Bu Blogda Ara

1 Ağustos 2015 Cumartesi

Not Defteri / Ağustos 2015






Troçki evi Bienal'in en değerli simgesi. Orhan Pamuk’un önerisiyle etkinliğin mekanlarından biri olmuş. Troçki'nin ikamet ettiği köşkün patikasından denize indiğinizde Arjantinli sanatçı Adrian Villar Rojas’ın "Annelerin en güzeli" adını verdiği dev hayvan heykeller meraklı izleyicileri selamlıyor.. Peki heykellere bakarken sırtınızı döndüğünüz bu tekinsiz evin hayalet konukları hakkında bilginiz var mı? 

Bu yazının 14. Bienal öncesi yazıldığını, nihai bir hedefinin olmadığını, sadece Troçki Evi dolayısıyla ilgili çeşitli hatırlamalara zemin hazırladığını belirtelim. 14. İstanbul Bienali küratörü Bakargiev'in işaret ettiği anlam araştırmalarının Troçki Evi'yle sınırlı 1. bölümü, bu sayfada Bienal'in açıldığı 5 Eylül tarihine kadar çeşitli yeni bölüm ve başlık eklemeleriyle sürdü. 20 Ağustos 1940, Büyükada'dan Meksika'ya uzanan yolculuğun sonuna gelindiği tarih; Troçki, Stalin'in ajanı Jak Mornand (Frank Jakson) tarafından çalışma masasında öldürülür. 13 Yıl sonra ise Stalin ölür. Tüm başkaldırı geleneğine karşın kapitalizme ciddi bir alternatif yaratamayan tarih, Kruçev ile bambaşka bir kanaldan akmaya devam eder. Özgürlükler peşinde koşan kitlelerin emeğini askerileştirerek; zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanlara vaadedilen hayata rağmen onlardan ölüm müfrezeleri kuran Troçki kimdir? Çağdaş Sanat'ın geniş zaman kipinde hayali kavramlar üzerine olmadık fantaziler geliştirdiğini görüyoruz. Şimdinin imkanlarıyla yüzleşerek, ancak zorlu karşılaşmalarla algılanabilecek olan bu dünyada Güncel Sanat'ın adına layık olduğunu göstermesi için bir vesiledir bienaller..





14. Bienal üstüne Meditasyonlar!

Dünyadaki Sol muhalif cenahın başucu kitabı 'Sürekli Devrim ile Stalin Grubunun Hatası, 'Rus Devrim Tarihi'(5 Cilt), 'Çin Devriminin Sorunları', 'Lenin'den sonra Komünist Enternasonal', 'Hayatım' isimli kitaplarını İstanbul’da kaleme aldığını biliyoruz. 20 Şubat 1932’de Stalin onu Sovyet vatandaşlığından atıyor. Almanya'ya tedavi maksadıyla gönderdiği kızı Zina, Hitler rejiminin baskısıyla intihar ediyor. Bütün bunları o, Büyükada'da elleri kolları bağlı bir şekilde öğreniyor. Gerçi gençler için 'tarih'in dijital gösterisi, 2000'de kendileriye birlikte başlıyor ama bunca bilginin sanatçılar tarafından es geçileceğini düşünmek mümkün değil. Öyleyse 14. İstanbul Bienali'nin eser mekanlarından biri olan Troçki Evi'nin satışını erken bir performans olarak mı kabul edeceğiz?

Küratör Carolyn Christov-Bakargiev'in (born December 2, 1957) yoksa içimizden geçen tarihten ve şimdiki şu andan; Avrupa, Ortadoğu eksenindeki görevlerimizden; sorumluluk bilinciyle hepimizin sosyal medyada online olduğu konulardan haberi yok mu? Güncel Sanat'ın ne kadar 'güncel' olabildiğini bir ay sonra göreceğiz; bizimkisi sadece kılçıklı konular üstüne zeminden bir hatırlatma!



İnsan nasılsa, sanatı aşkın biçimde kullanan ekonomi-politik de öyledir. Bienaller ve topluma yön veren felsefeciler, düşünürler, kültür eleştirmenleri kaosun patronu olmasa da, fetişizmin ve mutfaktaki dehşetin uzmanıdırlar. Meta fetişizmini siyaseten belki baskılamak mümkün ancak toplumları mahrum bırakarak sanatın biçimlendirdiği fetişizmin yerine başka biçimiyle ideolojiyi iskan ederek sapkın arzuyu yok edemiyoruz. Marks'ın tarihsel materyalizm ideolojisini şekillendiren 'özgürlük' kavramı değildir; onun için en büyük tehlike kapitalizmi, üretim araçlarının, yani daha bariz bir tanımla teknolojinin gelişmesinin önündeki engel olarak görmesidir. "Sermaye, emeğin üretken gücüdür, onu yaşama çağırır" der. Troçki, Stalin, Hitler: Temsili rejimlerde birbirine zıt iktidarlar değişik pozisyonlar ya da karşısındakinin aksi yönde kutuplaşmalarla rakibine benzemez formlar alabiliyorlar. Halbuki olgunun çekirdeğinde saklı duran; şiddet ve üretim denilen sert cevher tüm toplumların kurucu ögesi..
Post marksist felsefeci Zizek, 'Eğer Lenin'in ve hatta Marks'ın Komünizm projesi asli özü içinde tamamen gerçekleşseydi her şey Stalinizmden daha kötü olabilirdi' diyor ki, onların asli problemlerini biliyorsak bu cümledeki ironiyi de doğru anlamak gerekir. Troçki, zorunlu sürgün. Kalsa tiran olacaktı, gittiği için o şimdi kahraman!




Troçki’nin Büyükada'daki ikinci mekanı olan 1932-1933 yılları arasında yaşadığı köşk 1850’li yıllarda Nikola Demades tarafından inşa edilmiştir.


1929'un son günlerinde Eyüpsultan'a giderek türbeyi ziyaret ediyor. Boş zamanlarında Ömerli ve Sultanbeyli'de ava çıkıyor. Leon Sedof Efendi adına tanzim edilmiş Türk pasaportu taşıyan Leon Davidoviç 1933 yılının ilk günlerinde anı defterine "Kalem elde Büyükada'da çalışmak çok tatlı bir duygu" diye yazıyor. Bianal'in günışığına çıkardığı o ev ki, dünyada anti Stalinci cenahın merkezi. Troçki Evi'nin hatırlattıkları devam ediyor..

Her olay, nihayetinde metafizik bir prensip olan hiç ile başlar; kurucu iktidarlar bir seçenek olarak duran hiçleşmenin antagonizmasından doğarak serpilirler. Esas değil yöntem sorununda anlaşmazlıkları vardı. Troçki'nin Stalin'den kaybedilmiş/kazanılmış iktidar dışında tek farkı, -Polonya savaşındaki koyduğu şerhi saymazsak- (bk: *1) devrimin Avrupa'ya taşınmasıdır; bu olmamış Troçki devrimi ihraç edemese de kendisi ihraç edilmiştir. 1960'lı yıllarda Bomonti'deki Talatpaşa okulunda okurken eski Sovyet Cumhuriyetlerinin birinde doğduğunu tahmin ettiğimiz müdür yardımcımız Münir Bey karşı tarafta top oynadığımız bahçeyi gösterir ve "burası eskiden büyük havuzlu bir konaktı. Burada Kızıl Ordu'nun kurucusu yaşardı" derdi. Devre arasına sıkıştırılmış cümle içinde yer alan 'kızıl' gibi kelimeler korku dolu bir vurgudan dolayı hafızamıza kazınmıştır. O gün zihnindeki kabustan dolayı andığını farkettiğimiz olaylar bizim için pek bir şey ifade etmekten uzaktı. Yıllar sonra okuduğumuz Troçki İstanbul'da kitabını yazan Ömer Sami Coşar, Bolşevik önderin geldiği zaman önce Şişli, İzzet Paşa Sokak no 29'daki İzzet Paşa konağında iskan ettiğini belirtir. İstanbul'daki sürgününün ilk günlerinde -12 Şubat'tan 1 Nisan tarihine kadar- konsoloslukta kalmış ve ardından Bomonti Bira Fabrikası'na yakın bir köşke taşınmıştır. Ne var ki burada iki ay gibi bir süre kalır. Esas malikane adadadır. Gazetelerde çıkan haberlere göre 1917'de devrimini gerçekleştiren Komünist Rusya’nın en önemli liderlerinden Lev Troçki’nin sürgüne gönderildiğinde Istanbul'da yaşadığı bu malikane ve müştemilatı satışa çıkartılmış. Haziran 1929'dan itibaren 1932'ye kadar -yaklaşık 30 ay- kaldığı Büyükada Nizam’daki ‘Troçki Evi’ olarak bilinen 131 yıllık Arap İzzet Paşa Köşküne 4 milyon 4000 bin dolar istendiği haberi yerli ve yabancı medyada yaygın olarak paylaşılıyor. Ancak buradaki karışıklık 1929-1932 arasında ikamet ettiği yalı ile, 1932'den 33'e 20 ay kadar kaldığı ikinci köşk arasındaki benzerlik. İlkinin yıkılmış ve yerine başka bir yapının aldığını biliyoruz. Kullanılmadığı için harabe haline dönen tarihi bina kendine ait rıhtımı ve 3.5 dönümlük arsasıyla birlikte halen müşterisini beklemekte olduğu söylenense burası her halde ikici mesken; bunun arşivde yazıldığı gibi sahilde olmamasını bir yana bırakırsak konunun bizi daha çok ilgilendiren yanı Troçki Evi'nin 14. İstanbul Bienali sergi mekanlarından biri olması.. İlk ikametgah Bomonti'deki İzzet Paşa köşkü ile adada yangın geçiren yalının aynı kişinin olması muhtemel. Arap Paşa diye de anılan şahsın kim olduğuna dikkat ederlerse bienal sanatçılarının üzerinde çalışabilecekleri ilginç apayrı bir konu ortaya çıkacaktır. Bienal güzergahında bize gösterilen ikinci mekansa biraz farklı.

