her zaman mevcuttur. Tepe üstü duran Hegel metaforundan çok mezarında ters dönen filozof imgesi diyalektik açıklaması olamayan geniş zaman kipinin ruhuna daha uygundur. Ortadoğu'da örgütlenmiş bu radikal kötülükten, mezheplerin ortaçağ karanlığından Heidegger'in söylediği gibi "ancak bizi bir tanrı kurtarabilir" 1917 yahut Arap Baharı mottosunda ifadesini bulan modifiye demokrasili radikal islamcı darbeler gibi lokal siyasal bükülmelerin tetiklediği stratejik münferit vakaları bütün olarak değerlendirirsek hata yaparız; konu minör perspektiften sınıfsallıktan ziyade bütünüyle toplumsal kültür sorunudur diye düşünüyorum.
14. İstanbul Bienali kendi coğrafyasından ve mekanlarından bihaber. Globalizm adına terkedilen yerellik, genel olarak yerkürede bienallerin ezip geçen eşitliyiciliğiyle etkinlik coğrafyasına ait olmayan soruların havada uçuştuğu sanal, sahte bir tartışma alanı, çokkültürlü bir meczuplar tarikatını andırıyor. Bakargievin kanatları altında Bienal oyuncularının kurucularının dokunulmazlık zırhıyla donandıklarını görüyoruz. Bienal kültürünün yıllardır tekrarlanan ready made / hazır cevaplarına karşı eleştirinin ele aldığı konuyu -sanatı ya da herhangi bir eylemi- kavramsallaştırıp olduğundan başka yerdeki aidiyetlerine bağlayan, ortak bilincin işaretlerini kadraja alınmış fotografın arkasında, baktığı yerin dışında da arayan, durağan yapıyı değiştirmeye çalışan bir memnuniyetizlik halinde zuhur etmesini beklemek boş bir çaba. Bunun için en önce eleştirmenin berrak, pratikte değeri olan bir ideolojiye ihtiyacı var. Gösteri toplumunda görünen şey kadraja alınıp gösterilen ile sınırlıdır; kalıcı olan değersizleştirmenin devinimidir. İdeolojinin illa ki megapol yapımı, endüstriyel, kitlesel olması gerekmiyor; ev yapımı, dürüst, münferit işgörür bir yazılım olması da yeterli. Ardında, net duruşu, mecraya, yayına, duruma karşı tarafın kırmızı çizgileri, çıkarları, fetişlerine göre değişmeyen somut bir amacı kafidir; önceden oluşmuş bir bakışı/uzun sözünün basit bir öz'ünün olması gerekiyor. İnançlı bir Bienal izleyiciyseniz sorun yok; değilseniz sorun çok..
Istanbul'un kayıp adası diye bilinir. Bence Bakargiev, karşı karşıya konumlanmış rakip iki mezhepten biri olan Bostancı'da denizin altında kalmış olan harap kilise kalıntılarını; Vordonisi kayalıklarını unutmuş. Oysa bu tuzlu masala Roma'nın kayıp tarihi dahil edilmeliydi. Olumlu örnekler hiç yok değil; daha önce A.Ç'de değindiğimiz misaller var!
http://www.milliyet.com.tr/iste-istanbul-un-kayip-adasi/gundem/gundemdetay/01.07.2012/1561146/default.htm
Diğer tarafta güncel olanı paylaşırsak: Kaynak Agos. Ulaştığımız bilgilerin hepsini hem göremedik hem de yetkililere hepsini doğrulatamadık ama bu haliyle bile ihtimal umut verdiği için paylaşalım:
"Bu yılki İstanbul Bienali’nde, hâlâ devam eden 56. Venedik Bienali’nin Ermenistan Pavyonu’nda işleri sergilenen Haig Aivazian, Anna Boghiguian, Hera Büyüktaşçıyan, Rene Gabri & Ayreen Anastas ile, Türkiye Pavyonu’nda da kişisel sergisi bulunan Sarkis’in yer aldığını düşünürsek, tuzlu suyun İstanbul’un iki yakasını birleştirmekle kalmayıp, ta Venedik’e, San Lazzaro Adası’ndaki Mıhitaryan manastırına kadar ulaştığını söylemek mümkün.
Agos Bienal mekanı oldu. Ermeni Soykırımı ve onun sonrasında gelişen süreçlere gönderme yapan çok sayıda iş var. Bunlardan biri, Michael Rackowitz’in, Yıldız Sarayı, Emek Sineması gibi yapıların süslemelerini yapan kartonpiyer ustası Garabet Cezayirliyan’dan esinlenerek yaptığı çalışmalar önemli.
İstanbul’da Cezayirliyan’ın izini süren Rackowitz, işini, Türkiye’nin son Ermeni köyü olan Vakıflı’dan gelen kalıntılarla birleştiriyor. Yaşamını Mexico City’de sürdüren sanatçı Francis Alys ise, Kars’ın Ani ilçesinde yaşamış olan kuşların seslerini taklit ederek, artık o bölgede görülmeyen kuş türlerini çağırırken, bölgeden göçe zorlanan Ermenilere de sesleniyor.
Udi Hrant üzerine uzun soluklu bir araştırma yapan ve bu araştırma sonucunda ortaya çıkan kavramsal heykeli Venedik Bienali Ermenistan Pavyonu’nda sergileyen Haig Aivazian, İstanbul Bienali için bir performans işi hazırlamış. Performans dâhilinde Beyoğlu Üç Horan Kilisesi’nin korosu, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda Udi Hrant’ın da okuduğu bir geleneksel şarkı seslendirecek.
Aslı Çavuşoğlu’nun bienal için ürettiği projede, artık kullanılmayan eski bir Ermeni tekniğiyle, böceklerden kırmızı boya elde ediliyor. Agos gazetesi ve Hrant Dink Vakfı’nın eski binasını proje mekânı olarak kullanan Ayreen Anastas ve Rene Gabri, binanın geçmişine de gönderme yaparak, burayı bir hakikat merkezine dönüştürecekler. Hrant Dink Vakfı’nın yeni yeri olan Anarad Hığutyun Binası’nın da bienal duraklarından biri olduğunu da not düşelim".

Troçki evi Bienal'in en değerli simgesi. Orhan Pamuk’un önerisiyle etkinliğin mekanlarından biri olmuş. Troçki evinde engebeli yollardan denize indiğinizde karşınıza Arjantinli sanatçı Adrian Villar Rojas, Troçki'nin denizden gelen konuklarıyla, "Annelerin en güzeli" adını verdiği dev hayvan heykelleriyle izleyiciyi karşılıyor. Ancak görülüyor ki ne sanatçıların ne de izleyicilerin dünya tarihini değiştiren böylesine nadide bir konuyla ne ilgileri ne de bilgileri var; oysa geçen ay yazdığımız yazı aslında onlara taşıyamayacakları ölçüde külfet-sorumluluk olarak nitelendirilemeyecek ağırlıkta önemli bilgiler aktarıyordu..
http://emincetingirgin.blogspot.com.tr/2015/08/not-defteri-agustos-2015.html
Sürekli Devrim tezinin asli sahibi bizim Pavrus Efendi diye tanıdığımız İttihatçıların akıl hocası Aleksandr Halpland'dır. 1905 ayaklanmasının mimarıdır. Engels'in öğrencisi, Rosa Luksemburg'un sevgili yoldaşının bir Alman ajanı olduğunun anlaşılmasından sonra Troçki'nin yanıbaşındaki yeri Lenin'e terketmiştir. Hem 1905 hem de 1917 devriminde değişmeyen tek ortak figür ise Troçki'dir. Sonu Büyükada'da tehcirle biten bu kült liderin tüm süreç boyunca çeşitli fasılalarla Bolşeviklerin dışlama jestine maruz kaldığına biliyoruz. Nedeni, onun istikrarı bozan 'sürekli devrim' tezlerinin iş, ekmek ve huzur arayan halk tarafından aşkın bulunmasıdır. Devrimi yapan kadroların muhafazakarlaşması, iktidarların gerici olmak zorunluluğunun sonucudur. Troçki'nin sürgünü Stalin'in tek ülkede sosyalizmle yenilgiye uğrayan devrimin bastırma eylemi olarak da okunabilir. Bence en büyük hatası ta başından itibaren kendi özgün ve uzlaşmaz pratiğini Leninistlerle ittifak yapan bağımsız bir ideoloji olarak yüksek sesle savunamamasıdır; devrime inancı jeo politik realitenin sınırlarını görmesine engel olmuştur.
Sürrealistlerin sözcüsü şair-eleştirmen Andre Breton ile 1917 Ekim Devrimi'nin önderi Lev Troçki'nin birlikte kaleme aldıkları 1938 tarihli Coyoacan Manifestosu : Özgür ve Devrimci Bir Sanata Doğru
Hiçbir abartmaya basvurmadan söyleyebiliriz ki uygarlik asla şimdiki kadar ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Vandallar, barbar olduğu kadar köhnemiş olan araçlarıyla Avrupa’da antik kültürü yok ettiler. Tarihsel kaderi bağlamında Dünya uygarlığının, birleşmiş ve çağdaş teknolojinin tüm imkanlarını kuşanan gerici kuvvetlerin darbeleri altında savrulduğunu görüyoruz. Tek düşüncemiz yaklaşmakta olan dünya savaşı olamaz. Bilim ve sanatın bulunduğu haldeki bu durumuna katlanmak mümkün değildir. Değişim; hemen, şimdi!
https://www.marxists.org/turkce/trocki/1938/manifesto.htm
Uraz Aydın'ın yazdığı Troçki, Breton ve Coyoacan Manifestosu'nu paylaşıyoruz:
"Sürrealizmin kurucusu André Breton ile Ekim İhtilali’nin önderi Troçki’nin, Meksika’da karşılaşması bir “nesnel tesadüf”ün eseri olabilir mi? Sürrealistlerin sıklıkla başvurduğu bu kavramı biraz fazla mistik bulmakla birlikte Troçki de, Çılgın Aşk’ın yazarının konferans vermek üzere Meksika’ya geleceğini duyduğunda, bu karşılaşmanın kaçınılmaz olduğundan şüphe duymaz. Böylece “dünyayı dönüştürmenin” (Marx) ve “hayatı değiştirmenin” (Rimbaud) kopmaz bağlarla birbirine bağlı olduğunu bilen ve her biri bu ortak mücadelenin birer cephesinde en cüretkar adımları atmış olan bu iki şahıs, Diego Rivera ve Frida Kahlo’nun Coyoacan’daki “Mavi Ev”inde bir araya gelir.
Şüphesiz bu karşılaşmada, Troçki’nin Bolşevik liderler arasında, belki de Lunaçarski’yle birlikte edebiyata ve kültüre en duyarlı kişilerin başında gelmesinin katkısı vardır. Öte yandan, Breton ve arkadaşlarının antistalinist tutumu, ve Troçki’nin Fransa’dan kovulmasına karşı gösterdikleri tepki de belirleyici olmuştur. Yine Troçki’nin “Lenin” isimli kitabının sürrealistlerin siyasal angajmanında bir dönüm noktası olduğu bilinir.
1938 yılının şubat ve temmuz ayları arasında Troçki’yle Breton 8-10 kez bir araya gelir. Birlikte uzun yürüyüşler yapıp doğanın gizemi ve kelebeklerin güzelliği karşısında birlikte büyülenir; Troçki için son derece tehlikeli olmasına karşın sinemaya kovboy filmi izlemeye gider; yarı donmuş nehirlerde elleriyle balık tutarlar. Xochicalco piramidine tırmanırken de, Patzcuaro gölünün ortasındaki bir adada dolanırken de sohbetlerinin temel eksenini elbette sanat ve devrim oluşturur. Sanat akımları konusunda pek anlaşabildikleri söylenemez. “Üstgerçekçiliğin” karşısına Troçki Zola’nın gerçekçiliğini koyunca, Breton kasılmaktan kendini alamaz, ama Zola’da da bir çeşit şiirselliğin bulunduğunu dair muğlak sözlerle sohbeti kapatmaya çalışır. Breton manevi özgürleşmenin öncüleri olarak Sade ve Lautréamont’dan söz edince de Kızıl Ordu’nun kurucusunun gözleri seğirmeye başlar. Breton’un gelişini öğrendiğinde Marksist sanat tarihçisi Meyer Shaphiro’nun ABD’den kendisine gönderdiği Sürrealist Manifesto, Nadja, Bileşik Kaplar ve Çılgın Aşk gibi kitapları Troçki’nin baştan sona okuyup okumadığı bilinmiyor. Ama Breton’un düşüncesinin esasını kavrayacak kadar ilgilendiği söylenebilir. Kendisi de psikanalize ve bilinçdışı mekanizmalara meraklı olmakla birlikte Troçki sürrealistlerin bilinci bilinçdışıyla boğmaya çalıştığını düşünür. Sanat ve delilik konusunda da anlaşamazlar, Troçki buradan yapıcı bir şey çıkabileceğine inanmaz. Breton’un kimi zaman umutsuzluğa düştüğü olur, Troçki’nin de muhtemelen…
Fakat ortaklaştıkları esas zemin sanatın insanlığın özgürleşmesi açısından taşıdığı önem, ve özellikle de, gerek “demokratik” kapitalizmin, gerek faşizmin, gerekse stalinizmin özgür bir sanatın gelişmesinin önünde teşkil ettiği engeldir. Bu uzun sohbetler sırasında gerçekten bağımsız bir devrimci sanatın gerekliliğini savunacak bir manifestonun kaleme alınması ve de bu yönde faaliyet gösterecek bir kolektifin, bir “sanatçılar federasyonunun” oluşturulması fikri olgunlaşır. Metnin taslağını yazma görevini Breton üzerine alır. Troçki bu meseleye büyük bir önem atfettiğinden, Breton’un taslağı yazmaya bir türlü başlayamaması aralarına bir soğukluğun girmesine bile sebep olur. Fakat Nadja’nın yazarının dönüş vakti yaklaştığından, ilişkinin kopmaması için her ikisi de irade gösterir. Sonunda Breton’un teslim ettiği taslak metin üzerinde Troçki eklemeler çıkarmalar yapar, metin yeniden kesilip biçilir ve ortaya “Bağımsız Bir Devrimci Sanat İçin” bildirgesi, bir başka adıyla “Coyoacan manifestosu” çıkar.
“Taktik nedenlerle” Breton ve Rivera’nın imzasıyla yayınlanacak olan bildirge insan uygarlığının, bu güne dek görülmedik bir tehdidin, “her tür modern teknikle silahlanmış gerici güçlerin” tehdidi altında bulunduğu tespitiyle başlar. Bu koşullar altında, özellikle de Nazi Almanyası’nda ve SSCB’de bilimin, sanatın ve her türden entelektüel yaratımın durumu artık “katlanılmaz” hale gelmiştir. Fakat, Troçki’nin kaleme aldığı dördüncü paragrafta, Sovyet bürokrasisi komünizmin en tehlikeli düşmanı olsa da “ne faşizm, ne komünizm” gibi bir şiarın kesinlikle sahiplenilmediği de vurgulanarak sanatla devrim arasındaki ilişki şöyle ifade edilir: “Gerçek sanat, yani önceden hazır modeller etrafında çeşitlemeler yapmakla yetinmeyen, günümüz insanının ve insanlığının içsel gereksinimlerine bir ifade vermeye çalışan sanat, devrimci olmak, yani toplumun eksiksiz ve köklü biçimde yeniden inşasını, salt entelektüel yaratıcılığı ona köstek olan zincirlerden kurtarmak ve tüm insanlığın geçmişte ancak kimi dahilerin ulaştığı mertebelere yükselmesini sağlamak için bile olsa, istemek durumundadır”.
Sanatın toplumsal gerçeklik karşısındaki duruşunu ve içinden taşan “ütopik fazla”yı (Bloch), yine aynı dönemde Partisan Review’e yazdığı bir mektupta şöyle betimliyordu Troçki: “Genel bir bakış açısıyla insan sanatta, varoluştaki ahenk ve bütünlüğe –yani toplumun onu mahrum ettiği en değerli servetlere- talebi dile getirir. İşte bu nedenle her otantik sanat yapıtı gerçeğe karşı çıkışı, bilinçli ya da bilinçsiz, aktif ya da pasif, iyimser ya da kötümser bir karşı çıkışı taşır içinde. Her yeni sanat akımı isyanla başlamıştır”. 1935’te Kültürün Savunusu Kongresi için hazırladığı konuşmada da André Breton bu bağlantıya şu sözlerle değinir: “Dünyanın yorumlanması faaliyeti dünyanın dönüştürülmesi faaliyetine bağlı olmayı sürdürmelidir. İnsanın sorununu çeşitli biçimler altında derinleştirmek şairin, sanatçının görevidir… Onun ruhunun bizzat bu yöndeki sınırsız yürüyüşü potansiyel olarak dünyayı değiştirme değerini taşır… Böylesi bir yürüyüş –üstyapının gelişmiş bir ürünü olarak- dünyanın ekonomik dönüşümünün gerekliliğine ancak güç katabilir.”
Bilinçdışı süreçlerin önemine de vurgu yapan Coyoacan manifestosunun, belki de en vurucu ifadeleri, sanatın ve her türden entelektüel faaliyetin, gerek sermayenin gerekse devletin hedeflerine, yani dışsal dinamiklere tabi kılınmaması gerektiğine ilişkin olanlardır. Yazarlar, Genç Marx’ın “basın özgürlüğünün ilk koşulu [yazarlığın] bir meslek haline gelmemesine dayanır” sözlerinin kapsamını genişleterek sanatsal yaratım için hayalgücünün herhangi bir dayatma altında olmamasının zorunluluğuna vurgu yapar ve şu sözleri ekler: "Bizi, bugün ya da yarın, sanatın kendi olanaklarıyla kesinlikle bağdaşmaz olduğunu savunduğumuz bir disipline tabi olmasını kabul etmeye zorlayacak olanlara karşı, biz kati bir redle ve şu formüle bağlı kalmaya kararlı irademizle yanıt veriyoruz: sanatta tam serbestlik". Metnin bu kısmı özellikle önemlidir, çünkü Breton’un hazırladığı ilk metindeki ifade şöyledir: "Sanatta tam serbestlik, proleter devrime karşı olmak hariç". Böyle bir ifadenin istismar edilip yeni kısıtlamalara da yol açabileceği çekincesiyle kaldırılmasını talep eden Troçki’dir. Tümüyle Troçki’nin elinden çıkma bir sonraki paragraf, onun bu konudaki yaklaşımını berrak bir şekilde ifade eder: “Eğer devrim maddi üretici güçlerin gelişimi için sosyalist bir merkezi plan rejimi kurmak durumundaysa, entelektüel yaratıcılık için, hem de en başından itibaren, anarşist bir bireysel özgürlük rejimi düzenlemek ve temin etmek zorundadır. Hiçbir otorite, hiçbir baskı, en küçük bir komut izi bile olmamalıdır bunda!".
Lev Troçki’nin, sanatın bağımsızlığı konusundaki tutumu, elbette farklı vurgular ihtiva etmekle birlikte, özünde 1923’ten beri pek değişmemişti. Edebiyat ve Devrim’de şöyle diyordu: “… Sanat kendi yolunu, kendi yöntemleriyle yine kendisi açmalıdır. Sanatın yöntemleri Marksizmin yöntemleriyle aynı değildir. Parti, proletaryayı yönetiyorsa da tarihsel süreci yönetmez. Partinin doğrudan doğruya ve zorlayarak, kararlarla yönettiği alanlar vardır. Sadece işbirliği yaptığı ve cesaretlendirdiği alanlar vardır. Nihayet, sadece yön verdiği alanlar vardır. Sanat, partinin komut vermeye çağrıldığı bir alan değildir.”
Bildirgenin son paragraflarında devrimi sanatın yöntemleriyle savunmak ve devrimi tahrif edenlere karşı sanatın özgürlüğünü savunmak konusunda “Marksistlerle anarşistlerin elele yürüyebileceği” vurgulanır ve bir Uluslararası Bağımsız Devrimci Sanat Federasyonu’nun (FIARI) kurulması için çağrıda bulunulur. 25 Temmuz 1938 tarihini taşıyan metin şu şiarla son bulur: “Devrim için Sanatın Bağımsızlığı, Sanatın Nihai Özgürleşimi için Devrim”.
Breton’un Fransa’ya dönüşü üzerine çalışmalara başlanır. Anti-stalinist bir devrimci tutuma sahip kimi aydın ve sanatçılarla irtibata geçilerek bir ulusal FIARI komitesi kurulur. Fakat ne FIARI’nin bülteni Clé [Anahtar] iki sayıdan fazla yayınlanabilir ne de federasyonun kendisi gerçek bir etkinlik kazanabilir. Uluslararası konjonktür bir “sanatçı birleşik cephesine” pek elverişli değildir. Faşizme Karşı Mücadele’nin yazarının ifadesiyle, silahlar konuşmaya başlayınca, kalemler susmak durumunda kalmıştır.
Hiç şüphesiz bildirgenin yazıldığı dönemin siyasal-toplumsal bağlamı hayli değişime uğradı. Bugünün kültürel evreni ise piyasa despotizmi, ahlakçı muhafazakarlık ve otoriter siyasetin işgaliyle karşı karşıya. Fakat Coyoacan manifestosundan saçılan kızıl ve kara alevler bu cendereyi infilak ettirecek gücü taşıyor hâlâ."
Kaynakça
Lev Troçki, Sanat ve Edebiyat, çev. Aslıhan Aydın, Yazın yayıncılık, İstanbul: 2001.
Lev Troçki, Edebiyat ve Devrim, Çev. Hüsem Portakal, Köz Yayınları.
Pierre Broué, Trotsky, Fayard, 1988.
Arturo Schwarz, Breton/Trotsky, 10/18, 1977.
Michel Lequenne, Marksizm ve Estetik, Yazın Yayıncılık, Istanbul: 2000.
Ek: FIARI’nin Misyonu
(…) Sanatta devrimci düşünceler için mücadele, sanatsal gerçek için –şu ya da bu ekolün bunu algıladığı şekliyle değil, sanatçının kendi iç benliğine karşı sarsılmaz sadakati anlamında- verilecek mücadeleden başlayarak yeniden ele alınmalıdır. Bu olmazsa sanat olmaz. Kurtuluşun formülü “Yalan söyleme!” sözüdür. Kuşkusuz FIARI bir estetik ya da politik ekol değil, olamaz da. Ne var ki, içinde sanatçıların soluk alacağı ve yaratacağı atmosferi ozon katarak temizleyebilir FIARI. Gerçekten de, bir kargaşa ve tepki, bir kültürel çöküş ve ahlaksal barbarlık çağı olan çağımızda, genel eğilimi açısından bağımsız yaratıcılık mutlaka devrimci olmalıdır, çünkü bu dayanılmaz toplumsal bunaltıdan bir çıkış yolu aramak durumundadır. Ama genel olarak sanatın, tıpkı tek tek her sanatçı gibi, dışarıdan emirler beklemeden, emirleri reddederek, kendi yöntemleriyle bir çıkış araması ve emirlere boyun eğenleri de küçümsemesi gerekir. En iyi sanatçıların bağrında bu ortak inancın doğmasını sağlamak; işte FIARI’nin görevi budur. Bu adın tarihe geçeceğine yürekten inanıyorum.
Lev Troçki, André Breton’a mektup, 22 Aralık 1938
Bu yazı Yeniyol dergisinin Ocak-Şubat 2013 tarihli 1. sayısında yayınlanmıştır.
"Katı olan her şey buharlaşıyor" cümlesi kült bir cümledir. Sol Yayınlar'ndan çıkan Manifestoda bu cümleyi boşuna aramayın; bulamazsınız. Sayfa 120'de kötü bir çeviriyle anlaşılmaz kılınan paragrafın esası şöyledir.
"Peşlerinde kadim ve hürmete şayan önyargılar ve kanaatler silsilesini sürükleyen tüm durgun, donuk ilişkiler silinip süpürülüyor; yeni ortaya çıkan her şey daha kemikleşemeden miadını dolduruyor. Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar".
Tıpkı bir borç/alacak mahsuplaşması gibi işleyen politik ahlakın kitle etiğinde bedel değil de günah kavramıyla somutlandığını görüyoruz. Yani suçluluk ve günahın bir efendiye olan minneti ya da avans alınan borcu imlediğine şahit oluyoruz. Demokrat olmak için, nezaketle toplumsal saygı kurallarına harfiyen uymak yeterli değildir; hayata ait soyutlamaların kaydedildiği kavramlaştırmalarda da usturuplu ve metafiziğe karşı sınanma kabiliyeti olan gerçeklerden yana olma ihtiyaç vardır. Bu anlamda bir ütopyanın peşinde koşan Marks'tan ziyade Hegel'e idealist demek haksızlıktır.
Hukuk Felsefesi'nin önsözünü yazan Jean Hyppolite'nin dediği gibi Hegel, Phänomenologie des Geistes’de (Esprinin fenomenolojisi-1807) kendi gençlik düşüncesinin güzergâhını izlemiştir. Zamanının felsefesi ve esprisi hakkında bilinç kazanışının serüvenini ve bunun tarihini bize anlatır. Onda Marks'ın iddiasının aksine ele aldığı kategoriler, hareketsiz, âtıl, önceden belirlemeyle ideası gökyüzündeki kavramlar değil, yeryüzündeki canlı bir oluş'un hareketleri, fenomenin momentleridirler. Hakikatin kendisi de tanzim edilmek üzere devinimini yaratan bir hayattır. Logos'un mantık biliminde görürüz; insanın tarihsel süreçte gene kendinden gene kendisine ulaşmaya çalışan bilincin özbilince doğru evrilen mücadelesidir. Fenomenoloji'de sergilenen hayatı, bütün Hegel felsefesinin temelini oluşturur. "Var olanı kavramak felsefenin görevidir, çünkü var olan akıldır" der. İdealist olarak refikleri tarafından suçlanmasına karşın "Bireye gelince, herkes kendi zamanının çocuğudur; felsefe de aynı şekilde kendi zamanını düşüncede özetler. Herhangi bir felsefenin çağdaş dünyayı aşabileceğini hayal etmek, bir kimsenin kendi zamanının üstünden atlayabileceğini, Rodos'u sıçrayıp aşabileceğini sanmak kadar saçma" olacağını söyler. Eğer bir teori yine de bu sınırı aşıyorsa ve olması gerektiği gibi bir dünya kurmak istiyorsa, bu dünya yalnızca onun kanısında mevcuttur. Bu kanı da şu ya da bu şekli alabilecek kadar kararsız bir unsurdur dediğinde filozofların dünyayı değiştirmek isteğinin bir idealist tahayyül olduğu gerçeğiyle bizi yüzleştirir. Ne de olsa "Aklî olan gerçektir ve gerçek olan aklîdir". Kendisinin marksist olduğunu söyleyen Zizek, Istanbul'a geldiğinde Açık Radyo'da Halil Turhanlı ile yaptığı söyleşi yeteri kadar enterasındı. O, tarihteki zor'a inanan ve tecessüm edecek tarih için bir kullanma kılavuzu olarak bir sol paradigma yaratan Marks için üstü kapalı 'manyak' göndermesi yapmaktan geri durmadı. Şöyle diyor Zizek " Hegel ideanın hüküm sürdüğünü, her şeyin önceden belirlenmiş olduğunu, gerçekliğin tamamının ideanın kendini geliştirmesinden ibaret olduğunu düşünen bir manyak değildi. Hegel bence tali olanın, tarihin her şeye açık sürecinin büyük filozofudur. Hatırlarsanız, Hukuk Felsefesi’nde “Felsefe gelecekte ne olacağıyla uğraşmamalı. Felsefe ancak burada olanı inceleyebilir,” der. Bu bence doğru tavırdır ve kanımca Hegel, Marx’tan daha maddecidir."