Nazım Alpman 5 Ocak 1995'de Troçki'yle balığa çıkan 97 yaşındaki Bilal Ertürk'le yaptığı Milliyet'te yer alan röportajda -1930'da taşındığı yeni köşkün- Ankaralı Kınıcı ailesinin mülkiyetinde Yanaros Konağı olduğunu söyler ve adresini Büyükada, Çankaya Mahallesi, Hamlacı Sokak 4 numara olarak verir. Nizam'daki bu bina Troçkilerin 1932'de taşındığı son malikanedir. Kızının intiharından sonra bir gecede saçlarının beyazladığı, sıkıntıları üstüne gelen doktorun reçete yazmak için pantalonunun arka cebinden gözlüğünü çıkarmak için yaptığı hamleye suikast şüphesiyle yaşayan Troçki'nin çift tabancasını çekerek Dr. Govolos'u rehin aldığı bina bu binadır. Stalin'in biyografisinin yazıldığı bu evin her odasında dünya tarihine geçmiş birbirinden farklı anektedlar, kallavi öyküler vardır. 

https://harita.yandex.com.tr/106124/kadikoy/?ll=29.120496%2C40.870111&z=17&l=sat&text=Hamlac%C4%B1%20Sok.%2C%204&sll=29.121461%2C40.870102&sspn=0.012660%2C0.004878&ol=geo&oll=29.116932%2C40.869858




"Bilim ve felsefenin gün geçtikçe dünyayı daha yaşanılır bir hale getireceğine dair inanç, özellikle yirminci yüzyılda yaşanan sömürgeleştirme ve denetim altına alma savaşları; daha iyi bir gelecek adına yapılan katliamlar tarafından tamamen hükümsüzleştirilmiştir."

Lenin "Kazanamazsak ne olacak?" diye soruyor, Troçki cevap veriyor; "Ya kazanırsak?". Elektrik tanrısal bir faktör; 'İşçi sınıfının vatanı yoktur!' sloganıyla iş başına gelip mottoyu 'işçi sınıfının anavatanı'na çevirenlerin o günkü ulusalcı propagandasını dinleseniz kahrınızdan ölürsünüz.

Ayfer Karabıyık'ın, Rafa Kaldırılmış Bir Tezin Sanat Yapıtı Olarak Sanatsal ve Akademik Çalışma Bağlı Sınırlarının Sorgulanması adlı eserindeki, "Modernliğin karakteristik özellikleri: Tarih ve ilerleme, Hakikat ve Özgürlük, Akıl ve Devrim, Bilim ve Sanayiciliktir. Böylece Modernite’nin tarih kavramıyla başlatılıp ilerleme kavramıyla sonuçlandırılan bir tür yapı olduğu söylenilebilir. Her şeyden önce, Aydınlanmayla başlayıp yirminci yüzyılın ortalarına kadar devam eden felsefi geleneğin, bilim ve felsefenin gün geçtikçe dünyayı daha yaşanılır bir hale getireceğine inancı, özellikle yirminci yüzyılda yaşanan sömürgeleştirme ve denetim altına alma savaşları ile daha iyi bir gelecek adına yapılan katliamlar tarafından tamamen hükümsüzleştirilmiştir." yargısında bulunuyor. Tüm değişkenlerin diyalektiği adına buradaki "sömürgeleştirme ve denetim altına alma" saptaması önemli. 

Bienaller, direkt olarak küreselleşmeyle ortaya çıkan bir olgu; uluslararası sermaye ülkeye akın ettikçe yerel değerler ve kutsal gelenekler global olanın lehine hızla dönüşüyor ve tüm ilişkiler yerinden olmakla kalmıyor 'özne'nin normları küresel standartlar tarafından değiştiriliyor; ekonomideki açılma, bariz bir evrimleşme olarak milli olanın nüfuzunu sınırlandırabiliyor... Carolyn Christov-Bakargiev'in küratörlüğünde çalışmalarını sürdüren 14. İstanbul Bienali, 5 Eylül - 1 Kasım 2015 tarihleri arasında İstanbul'daki Troçki evinin de içinde bulunduğu çok sayıda mekanda izlenecek. Nereden başlamanın muhatabı olup, "Ne yapmalı?" sorusunun cevabını bilemeyen loserlardan biri olmasına karşın emperyalizme karşı özerk alanlar kurma gayretinde radikal bir imge olan Troçki'nin karşısında kötülüğü yapabildiği için kudret aktarılmış başka bir simge; Stalin yer alır. Bienal sanatçılarına verilen ödevlerle özgürlük ve liberalleşme imajları çerçevesinde bir dizi politik göndermeler yapıldığını biliyoruz. (1) Bienallerin milli olanın yerine küresel normları iskan etme kararlığını yeniden yaşamak üzere olduğumuz şu günlerde "Sanat sadece ölmedi, çürümüşlüğünün kesif kokusu modern zamanların en etkili vebası" diyerek Amon çarpıcı bir yorumda bulundu. Bölgede ve ülkede yaşanan son olan olayların dinamiklerini anlamaya çalışırken birlikte üzülüyoruz. Böylesine bir gerçeğin bizi çürütmemesi için sığınılacak tek şey mantık; kimse hiçbir şey yapmasa da günışığı her şeyin olduğunu söylüyor. Karabıyık ve Amon'un yaptığı saptamalardan yola çıkarak ayan beyan ortada olanla, henüz kendini gösterenin; müstakil oluşumlarla müşterekler üzerinden bileşimlerin, emperyal başlığındaki tüm algı ve olguda bir'leşenlerin alametlerine nazaran, kaosun bize dayattığı kolektif tecrübelerin ortaklıklarının farklı olduğunu söyleyebiliriz. 

Devletin 'ölüm' emri bedene tıbbı bir müdahale, toplum içinde 'itibarsızlatırma' buyruğu ise ruha cerrahi bir operasyondur. Lenin, Stalin hizbinin parçalama girişimlerinin önünü keserken tüm konularda mutabık olduğunu söylediği yoldaşını 12 Ocak 1920'de şöyle savunuyordu: "Bu iğrenç çekişmeleri kim başlattı? Yoldaş Troçki değil elbet! Onun tezlerinde böyle bir izi bulunmaz. Polemik Lomov, Rikov ve Larin tarafından çıkartıldı. Stalin dahil her biri eleştirdikleri hiyerarşinin en tepesinde bulunuyorlardı".  Şerefsiz polemiğindeki gibi gerçek çelişkiler toplumun üyeleri olan yurttaşlar arasında değil; radikal politikaların öfkeli mensuplarıyla, halkın arzuladığı huzurlu dünya arasında yaşandı her zaman. Tüm isimler gibi eleştiriler de mutlak önünde geçiciliğe ve zamana karşı başarısızlığa yazgılanmışlardır; ancak buna rağmen şedit kelimeleri sarfetmede imtina etmeyenler yanında rasyonel olan birileri de mutlaka olur. Hayatın karşısına ölümün konduğu bir özgürlük zaafı ve gelecek tahayyülünü savunmanın akıl ve izanla ilgisi yok. Haklı bir endişeyle Ulus Baker, "Yaşamak varken, niye ölünür?" diye sorar!


Önsözün altında Istanbul 8 Ocak 1930 yazar. Dönemin Türkçe gazetelerinde 'Daimi İhtilal' ya da İlanihaye Devrim' şeklinde geçer. Troçki'nin Sürekli ya da Kesintisiz Devrim adlı kitabını İstanbul'da yazdığını biliyoruz. Ancak kavram Lenin'e aittir; 1905'te Cenevre Carouge Sokağı adresinde basılan kitapta "Devrimi İlerletme" başlığını açarak düşünmeye başladığını biliyoruz. Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği' kitabından hemen sonra sonra 27 Mayıs-25 Kasım 1905 tarihleri arasında yazı işleri müdürlüğünü üstlendiği Cenevre'de yayımlanan Proletaria gazetesinde yazdığı "Sosyal-Demokratların Köylü Hareketi Konusundaki Tutumu" (Bk. Social-Democracy’s Attitute Towards The Peasant Movement, Collected Works, vol. 8, s. 230-39, 14 Eylül 1905) başlıklı yazısında bu defa net bir edayla "Kesintisiz Devrim" kavramını kullanır ve anlamını şöyle açıklar: "Demokratik devrimden derhal ve kesinlikle gücümüze bağlı olarak, sınıf-bilinçli ve örgütlü proletaryanın gücüne bağlı olarak sosyalist devrime geçmeye başlayacağız. Biz kesintisiz devrimi savunuyoruz. Yarı yolda durmayacağız".


Félix Guattari'nin "İktidar Oluşumlarının Ayrılmaz Bir Parçası Olarak Sermaye" yazısında yaptığı saptamalar yerindedir: "Bugün bilinmektedir ki, bilgi sermayesi yönetimi, emeğin örgütlenmesine katılım derecesi, şirket ruhu, kolektif disiplin vb. de sermayenin üretkenliği hakkında belirleyici bir öneme sahip olabilir. Bu bakımdan, belirli bir sektörde, bir saatlik ürün yaratan toplumsal ortalama düşüncesi fazla bir anlam taşımaz. Herhangi bir nedenle “üretken entropi”nin bölgesel bir azalma gösterdiği her yerde, kolektif işçi direnişi, örgütsel bürokrasi vb.’nin yavaşlatmalarına rağmen, şeyleri ilerleten ve bir endüstri dalında ya da bir ülkede bu çeşit bir ortalamayı yöneten aslında takımlar, atölyeler ve fabrikalardır. Diğer bir deyişle, kapitalist kâr alanının büyüklüğünü sınırlayan şey; eğitim, yenileştirme, iç yapılar, sendika ilişkileri vb. gibi karmaşık düzenlemelerdir; basitçe emek-zamanına el koyma değildir." 