Alternatiflerinin tutarsızlığını göz önüne aldığımızda her şeyiyle Batı burjuvazisi kendi şekilsiz suretinden berbat bir dünya yaratıyor. Geride kalanlar hayret içinde olmayan anlamın düşünde. Aslında cevherin peşinde olan snop bir azınlığın aradıkları gösteri dünyasının kadrajladığı gösterilenden ibaret. Ekrandaki felaketlere rağmen hayata umarsız devam edebiliyorsak; bu öznenin kendi sarsıcı gerçeğiyle henüz tamamen karşılaşmadığı içindir. Çağdaş sanat nu kadar bol malzemeye karşın temayül üzerine gerçeğin etrafından dolanıyor; bir büyüyü bozmak gereğini biliyoruz, ama gerçekten oyunu bozmak istiyor muyuz? İnsanlara, cennetin yolunun böylesine bir hayatın içinden geçmediğini nasıl anlatabiliriz? Troçki'in katkısı emeğin askerileştirilmesidir. Ardından Marks'ın önerisiyle inşa edilmesi düşünülen sosyalizm bahtiyarlar ekonomisi etrafında kümelenmiş bir ilahiyat rejimi sunmaya yeltenecektir. Galerilerde, müzelerde, müzayedelerde devrim yapan gerçeküstü isyancılar, organize sanatçılar, Leninizmi günah keçisi kapitalizmi yıkan, özgürlükleri davet edici mubah bir kavram sanarak 1848'lerdeki dünyanın bugüne agrandize edilmiş metafizik görüntüsüyle avunuyorlar. Sanatın amacını aşan merkezin aşırı konumlandırılmış mevcudiyeti rahatsızlık verici. Tedrici iklimse kalıcı. Google'u aranma motoru, Truva atını, SSCB'yi bilgisayar virüsü sanan; gözünü açtığında Starbucklar, Pizzacıları gören, Colayı ayrılmaz meşrubat olarak öneren Mc Donaldlarıyla insanı besleyen çarkı çeviren emperyal kültürü 'hayat' olarak tanımış bir kuşak muhatabımız. ABD tüm kültürlerin anası olarak obezötesi bir fenomen. Bir ünlemden bütün anlamı yaratan insanın anlam-dışı o oluş sürecine sıçrayışına göndermelerde bulunamıyoruz. Bugünü hunharca feda ederken cennet geride lakin hamasi ütopyalar olabildiğince ileride. Organik nedenleri gasbeden o sentetik süreci tahlil etmek zihin dışı beyhude bir çaba. Ponty'nin şu yakınması yerindedir: 'Bizim et dediğimiz şeyin, derinlemesine işlenmiş organik kütlenin felsefede bir meskeni, bilgisinin ne adı ne yeri vardır.' Kitle dediğimiz sonunda etten bir kütle! Ahir zamanların dinamiğini yaratan çakma mitosun bilinciyle sanayi devriminin uzantısındaki kültür endüstrisi bu eti sosluyor, şarapta yatırıyor velhasıl sektörel bilinç, gurme zevkiyle toplumu işledikçe işliyor. Nedensiz yiyip içip çıkartan bir canlı türü insan. Meta değeriyle insanın ve onun şımarıklığı sanatın akıl almaz yükselişine içerden kalemlerin anlam katması umarsız bir gayret. Bir de normal evrimleşme sürecini kendi tecrübesiyle geliştirenler var. Haklı itirazlarıyla her şeyi ihlal eden tuhaf bir durumda bazıları. Gerekeni söyleyen, mukadderatı sorularla genişletenlerden @sukranmoral ve bu sergideki işleriyle Aslı Çavuşoğlu başarılı birer örnek söylemek istediklerimize..
Failler, kendi oyunlarının izleyiciyi olarak halkın arasındadır. Esas aktörlerin kendi eylemlerini lanetleyen seyirciler olduğunu biliyoruz.
Sarah Thornton’un kitabını daha önce yazmıştık . Sanat Dünyasında Yedi Gün yeteri kadar tartışma yaratmadı ve ilgi uyandırmadı . Thornton'un kitabının tanıtım yazısında yazarın , Çağdaş sanatı sevenleri ve "ben burada sanat falan görmüyorum" diyenleri karşılıklı iki kutupta topladığını ve tarafların kendi haklılıklarını muhasebe etmelerine olanak sağladığını yazmışlar . Sorun çağdaş sanatın dilinde değil, o dilin altındaki baklada. Tel'in ettiğini söyleyerek teyit ettiği dünyanın sürdürülemez ilişkilerinde. Kant'ın söylediği gibi bir zerrenin eksilmesi halinde çökecek bir evrenden, eleştirmeni, galericisi, simsarı, sanatçısıyla yekpare bir düzene yönelttiğimiz eleştiriler Bedri Baykam'ın Cumhuriyet gazetesindeki makalesine taşıdığı 2009'daki sayfalarda hala duruyor. Tek protonunun olmaması halinde zincirin bozulacağı metalaşmış gösteri rejiminin abartılmış saygınlığından çok bahsedilmemişti bugüne kadar. Kullanım değil global dünyadaki değişim değerinin organize manipulasyonundan bahsediyoruz. Ümitler tam bittiği anda mucizenin sıradanlığıyla karşılaşırız. Başkalarının kimsesi olduğumuzun farkındalığı Minevra'nın baykuşu gibi alacakaranlığı bekler; bu ülke hakkında yorum yapan herkes kesinlikler konusunda yanılmaya mahkumdur! Çağdaş Sanatın yaşaması, eleştirdiği her şeyin korunması, burjuva modernlerin sermaye birikim oranlarının kasabalılara karşı değişmeden aynı kalmasına bağlı.

Bile bile teşne olmak ya da bu kirli baharlarda insanları yersiz yurtsuz bırakan cürümlere dahil olmamak; bilincin bütün sorunu bilebilmek..
Bir meta hükmünde olduğu müddetçe sanatın, -günümüzde Çağdaş sanatın- değiştirmek istediği bir dünya yok. Aksine değişim olduğunda alıcısını kaybedip zarar göreceği bir dünya var.. Çünkü artı değerin en son alabileceği, en uç noktada duran, paranın bağlanabileceği en iyi yatırım aracı bir sanat eseri .. Sanatçının yapamayacağı ve yapmak zorunda oldukları ortada ; kitabın işaret ettiği sonuçların doğuracağı olumsuzluğu hesaba katmak zorundaysak iradesinin ya da beyanının değil ama niyetin saflığı konusunda tereddütlerimizin olması kaçınılmaz.. Kapitalist toplumların içkin ideolojisi gerçeğin güncellenerek a priori, acı tecrübeden önce bilinen tehlikenin Aylan'ın kıyıya vuran cesedinin ardından Avrupa'nın bonkörlüğünün çarpık kucaklaşmasına seyirci olduk. Bu diğer uç noktaya savrularak ilişkilerin şeyleştirilmesi, kavramların fetişleştirilmesine yol açtı. Mağduriyetler üzerinden politika yapmayı alışkanlık haline gtiren İslamcı cenah Endülüs vd. hakkındaki bakışını revize ederse görecektir ki her mutluluğun sebebi binlerce acı, her zenginliğin sebebi binlerce yoksullukttur. Anish Kapoor ya da Takashi Murakami söylediklerimize canlı örnekler.. Olayın masumiyetinin olduğunu düşünenlere -amatör sevdalılara ne demek gerekir bilemiyoruz ama- sistemin işleyişini merak edenler için Sarah Thornton’un kitabını ufuk açıcı bir okuma olarak öneriyoruz.. Konuyu günümüze taşırsak; küçük vuruş, liberal sembolik aşındırmalarla bu meş'um gösteri pervasızca sürüyor!.. Bunca acıya, canlı performasa karşın 14.Bienalde Bakargiev zamanın ruhuna uygun eşgüdümle en dinamik apolitik etkinliği gerçekleştirmeyi başardı; sahicisi varken ölüsüyle yetinsek de provoke ettiği sermayeye ve muntazaman 28 yıldır hareketledirdiği kitleye bakıp kutlayabiliriz teşvikçileri. Parantez açıp kasabalılar ideolojisinin yer ettiği bu ortamda küçük burjuvalara hasret kaldığımızı itiraf etmenin pek de anlamı yok; fakru zarureti biliyoruz. Hayat tarzlarını savunuyor ya da sınıf merkezli perspektiften bakıyoruz dediğimizde bu tür etkinlikler Avrupalılık ideallerini savunmalı ve barış politikalarına güncel gelişmeleri salonlarına taşıyarak sahip çıkılmalıdır. Güncel sanat ne yazık ki bu bienalde çok da adına layık bir performans sergiliyemedi. Istanbul Modern'de Aslı Çavuşoğlu'nun eseri, Artıkişler Kolektifi, Özge Çelikaslan, Alper Şen dışında ciddi politik bir çalışma göremedik. Troçki Evi'nin sahilinde yer alan Arjantinli sanatçı Adrian Villar Rojas’ın "Annelerin en güzeli" adını verdiği dev hayvan heykelleri ise dersini çalışmamış bir öğrencinin abartılı jestlerinden ibaret. Bir tehdit katastrofik bir uçurum önümüzdeki; acil çağrı sınır ihlali uygulayan post radikal uhreviyaçı yıkıma karşı hayatın ontolojisine sahip çıkıp kullanım değeriyle eldekileri muhafaza edebilmek. Biliyoruz ki, ABD'nin savaş çığlıkları önce Avrupayı göçertecektir. Bütün basının paylaştığı aynı fotograftı: Geçen gün sınırda Macar polisi, savaştan kaçanları taşıyan treni durdurunca arbede çıktı. Avrupa, paylaşılan fotografların kamuoyunun vicdanını yaralaması neticesinde Arap Baharının faturasını göçlerin ardından belli ki istihdamla ödeyecek! Bunları göstermesen insanlık adına neyi paylaşacaksın? İtidale davet edip örtülüp, gizlenecek ya da istismar edilerek rant elde edilecek durum yok. Avrupa medyası 'Bu fotoğrafları yayımlamalı mı?' diye soruyor. Suriye'nin nüfusunu çalan Batı, asimile edeceği insanlarla belli ki damarlarındaki yaşlı kanı yenileyecek. Almanya göçlerden yeni bir ucuz iş gücü sağlayacağını beyan etti. Merkel, Cameron'un tabanın etkisiyle bunca acıyı paylaşanlara gösterdikleri müsamaha bir yere kadar; ne kadar iyi niyetle olursa olsun başkasını anlama gayreti, imkansız bir uğraştır. Çözüm göç değil tabii ki; yurtlarında insanca yaşayabilmeleri imkanıdır. Avrupa, maddi manevi kendi çöküşüne yol açmayacak idealleri savunabilmelidir!
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1098078&CategoryID=40
http://www.milliyet.com.tr/bienalle-buyukada-cikarmasi/cagdas-ertuna/pazar/yazardetay/06.09.2015/2113160/default.htm

Geleceğe ait bir olasılıktan çok, bugüne ait bizden kendimizi daha fazla feda etmemizi istemeyen bir kesinliğe ihtiyacımız var. Biliyoruz ki, sabah akşam 'Esat halkına zulmediyor' repliğini seslendiren Batılı liderlerin bugünkü tabloyu tahmin edememeleri düşünülmezdir. Aşkın politik gerçek zaruri bir kimlik politikasından doğmamıştır. Emperyal merkezlerin histerik çağrısına karşılık verenler tarihin düğümlediği bir yaraya neşter atmadılar; onlar Suriye'de hibrit düzenin komutuyla çalışan uluslararası sistemin unsurlarıydılar. Hegel, tarihin hareketini oluşturan fikirlerin diyalektiği olduğunu söyler. Ağır gündemi sürekli belirleyen onlar. Kanaatler ve düşmanlar an be an değiştiğine göre, dünyada insanca yaşanabilecek bütün vakitleri, siyasetin akılalmaz arzularının tatmin edildiği zamanlara/alanlara çevirmek çok da anlamlı değil. En basit kelimeleri, en ağdalı tariflerle kavramsallaştırmak ya da çağdaş sanatın yaptığı gibi objeler aracılığıyla tiye aldığı dünyayı acımasızca yıkmaya çalışmak gereksiz. Hayat olduğu hal üzere somut. Eğer Bakargiev olmuş olan konusunda sanatçılardan yardım isteseydi talebinde erdemli ve daha dürüst davranmış olacaktı..
Dünyanın nasıl olması gerektiğini öğretmek iddiası üzerine bir söz daha söyleyelim dedikten sonra Hegel devam eder: "Felsefe bu konuda daima geç kalır. Dünyanın düşüncesi olarak, felsefe, ancak realite oluşum sürecini işleyip bitirmiş olduğu zaman ortaya çıkar. Kavramın öğrettiğini, tarih aynı zorunluluklarla sürer; ancak varlıkların olgunluk çağındadır ki, ideal, reel'in karşısında boygösterir ve aynı dünyayı cevheri içinde kavradıktan sonra, onu bir fikirler âlemi şeklinde yeniden inşa eder. Felsefenin soluk rengi solgun zemine vurduğu zaman, hayatın bir tezahürü ihtiyarlık günlerini tamamlıyor demektir. Felsefenin soluk rengiyle, o gençleştirilemez, sadece bilinebilir. Minerva'nın baykuşu, ancak gün batarken
uçmaya başlar".
Burada örnek bir batılı entelektüel tavrıyla düşünen Hegel, dünyadaki farklı evrimleşmelerin tek bir ortak paydada bütünleşebileceğini düşünmeden edemiyor. Gerçi küreselleşme bütün yerel farklılaşmaları kapitalizm lehine yok etmiştir. Oysa eğer savaşlar olmasaydı, dünya her coğrafyanın özgünlüğünü korunarak da tarih içinde evrilebilirdi. Başkalarının hayatlarına burunlarını sokmadan yeni dünyayı yaratabilecek olanlar, kendi benliklerinin bir ucundan diğer ucuna seyahat etmiş ve kendi kanlarının ta dibine kadar dalmış olanlar olduğuna dikkat çeken Gustav Landaur, aradaki makus bağlantıyı tamamlıyor. Ne de olsa Hegel'e karşı kafası üstü bir pozisyon alan Marks, "Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir" demesine karşın kapitalizmin Landaur gibi bıkkınları negatif diyalektiği ilerletmekte daha yetkin olmuşlardır. Umumi memnuniyetsizliğe, kitlelerin kapitalizme karşı tüm ilençlenmelerine karşı, bugün tanımını yapmaktaki gayretlere karşılık veremeyen sosyalizm tahayyülü sadece virtüeldir. Burjuva diktatörlüklerin ya da devrimci demokratların aydınlanmacı mezmurlardan bütünüyle terk-i diyar ettiklerini sanmayalım! Bütün özgürlükçü söylemlere sahip çıkan sol, sivil toplum hülyasındaki haysiyet ve karizmasını Karin katliamlarına Gulaglara, Lenin ve Stalinlere elbette borçlu değildir. 'Tarih, kötü çatlaktan ilerler' demesine nazire edercesine demokratik temayül Marks'tan çok onun delifişek, azılı düşmanı Bakunin'le bağlantılı bir ivme içinde dönüşmüş ve kendisiyle birlikte yaşananları dönüştürmüştür. Minnetar olacağına amacın yerine aracı koyan siyasal iklim, özgürlükler konusunda aşılmaz bir kafa karışıklığı yaratır. Bu kargaşadaki hali üzere sosyalizmin, ne olduğu ya da şapkadan kimi çıkaracağı meçhuldür. Sistem öyle bir dinamikler yaratırmıştır ki, kurbanla katili arasında sinerjik bir sempati oluşturmaya yönelik bir oyunmuşçasına özneyi bitmez tükenmez bir toplum sözleşmesinin şartları içinde olduğu hal üzerine köleleştirmiştir. Kapitalizmin kendinden daha devrimci bir ideoloji tarafından aşıldığı görüşü pratikte mugalatadır. Öyle ki, Hegel'in onun mahdumları tarafından aşıldığı tezi, abartılı bir propagandaya dayanan bir inanıştır. Emeği üreten sermayeye ihtiyaç duyup, endüstriyel üretimi konumlandırdığımız paraya hiçbir anlamda alternatif yaratamayan diyalektik materyalizmin kehanetçi teorisi, kendi eleştirisinin muhatabı olduğu dünyada tartışılmaya açıktır. Geçenlerde e-skop, Deleuze'un talebini seslendirmişti: "Yeni bir para teorisine ihtiyaç var". Bunlar gayri sıhhi tanımlar ama sosyalizm adına eşitlik/adalet kavramlarının buradan yürüdüğünü sanıyor literatüre hakim olmayan arkadaşlar. Twitter'da bazı ekonomik, politik, felsefi paylaşımlar yapan fenomenler var. Özenle seçip paylaştıkları makaleler rahat ortalama bir entelektüeli yeniden biçimlendirecek, modern çağın kafası karışık öznesini kışkırtarak öznelliğini baş tacı edeceğine bu metinler yardımıyla yeniden yaratacak yetenektedir. Çabası ve çağdaşlığa inancından dolayı takdir etmek gerekir. Tüm iyi niyetli çabalar virtüelliğe dönüştüğü oranda kıymetlidir. Bizim soldaki mistifikasyonu geliştirmeye değil akromegaliyi (devleşme hastalığını) tedavi etmeye, sınıfsal kavramları müşterekler aşkına yerinden etmeye gereksinimimiz var. Metinler üzerinde yatay dolaşmaktan ziyade derinlemesine girişilen okumalarda "ding an sich/şeylerin özü"ne ulaşmak imkanı var. Okumaktan önemlisi, sorun okuduğunu doğru anlamak, metinler arası bağlantıları yapabilecek hafızaya sahip olabilmek ve literatüre hakim birikimle yorumlamak. Her metnin hedefinde olan düşünülen bir özne profili vardır; olmasa da yazardık diyemiyoruz!
http://www.servetdusmani.org/anarsistler-icin-marx-ekonomisi-bir-anarsistin-marxin-ekonomi-politigin-elestirisi-sunumu-7-bolum-devlet-kapitalizmi/
Yukarıda paylaştığı link, anarşistlerin, başından beri komünistleri suçladığı merkezi yapı idealizmine kuvvetli bir eleştiri getiriyordu. "Sosyalizm, kendini meşrulaştırmak, toplumun aklını karıştırmak için kastların hükümranlığında garip bir ideolojiye büründü. Adresi gösterdiğimizde başta inanmış arkadaşlardan olmak üzere çeşitli yazılı/sözel itirazlar geldi. Oysa 'eleştiri' olarak Sokratik diyalog yöntemi, otoritenin asimetrisinde, metafizik bir diskurdan esintiler taşıyan resmi söylemin tam karşısında durmaktadır. Çoğunluğa karşı azınlığın sesi, önlenemez değişimin diyalektiğini omuzlayan hiziplerin nefesi olan sarkastik eleştiri, yeni dünyaların kapısını açacak tek anahtardır. Ancak sosyalist kitle, Hegel'i Marks'tan, Marks'ı Lenin'den, Lenin'i yerli muadillerinden dinlediği için biliyoruz ki özgürlükler adına nasıl bir karanlık dünyanın yaratılma felsefesini savunulduğunun teorik bilincine sahip değildir. Troçki'nin Ekim 1926'da 15. Kongre'de varlığını onayladığı 'Hizip yasağı' kavramı için büyük pişmanlıkla 15 Temmuz 1939'da şöyle dediğini biliyoruz: "Bütün Bolşevizm tarihi, eğilim ve hiziplerin özgür mücadelesinin tarihiydi. Bolşevik Merkez Komitesi, bir muhalifin Merkez Komitesi politikasını hatalı görmesi halinde o muhalifin hizip yöntemlerini terketmesini hiçbir zaman hayal etmemişti. Muhalefete karşı sabır ve sadakat Lenin'in liderliğinin en önemli özelliklerindendi. Şu an partiye soluk almak ve düşünme imkanı vermeyen hizip kavramı öcü gibi gösteriliyor". Lacan'ın Büyük Öteki yoktur önermesinin merkezci totaliter eğilimi tam çekirdeğinden vurduğunu görebiliriz. İnançlı okurun yadırgayarak dışladığı şey, kaldıraçın kuvvetleri adına müşterek kuvvetlerin bu son yargı perspektifine ulaşmak için katedilmesi gereken yol. Eski toplumsal hareketlere baktığımızda; alt tabakanın niteliksiz işgücü ve eğitim seviyesi düşük bireylerinin teoride toplumun itici gücü olarak değerlendirildiğini biliyoruz. Yeni toplumsal hareketlerde profil, eğitimi yüksek bireyler, nitelikli işgücü ve sınıf temelinden ziyade kimlikler üzerinden mücadele veren bir kitle üzerinden yürüyor. Eskiden kuramlar iktidar isterken yeni direnişçiler kültürel kimliklerin tanınmasını, eşit bir yaşam hakkını ve hayat tarzlarına müdahale edilmemesiyle yetinebiliyorlar. Merhalelere aşina değilseniz; hâlâ çelikten tutunma noktaları olan bir ideolojiden, özgürlükten başka her şeye medet olabilecek felsefeden dem vurur, ölü kavramlar oluşturabilir, ötekileri hiçleştiren spekülasyon yaratabilir, füturistik stratejiler geliştirip ekonomi-politikle orta sahada top çevirebilirsiniz. İster Marksist, ister Spinozacı olun; düşüncelerin müzakeresi toplumlarda dostluk ya da düşmanlık duygulanımları tetikleyen ekonomik bir mübadele biçimi olduğu kadar bir iktidar yaratma yöntemidir de. Fotograflardan itinayla kazınan tüm devrim kadrolarına baktığımızda; bu bağlamda ölü Geçmiş istediğimiz şekilde her an ırzına geçme imkanı bulduğumuz mirastır. Tıpkı bir borç/alacak mahsuplaşması gibi işleyen politik ahlakın kitle etiğinde bedel değil de günah kavramıyla somutlandığını görüyoruz. Yani suçluluk ve günahın, nimetin bir efendiye olan minneti ya da avans alınan borcu imlediğine şahit oluyoruz. Demokrat olmak için, nezaketle toplumsal saygı kurallarına harfiyen uymak yeterli değildir. Twit fenomenlerine baktığımızda onlar el yapımı fikirleri olan küçük tanrılar. Aktüellik ya da politika işin içine girdiğinde hayat ve ölüme ait tanımlar bulanıklaşıyor. Kavramlaştırmaların sınanma kabiliyeti olmayan metafizik doğrulardan çok, nedensel çözümlemelere, fiziki açıklamalara ait olması hayaldir. Neden, ilk nedendir; tanrı bir soyutlamadır. Günah bir kavramdır. Kavram teoride enigma olarak kalır ancak pratikte öznenin taraf, mevzi değiştirmelerine neden olan açıklamalar, muarız ya da musahipler tarafından yöneltilen eleştiriler siyasi alandan önce iktisadi alanda bir toparlanma çağrısıdır; soyut kavram, her talep sonrasında somut bir adım olarak ekonomik gerçeklerle irtibatları kurar ya da tıkanıkları deşifre eder.
Değer yaratmak için emeğin yararlı şekilde harcanması gerekir diyen Marx’ın sözünü ettiği anlamda 'genel emek' ideolojiden azade tüm toplumların bağrında zatendir. Ancak "yalnızca değer kaynağına sahip olması değil onun sahip olduğundan daha fazla değerin kaynağı olması, özgül kullanım değerine sahip olmasıdır. Kapitalist, meta değişimi konusundaki ebedi yasalar uyarınca hareket eder' (1/209) Adı sosyalist/kapitalist olsun; meta üreten bir toplumda genel emek, artı değerle biteviye genişlemeye çalışır. Yaratacağı refahın gereksinmeleri ve hazzın devrimci dinamikleri doğrultusunda emek mübadeleye girmesinden itibaren soyut emek olarak dolaşmaya başlar. Soyut emek bundan dolayı tüm endüstri toplumlarının önlenemez kavramı olarak yönetim/iktidar biçimlerinin toplumla birey arasındaki gerilimini ve üretimiyle birlikte kendine de yabancılaşan öznenin uzlaşmazlığını belirler; teknolojinin güdümünde insanı lağvederek yararlı emeği kaldırma temayülünü geliştirir; teşebbüsün organize eylemi eyleyenin bedeninden başlayarak varlığın doğasına sistemli yabancılaşma sürecinde antagonistik özellik kazanır. Toplumu ve bireylerin evrimini körleştirici negatif diyaliktik "Emtia dünyasında, tüm emeğin insan emeği niteliğinde olması, kendine özgü toplumsal niteliğini oluşturur" olmasından ötürü sadece tarihsel değil; uzaklaşır bir çizgide insansaldır da. Örgütlenmiş emek ideolojileri, daha fazla eşya yaratma özgürlüğü elde etmeye çalıştıkça bu çıkış kapısı olmayan fasit dairede kendini imhayla sonlanacak sürecin dinamikleriyle devindiklerini; düşüncenin sembolleri ve hakikatin fetişlerleriyle kendilerini istihdam eden endüstri rejiminin logaritmasını ve mecburiyetlerini bilmek durumundadır. Bu Kafkaesk karnavalda, sosyal medya platformunun ücretiz hizmetlileri hakim kültürün ideolojik tahakkümüne karşı ironiyi bir strateji, gülmeyi otoriteye karşı bir direnç vesilesi kılmışlardır. Dionysoscu gülüş Spinozadan beri sivil toplumun ve vitalliğin olduğunca tanrısal kurtuluşun da umududur. Dijital evrenin sınıfsız bileşenleri, iktidarlara karşı çok sesli bir dünyanın metanetini oluşturmaktadırlar. Proletaryanın özgürlük ideali bir oksimorondu ancak mefhumu özellikle Fransız felsefesinin sulandırdığını iddia edebliriz. Kurtuluşçu teorilerdeki ciddiyetin bulandırılmasının ardından medyanın senkronizasyonuna uygun üretim araçları yersiz yurtsuzlaşma bilincine ulaşır, özneler iktidarları yerinden etmeden mülksüzleştirebildi. Rizomatik evrenin soyut özleri, bizlere ağaç kökleri gibi eski dünyanın ağlar üzerinden yeniden kazanımı için daha gerçek olanaklar sağladı. Özneler, SSCB tecrübesinden sonra ikinci bir aldatmaya karşı kendilerini koruma altına almışlardır; grotesk olanın bir adım öne çıktığı ortamda iktidarın parodisi için arayüzler kullanılmaktadır. Kaotik olanın ontolojinin değişimi için vandettalar, maskeler, kahkahalarla yıpratmaya tabi tutmuşlardır. Bahisleri yükselten Güruh, kitle iletişim araçlarıyla ölümü yücelten marazi patolojinin kaidesi ise gösteri, fedakarlık istençleriyle toplumu uçuruma götürenin realitesinde vardır ve erbabının iktidar mevzusuyla sınırlıdır.
Para, her şeyin özetidir; öyle söylüyor, sonradan bulunan yarısı boş not defterinde. 80 yıl sonra yayıncılar basarken kapağa Hegel'in Grundlinien der Philosophie des Rechts adlı eserine nazire yaparcasına 'Grundrisse' yazıyorlar.. Kalın çizgiler demek; 'sınırlar' diye de okuyabiliriz.. Bizi çevirip, boşluk içinde yoktan var eden sınırlar, hatlar yahut kapanına alan, zihnimizi çevreleyen duvarlar.