Troçki, 1929'un Mayıs'ında yazdığı 'Stalin Grubunun Hataları' kitabında (Bizde 'Çarpıtılan Devrim' adıyla çıktı) kendisinin Büyükada'ya sürülmesiyla sonlanan süreci Rus halkının yılgınlığına bağlıyor ve şöyle yazıyordu: "Sürekli Devrim, yani Sovyet cumhuriyetinin kaderinin tüm dünyadaki proleter devrimin yürüyüşüyle olan çözülemez ve gerçek bağ fikri, kendilerini birinci sıraya yükselten devrimin fiilen görevini tamamlamış olduğuna içten inanan tüm yeni tutucu toplumsal tabakaları öfkelendirmeye başladı." Hakikaten yorgun kitlelere Stalin'in komplosundan daha inandırıcı gelen onun teklifi olan 'Tek Ülkede Sosyalizm' tezleriydi. Sovyet Rusya'nın yıllarca savaşlarda telef olan gençliğini artık ağır sanayinin hizmetine vermek ve nüfusunun yüzde doksanı okuma yazma bilmeyen halkın eğitimi için seferber etmek anlaşılır bir talepti. 15 Ocak 1925'te Troçki iki yıldır süren sessizliğini bozdu ve Sürekli Devrim teorisiyle arasına mesafe koydu: "Sürekli devrim formülü bütünüyle geçmişte kaldı" dedikten sonra şöyle yazıyordu: "Eğer Ekim'den sonra herhangi bir zamanda özel nedenlerle sürekli devrim formülüne tekrar değinme fırsatı bulmuşsam bu ancak sadece geçmişe bir gönderme olarak olmuştur" Bu kendisinin marksizmden kuvvetli bir taviz vererek sosyalizmin ulusal sınırlarda inşa edilebileceği konusunda Stalinci dönüşümünü belgeliyordu. Zaten Bolşevik kadrolar da yapılması gerekeni yapmış, imkansız devrimin mezarını kazmışlardı. Bu sağa doğru ekonomik bir vazgeçiş olmasa da tarihsel olarak çok daha fazlasıydı. Çok önceki bir tarihte Lenin, Troçki'ye 1919'un Haziran'ında bir tomar boş kağıda imza atarak onunla ne kadar uyum içinde olduğunu ve ona ne kadar güvendiğini göstermemiş miydi?. Şöyle yazıyordu sayfanın üst başlığında : "Yoldaşlar, Troçki'nin emirlerinin sertliğini bilerek doğruluğuna, uygunluğuna ve gerekliliğine mutlak olarak aklımın yattığı ve tümüyle onayladığım Troçkinin dava çıkarlarına olan emrine tümüyle katılıyorum. İmza: V. Ulyanov (Lenin). Ruslar, Almanlar, İngilizler, Hintliler ya da Türkler:  Onlar ya da bizler olarak herkes, işçi, öğretmen, imam, sanatçı, bilim insanı, muhafazakar ya da radikal politikacı; istekleri sonsuz, hayalleri sınırlı bireyleriz. Biliyoruz: Toplum, bireylerin toplamından daha fazla bir rezervdir; ancak 18. yüzyıldan itibaren tatminsiz, meziyetleriyle toprağın verdiğine iktifa etmeyenler olarak mekanikleştirdiğimiz yaşamımız ve makinaların hizmetine verdiğimiz düşüncemizle post-modern sistemin ve küresel düzensizliği dengeleyen kapitalist termodinamiğin ne olursa olsun sonunda sükuneti arayan ürünleriyiz. Guattari'nin "iktidar oluşumlarının ayrılmaz bir parçası olarak sermayenin şeyleri ilerleten ve bir endüstri dalında ya da bir ülkede bu çeşit bir ortalamayı yöneten aslında takımlar, atölyeler ve fabrikalardır" tespitine katkıda bulunmak durumundayız: Sermayenin mühendislik çabalarının en belirgini teknolojik mekanizmaların yaygın edinimiyle atbaşı giden devrimler gibi daha düşük profilde kongreler ve uluslarası bienallerdir; zihine yapılan kodlamalarda kitleleri ortak kılan ve doğrudan içine alan organize çabalara dikkat edilmelidir. Dünyanın değişim çağrısı güleryüzlü kolektiflerde, topluma radikal çözüm öneren tasarımlarda ortaya çıkmaktadır. Sanatın Gerçekleşmesi ve Gündelik Hayatta Kesintisiz Devrim başlığı Dadacıların ve Sitüasyonistlerin amacı olmaktan çıkarak an itibariyle güncel sanatın mottosu oldu. Istanbul esas olarak 4. Bienalin küratörü Rene Block ile dış dünyaya açılmaya ve Alman mühendislik çabalarının ürünü olarak ülke erken bir tarihte siyasetten önce sanat aracılığıyla jeopolitiğinde makas değiştirmeye hazırlanmıştır. Bienaller direkt olarak küresselleşmeyle ortaya çıkan bir olgu; uluslararası sermaye ülkeye akın ettikçe yerel değerler ve kutsal gelenekler global olanın lehine hızla dönüşüyor ve ilişkiler değişiyor, milli olanın nüfuzunu sınırlandırıyor. Biliyoruz ki, 1970'lere nazaran bugün çok daha farkındayız; dünyada üretim/tüketim alanımıza girdikten sonra sürdürülebilir arkaik hiçbir şey kalmadı. Geçenlerde yayımlanan Gelecekteki İlkel kitabıyla John Zernan gibi doğal anarşistlerin hilkate yönelik bakışları, kayıp köklere dönüş çağrıları fazlasıyla epistemik; mesaj farkındalık da buna rağmen idrak, öneriyi seçme şansına sahip değil ise birey ontik anlamıyla riyakar olmak mecburiyetindedir. Sanatın özgürleşme adına isteklerini sergilediği alan bir imkanlar finansmanına gereksinim duyar; işbirliği hayatidir. Zaten sembiyoz, yolda tesis edilen birlikte yaşama cesaretiyle oluşan bir süreç. Birkaç sene önce izlediğim bir VisaCard reklamında markette herkes kartla alış-veriş yaptığı sürece sistemin bir makina uyumunda kesintisiz işlediğini anlatıyordu. Sanal paranın momentumunun akışkanlığı, insan etkinliğinde anlayışımıza işlerlik sağlarken kesintisizliği sanki ışık hızında yaşadığımızın kesin bir özetidir. 2 dakikalık filmde ta ki, bir müşterinin kasiyere nakit para verene kadar; o anda hızla ilerleyen sistem kesiliyor, bir anda telaş başlıyor, kuyruklar oluşuyor vd. Keza kasaya gelene kadar geçilen yolun bir tesadüfler haritasından daha fazla anlamı var. Yaşadığımız çağda tüm rastlantılar, sonu mübadeleye gelip dayanan stratejik bir planın parçası. Politikada şimdiki an inorganik bir akıl ve bütünlüğü parçalanmaya giden bir fasıl; mamafih kaos bugün şahidiz ki, tereddüte mahal vermeyecek kadar bilinçle özbilinç arasında kanaviçe gibi işlenen bir 'boşluk' yaratma çabasına denk geliyor. Kapitalizm olarak modernlik; asla tek merkezi olmayan ama hemen her şeyi mükemmel olarak kontrol edebilen aşındırmalarla dönüşen bir mekanizma gibi görünüyor; tanımladığı her olgunun başına yıkıcı ya da yapıcı bir gözetmen edasıyla verimlilik uzmanını yerleştirmekte mahir. Geleneksel enigmaları kullanan sabit kodlu sistemlerin yerine kapitalizmin şirket kültürlerinin dinamik bio-inorganik hafızalarda yükselen envanterlerini ciddiyetle takip etmemiz gerekir. Yapay öğrenme algoritması kullanan finansal sosyal zekalar, toplumsal veriden mantıklı sonuçlar çıkartarak kendi bilgilerinin diyalektik fenomenlerini kurabiliyorlar. Parayı basan ve rezervleri ulusal kaynak olarak mülkiyetinde tutan güç canlı bir imge;  zemin olan devletin kudreti olsa da, emeğin gücünü mimarileştiren, sınıfları işbölümüne göre konumlandıran ve üretken kılan, özneyi yapıcılaştıran (pozitifleştiren) hareket halinde olan sermayenin olanağı. Zizek'in Istanbul Modern'de Hegel'den biraz bozarak aktardığı gibi "İdeoloji, bizim, ötekilerle kurduğumuz etkileşimden doğan kendi hakikatimizdir." Ancak 'Kartaca Yıkılmalıdır!' demekle olmuyor; ilk adımda belirleyici olan parasal göstergelerdeki dengenin tutturulabilme temrini ve kitleleri iş için seferber edebilme yöntemindeki şeffaflık; istim ardından gelir!


René Block ve 1990 Sonrası Türkiye Çağdaş Sanat Ortamında Otorite ve Dil Kurguları | E-Dergi, Sanat Tarihi: http://www.e-skop.com/skopdergi/ren%C3%A9-block-ve-1990-sonrasi-turkiye-cagdas-sanat-ortaminda-otorite-ve-dil-kurgulari/414#.VeaN08Ka4ug.twitter …
http://www.e-skop.com/skopbulten/isyan-sanat-ve-gundelik-hayatta-kesintisiz-devrim/1364


Umut bağladığımız halk, konuşan bir güruh mu, ayrıcalıklı bir kitle mi; dar zamanlarda herkesin sığındığı 'çokluk' tanımı, evsaf ve fenomen anlamıyla hangisi?