Her şeyin 'aslı' ile 'aksi' yer değiştirmiştir insanın zihninde. Camera Obscura kavramı, yalnızca Hegel'in düşüncelerinin düzeltilmesini isteyen bir talep olmadı hiçbir zaman.. Vizöre düşen görüntü, her konuda dışarının, dışarıda kalan yarımız olan ötekinin önyargılarla zihnimizde başaşağı çevrilmiş halidir. Özgürlük isteriz; aslında tümüyle esirizdir. Barışmak için savaşırız; bırakın devletleri, insanların bile bir konuda uzlaşması imkansızdır. Ölülerin kazandığı zafer'in adı diriler için 'barış' olur. Mekanlarımız, yuvalarımız; başkalarından saklandığımız hücrelerimizdir. Hastalıkların nedenini değil, sonuçlarını tedavi ederiz. Gelirken 'cennet vaadetseler de, İdeolojiler insanları köleleştirir.. Demokrasi, sınırlandırılmış özgürlüktür. Din, yeryüzüne indiği andan itibaren yaratanın eşitleri arasında eşitsizlik, metafizik, fizik; mesaj kast'lar yaratan bir kurum olur.. Diğerleri peşisıra.. İşbölümü, kitabına uygun tesis edilmiş, hafif meşrep entelijansiyanın coşkusudur; modern bir karnavala dönüşen acı hayata onayı eksiksizdir. Tedirginliğimiz, emniyetli bir mesafeden bakarken ansızın içinde olduğumuz çaresizliğin farkındalığıdır. Yekpare bir kepazelik serüveni teatral bir düzenekle sahnelerken, gösteri, bütün dünyada aynı trendleri kapsıyor; yani ülke açısından mahrem bir durum, pornografik toplumda özel müstehcen bir konum yok..
İstanbul’da Cezayirliyan’ın izini süren Rackowitz, işini, Türkiye’nin son Ermeni köyü olan Vakıflı’dan gelen kalıntılarla birleştiriyor. Yaşamını Mexico City’de sürdüren sanatçı Francis Alys ise, Kars’ın Ani ilçesinde yaşamış olan kuşların seslerini taklit ederek, artık o bölgede görülmeyen kuş türlerini çağırırken, bölgeden göçe zorlanan Ermenilere de sesleniyor.
Udi Hrant üzerine uzun soluklu bir araştırma yapan ve bu araştırma sonucunda ortaya çıkan kavramsal heykeli Venedik Bienali Ermenistan Pavyonu’nda sergileyen Haig Aivazian, İstanbul Bienali için bir performans işi hazırlamış. Performans dâhilinde Beyoğlu Üç Horan Kilisesi’nin korosu, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda Udi Hrant’ın da okuduğu bir geleneksel şarkı seslendirecek.
Aslı Çavuşoğlu’nun bienal için ürettiği projede, artık kullanılmayan eski bir Ermeni tekniğiyle, böceklerden kırmızı boya elde ediliyor. Agos gazetesi ve Hrant Dink Vakfı’nın eski binasını proje mekânı olarak kullanan Ayreen Anastas ve Rene Gabri, binanın geçmişine de gönderme yaparak, burayı bir hakikat merkezine dönüştürecekler. Hrant Dink Vakfı’nın yeni yeri olan Anarad Hığutyun Binası’nın da bienal duraklarından biri olduğunu da not düşelim".

Troçki evi Bienal'in en değerli simgesi. Orhan Pamuk’un önerisiyle etkinliğin mekanlarından biri olmuş. Troçki evinde engebeli yollardan denize indiğinizde karşınıza Arjantinli sanatçı Adrian Villar Rojas, Troçki'nin denizden gelen konuklarıyla, "Annelerin en güzeli" adını verdiği dev hayvan heykelleriyle izleyiciyi karşılıyor. Ancak görülüyor ki ne sanatçıların ne de izleyicilerin dünya tarihini değiştiren böylesine nadide bir konuyla ne ilgileri ne de bilgileri var; oysa geçen ay yazdığımız yazı aslında onlara taşıyamayacakları ölçüde külfet-sorumluluk olarak nitelendirilemeyecek ağırlıkta önemli bilgiler aktarıyordu..
http://emincetingirgin.blogspot.com.tr/2015/08/not-defteri-agustos-2015.html
Sürekli Devrim tezinin asli sahibi bizim Pavrus Efendi diye tanıdığımız İttihatçıların akıl hocası Aleksandr Halpland'dır. 1905 ayaklanmasının mimarıdır. Engels'in öğrencisi, Rosa Luksemburg'un sevgili yoldaşının bir Alman ajanı olduğunun anlaşılmasından sonra Troçki'nin yanıbaşındaki yeri Lenin'e terketmiştir. Hem 1905 hem de 1917 devriminde değişmeyen tek ortak figür ise Troçki'dir. Sonu Büyükada'da tehcirle biten bu kült liderin tüm süreç boyunca çeşitli fasılalarla Bolşeviklerin dışlama jestine maruz kaldığına biliyoruz. Nedeni, onun istikrarı bozan 'sürekli devrim' tezlerinin iş, ekmek ve huzur arayan halk tarafından aşkın bulunmasıdır. Devrimi yapan kadroların muhafazakarlaşması, iktidarların gerici olmak zorunluluğunun sonucudur. Troçki'nin sürgünü Stalin'in tek ülkede sosyalizmle yenilgiye uğrayan devrimin bastırma eylemi olarak da okunabilir. Bence en büyük hatası ta başından itibaren kendi özgün ve uzlaşmaz pratiğini Leninistlerle ittifak yapan bağımsız bir ideoloji olarak yüksek sesle savunamamasıdır; devrime inancı jeo politik realitenin sınırlarını görmesine engel olmuştur.
Sürrealistlerin sözcüsü şair-eleştirmen Andre Breton ile 1917 Ekim Devrimi'nin önderi Lev Troçki'nin birlikte kaleme aldıkları 1938 tarihli Coyoacan Manifestosu : Özgür ve Devrimci Bir Sanata Doğru
Hiçbir abartmaya basvurmadan söyleyebiliriz ki uygarlik asla şimdiki kadar ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Vandallar, barbar olduğu kadar köhnemiş olan araçlarıyla Avrupa’da antik kültürü yok ettiler. Tarihsel kaderi bağlamında Dünya uygarlığının, birleşmiş ve çağdaş teknolojinin tüm imkanlarını kuşanan gerici kuvvetlerin darbeleri altında savrulduğunu görüyoruz. Tek düşüncemiz yaklaşmakta olan dünya savaşı olamaz. Bilim ve sanatın bulunduğu haldeki bu durumuna katlanmak mümkün değildir. Değişim; hemen, şimdi!
https://www.marxists.org/turkce/trocki/1938/manifesto.htm
Troçki'nin 1919'da yazdığı Komünizm ve Terörizm'deki görüşlerine baktığımızda şahit olduğumuz dehşete nazara Andre Breton'la birlikte kaleme aldığı Devrimci Sanata Yönelik Manifesto'da son derece demokrat bir portre çıkar önümüze. 1938 karanlığının herkesi boğduğu ortamda sanki sanatçıları kurtarmak istercesine sürgünde olduğu Meksika'da şöyle yazacaktır: "Eğer devrim madde üretimin daha çok gelişmesi için en başından beri bireysel özgürlüğün anarşist rejimini kurmalıydı. Otoritesiz, diktasız, tepeden inme emirlerin izi bile olmadan (T.Cliff 2/131) İktidardaki insanın despotluğuyla muhalefetteki önderin demokratlığı farkını daha önce yazmıştık; ancak burada sanatçıları aydınlatacak bir belge olarak içinde iki önemli ressam: Rivera ile eşi Frida Kahlo'nun yer aldığı hikayeyi Uraz Aydın'ın Yeniyol'da yayımlanan yazısından aktararak bitirelim:
"Sürrealizmin kurucusu André Breton ile Ekim İhtilali’nin önderi Troçki’nin, Meksika’da karşılaşması bir “nesnel tesadüf”ün eseri olabilir mi? Sürrealistlerin sıklıkla başvurduğu bu kavramı biraz fazla mistik bulmakla birlikte Troçki de, Çılgın Aşk’ın yazarının konferans vermek üzere Meksika’ya geleceğini duyduğunda, bu karşılaşmanın kaçınılmaz olduğundan şüphe duymaz. Böylece “dünyayı dönüştürmenin” (Marx) ve “hayatı değiştirmenin” (Rimbaud) kopmaz bağlarla birbirine bağlı olduğunu bilen ve her biri bu ortak mücadelenin birer cephesinde en cüretkar adımları atmış olan bu iki şahıs, Diego Rivera ve Frida Kahlo’nun Coyoacan’daki “Mavi Ev”inde bir araya gelir.
Şüphesiz bu karşılaşmada, Troçki’nin Bolşevik liderler arasında, belki de Lunaçarski’yle birlikte edebiyata ve kültüre en duyarlı kişilerin başında gelmesinin katkısı vardır. Öte yandan, Breton ve arkadaşlarının antistalinist tutumu, ve Troçki’nin Fransa’dan kovulmasına karşı gösterdikleri tepki de belirleyici olmuştur. Yine Troçki’nin “Lenin” isimli kitabının sürrealistlerin siyasal angajmanında bir dönüm noktası olduğu bilinir.
1938 yılının şubat ve temmuz ayları arasında Troçki’yle Breton 8-10 kez bir araya gelir. Birlikte uzun yürüyüşler yapıp doğanın gizemi ve kelebeklerin güzelliği karşısında birlikte büyülenir; Troçki için son derece tehlikeli olmasına karşın sinemaya kovboy filmi izlemeye gider; yarı donmuş nehirlerde elleriyle balık tutarlar. Xochicalco piramidine tırmanırken de, Patzcuaro gölünün ortasındaki bir adada dolanırken de sohbetlerinin temel eksenini elbette sanat ve devrim oluşturur. Sanat akımları konusunda pek anlaşabildikleri söylenemez. “Üstgerçekçiliğin” karşısına Troçki Zola’nın gerçekçiliğini koyunca, Breton kasılmaktan kendini alamaz, ama Zola’da da bir çeşit şiirselliğin bulunduğunu dair muğlak sözlerle sohbeti kapatmaya çalışır. Breton manevi özgürleşmenin öncüleri olarak Sade ve Lautréamont’dan söz edince de Kızıl Ordu’nun kurucusunun gözleri seğirmeye başlar. Breton’un gelişini öğrendiğinde Marksist sanat tarihçisi Meyer Shaphiro’nun ABD’den kendisine gönderdiği Sürrealist Manifesto, Nadja, Bileşik Kaplar ve Çılgın Aşk gibi kitapları Troçki’nin baştan sona okuyup okumadığı bilinmiyor. Ama Breton’un düşüncesinin esasını kavrayacak kadar ilgilendiği söylenebilir. Kendisi de psikanalize ve bilinçdışı mekanizmalara meraklı olmakla birlikte Troçki sürrealistlerin bilinci bilinçdışıyla boğmaya çalıştığını düşünür. Sanat ve delilik konusunda da anlaşamazlar, Troçki buradan yapıcı bir şey çıkabileceğine inanmaz. Breton’un kimi zaman umutsuzluğa düştüğü olur, Troçki’nin de muhtemelen…
Fakat ortaklaştıkları esas zemin sanatın insanlığın özgürleşmesi açısından taşıdığı önem, ve özellikle de, gerek “demokratik” kapitalizmin, gerek faşizmin, gerekse stalinizmin özgür bir sanatın gelişmesinin önünde teşkil ettiği engeldir. Bu uzun sohbetler sırasında gerçekten bağımsız bir devrimci sanatın gerekliliğini savunacak bir manifestonun kaleme alınması ve de bu yönde faaliyet gösterecek bir kolektifin, bir “sanatçılar federasyonunun” oluşturulması fikri olgunlaşır. Metnin taslağını yazma görevini Breton üzerine alır. Troçki bu meseleye büyük bir önem atfettiğinden, Breton’un taslağı yazmaya bir türlü başlayamaması aralarına bir soğukluğun girmesine bile sebep olur. Fakat Nadja’nın yazarının dönüş vakti yaklaştığından, ilişkinin kopmaması için her ikisi de irade gösterir. Sonunda Breton’un teslim ettiği taslak metin üzerinde Troçki eklemeler çıkarmalar yapar, metin yeniden kesilip biçilir ve ortaya “Bağımsız Bir Devrimci Sanat İçin” bildirgesi, bir başka adıyla “Coyoacan manifestosu” çıkar.
“Taktik nedenlerle” Breton ve Rivera’nın imzasıyla yayınlanacak olan bildirge insan uygarlığının, bu güne dek görülmedik bir tehdidin, “her tür modern teknikle silahlanmış gerici güçlerin” tehdidi altında bulunduğu tespitiyle başlar. Bu koşullar altında, özellikle de Nazi Almanyası’nda ve SSCB’de bilimin, sanatın ve her türden entelektüel yaratımın durumu artık “katlanılmaz” hale gelmiştir. Fakat, Troçki’nin kaleme aldığı dördüncü paragrafta, Sovyet bürokrasisi komünizmin en tehlikeli düşmanı olsa da “ne faşizm, ne komünizm” gibi bir şiarın kesinlikle sahiplenilmediği de vurgulanarak sanatla devrim arasındaki ilişki şöyle ifade edilir: “Gerçek sanat, yani önceden hazır modeller etrafında çeşitlemeler yapmakla yetinmeyen, günümüz insanının ve insanlığının içsel gereksinimlerine bir ifade vermeye çalışan sanat, devrimci olmak, yani toplumun eksiksiz ve köklü biçimde yeniden inşasını, salt entelektüel yaratıcılığı ona köstek olan zincirlerden kurtarmak ve tüm insanlığın geçmişte ancak kimi dahilerin ulaştığı mertebelere yükselmesini sağlamak için bile olsa, istemek durumundadır”.