Bitirilen çözüm sürecine şimdi CHP sahip çıkmalı. Süreci Meclise çeken yeni bir öneri getirmeli ve çözümden ne anladığını açıklamalı diyen Rıza Tüzmen'in Twitter'da mazrufu sahiplenmesi önemli. (29/7) Çözüm sürecindeki biz kendi sosyal hakikatimizi 'hayal' olarak adlandırabiliriz; oysa sorun ne kadar elle tutulamasa da taraflardaki şiddet, kanonik öykü formatındaki hayata içkindir. Şahsi, gayri hukuki vd: Prestij sahiplerinin canını sıkacak ölçüde ya da kurumların itibarları yıpratacak nisbette insanlar bireysel aidiyetleri cephesi ve toplumsal mensubiyetleri veçhesinden çeşitli eleştirilerde bulunabilirler; ancak eleştirinin şiddetiyle demokrasilerde bireyler öldürülemez; prestij sahiplerince öznelerden ölmeleriyse hiç istenemez! Bilinen örnektir: Yunanlı komutan Pirus Romaya saldırır ve savaşın sonunda elindeki her şeyini kaybederek galip gelir. Kazanmıştır ama yanında hiç kimse kalmamıştır. 'Pirus Zaferi', yenilmeye mahkûm galibiyetleri anlatmak için kullanılan bir örnektir. Bu ülkede entropi sözel anlamıyla daim bir mutlaklık içeriyor ve kurucunun perspektifi öylesine çarpıtılmış bir yapısallığın üstüne yükselmiştir ki, bu ucu açık süreç herkes için ağır bir töhmettir. Bugün evhamlanmadan serinkanlılıkla davranmazsak eğer ve bu acımasız kuşatma altında ortak akıl köklerinden kopartılmaya teşebbüs edildikçe elbette ki zorlanacağız. Hakeza, esef duysak da genelin davranışlarından biliyoruz ki şaşırmayacağız. Ülke ontolojisinin bekası üzerinden ödenecek uygunsuz bedellerin pasif seyircisi olma vebalini bunca zamandır üstlenmiş olmanın vicdan azabıyla belki de ilelebet susacağız. İnsanlık sisteminde zamanın ruhu dediğimiz 'kapitalizm' ötesi tahayyülünü henüz yaratamamış olmak mutlaka içinde bulunduğumuz planetteki toplumun tamamını çürütmeye bizim coğrafyalardan başlamıştır; ISID'i de gördükten sonra sanki bize bunu inkişaf ettiren zihinden doğal bir yaşam/ölüm kurgusu beklenmemesini öğütleniyor gibi.. Fichte'nin felsefe için söylediğini uyarlarsak; insan nasılsa, sanatı aşkın biçimde kullanan ekonomi-politik de öyledir. Meta fetişizmini alaminüt çözümlerle siyaseten baskılamak mümkün belki ancak toplumları mahrum bırakarak sanatın biçimlendirdiği fetişizmin yerine ideolojiyi iskan ederek sapkın arzuyu yok edemiyoruz. Temsili rejimlerde iktidarlar değişik pozisyonlar ya da birbirine benzemez formlar alabiliyorlar. İktidarın prestiji, el koyduğu artı emek ve yönetebildiği enerji miktarıyla propagandasını vesile olabilecek sermayenin örgütlenmesinde. Televizyonları karşısındaki infazları yargı gücünü askıya alarak çay içerken seyreyenlerde kesin değil: Gücün sermayesi her türlü gruplaşmada, yönetimi paylaşma arzusu içindeki kolektiflerde, politik bir kurguyla müteharrik olan yardım insiyatiflerinde. Zizek'in muhterem örneğindeki gibi Biz yanlız Starbucks'un kutusuna attığımız üç beş kuruş parayla Afrika'daki Ebola mücadelesini sürdüren iyilik hareketlerine katılma payını alabilir, Espressomuzu yudumlarken vicdanımızı rahatlatabiliriz..
14. İstanbul Bienal küratörü Carolyn Christov-Bakargiev, "Teosofist Annie Besant'a göre “düşünce biçimleri” imgesel âlemin şekil bulmuş varlıkları, genellikle görünmez kalanın görünen ve titreşen hâlleri, gerçek dünyanın ancak yoğun farkındalık, meditasyon ve dikkat ile kavranabilecek formlarıydı. (..) Belki de bir dalga sadece zamandır – bir dalganın yüksek ve alçak noktaları arasındaki farkta duyumsanan his zamanı, dolayısıyla mekânı ve dolayısıyla yaşamı imleyebilir. Örüntüleri; denizaltı sularının ya da rüzgârın örüntülerini, dalgaları tanıyarak, dalgaları görerek kabul ederiz. Bir dalga, nihayetinde düğüm haline gelmeye çalışan bir çizgi olabilir mi ve eğer öyleyse düğüm ne zaman çözülebilir? Bu soruyu fizikçi dostlarıma, fakat aynı zamanda filozof dostlarıma da yöneltiyor ve – en sonunda ve belki de bilhassa – sanatçılara soruyor ve yanıtı onlardan bekliyorum" demesinin imtiyazıyla devam ediyoruz:
Dışarısı yoktur. Yargı gücümüzü kullanıp bunları yaparken bile müşterek bir yaşamın gereğini yerine getiririz. Toplumsal çevrenin damgasını taşımayan ve imal edilmemiş bir insan davranış formu olamaz diyor Maurice Merleau-Ponty. İnancın yerini alan dün olduğu gibi bugün de kudrettir (potestas). İnsanın istatistiki bir öge olarak finanslaşması, nesnel ortamı tanrısal bakışla izlemeye alan ekranlar üzerinde genel bir göstergeler dizini ve ilişkiler prosedürü yaratmıştır. Şebekelerimizin çalışanları olarak bir hukukun koruduğu sözleşmelere tabiyiz; yaşam tarzlarımızın coğrafyalar dağılan uygun farklılıklarına rağmen kapitalist üretim biçimi, adeta şahsımıza münhasır haysiyetli özerk adalar tesis etmiştir. İlki trajedi, tekrarı komediyse eğer zaten anlaşılmıştır ki, yaptığı ihlaller üzerinden miadını doldurmuş tarih, tıpkı düşünürün ya da gözlemcinin kendisini özdeşleştirmekte imtina etmediği tekerrür eden zamandan süzülen öğrenebilir bir olguya, gerçek bir tecrübeye sahip olamıyor. Post moderniteyi bu kadar korkunç kılan imtina etmeden yaşadığımız olağanlığıdır; doğadaki tecrübenin "algısal/somut" hakikatinin yerine tarihsel idrakıyla yaşamın mübadeleye açık "kavramsal/soyut" oluşumları zamanda mesken tutulur. Yaşadığımız günlerin masumiyeti ile cehaleti omuz omuzadır. Marks'ın Kapital'de sarfettiği 'Bilmiyorlar ama yapıyorlar' cümlesi bu inanca dair mistifikasyonu, politikanın sonrasında da emeğin değer olduğunu ilan eden faziletçi travmanın içine gizlemiştir. Her görünümün bir fenomen olma ihtimali vardır; ancak kabul etmek gerekir ki ideoloji kisvesi altında görünen depersonalizasyon bozukluklarını fenomen diyerek sindiremeyiz. Elemesine eleriz de bunu yapma temrini, Kant'ın 'cesaret et!' çağrısıyla, güdüsel düşüncede kara delikler açtığı gibi kurtarılmış bölgeler de yaratabilir; potansiyel vardır ve güç sizde! Eğer gerçeğin ilanı, hayata dair sapkın inkarlar üzerine kuruluysa alanı açmak, vicdanı temizlemek için kolektif akla ya da yükümüzü paylaşan yardım şebekelerine gereksinim duyarız. Küçük tanrıların denetimi altındaki panteist beden, detone sesler çıkaran çürümüş toplamın post-biçimidir; bakteriyal düzeydeki çokluk kültü, para ve şiddetle paramparça olmak üzere iş/güzarca örgütlenmiş toplumun 'riayet et' emrini oluşturan performatif bildirimidir; istisnalar kuralı bozmuştur ve işbölüşümüyle dayatılan kip, artık emrivaki bir yasa olarak görünendir.


Güleryüzlü Spinoza gibi olmak isterken çok güldürüyorlar.. Birinci trajedi, ikincisi komedi misali, Arap Baharı'nın imkanlarından İmparatorluk kitabını, ihtiram duyulan Kapital'in yerine koyuyorlar ancak alelacayip durum ortada.. 2011'de ne demişler, bugün ne diyebilirler!


Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'inden bir pasajı hatırlattı: 'İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine gore değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneğinin tüm fikri ağırlıklarıyla, yaşayanların beyinleri üzerine bir kabus gibi çökmemesi önemlidir. Kapitalizmin, post modernist biçimilerinin fenomenolojik değil de sadece adına 'iş' denilen araç yahut tertibat -ne dersek diyelim- bizi sevk ve idare edilen semboller sathına gerileten ve ataleti onaylayan dilbiçim üstünden özgürleşmenin imkansızlıklarını halihazırda bir dönüşüme uğratmadan koruduğunu söyleyebiliriz. Lenin, 17 Nisan 1919'da Sovyet Hükümetinin Başarıları ve Zorlukları makalesinde "Elimizde komünizmi inşa etmek için kapitalizmin yarattıkları dışında hiçbir malzeme yok" diyordu. Bu sadece pratik değil, teorik bir haritanın olmamasının da ifşasıdır. Marksizmi uluslaştırarak kurma konusunda Lenin "Son Yazıları" dahil olmak üzere iki metninde Kızıl Ordu'nun kurucusu, Kronstandt isyanının bastırıcısı, Anarşist Mahno hareketinin katili Troçki için "aramızdaki son Bolşevik olmasına karşın, kabul etmeliyiz ki en yetenekli Bolşevik odur" demiştir. "Radek ve Buharin'den iyi teorisyen tanıyorsanız çağırın gelsinler" lafı, Bolşevik kadroların halka karşı yaptıkları darbe ve sürekli devrim terörüyle nasıl bir felsefi uçurum içine düştüklerini çok iyi göstermektedir. Bu, her halükarda Marx’ı radikalleştirmeye çalışan ve kapitalizmin kellesini uçurursak sosyalizme erişeceğimizi savunan Hardt ve Negri’nin "Çokluk" tezinin neleri ve kimleri, hangi değişimleri son tahlilde savunduğunun da bir özetidir. Marks dahil; olağan haliyle darbe mekaniğine sahip liberalist çağrıların bir yanında illuzyondan ibaret özgürleşme talepleri dururken diğer tarafta bireyin iş ve ücretle elinin kolunun bağlandığı endüstriyel sistemin çarklarıyla rezonansa tabii olmak, emek arayüzüyle öğütücü ilişkiler kurmak ve artı değeri toplayan sınıfsal sermayeyle bütünleşme mesajları yer alır. Zizek'in öngörüsünü bir kere daha tekrarlayalım: 'Eğer Lenin'in ve hatta Marks'ın Komünizm projesinin aslı, özü içinde tamamen gerçekleşseydi eğer; her şey Stalinizmden daha kötü olabilirdi' Bunu akılda tutmak gerekir!


Kazanılmışı cansiparane savunmak önemli ancak her seferinde toplumsal mutabakata ve sürdürülebilir barışa giden yepyeni bir yol haritasını müşterek faillerle birlikte yeniden çizebilmek hüner ister. İlanihai savaş olmaz ama insan isterse, zırhsız ve pençesiz doğmanın imkanıyla barışı sürekli kılabilir.

Hardt/Negri düeti finansal malzemeyi harmanlayarak kolajladığı zemin üstünden, safiyeti tartışılır görüntülerle İmparatorluk üstünden cümlelerine geleceğiz. Söylemek istedikleri var: bir imge politikası, mesajının merkezine koyduğu mağduriyet üzerinden bir temsiliyet rejimi oluşturuyor. Bazı kurumları onaylarken eprimiş sakil kavramları post modernleştirerek direniş imkanlarını popülerleştirdiği teknik bir laboratuvarın laborantı gibi aydınlık olmaya özenli; felsefi donanımına sahip olmanın imkanlarıyla beyaz/ boş bir yüzeyden başlıyor; ideolojinin yumuşak karnına göndermeler yapıyor. Öfkeli sözcüklerle planını katmanlar halinde inşa ediyor. Ancak bunları Lenin de yaptı diyenler haksız sayılmaz. Ne diyordu devrimden sonra hatırlayalım. " Kapitalizm bankalar, karteller, posta hizmetleri, tüketici dernekleri, memur sendikaları biçiminde  bir muhasebe aygıtı yaratmıştır. Büyük bankalar olmadan sosyalizm olamazdı (..) buradaki görevimiz bu kusursuz aygıtı, kapitalist biçimde bozan şeyi kesip atmak, onu daha da büyütmek, demokratikleştirmek, ve daha da kapsamlı hale getirmektir." Troçki'nin sosyalist devlet şemasındaki refahı mallar ve muhasebe düzeniyle sağlanmasına hiçbir itirazı yoktur. Bugün de radikal muhalefetin ikonları dijitalleşen toplumda kurmaca bilgilerle birlikte, yaşamın montajlanabilen hakikatine ellerini uzatıyorlar. Hayatın hileleriyle, metaforlaşan benzerliklerimizin başkalaştırdığı ilişkilerimizin izini sürüp ufkî bir süreci rektifiye ederek yeniden başlatabiliyorlar. Sözcükler, mutlaklık içermez; sadece bize hakikati anlatabilme gayretiyle başka sözcüklere yönlendirirler. İhdas eden Dil, insanlığın kaybolma aracıdır. Sistemin bir otomatı olan insanın kafası, mekaniği sorunlu bir fotograf makinası gibi çalışmakta. Göz kırpma aralığında algılanan görüntülerin az bir kısmını gerçekten yararlanmak üzere bilgi-işleme gönderebiliyoruz; modifiye edilen aklın unutma sürecinin ardından toplanan argümanlar öznel biyo politik süreçlerde yararlanılmak üzere şirketler tarafından işleniyor?

Siyaset, bizden gayri ötekilerle doğru ilişki kurabilme yeteneği gösterebildiğimizde ancak palazlanabilecek kendi hakikatimiz olma gücüne sahip olabilir. Ne var ki, kendine bir toplum olmanın belirleyicisi, dengeyi bozanların ruh hali bu hakikati garipselleştirmekte ve ihtiva edileni yoksunlaştırmaktadır. Hayat, anlamından öte de kendinden değer olan salt edimin ötesine taşmış olan tecrübedir.


Görüntünün görüntüsü vizörden beyne düştüğü an, tarihe göre kayıtlı hatırat, önemine göre uygun yere montajlanmıştır; sonraki işlemde, imaja göre isyankar kritik bir hikaye oluşturma aşamasında takip edebileceğimiz hiçbir kural yok.. Spinoza'da insanın patron olma halinin cezbesi muğlak; ondan sivil topluma devreden ana antagonist motif, güvenlik paranoyası. Çokluk'un demokratik talebi, sanıldığı gibi asıl olarak insanın mekanlaşmadan, şehirleşmeye, demokrasiye ve Hardt/Negri'de 'sevgi'ye ulaşan şekliyle bir cesaret gösterisi, finansın gücüne bir meydan okuma hali değil. Feragat yoluyla diğer türlerden ayrıldığımız spesifik aczimizle, nevrotik yalnızlık korkumuzu 'çok' bilgimiz ile telafi edebiliyoruz. Bilgi, pazarın koşullarında bir 'değer' ifade eden taşınabilir muhteviyatımızdır. Siyaset ekonomik, praksis politik; kuşkusuz biliçli bir insan etkinliği olan performans, üretim bandı / çalışma düzeni lehine ücreti karşılığı dünyayı dönüştürmek istemekle sınırlı. Dünya kendi akışı içinde zaten kendi iç dinamikleriyle dönüşüyor denilebilir; ne ki politikleşmiş özne bundan memnun değil. Reçete öneriler var; digital aparatlara sahip insan ortamda tutunabilmek adına toleranslı, sosyal medya düzeninde okumaya, tartışmaya açık; göz önündeki imge şimdilik demokratik. Tarihsel bir anlatının parçası olarak aktarıldığında gazetecinin objekifin belgesel ya da haber karesi yakalamasıyla farklı; çünkü ne şimdiki zaman nesnel ne de salt toplum öznelerden ibaret. Bilgi'nin görüntüyü aracısız aktarılması, kitleye yapılan ajitatif propagandada üstüste yığması, ölümü bir aşkın eteklerinde yaşayanlara can veremiyor. İninden çıkan Nomenklaturaya çeki düzen bu haliyle küçük mühendislerin denetiminde. Otoriterden öte hiyerarşik yargı belirleyici; görme/bilmenin paylaşılması, yalnızlık korkusunun paslaşılarak giderilmesi mülkiyete ait sosyal bir sorumluluk.. Ne pazarı yaratır ne de alengirli savaşları silahlar; tarihe gömülmesi gereken dilin mülkiyetten önceki hali; sözün direkt kendidir.

Cürmün sahipleri pozitif mutlak değil, karanlıkta negatif iskanlar arzularlar. İmge, boşluğa tekil bir çağrı yollar; müdahale edilmemiş görüntüde ise üstü örülü bir çığlık vardır.. İnsan olarak ne kadar çok biliyorsak, o kadar suretimizden yarattığımız dünyanın dengelerinden korkar olduk. Uzmanlar, kendi aleyhine örgütlenen bilgiyle maddenin direncini kırmak için negatif gayretler sarfetmektedirler. Sürekli bu maddenin direncini kırma, mânânın bilincini değiştirme işlemine 'ilerleme' deniyor. Memnun olunamaz gerçeğin üzerine, yeni bir 'gerçek' monte edilerek yine memnun olunamayacak hilkatlar, tarihin çarpık hakikatlarına upuygun olamayan hayatlar, formları parçalanarak bölünerek çoğalan uzmanlıkların denetiminde yeni gerçekleştirici (performatif) hiyerarşik yapılar oluşturuluyor.. Bunları korumak için de duvarlar, sınırlar, mekanları örüyor, kurumlar, diplomalar tesis ediyor, ücretler salıyoruz.. İnsan ekonomik bir tutunma noktası aramadan ideolojisiz, yaratıldığı hal üzerinde kıpırdamadan dursa dünya cennet. Lakin, yapamıyoruz; bozduğumuz görüntünün parçası olarak biz de değişiyoruz; tabiatın değiştirme, yenileme işlemine direndikçe, bizi doğadan, doğamızdan ayıran malzemeyle birlikte çürüyoruz. Kendini köreltici zorunluluklardan kurtarmış toplum olmak için önce birey olmak; evrensel öznenin norm ve sürecini doğru tanımlamak gerekir! İroni yapmadan doğrudan söylersek, doğadaki nedenin dışında bir nedensellikle kullandığımız malzeme, kurtarıcımız değil bugün kabusumuz olmuştur.. Max Weber söylüyor: "Güç kullanımı, şeytani bir durum yaratır" Balibar'ın belirttiği gibi bu elbette alegorik bir söylem ama haklılık payı da yok değil, her gün de bunu yaşantımızda görüyoruz. Yaşayan özne kendi hayat süresini uzatan politikaları savunmak ve yepyeni kavramların mucidi olmak durumunda; yeryüzünde sükunet muhteşem bir imkan. Oysa devlet, sanki toplumdaki var olan şiddeti alıyor, ama onu sıfırlayacağına başka biçimiyle yeniden kurguluyor. Biz de biliyoruz sıfırlayamayacağını ama marksist ütopyadaki sönümlemenin karşılığı budur. Bunca felakete karşın Zizek gibi nüktedan kalmak, gülerek düşünebilmek önemli; çünkü mizah, kitlelerin kendi davalarında da belli bir kol aralığını, görme mesafesini koruyabilmelerini sağlayabiliyor. Ne zaman birileri sorumluluktan bahsederse biliriz ki ardında toplumsal bir yargı düzeneğine, yurttaş ahlakının ve hukukun elinde şekillenen bir suçlama kuruluna yaslanmaktadır. Duygulara kapak olan düşünceler, fırsat arar; eğreti nizam devamlı ima eder. Tecil edilmiş kelimeler, sıraya bozanlar aleyhine taraftarı motive eder. Geçmişi diri tutarken geleceği öldüren; hayatın temel faaliyeti haline gelen politikalarla bugünü yarından koparan neden aşırı güç istencidir.