Sanatın toplumsal gerçeklik karşısındaki duruşunu ve içinden taşan “ütopik fazla”yı (Bloch), yine aynı dönemde Partisan Review’e yazdığı bir mektupta şöyle betimliyordu Troçki: “Genel bir bakış açısıyla insan sanatta, varoluştaki ahenk ve bütünlüğe –yani toplumun onu mahrum ettiği en değerli servetlere- talebi dile getirir. İşte bu nedenle her otantik sanat yapıtı gerçeğe karşı çıkışı, bilinçli ya da bilinçsiz, aktif ya da pasif, iyimser ya da kötümser bir karşı çıkışı taşır içinde. Her yeni sanat akımı isyanla başlamıştır”. 1935’te Kültürün Savunusu Kongresi için hazırladığı konuşmada da André Breton bu bağlantıya şu sözlerle değinir: “Dünyanın yorumlanması faaliyeti dünyanın dönüştürülmesi faaliyetine bağlı olmayı sürdürmelidir. İnsanın sorununu çeşitli biçimler altında derinleştirmek şairin, sanatçının görevidir… Onun ruhunun bizzat bu yöndeki sınırsız yürüyüşü potansiyel olarak dünyayı değiştirme değerini taşır… Böylesi bir yürüyüş –üstyapının gelişmiş bir ürünü olarak- dünyanın ekonomik dönüşümünün gerekliliğine ancak güç katabilir.”
Bilinçdışı süreçlerin önemine de vurgu yapan Coyoacan manifestosunun, belki de en vurucu ifadeleri, sanatın ve her türden entelektüel faaliyetin, gerek sermayenin gerekse devletin hedeflerine, yani dışsal dinamiklere tabi kılınmaması gerektiğine ilişkin olanlardır. Yazarlar, Genç Marx’ın “basın özgürlüğünün ilk koşulu [yazarlığın] bir meslek haline gelmemesine dayanır” sözlerinin kapsamını genişleterek sanatsal yaratım için hayalgücünün herhangi bir dayatma altında olmamasının zorunluluğuna vurgu yapar ve şu sözleri ekler: "Bizi, bugün ya da yarın, sanatın kendi olanaklarıyla kesinlikle bağdaşmaz olduğunu savunduğumuz bir disipline tabi olmasını kabul etmeye zorlayacak olanlara karşı, biz kati bir redle ve şu formüle bağlı kalmaya kararlı irademizle yanıt veriyoruz: sanatta tam serbestlik". Metnin bu kısmı özellikle önemlidir, çünkü Breton’un hazırladığı ilk metindeki ifade şöyledir: "Sanatta tam serbestlik, proleter devrime karşı olmak hariç". Böyle bir ifadenin istismar edilip yeni kısıtlamalara da yol açabileceği çekincesiyle kaldırılmasını talep eden Troçki’dir. Tümüyle Troçki’nin elinden çıkma bir sonraki paragraf, onun bu konudaki yaklaşımını berrak bir şekilde ifade eder: “Eğer devrim maddi üretici güçlerin gelişimi için sosyalist bir merkezi plan rejimi kurmak durumundaysa, entelektüel yaratıcılık için, hem de en başından itibaren, anarşist bir bireysel özgürlük rejimi düzenlemek ve temin etmek zorundadır. Hiçbir otorite, hiçbir baskı, en küçük bir komut izi bile olmamalıdır bunda!".
Lev Troçki’nin, sanatın bağımsızlığı konusundaki tutumu, elbette farklı vurgular ihtiva etmekle birlikte, özünde 1923’ten beri pek değişmemişti. Edebiyat ve Devrim’de şöyle diyordu: “… Sanat kendi yolunu, kendi yöntemleriyle yine kendisi açmalıdır. Sanatın yöntemleri Marksizmin yöntemleriyle aynı değildir. Parti, proletaryayı yönetiyorsa da tarihsel süreci yönetmez. Partinin doğrudan doğruya ve zorlayarak, kararlarla yönettiği alanlar vardır. Sadece işbirliği yaptığı ve cesaretlendirdiği alanlar vardır. Nihayet, sadece yön verdiği alanlar vardır. Sanat, partinin komut vermeye çağrıldığı bir alan değildir.”
Bildirgenin son paragraflarında devrimi sanatın yöntemleriyle savunmak ve devrimi tahrif edenlere karşı sanatın özgürlüğünü savunmak konusunda “Marksistlerle anarşistlerin elele yürüyebileceği” vurgulanır ve bir Uluslararası Bağımsız Devrimci Sanat Federasyonu’nun (FIARI) kurulması için çağrıda bulunulur. 25 Temmuz 1938 tarihini taşıyan metin şu şiarla son bulur: “Devrim için Sanatın Bağımsızlığı, Sanatın Nihai Özgürleşimi için Devrim”.
Breton’un Fransa’ya dönüşü üzerine çalışmalara başlanır. Anti-stalinist bir devrimci tutuma sahip kimi aydın ve sanatçılarla irtibata geçilerek bir ulusal FIARI komitesi kurulur. Fakat ne FIARI’nin bülteni Clé [Anahtar] iki sayıdan fazla yayınlanabilir ne de federasyonun kendisi gerçek bir etkinlik kazanabilir. Uluslararası konjonktür bir “sanatçı birleşik cephesine” pek elverişli değildir. Faşizme Karşı Mücadele’nin yazarının ifadesiyle, silahlar konuşmaya başlayınca, kalemler susmak durumunda kalmıştır.
Hiç şüphesiz bildirgenin yazıldığı dönemin siyasal-toplumsal bağlamı hayli değişime uğradı. Bugünün kültürel evreni ise piyasa despotizmi, ahlakçı muhafazakarlık ve otoriter siyasetin işgaliyle karşı karşıya. Fakat Coyoacan manifestosundan saçılan kızıl ve kara alevler bu cendereyi infilak ettirecek gücü taşıyor hâlâ."
Kaynakça
Lev Troçki, Sanat ve Edebiyat, çev. Aslıhan Aydın, Yazın yayıncılık, İstanbul: 2001.
Lev Troçki, Edebiyat ve Devrim, Çev. Hüsem Portakal, Köz Yayınları.
Pierre Broué, Trotsky, Fayard, 1988.
Arturo Schwarz, Breton/Trotsky, 10/18, 1977.
Michel Lequenne, Marksizm ve Estetik, Yazın Yayıncılık, Istanbul: 2000.
Ek: FIARI’nin Misyonu
(…) Sanatta devrimci düşünceler için mücadele, sanatsal gerçek için –şu ya da bu ekolün bunu algıladığı şekliyle değil, sanatçının kendi iç benliğine karşı sarsılmaz sadakati anlamında- verilecek mücadeleden başlayarak yeniden ele alınmalıdır. Bu olmazsa sanat olmaz. Kurtuluşun formülü “Yalan söyleme!” sözüdür. Kuşkusuz FIARI bir estetik ya da politik ekol değil, olamaz da. Ne var ki, içinde sanatçıların soluk alacağı ve yaratacağı atmosferi ozon katarak temizleyebilir FIARI. Gerçekten de, bir kargaşa ve tepki, bir kültürel çöküş ve ahlaksal barbarlık çağı olan çağımızda, genel eğilimi açısından bağımsız yaratıcılık mutlaka devrimci olmalıdır, çünkü bu dayanılmaz toplumsal bunaltıdan bir çıkış yolu aramak durumundadır. Ama genel olarak sanatın, tıpkı tek tek her sanatçı gibi, dışarıdan emirler beklemeden, emirleri reddederek, kendi yöntemleriyle bir çıkış araması ve emirlere boyun eğenleri de küçümsemesi gerekir. En iyi sanatçıların bağrında bu ortak inancın doğmasını sağlamak; işte FIARI’nin görevi budur. Bu adın tarihe geçeceğine yürekten inanıyorum.
Lev Troçki, André Breton’a mektup, 22 Aralık 1938
Bu yazı Yeniyol dergisinin Ocak-Şubat 2013 tarihli 1. sayısında yayınlanmıştır.
https://www.marxists.org/turkce/trocki/index.htm
http://www.e-skop.com/skopbulten/trocki-breton-ve-coyoacan-manifestosu/1327
https://en.wikipedia.org/wiki/Leon_Trotsky
"Peşlerinde kadim ve hürmete şayan önyargılar ve kanaatler silsilesini sürükleyen tüm durgun, donuk ilişkiler silinip süpürülüyor; yeni ortaya çıkan her şey daha kemikleşemeden miadını dolduruyor. Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar".
Tıpkı bir borç/alacak mahsuplaşması gibi işleyen politik ahlakın kitle etiğinde bedel değil de günah kavramıyla somutlandığını görüyoruz. Yani suçluluk ve günahın bir efendiye olan minneti ya da avans alınan borcu imlediğine şahit oluyoruz. Demokrat olmak için, nezaketle toplumsal saygı kurallarına harfiyen uymak yeterli değildir; hayata ait soyutlamaların kaydedildiği kavramlaştırmalarda da usturuplu ve metafiziğe karşı sınanma kabiliyeti olan gerçeklerden yana olma ihtiyaç vardır. Bu anlamda bir ütopyanın peşinde koşan Marks'tan ziyade Hegel'e idealist demek haksızlıktır.
Hukuk Felsefesi'nin önsözünü yazan Jean Hyppolite'nin dediği gibi Hegel, Phänomenologie des Geistes’de (Esprinin fenomenolojisi-1807) kendi gençlik düşüncesinin güzergâhını izlemiştir. Zamanının felsefesi ve esprisi hakkında bilinç kazanışının serüvenini ve bunun tarihini bize anlatır. Onda Marks'ın iddiasının aksine ele aldığı kategoriler, hareketsiz, âtıl, önceden belirlemeyle ideası gökyüzündeki kavramlar değil, yeryüzündeki canlı bir oluş'un hareketleri, fenomenin momentleridirler. Hakikatin kendisi de tanzim edilmek üzere devinimini yaratan bir hayattır. Logos'un mantık biliminde görürüz; insanın tarihsel süreçte gene kendinden gene kendisine ulaşmaya çalışan bilincin özbilince doğru evrilen mücadelesidir. Fenomenoloji'de sergilenen hayatı, bütün Hegel felsefesinin temelini oluşturur. "Var olanı kavramak felsefenin görevidir, çünkü var olan akıldır" der. İdealist olarak refikleri tarafından suçlanmasına karşın "Bireye gelince, herkes kendi zamanının çocuğudur; felsefe de aynı şekilde kendi zamanını düşüncede özetler. Herhangi bir felsefenin çağdaş dünyayı aşabileceğini hayal etmek, bir kimsenin kendi zamanının üstünden atlayabileceğini, Rodos'u sıçrayıp aşabileceğini sanmak kadar saçma" olacağını söyler. Eğer bir teori yine de bu sınırı aşıyorsa ve olması gerektiği gibi bir dünya kurmak istiyorsa, bu dünya yalnızca onun kanısında mevcuttur. Bu kanı da şu ya da bu şekli alabilecek kadar kararsız bir unsurdur dediğinde filozofların dünyayı değiştirmek isteğinin bir idealist tahayyül olduğu gerçeğiyle bizi yüzleştirir. Ne de olsa "Aklî olan gerçektir ve gerçek olan aklîdir". Kendisinin marksist olduğunu söyleyen Zizek, Istanbul'a geldiğinde Açık Radyo'da Halil Turhanlı ile yaptığı söyleşi yeteri kadar enterasındı. O, tarihteki zor'a inanan ve tecessüm edecek tarih için bir kullanma kılavuzu olarak bir sol paradigma yaratan Marks için üstü kapalı 'manyak' göndermesi yapmaktan geri durmadı. Şöyle diyor Zizek " Hegel ideanın hüküm sürdüğünü, her şeyin önceden belirlenmiş olduğunu, gerçekliğin tamamının ideanın kendini geliştirmesinden ibaret olduğunu düşünen bir manyak değildi. Hegel bence tali olanın, tarihin her şeye açık sürecinin büyük filozofudur. Hatırlarsanız, Hukuk Felsefesi’nde “Felsefe gelecekte ne olacağıyla uğraşmamalı. Felsefe ancak burada olanı inceleyebilir,” der. Bu bence doğru tavırdır ve kanımca Hegel, Marx’tan daha maddecidir."