Diyalektik Materyalizm, Lenin tarafından uluslaştırılarak değiştirilmiş bir kavramdır dediğimizde 'Uygarlık Tarihi' dersinden bir kere daha kalıyorduk. Bugün Zizek aynı şeyi söylüyor; ne ki Sovyet uygarlığı balonu söndü ve tarih oldu. Lenin, dokunaklı bir ifadeyle ve duygu dolu anlatımla Marks ve Engels'in felsefelerini nasıl hep 'diyalektik materyalizm' olarak adlandırdıklarını tekrar tekrar belirtir. Bu konuda Zizek, Marks ve Engels'in bu terimi bir kere bile kullanmadıklarını Georgi Plehanov'un kayıp sayfalarına/arşiv kayıtlarına ulaşarak iddia ediyor. Bu durum Marks/Engels'in toplu eserlerini yayımlayan editörler için çıkmazdır. "İndeks bölümünde 'diyalektik materyalizm' teriminin bulunması gerekiyordu. Bundan dolayı Marks, Engels'de 'Diyalektik' ve 'Materyalizm' sözcüklerinin geçtiği sayfaları, 'Diyalektik Materyalizm' başlığını yeniden imal edip ve bir indeks yaratarak içinde topladılar." Ancak 
Gerçek, ulaşıldığında mutlu olunacak, yerinde duran bir kavram değil; uçucu, meyilli, değiştirilmek için ele geçirilmeye çalışılan, yakalandığında tutanın mülkiyetine geçen bir pasaj.. Matematiksel doğru, analitik mantıkın bariz/apaçık hakikatıyla yüzyüze gelme, yüzleşme hiç değil.. Böyle olduğu için de İktisat bir bilim olamıyor; ekonomistlerin söylemleri kehanet yüklü.. Çünkü matematiksel önermeler, hayata dair somut teklifler oluşturma gücünden yoksun. 'Gerçek', işgal edilip, karşıdakinin iradesini kırıp, Şey'e inandırıldıktan sonra içbükey/dışbükey ayna gibi uzayan bir süreç, kullanılan bir meta, gelir getiren bir 'boşluk' alanına dönüşüyor. Marks, felsefesini Hegel eleştirisi temeline oturtmuş ve dünyada bir inanç sistemi kurmuştur. Bunun ilhamını veren ise Ludwig Feuerbach'tır: 'İnsanların varlığını belirleyen bilinç değil, tam tersine bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır' diyen Marks'ın en önemli cümlelerinden birinin ardındadır. Marks'a olduğu kadar günümüzde fotograf sanatçılarına ilham verebilecek durumlarını, vizörlerini netleştirecek cümle şöyledir : "Düşüncelerden yola çıkarak nesneleri değil, nesnelerden yola çıkarak düşünceyi üretiyorum" 
Buna rağmen öznenin seçim hakkı her nesnel gerçeği yeni baştan oluşturabilir. Niye mi bunları söyledik?

(1) 14. İstanbul Bienali, İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından Koç Holding sponsorluğunda 5 Eylül - 1 Kasım 2015 tarihleri arasında düzenlenecek. 14. İstanbul Bienali’ne çok sayıda kurum ve kuruluş, uluslararası fon sağlayıcı ve fon kuruluşları da destek veriyor. Carolyn Christov-Bakargiev kavramsal çerçeveyi oluşturma sürecinde, Cevdet Erek’in sanatsal tavsiyelerinden, Griselda Pollock’un keskin entelektüel zekasından, Pierre Huyghe’un duyarlılığından, Chus Martinez'in küratöryel hayalgücünden, Marcos Lutyens’in dikkatinden, Füsun Onur’un sahip olduğu keskin bakıştan, Anna Boghiguian’ın siyasi felsefesinden, Arlette Quynh-Anh Tran’ın gençlik dolu heyecanından,William Kentridge’in bilgelik yüklü tereddütlerinden ve süreç ilerledikçe belirecek başka nitelik ve aracılıklardan beslenecek. Christov-Bakargiev, 2009’dan 2012’ye Almanya’nın Kassel şehrinin yanı sıra Afganistan’ın Kabil; Mısır’ın İskenderiye ve Kahire şehirlerinde ve Kanada’nın Banff kasabasında 2012 yılında gerçekleştirilen dOCUMENTA (13) sergisinin de sanat direktörlüğünü üstlendi.
http://bienal.iksv.org/tr/arsiv/haberarsivi/p/1/975




(Bak*1) İç savaşın son bulmasında sonra Lenin, devrimi artık batıya yaymak gerektiğine ve inanıyordu. Almanya’da devrimin sürmesini Lenin, bir fırsat olarak gördü. Rus Devrimi ile Alman Devrimi’nin komünist destekçilerini birbirine bağlamak için Kızıl Ordu’nun, arada kalan Polonya’yı sıçrama tahtası olarak kullanıp hem Almanya’ya hem de Batı Avrupa’daki diğer komünist hareketlere yardıma gitmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak Sovyet Rusya’nın Polonya-Sovyet Savaşı’nda yenilmesi üzerine bu planlar suya düştü. Lenin devrimin hemen ertesinde “Polonya’nın bir toplumsal devrime hazır olup olmadığını süngülerimizle yoklayabildiğimiz oranda, çok az hazır olduğunu söylemeliyiz. Süngüyle yoklamak Polonyalı kır emekçilerine ve Polonya sanayi proletaryasına (Polonya’da kaldığı oranda), doğrudan erişmek anlamına geliyordu.” demektedir. Gerçi 1920 Ağustosu'ndaki Polonya yenilgisini önceden de haber veren Troçkidir. Burada Güney-Batı Ordusu Siyasi Komiseri Stalin'in Kızılordu'ya zamanında yardım etmeyişi yenilgiyi hazırlamıştır denilebilir ancak devrimin Avrupa'ya ihraç edilmesi Troçki'ye mal edilse de esas itibariyle Leninist bir projedir.  


Bugüne kadar kabuslarına şifa olacak umuduyla halk bir iktidar seçti, ütopyalarına ikna edemeyenler muhalefete geçti. Oysa artık kimsenin dışarıda kalmadığı oyu oranında iktidarı paylaştığı müşterek temsilleri düşünme vaktidir. Ancak Negri ve avenesine baktığımızda görüyoruz ki, eski sol, yeni bir söylem geliştiremiyor.






3D yazıcı ya da düdüklü makarna tesisi; üretim araçlarının mülkiyetini ele geçirsen ne yazar! Önemli olan teknolojinin değiştirdiği dünyanın değişen ontolojisini anlayıp emekle hunharca değiştirilmemiş bir dünyanın safiyetine geri dönme hayalini kurabilmek; hiç olmazsa sermayenin para rejimiyle arana mesafe koyup gerçek anlamıyla 'eşitlik' emeline sahip olabilmektir.. Bunlar tüm iktidarın kendilerinde olmasını isteyen ideolojilerin başarabileceği işler değil.. 

Mahdumları ve kendi dahil; Marks'ın ütopyasından çıkışla metafor olarak kullanılan siyasetin özü hepsinde Din'dir; o, içsel dünya için dünyadaki yolculukta bir harita ya da inançlılara kılavuzluk yapan bir şifre değil, tilmizler için aleni dünyada işgaller talep eden rasyonel bir manifestodur. Sivil toplumun geliştirdiği sevgi kavramı üzerinden okumak zorunluluğu hissttiğimiz Ortak Zenginlik' kitabının yazarı Michael Hardt, Kitap Fuarı nedeniyle bundan dört yıl önce Türkiye'ye geldiğinde umulanın ötesinde bir ilgiyle karşılanmıştı. Yazar dünyada ciddi 'asık yüzlü politika' kavramını, 'güleryüzlü' Spinozacılıkla birleştiren ekibin kurucularındandır. Hardt ve ortağı Negri’nin toplumsal mutabakat ve ortak varoluş'un gerçekleşmesi için ise dikkat çektikleri iki kurucu sözcük var: Sevgi ile Yoksulluk..

2011'de şahit olduk: Cezayir Sokak'ta Michael Hardt, mutlu, neşeliydi; hayaller içinde rakısını yudumlarken Arap Baharı'nı yücelten tezlerinin aşınan toplumsal boşlukları onaracağını düşünen bir avuç aydının ilgisiyle karşılanmıştı;  yetmez ama evetçiler devlete dair çatlakların tespitlerdeki isabeti keyifle benimsediler.... Yazılar kitaplardan çok sosyal medya üzerinden replikler halinde zamanın ruhuna uygun sosyal ağlarda paylaşılıdı. Ne de olsa 
1985 yılında ilk olarak 6 adet .com uzantılı alan adı alınmışken bugün 100 milyonu aşan com uzantılı domain bulunuyor olmanın imkanlarıyla. Fikri mülkiyet ihlali, dijital bataklığın aykırı çiçeğidir. 2009'da yazdıkları Ortak Zenginlik kitabında Antonio Negri ile Hardt, kendileri dışardaymış gibi entelektüelleri 'Yeni kilise babaları' olarak nitelendiriyordu. Hardt birileri için önemli adam.. Birileri için önemli eser, Ortak Zenginlik, yaşlanan kapitalizmin neslini devam ettirecek kitabıdır kanımızca. Dünyadan bi haber Batılı aydının başucu kitabı; felsefenin sefaleti, okuyanın felaketi.. Şubat 2011'de Guardian'da yayımladıkları ortak makaleyi bugün tekrar okuduğumuzda ufki bakıştaki isabetsizlikleri bir kez daha gözler önüne seriyor.

Eleştirdiğimiz konu evrensel uygarlığı ararken normatiflerde emperyalizme toslamak; düşünce adına diliyle/grameriyle emanetçilerin kölesi olmak.. Gene birileri feryat figan ediyor; kızmışlar, alınmışlar, gücenmişler. Bu yeni bir hikaye değil, Tanzimattan bu yana taraflar aynı; hikaye deri değiştirse de kişiler hep benzer. Kendi yarım aklını kiraya veren aydınlar karşısında Cemil Meriç haklı: 'Her asırda bir kaç kişi düşünür, gerisi düşünürleri düşünür'..