Alternatiflerinin tutarsızlığını göz önüne aldığımızda her şeyiyle Batı burjuvazisi kendi şekilsiz suretinden berbat bir dünya yaratıyor. Geride kalanlar hayret içinde olmayan anlamın düşünde. Aslında cevherin peşinde olan snop bir azınlığın aradıkları gösteri dünyasının kadrajladığı gösterilenden ibaret. Ekrandaki felaketlere rağmen hayata umarsız devam edebiliyorsak; bu öznenin kendi sarsıcı gerçeğiyle henüz tamamen karşılaşmadığı içindir. Çağdaş sanat nu kadar bol malzemeye karşın temayül üzerine gerçeğin etrafından dolanıyor; bir büyüyü bozmak gereğini biliyoruz, ama gerçekten oyunu bozmak istiyor muyuz? İnsanlara, cennetin yolunun böylesine bir hayatın içinden geçmediğini nasıl anlatabiliriz? Troçki'in katkısı emeğin askerileştirilmesidir. Ardından Marks'ın önerisiyle inşa edilmesi düşünülen sosyalizm bahtiyarlar ekonomisi etrafında kümelenmiş bir ilahiyat rejimi sunmaya yeltenecektir. Galerilerde, müzelerde, müzayedelerde devrim yapan gerçeküstü isyancılar, organize sanatçılar, Leninizmi günah keçisi kapitalizmi yıkan, özgürlükleri davet edici mubah bir kavram sanarak 1848'lerdeki dünyanın bugüne agrandize edilmiş metafizik görüntüsüyle avunuyorlar. Sanatın amacını aşan merkezin aşırı konumlandırılmış mevcudiyeti rahatsızlık verici. Tedrici iklimse kalıcı. Google'u aranma motoru, Truva atını, SSCB'yi bilgisayar virüsü sanan; gözünü açtığında Starbucklar, Pizzacıları gören, Colayı ayrılmaz meşrubat olarak öneren Mc Donaldlarıyla insanı besleyen çarkı çeviren emperyal kültürü 'hayat' olarak tanımış bir kuşak muhatabımız. ABD tüm kültürlerin anası olarak obezötesi bir fenomen. Bir ünlemden bütün anlamı yaratan insanın anlam-dışı o oluş sürecine sıçrayışına göndermelerde bulunamıyoruz. Bugünü hunharca feda ederken cennet geride lakin hamasi ütopyalar olabildiğince ileride. Organik nedenleri gasbeden o sentetik süreci tahlil etmek zihin dışı beyhude bir çaba. Ponty'nin şu yakınması yerindedir: 'Bizim et dediğimiz şeyin, derinlemesine işlenmiş organik kütlenin felsefede bir meskeni, bilgisinin ne adı ne yeri vardır.' Kitle dediğimiz sonunda etten bir kütle! Ahir zamanların dinamiğini yaratan çakma mitosun bilinciyle sanayi devriminin uzantısındaki kültür endüstrisi bu eti sosluyor, şarapta yatırıyor velhasıl sektörel bilinç, gurme zevkiyle toplumu işledikçe işliyor. Nedensiz yiyip içip çıkartan bir canlı türü insan. Meta değeriyle insanın ve onun şımarıklığı sanatın akıl almaz yükselişine içerden kalemlerin anlam katması umarsız bir gayret. Bir de normal evrimleşme sürecini kendi tecrübesiyle geliştirenler var. Haklı itirazlarıyla her şeyi ihlal eden tuhaf bir durumda bazıları. Gerekeni söyleyen, mukadderatı sorularla genişletenlerden @sukranmoral ve bu sergideki işleriyle Aslı Çavuşoğlu başarılı birer örnek söylemek istediklerimize..
Failler, kendi oyunlarının izleyiciyi olarak halkın arasındadır. Esas aktörlerin kendi eylemlerini lanetleyen seyirciler olduğunu biliyoruz.
Sarah Thornton’un kitabını daha önce yazmıştık . Sanat Dünyasında Yedi Gün yeteri kadar tartışma yaratmadı ve ilgi uyandırmadı . Thornton'un kitabının tanıtım yazısında yazarın , Çağdaş sanatı sevenleri ve "ben burada sanat falan görmüyorum" diyenleri karşılıklı iki kutupta topladığını ve tarafların kendi haklılıklarını muhasebe etmelerine olanak sağladığını yazmışlar . Sorun çağdaş sanatın dilinde değil, o dilin altındaki baklada. Tel'in ettiğini söyleyerek teyit ettiği dünyanın sürdürülemez ilişkilerinde. Kant'ın söylediği gibi bir zerrenin eksilmesi halinde çökecek bir evrenden, eleştirmeni, galericisi, simsarı, sanatçısıyla yekpare bir düzene yönelttiğimiz eleştiriler Bedri Baykam'ın Cumhuriyet gazetesindeki makalesine taşıdığı 2009'daki sayfalarda hala duruyor. Tek protonunun olmaması halinde zincirin bozulacağı metalaşmış gösteri rejiminin abartılmış saygınlığından çok bahsedilmemişti bugüne kadar. Kullanım değil global dünyadaki değişim değerinin organize manipulasyonundan bahsediyoruz. Ümitler tam bittiği anda mucizenin sıradanlığıyla karşılaşırız. Başkalarının kimsesi olduğumuzun farkındalığı Minevra'nın baykuşu gibi alacakaranlığı bekler; bu ülke hakkında yorum yapan herkes kesinlikler konusunda yanılmaya mahkumdur! Çağdaş Sanatın yaşaması, eleştirdiği her şeyin korunması, burjuva modernlerin sermaye birikim oranlarının kasabalılara karşı değişmeden aynı kalmasına bağlı.

Bile bile teşne olmak ya da bu kirli baharlarda insanları yersiz yurtsuz bırakan cürümlere dahil olmamak; bilincin bütün sorunu bilebilmek..
Bir meta hükmünde olduğu müddetçe sanatın, -günümüzde Çağdaş sanatın- değiştirmek istediği bir dünya yok. Aksine değişim olduğunda alıcısını kaybedip zarar göreceği bir dünya var.. Çünkü artı değerin en son alabileceği, en uç noktada duran, paranın bağlanabileceği en iyi yatırım aracı bir sanat eseri .. Sanatçının yapamayacağı ve yapmak zorunda oldukları ortada ; kitabın işaret ettiği sonuçların doğuracağı olumsuzluğu hesaba katmak zorundaysak iradesinin ya da beyanının değil ama niyetin saflığı konusunda tereddütlerimizin olması kaçınılmaz.. Kapitalist toplumların içkin ideolojisi gerçeğin güncellenerek a priori, acı tecrübeden önce bilinen tehlikenin Aylan'ın kıyıya vuran cesedinin ardından Avrupa'nın bonkörlüğünün çarpık kucaklaşmasına seyirci olduk. Bu diğer uç noktaya savrularak ilişkilerin şeyleştirilmesi, kavramların fetişleştirilmesine yol açtı. Mağduriyetler üzerinden politika yapmayı alışkanlık haline gtiren İslamcı cenah Endülüs vd. hakkındaki bakışını revize ederse görecektir ki her mutluluğun sebebi binlerce acı, her zenginliğin sebebi binlerce yoksullukttur. Anish Kapoor ya da Takashi Murakami söylediklerimize canlı örnekler.. Olayın masumiyetinin olduğunu düşünenlere -amatör sevdalılara ne demek gerekir bilemiyoruz ama- sistemin işleyişini merak edenler için Sarah Thornton’un kitabını ufuk açıcı bir okuma olarak öneriyoruz.. Konuyu günümüze taşırsak; küçük vuruş, liberal sembolik aşındırmalarla bu meş'um gösteri pervasızca sürüyor!.. Bunca acıya, canlı performasa karşın 14.Bienalde Bakargiev zamanın ruhuna uygun eşgüdümle en dinamik apolitik etkinliği gerçekleştirmeyi başardı; sahicisi varken ölüsüyle yetinsek de provoke ettiği sermayeye ve muntazaman 28 yıldır hareketledirdiği kitleye bakıp kutlayabiliriz teşvikçileri. Parantez açıp kasabalılar ideolojisinin yer ettiği bu ortamda küçük burjuvalara hasret kaldığımızı itiraf etmenin pek de anlamı yok; fakru zarureti biliyoruz. Hayat tarzlarını savunuyor ya da sınıf merkezli perspektiften bakıyoruz dediğimizde bu tür etkinlikler Avrupalılık ideallerini savunmalı ve barış politikalarına güncel gelişmeleri salonlarına taşıyarak sahip çıkılmalıdır. Güncel sanat ne yazık ki bu bienalde çok da adına layık bir performans sergiliyemedi. Istanbul Modern'de Aslı Çavuşoğlu'nun eseri, Artıkişler Kolektifi, Özge Çelikaslan, Alper Şen dışında ciddi politik bir çalışma göremedik. Troçki Evi'nin sahilinde yer alan Arjantinli sanatçı Adrian Villar Rojas’ın "Annelerin en güzeli" adını verdiği dev hayvan heykelleri ise dersini çalışmamış bir öğrencinin abartılı jestlerinden ibaret. Bir tehdit katastrofik bir uçurum önümüzdeki; acil çağrı sınır ihlali uygulayan post radikal uhreviyaçı yıkıma karşı hayatın ontolojisine sahip çıkıp kullanım değeriyle eldekileri muhafaza edebilmek. Biliyoruz ki, ABD'nin savaş çığlıkları önce Avrupayı göçertecektir. Bütün basının paylaştığı aynı fotograftı: Geçen gün sınırda Macar polisi, savaştan kaçanları taşıyan treni durdurunca arbede çıktı. Avrupa, paylaşılan fotografların kamuoyunun vicdanını yaralaması neticesinde Arap Baharının faturasını göçlerin ardından belli ki istihdamla ödeyecek! Bunları göstermesen insanlık adına neyi paylaşacaksın? İtidale davet edip örtülüp, gizlenecek ya da istismar edilerek rant elde edilecek durum yok. Avrupa medyası 'Bu fotoğrafları yayımlamalı mı?' diye soruyor. Suriye'nin nüfusunu çalan Batı, asimile edeceği insanlarla belli ki damarlarındaki yaşlı kanı yenileyecek. Almanya göçlerden yeni bir ucuz iş gücü sağlayacağını beyan etti. Merkel, Cameron'un tabanın etkisiyle bunca acıyı paylaşanlara gösterdikleri müsamaha bir yere kadar; ne kadar iyi niyetle olursa olsun başkasını anlama gayreti, imkansız bir uğraştır. Çözüm göç değil tabii ki; yurtlarında insanca yaşayabilmeleri imkanıdır. Avrupa, maddi manevi kendi çöküşüne yol açmayacak idealleri savunabilmelidir!
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1098078&CategoryID=40
http://www.milliyet.com.tr/bienalle-buyukada-cikarmasi/cagdas-ertuna/pazar/yazardetay/06.09.2015/2113160/default.htm

Geleceğe ait bir olasılıktan çok, bugüne ait bizden kendimizi daha fazla feda etmemizi istemeyen bir kesinliğe ihtiyacımız var. Biliyoruz ki, sabah akşam 'Esat halkına zulmediyor' repliğini seslendiren Batılı liderlerin bugünkü tabloyu tahmin edememeleri düşünülmezdir. Aşkın politik gerçek zaruri bir kimlik politikasından doğmamıştır. Emperyal merkezlerin histerik çağrısına karşılık verenler tarihin düğümlediği bir yaraya neşter atmadılar; onlar Suriye'de hibrit düzenin komutuyla çalışan uluslararası sistemin unsurlarıydılar. Hegel, tarihin hareketini oluşturan fikirlerin diyalektiği olduğunu söyler. Ağır gündemi sürekli belirleyen onlar. Kanaatler ve düşmanlar an be an değiştiğine göre, dünyada insanca yaşanabilecek bütün vakitleri, siyasetin akılalmaz arzularının tatmin edildiği zamanlara/alanlara çevirmek çok da anlamlı değil. En basit kelimeleri, en ağdalı tariflerle kavramsallaştırmak ya da çağdaş sanatın yaptığı gibi objeler aracılığıyla tiye aldığı dünyayı acımasızca yıkmaya çalışmak gereksiz. Hayat olduğu hal üzere somut. Eğer Bakargiev olmuş olan konusunda sanatçılardan yardım isteseydi talebinde erdemli ve daha dürüst davranmış olacaktı..
Dünyanın nasıl olması gerektiğini öğretmek iddiası üzerine bir söz daha söyleyelim dedikten sonra Hegel devam eder: "Felsefe bu konuda daima geç kalır. Dünyanın düşüncesi olarak, felsefe, ancak realite oluşum sürecini işleyip bitirmiş olduğu zaman ortaya çıkar. Kavramın öğrettiğini, tarih aynı zorunluluklarla sürer; ancak varlıkların olgunluk çağındadır ki, ideal, reel'in karşısında boygösterir ve aynı dünyayı cevheri içinde kavradıktan sonra, onu bir fikirler âlemi şeklinde yeniden inşa eder. Felsefenin soluk rengi solgun zemine vurduğu zaman, hayatın bir tezahürü ihtiyarlık günlerini tamamlıyor demektir. Felsefenin soluk rengiyle, o gençleştirilemez, sadece bilinebilir. Minerva'nın baykuşu, ancak gün batarken
uçmaya başlar".