Örneğin, sosyalist toplum modelleriyle, kapitalist toplum arasında bir erek farkı var mıdır? Troçki, İhanete Uğrayan Devrim Kitabında 225. sayfasında şunları yazıyor: "'Hükümetin başı, kültürün geliştiğini göstermek için kolhozlarda demir karyola, saat, yün çamaşır, kazak, bisiklet, talebinin arttığını söylediğinde, bu sadece şu anlama gelir: Hali vakti görece yerinde olan köylüler, Batı köylerinin yaşamına uzun süredir girmiş olan sanayi, ürünlerini henüz kullanmaya başlamışlardır. Basında hergün 'uygar sosyalist ticaret' üzerine vaazlara rastlıyoruz. Aslında yapılmaya çalışılan şudur: Devlet mağazalarına, temiz, çekici bir görünüm kazandırmak, onları teknik olanaklarla donatmak, mal çeşitliliğini sağlamak, elmaların çürümesine engel olmak, çorabın yanısıra çorap onarmaya yarayacak ipliği de satmak ve nihayet satıcıları müşteriye karşı ilgili ve nazik olmaya alıştırmak. Tek kelimeyle kapitalist ticaret vasat sayılabilecek bir gelişmişlik düzeyine yükselmek. Sosyalizmin s'sinden eser olmayan bu hedefe ulaşmaya ise çok vakit var.." Yıl 1936.

Troçki, 'Entelektüel yaratıcılık, özgürlük gerektirir' dedikten sonra evlere şenlik bir Sosyalizm tanımı yapıyor : ' .. doğayı tekniğe, tekniği de plana tabi kılma ve böylece maddeyi direnç göstermeden insana, gereksinimi olan her şeyi ve onun ötesini vermeye zorlama yolundaki düşüncesi daha yüksek bir hedefi amaçlar'

Görülüyor ki, Troçki'nin as'l amacı herkese istediği eşyayı vermeyi amaçlayan bir refah toplumu özlemidir.. Entelektüel yaratıcılık için gerekli özgürlük de dahil buna.. Konu sanayileşme, gerisi teferruat.. Bunun için ölmeye değer mi? İster A Planının ideolojisini B Planıyla kamufle edip sistemi restore edelim, ister yürümeyen kapitalizm için Lenin, Stalin, Troçki gibi sert tedbirler alalım, ister Kautsky / Bernstein gibi revizyon önerelim, isterlerse Marks'ın yaptığı gibi aslını kaldırıp mülkiyetin esasını devlete pas geçip köhne zihniyeti devirelim; hepsi doğaya karşı kurulan bir komplodur. Mihmandarlar eşliğinde yenilenen tüm çözüm önerileri, 'daha iyi' ve 'daha fazla' üretim içindir. İnsanın sonu gelmeyen tüketim iştahı, sistemin iyileştirilmesi, arz'ın çoğaltılması üzerine kuruludur. Tüm ideolojilerin ortak payandası olan azami 'üretim terörü', B seçeneğini dışarıda bırakan yeryüzüne karşı girişilmiş organize bir imha planıdır. .. İdeojilerin, kitlesinin günlük talepleriyle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Kişilikler yarılmıştır; kapitalizmin çeşitli talepleri karşılayan yalanları, sahte çözümleri, parlatılmış insani kimlikleri ve gösteri dünyasının sanal formlarıyla, transandantal gerçeğin yerini alan aşkın bir hakikat alanında yeni bir tür 'insan' biçimi şekillenmektedir. Sürekli değiştirilen, fark yaratmayan dopingli ütopik maskeler altında, tekrar tekrar 'umut' olarak standart sürümler konfigure edilmesinin çözümlerinde 'insan' ve 'doğa' azami oluşuma fon yaratan değerlerdir; zamanını tamamlamış folklorik edilgenliğe, kabristandaki imgeye indirgenmişlerdir. Amaç, nesneler dünyasının birbirinden üremesinin yolunu açmak, emekle üretilen fetişler üzerinden tarihi yeniden yazmaktır. Her şeyin başlangıç noktası Illuminati; yani Newton, Kant'tan başlayarak aydınlanmış olanların felsefesi, Aydınlanma Felsefesidir..

Troçki sadece Büyükada'da yaşamıyor. Arada başka mekanların olduğunu öğreniyoruz. Yalıda torununun kibritlerle oynaması sonucu çıkan yangında bina kısmen hasar görüyor. Bunun üzerine kısa bir süreliğine aile Moda, Şifa Caddesi 22 numaraya taşınıyorlar. Onarımın ardından Ocak 1932’de Büyükada’ya geri dönüyorlar.

Troçki, Büyükada'nın huzur ortamında rahattır. "Adanın mezarlığında eğri taşlar altında yatanlar, üzerinde yaşayanlardan daha fazla" diye yazar günlüğüne. Ayrıca bugün izini bulamadığımız bir etkinlikten; 2010 yılında anısına açılan bir fotograf sergisinden bahsediyor Joost Lagendijk: "Serginin adı "Troçki’nin Hayaletleri: Bir Sürgünün Kaybolan Mekânları ve Moda’daki küçük ve sempatik İstanbul Hatırası" Fotoğraf Merkezi’nde açolmış. Sergide Leon Troçki’nin 1929’da Sovyetler Birliği’nden ayrılıp sürgüne çıktıktan sonra kaldığı Büyükada’daki evin İrlandalı sanatçı James Hughes tarafından çekilen fotoğrafları yer almış. "Troçki 1917 Rus Devrimi’nin liderlerinden biri ve korku salan Kızılordu’nun kurucusuydu" diye anlatıyor Legendijk devam ediyor:  "Fakat Lenin’in 1924’teki zamansız ölümünün ardından iktidar savaşını kaybetti. Büyük rakibi Stalin Troçki’yi bertaraf etmeyi başardı ve beş yıl boyunca devlet içinde itip kaktıktan sonra onu zorla Türkiye’ye sınırdışı etmeye karar verdi. 1929-33 yılları arasında Troçki vaktinin büyük kısmını Büyükada’da geçirdi, ardından Türkiye’yi terk edip Fransa’ya gitti. Stalin yönetimi altında komünizmin dejenerasyonu diye nitelediği politikaları yılmadan eleştiren Troçki, son durağı olan Meksika’da bir Sovyet ajanı tarafından 1940’ta öldürüldü." "Cumhuriyetin ilk yılları, 1929-1933... Mekânların çoğu şimdilerde tarihe karışmış. Kimisi ise yerli yerinde ama bu geçmişe şahitlik ettiğini belirten bir tabelası bile yok. Ulaşması zor anılar için sahafların yolunu tutuyor, tarih ve anı kitapları karıştırarak adres ve isimler topluyoruz. 1932-39 yıllarında Troçki’nin sekreterliğini yapmış Jean Van Heijenoort’un kaleme aldığı, Cengiz Algan’ın dilimize çevirdiği ‘Büyükada’dan Meksika’ya Troçki’yle Sürgünde’, Turan Yavuz’un ‘Exile in Büyükada’ belgeseli bizi hazine bulmuşcasına sevindiyor, bu kaynakların ışığında çıkardığımız harita ile düşüyoruz yollara. Troçki’nin muhtemelen parasız kaldığı için bütün belgelerini 1938 yılında Amerika’ya sattığını Turan Yavuz’un bir röportajından öğreniyoruz. Belgeler için Troçki ölümünden 40 yıl sonra açıklanabilmesi şartını koşmuş ve bu süre 1980’de dolmuş. Bütün belgeler de bu sayede ait olduğu topraklardan kilometrelerce uzakta ele alınarak bizlere Turan Yavuz belgeseli sayesinde ulaşıyor." (2)

Ancak buraya bir not düşelim: Nazım Alpman 5 Ocak 1995'de Troçki'yle balığa çıkan 97 yaşındaki Bilal Ertürk'le yaptığı Milliyet'teki röportajda köşkün Ankaralı Kınıcı ailesinin mülkiyetinde Yanaros Konağı olduğunu söylüyor ve adresini Büyükada, Çankaya Mahallesi, Hamlacı Sokak 4 numara olarak veriyor. Nizam'daki bu bina Troçkilerin 1932'de taşındığı ikinci malikanesidir. Ancak yangın daha önce 1930'da yaşadığı; gene Nizam'da yıllık 1500 liraya kiraladığı Arap İzzet Paşa köşkünde çıkmıştır. Çıkış nedeni polis kayıtlarında şohbenin açık unutulması olarak geçer. Troçkiler yangının ardından Istanbul Polis Müdürü Ali Rıza Bey'in refakatinde adadaki  Savron Otel'in müştemilatı olan iki eve yerleşiyorlar. 20 Sandık evrak ve kitap son derece önemlidir. Ve yangında Troçkilerin nakit paralarıyla bir kısım evrak, gazete ve fotografın yandığı tutanaklara geçirilir. Troçki, yangın tüplerinin çalışmaması sebebiyle mal sahibini mahkemeye verir. Bütün suçun Kalyopi'de olduğuna kanaat getiren yetkililer de sekretere karşı dava açarlar. Otelde geçen üç haftadan sonra adadaki ev tadilat gerektirdiğinden geri dönemez ama bu defa Moda, Şifa'da Saint Joseph'e bitişik Avukat Hasan Fehmi beyin bahçe içindeki evi kiralanır. Ev deniz kenarındadır; sağında rahibelerin ve karnelitlerin yaşadığı okula bitişik binalar vardır. Suikast tehdidini sürekli hisseden Troçki kendini güvende hissetmez. Sovyetlerle dostluk anlaşması imzalayan hükümetin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya gelişmeleri anbean izlemektedir.
  