Burada örnek bir batılı entelektüel tavrıyla düşünen Hegel, dünyadaki farklı evrimleşmelerin tek bir ortak paydada bütünleşebileceğini düşünmeden edemiyor. Gerçi küreselleşme bütün yerel farklılaşmaları kapitalizm lehine yok etmiştir. Oysa eğer savaşlar olmasaydı, dünya her coğrafyanın özgünlüğünü korunarak da tarih içinde evrilebilirdi. Başkalarının hayatlarına burunlarını sokmadan yeni dünyayı yaratabilecek olanlar, kendi benliklerinin bir ucundan diğer ucuna seyahat etmiş ve kendi kanlarının ta dibine kadar dalmış olanlar olduğuna dikkat çeken Gustav Landaur, aradaki makus bağlantıyı tamamlıyor. Ne de olsa Hegel'e karşı kafası üstü bir pozisyon alan Marks, "Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir" demesine karşın kapitalizmin Landaur gibi bıkkınları negatif diyalektiği ilerletmekte daha yetkin olmuşlardır. Umumi memnuniyetsizliğe, kitlelerin kapitalizme karşı tüm ilençlenmelerine karşı, bugün tanımını yapmaktaki gayretlere karşılık veremeyen sosyalizm tahayyülü sadece virtüeldir. Burjuva diktatörlüklerin ya da devrimci demokratların aydınlanmacı mezmurlardan bütünüyle terk-i diyar ettiklerini sanmayalım! Bütün özgürlükçü söylemlere sahip çıkan sol, sivil toplum hülyasındaki haysiyet ve karizmasını Karin katliamlarına Gulaglara, Lenin ve Stalinlere elbette borçlu değildir. 'Tarih, kötü çatlaktan ilerler' demesine nazire edercesine demokratik temayül Marks'tan çok onun delifişek, azılı düşmanı Bakunin'le bağlantılı bir ivme içinde dönüşmüş ve kendisiyle birlikte yaşananları dönüştürmüştür. Minnetar olacağına amacın yerine aracı koyan siyasal iklim, özgürlükler konusunda aşılmaz bir kafa karışıklığı yaratır. Bu kargaşadaki hali üzere sosyalizmin, ne olduğu ya da şapkadan kimi çıkaracağı meçhuldür. Sistem öyle bir dinamikler yaratırmıştır ki, kurbanla katili arasında sinerjik bir sempati oluşturmaya yönelik bir oyunmuşçasına özneyi bitmez tükenmez bir toplum sözleşmesinin şartları içinde olduğu hal üzerine köleleştirmiştir. Kapitalizmin kendinden daha devrimci bir ideoloji tarafından aşıldığı görüşü pratikte mugalatadır. Öyle ki, Hegel'in onun mahdumları tarafından aşıldığı tezi, abartılı bir propagandaya dayanan bir inanıştır. Emeği üreten sermayeye ihtiyaç duyup, endüstriyel üretimi konumlandırdığımız paraya hiçbir anlamda alternatif yaratamayan diyalektik materyalizmin kehanetçi teorisi, kendi eleştirisinin muhatabı olduğu dünyada tartışılmaya açıktır. Geçenlerde e-skop, Deleuze'un talebini seslendirmişti: "Yeni bir para teorisine ihtiyaç var". Bunlar gayri sıhhi tanımlar ama sosyalizm adına eşitlik/adalet kavramlarının buradan yürüdüğünü sanıyor literatüre hakim olmayan arkadaşlar. Twitter'da bazı ekonomik, politik, felsefi paylaşımlar yapan fenomenler var. Özenle seçip paylaştıkları makaleler rahat ortalama bir entelektüeli yeniden biçimlendirecek, modern çağın kafası karışık öznesini kışkırtarak öznelliğini baş tacı edeceğine bu metinler yardımıyla yeniden yaratacak yetenektedir. Çabası ve çağdaşlığa inancından dolayı takdir etmek gerekir. Tüm iyi niyetli çabalar virtüelliğe dönüştüğü oranda kıymetlidir. Bizim soldaki mistifikasyonu geliştirmeye değil akromegaliyi (devleşme hastalığını) tedavi etmeye, sınıfsal kavramları müşterekler aşkına yerinden etmeye gereksinimimiz var. Metinler üzerinde yatay dolaşmaktan ziyade derinlemesine girişilen okumalarda "ding an sich/şeylerin özü"ne ulaşmak imkanı var. Okumaktan önemlisi, sorun okuduğunu doğru anlamak, metinler arası bağlantıları yapabilecek hafızaya sahip olabilmek ve literatüre hakim birikimle yorumlamak. Her metnin hedefinde olan düşünülen bir özne profili vardır; olmasa da yazardık diyemiyoruz!
http://www.servetdusmani.org/anarsistler-icin-marx-ekonomisi-bir-anarsistin-marxin-ekonomi-politigin-elestirisi-sunumu-7-bolum-devlet-kapitalizmi/
Yukarıda paylaştığı link, anarşistlerin, başından beri komünistleri suçladığı merkezi yapı idealizmine kuvvetli bir eleştiri getiriyordu. "Sosyalizm, kendini meşrulaştırmak, toplumun aklını karıştırmak için kastların hükümranlığında garip bir ideolojiye büründü. Adresi gösterdiğimizde başta inanmış arkadaşlardan olmak üzere çeşitli yazılı/sözel itirazlar geldi. Oysa 'eleştiri' olarak Sokratik diyalog yöntemi, otoritenin asimetrisinde, metafizik bir diskurdan esintiler taşıyan resmi söylemin tam karşısında durmaktadır. Çoğunluğa karşı azınlığın sesi, önlenemez değişimin diyalektiğini omuzlayan hiziplerin nefesi olan sarkastik eleştiri, yeni dünyaların kapısını açacak tek anahtardır. Ancak sosyalist kitle, Hegel'i Marks'tan, Marks'ı Lenin'den, Lenin'i yerli muadillerinden dinlediği için biliyoruz ki özgürlükler adına nasıl bir karanlık dünyanın yaratılma felsefesini savunulduğunun teorik bilincine sahip değildir. Troçki'nin Ekim 1926'da 15. Kongre'de varlığını onayladığı 'Hizip yasağı' kavramı için büyük pişmanlıkla 15 Temmuz 1939'da şöyle dediğini biliyoruz: "Bütün Bolşevizm tarihi, eğilim ve hiziplerin özgür mücadelesinin tarihiydi. Bolşevik Merkez Komitesi, bir muhalifin Merkez Komitesi politikasını hatalı görmesi halinde o muhalifin hizip yöntemlerini terketmesini hiçbir zaman hayal etmemişti. Muhalefete karşı sabır ve sadakat Lenin'in liderliğinin en önemli özelliklerindendi. Şu an partiye soluk almak ve düşünme imkanı vermeyen hizip kavramı öcü gibi gösteriliyor". Lacan'ın Büyük Öteki yoktur önermesinin merkezci totaliter eğilimi tam çekirdeğinden vurduğunu görebiliriz. İnançlı okurun yadırgayarak dışladığı şey, kaldıraçın kuvvetleri adına müşterek kuvvetlerin bu son yargı perspektifine ulaşmak için katedilmesi gereken yol. Eski toplumsal hareketlere baktığımızda; alt tabakanın niteliksiz işgücü ve eğitim seviyesi düşük bireylerinin teoride toplumun itici gücü olarak değerlendirildiğini biliyoruz. Yeni toplumsal hareketlerde profil, eğitimi yüksek bireyler, nitelikli işgücü ve sınıf temelinden ziyade kimlikler üzerinden mücadele veren bir kitle üzerinden yürüyor. Eskiden kuramlar iktidar isterken yeni direnişçiler kültürel kimliklerin tanınmasını, eşit bir yaşam hakkını ve hayat tarzlarına müdahale edilmemesiyle yetinebiliyorlar. Merhalelere aşina değilseniz; hâlâ çelikten tutunma noktaları olan bir ideolojiden, özgürlükten başka her şeye medet olabilecek felsefeden dem vurur, ölü kavramlar oluşturabilir, ötekileri hiçleştiren spekülasyon yaratabilir, füturistik stratejiler geliştirip ekonomi-politikle orta sahada top çevirebilirsiniz. İster Marksist, ister Spinozacı olun; düşüncelerin müzakeresi toplumlarda dostluk ya da düşmanlık duygulanımları tetikleyen ekonomik bir mübadele biçimi olduğu kadar bir iktidar yaratma yöntemidir de. Fotograflardan itinayla kazınan tüm devrim kadrolarına baktığımızda; bu bağlamda ölü Geçmiş istediğimiz şekilde her an ırzına geçme imkanı bulduğumuz mirastır. Tıpkı bir borç/alacak mahsuplaşması gibi işleyen politik ahlakın kitle etiğinde bedel değil de günah kavramıyla somutlandığını görüyoruz. Yani suçluluk ve günahın, nimetin bir efendiye olan minneti ya da avans alınan borcu imlediğine şahit oluyoruz. Demokrat olmak için, nezaketle toplumsal saygı kurallarına harfiyen uymak yeterli değildir. Twit fenomenlerine baktığımızda onlar el yapımı fikirleri olan küçük tanrılar. Aktüellik ya da politika işin içine girdiğinde hayat ve ölüme ait tanımlar bulanıklaşıyor. Kavramlaştırmaların sınanma kabiliyeti olmayan metafizik doğrulardan çok, nedensel çözümlemelere, fiziki açıklamalara ait olması hayaldir. Neden, ilk nedendir; tanrı bir soyutlamadır. Günah bir kavramdır. Kavram teoride enigma olarak kalır ancak pratikte öznenin taraf, mevzi değiştirmelerine neden olan açıklamalar, muarız ya da musahipler tarafından yöneltilen eleştiriler siyasi alandan önce iktisadi alanda bir toparlanma çağrısıdır; soyut kavram, her talep sonrasında somut bir adım olarak ekonomik gerçeklerle irtibatları kurar ya da tıkanıkları deşifre eder.
Değer yaratmak için emeğin yararlı şekilde harcanması gerekir diyen Marx’ın sözünü ettiği anlamda 'genel emek' ideolojiden azade tüm toplumların bağrında zatendir. Ancak "yalnızca değer kaynağına sahip olması değil onun sahip olduğundan daha fazla değerin kaynağı olması, özgül kullanım değerine sahip olmasıdır. Kapitalist, meta değişimi konusundaki ebedi yasalar uyarınca hareket eder' (1/209) Adı sosyalist/kapitalist olsun; meta üreten bir toplumda genel emek, artı değerle biteviye genişlemeye çalışır. Yaratacağı refahın gereksinmeleri ve hazzın devrimci dinamikleri doğrultusunda emek mübadeleye girmesinden itibaren soyut emek olarak dolaşmaya başlar. Soyut emek bundan dolayı tüm endüstri toplumlarının önlenemez kavramı olarak yönetim/iktidar biçimlerinin toplumla birey arasındaki gerilimini ve üretimiyle birlikte kendine de yabancılaşan öznenin uzlaşmazlığını belirler; teknolojinin güdümünde insanı lağvederek yararlı emeği kaldırma temayülünü geliştirir; teşebbüsün organize eylemi eyleyenin bedeninden başlayarak varlığın doğasına sistemli yabancılaşma sürecinde antagonistik özellik kazanır. Toplumu ve bireylerin evrimini körleştirici negatif diyaliktik "Emtia dünyasında, tüm emeğin insan emeği niteliğinde olması, kendine özgü toplumsal niteliğini oluşturur" olmasından ötürü sadece tarihsel değil; uzaklaşır bir çizgide insansaldır da. Örgütlenmiş emek ideolojileri, daha fazla eşya yaratma özgürlüğü elde etmeye çalıştıkça bu çıkış kapısı olmayan fasit dairede kendini imhayla sonlanacak sürecin dinamikleriyle devindiklerini; düşüncenin sembolleri ve hakikatin fetişlerleriyle kendilerini istihdam eden endüstri rejiminin logaritmasını ve mecburiyetlerini bilmek durumundadır. Bu Kafkaesk karnavalda, sosyal medya platformunun ücretiz hizmetlileri hakim kültürün ideolojik tahakkümüne karşı ironiyi bir strateji, gülmeyi otoriteye karşı bir direnç vesilesi kılmışlardır. Dionysoscu gülüş Spinozadan beri sivil toplumun ve vitalliğin olduğunca tanrısal kurtuluşun da umududur. Dijital evrenin sınıfsız bileşenleri, iktidarlara karşı çok sesli bir dünyanın metanetini oluşturmaktadırlar. Proletaryanın özgürlük ideali bir oksimorondu ancak mefhumu özellikle Fransız felsefesinin sulandırdığını iddia edebliriz. Kurtuluşçu teorilerdeki ciddiyetin bulandırılmasının ardından medyanın senkronizasyonuna uygun üretim araçları yersiz yurtsuzlaşma bilincine ulaşır, özneler iktidarları yerinden etmeden mülksüzleştirebildi. Rizomatik evrenin soyut özleri, bizlere ağaç kökleri gibi eski dünyanın ağlar üzerinden yeniden kazanımı için daha gerçek olanaklar sağladı. Özneler, SSCB tecrübesinden sonra ikinci bir aldatmaya karşı kendilerini koruma altına almışlardır; grotesk olanın bir adım öne çıktığı ortamda iktidarın parodisi için arayüzler kullanılmaktadır. Kaotik olanın ontolojinin değişimi için vandettalar, maskeler, kahkahalarla yıpratmaya tabi tutmuşlardır. Bahisleri yükselten Güruh, kitle iletişim araçlarıyla ölümü yücelten marazi patolojinin kaidesi ise gösteri, fedakarlık istençleriyle toplumu uçuruma götürenin realitesinde vardır ve erbabının iktidar mevzusuyla sınırlıdır.
Para, her şeyin özetidir; öyle söylüyor, sonradan bulunan yarısı boş not defterinde. 80 yıl sonra yayıncılar basarken kapağa Hegel'in Grundlinien der Philosophie des Rechts adlı eserine nazire yaparcasına 'Grundrisse' yazıyorlar.. Kalın çizgiler demek; 'sınırlar' diye de okuyabiliriz.. Bizi çevirip, boşluk içinde yoktan var eden sınırlar, hatlar yahut kapanına alan, zihnimizi çevreleyen duvarlar.
Her şeyin 'aslı' ile 'aksi' yer değiştirmiştir insanın zihninde. Camera Obscura kavramı, yalnızca Hegel'in düşüncelerinin düzeltilmesini isteyen bir talep olmadı hiçbir zaman.. Vizöre düşen görüntü, her konuda dışarının, dışarıda kalan yarımız olan ötekinin önyargılarla zihnimizde başaşağı çevrilmiş halidir. Özgürlük isteriz; aslında tümüyle esirizdir. Barışmak için savaşırız; bırakın devletleri, insanların bile bir konuda uzlaşması imkansızdır. Ölülerin kazandığı zafer'in adı diriler için 'barış' olur. Mekanlarımız, yuvalarımız; başkalarından saklandığımız hücrelerimizdir. Hastalıkların nedenini değil, sonuçlarını tedavi ederiz. Gelirken 'cennet vaadetseler de, İdeolojiler insanları köleleştirir.. Demokrasi, sınırlandırılmış özgürlüktür. Din, yeryüzüne indiği andan itibaren yaratanın eşitleri arasında eşitsizlik, metafizik, fizik; mesaj kast'lar yaratan bir kurum olur.. Diğerleri peşisıra.. İşbölümü, kitabına uygun tesis edilmiş, hafif meşrep entelijansiyanın coşkusudur; modern bir karnavala dönüşen acı hayata onayı eksiksizdir. Tedirginliğimiz, emniyetli bir mesafeden bakarken ansızın içinde olduğumuz çaresizliğin farkındalığıdır. Yekpare bir kepazelik serüveni teatral bir düzenekle sahnelerken, gösteri, bütün dünyada aynı trendleri kapsıyor; yani ülke açısından mahrem bir durum, pornografik toplumda özel müstehcen bir konum yok..