Wall Street karşıtlarına önerilen yeni slogan şu: 'Neşeli ol ki, mutlu kalasın, sağlıklı olasın.. '


Burada bir önceki "Tuzlu Su" yazımıza dönüp bir pasaj aktaralım: Machina teriminin Latince kullanımının en eski örneklerinden ilkçağ sonlarında, ortaçağ öncesinde, MÖ 2. Yüzyılda İrlandadaki Ennius yerleşim yerinde bulunmuştur. Post modern dünyada referans noktamız için sağlam bir kanıt oluşturur: Machina multa minax minitatur maxima muris : Surları korkunç biçimde tehdit eden bir makina! İhlal edilmesi gereken ortaçağın sonunda yeniden kıskıvrak tebalaştırılmış kitlesinin arasındaki uçurumdur. Uygunsuz hakimiyet, tabiyeti yıpratmıştır. Leviathan ile modern dünyanın sözleşmesi olarak kalan yönetim ilkesi halihazırda askıdadır; öznelerinin kudret kazanmasıyla birlikte yüzünü şimdi bize çevirmiştir bu tertibat. Şiddetli eleştirisinin temelinde ise surların içinde kıstırılmış bireyi, tehditkar düzeneğin savaş askerleri olarak konumlandıran şizofrenik işbölümü, barış zamanlarında çalıştıran üretici akıl; refah toplumunun zora dayalı iradesinin otoriter müfredatı vardır. Sınırlar olduğu müddetçe savaşlar olacaktır; cephanesi insan olan mücadele doyumsuz/bitimsiz bir paradokstur. Guattari'nin ifade ettiği anlamda işçinin makineye olan yabancılaşması, onu her tür yapısal dengeden dışlamakta, ve onu radikal bir yeniden hizalanma sistemine mümkün olan en yakın konuma koymaktadır. Ancak iddia edileni ıskartaya çıkartan bir amaçla proleter burada bütün huzuru, bütün ayrıcalıklarını, kendini onaylayıcı mekanizmadaki varoluşunu ve maddi güvenliğini, becerisel bir zanaate aitlik duyusundan alsa da gelecek endişesi siyaseten kastrasyona tabi tutulan öznenin bütün gerekçelendirmelerini fiilen yitirmesine nedendir. İnsanları istatistiki bir öğe olarak kullanan her rejim istisnasız amaçları ortak olan bir makinadır. Troçki'nin onayladığı devlette varolan tüm profesyonel bedenler; işçiler ve tüm çalışanlar; doktorlar, eczacılar ve avukatlar, kapitalist-öncesi üretim ilişkisi günlerinden hayatta kalmış bedenlerden ibarettir.

1932'de Bulletin Opozsitsii'nin Mart sayısında çıkan açık mektupta "Lenin'le birlikte Bolşevik ihtilalini yapanlardan; Sovyet Rusya'ya hizmet edenlerden kim kaldı?" diye soruyor ve ekliyordu: "Stalin hepsini de şahsi diktatoryasını kurabilmek için temizledi!"

Stalin'den kaçarken Troçki tuzağından medet uman dünya solu, idealar ve makinalar rejimiyle hâlâ gerektiği gibi hesaplaşmamıştır. Marks "işbölümü sayesinde, faaliyet ile maddi faaliyetin, keyif çatma ile çalışmanın, üretim ile tüketimin farklı farklı bireylerin payına düşme olasılığı, hatta olgusu ortaya çıkar ve bunların birbirleriyle çelişkiye düşmemelerinin tek yolu, bizzat işbölümünün kendisinin tekrar kaldırılmasıdır." demesine karşın ekonomizmden ibaret olan ve alınterine, kana, sömürüye vd. bulanan sosyalist toplum pratiğinin geçmişi, Sovyet deneyini gördükten sonra ulusalcı olmamayı becerebilecek bir sosyalist toplum geleceği konusunda bize ümit vermekten uzaktır .. Lenin'e ya da Althusser'e dönüp dönüp binlerce kez bakılır. Fourierler, Blanquiler, Saint Simon, Owenlar, Galiyevler, Mahnolar, Bakuninler ise ne yazmıştır, neyin peşinde olmuştur önemsenmez, hala bilinmez..

Ortadoğudaki kıyamet senaryolarına aldırmadan, Spinoza’nın ‘şenlikli buluşmalarından’ konuşmak sorunları bugüne uygun güncelleştirmelerden uzaklaştırıyor. Hardt, 18.yy Fransız ihtilaline güç kazandıranın bu neşe ve mutluluk olduğunu söylüyor Thomas Jefferson’dan örnek veriyor ve mutluluğu öğrenmemiz gerektiğini söylüyor. Fredric Jamoson'a hak verdiğinde mutluluğun özel değil kamusal olması gerektiğinden bahsediyor. Zizek'in sivil topluma karşı kararlılıkla devletten yana tavır koymasının nedenlerini biliyoruz. Günümüzde 18. yy’daki gibi mutluluğun politik bir kavram haline gelmesinin ardında yerli yersiz bir sembol olarak Spinoza'yı gülümsetmelerinin nihai çabası devleti onararak işlerlik kazandırmaları; otoriterlikle son kertede uzlaşabilmekte tereddütleri yok. Zizek, "Bu andaki zorunluluk hakiki bir ütopyaydı. Lenin'in Devlet ve Devrim kitabının potansiyelini ne kadar abartsak azdır. Bu kitapta Batı'nın politik geleneğinin sözlük ve grameri camdan atıldı" derken Althusser'den Makyavel'i ödünç almaktır. Bogdanov, Nisan tezlerini bir delinin hezeyanları olarak tanımlar. Nadejna Krupskaya, 'Korkarım Lenin çıldırdı sonucuna varır. Lenin eski dogmatik keskinliğin nostaljik adı değil, eski koordinatların işe yaramadığı yeni katastrofik birliktelikler içine atmış ve böylece (Zizek 'keşfetmek' diyor ama bizce) Marksizmi yeniden icat etmek durumunda kalmıştır. Bu icat pratiği mezhepsel bir güdüyle hiç değişmeden parçalanan teoriler aracılığıyla sürüyor. Aradıkları öylesine bir neşeyse o neşenin ve mutluluğun coşkusunu militan ciddiyette değil, ancak müesses nizamın dışına taşmaktan sakınmayan marjinallerin renkli toplantılarında ya da katılmakta imtina edeceğimiz Queer yürüyüşlerinde görebileceklerini biliyorlar. Althausse'in tespiti netameli: Marksçılık ile psikanaliz arasındaki ilişkilerin bütün tarihi, özü bakımından, bu karışıklığa ve sahteciliğe dayanır.  “Neşeli ol ki güçlü olasın” durumuna karşı “Nietzsche’nin de bahsettiği gücümüzü azaltmaya, bizi kederlendirmeye çalışanların olmasının olağan olduğu ispatlanabilir bir doğru. İnsanlar kendilerine en faydalı olanı aradıklarında geçici ittifaklarda umulmaz birlikteliklerle yararın/zararın değerini birbirlerine sirayet ettirebiliyorlar. İyisi yok; matruşkadan çıkan kötü örnekse Arap Baharı. Hardt, dine, 'karanlık' yaklaşmadığını ekliyor. Ve insanları bir araya getiren iyi niyetli kurumların altını çiziyor.. Barış, dil tarafından katledilmeden önce olası bir umuttu. Tek kişinin hikayesi gibi bugün yaşadığımız ülkemizdeki hayat, öncesiz ve sonrasız bir kahir zamandır. Amon'un eleştirdiği taamüden tasarlanan cinayet olarak gerçek, Bienallerin metafizik ortamında anlatılan değil yaşanandır. Artık anlamakta zorlandığımız Dil, verili gerçeği yerinden eden ilk üretim mekanizmasıdır. Bugün Arap Bahar'nın açtığı yoldan Suriye'yi karıştıran akılla uygun parelelik gösteren otoriter mutlakiyetle sorunları olan tavrı yorumlayabiliyoruz. Buradakiler, 'Esat halkına zulmediyor' repliğini biteviye seslendirirken Hardt/Negri ikilisi Guardian.co.uk’de 2011'de Arap Baharı'na inançlarını belirtiyordu.(3) Özne önce kendi aklıyla düşünmeye cesaret edecek sonra düşündüğünü gün gelecek -Zizek'in kitabının adıyla-; yamuk bir bakışla tarihten süzerek damıtacaktı birgün mutlaka. Ancak, bugün bu kadar yaşanmışlıklarla yersiz umutları abarttıkları bahara böylesine bir bakışın kimin işine yaradığını düşünün ve karar verin!



(3) Hardt/negri'nin Guardian'da "Ortadoğu’nun lidersiz isyanları, Latin Amerika’nın daha önce başardığı gibi, özgürlük hareketlerine ilham olabilir" başlığıyla yazının İngilizce orijinalinden Erdem Demirbaş çevirmiş; aşağıdaki yazıyı okuyun!

Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya uzanan isyanları inceleyenlerin karşılaştıkları en önemli güçlük yaşananların geçmişin bir tekerrürü olarak değil, bölgenin ötesinde özgürlük ve demokrasi için yeni siyasi imkânlar açabilecek orijinal deneyimler olarak okunmasından kaynaklanıyor. Aslında, umudumuz Arap dünyasının bu mücadele dalgasıyla önümüzdeki on yılda Latin Amerika’nın geçtiğimiz on yıl için ifade ettiği şeye dönüşmesi: Arjantin’den Venezüella’ya, Brezilya’dan Bolivya’ya kadar güçlü toplumsal hareketlerle ilerlemeci hükümetler arasındaki siyasi mücadele deneyiminin laboratuarı olmak.

Bu ayaklanmalar ayrıca Arap siyasetini geçmişe gönderen ırkçı medeniyetler çatışması düşüncesini defetmeye yarayan ideolojik bir ev temizliği işlevi de görmekte.

Tunus, Kahire ve Bingazi’de toplanan kalabalıklar, Arapların seküler diktatörler ile fanatik teokrasiler arasında seçim yapmak zorunda oldukları ya da Müslümanların bir şekilde demokrasi ve özgürlük için yetersiz oldukları şeklindeki önyargıları darmadağın etti. Bu mücadeleleri “devrim” olarak adlandırmak bile, olayların seyrinin, 1789’un ya da 1917’nin yahut kral ve çara karşı olan diğer geçmiş Avrupa isyanlarının mantığına uymak zorunda olduğunu varsayan yorumcuları yanlışa sevk etmekte.
Arap isyanları işsizlik meselesi etrafında ateşlendi ve isyanların merkezinde -Londra ve Roma’daki protestocu gençlerle büyük benzerlik içinde olan- hayal kırıklığına uğratılmış iyi eğitimli gençler yer almakta. Her ne kadar, Arap dünyası boyunca yükselen talepler tiranlıkların ve otoriter hükümetlerin son bulması meselesine odaklanmış olsa da, bu ortak çığlığın gerisinde emekle ve hayatla ilgili, yalnızca bağımlılığı ve fakirliği sonlandırmayı içermeyen, bunun yanında güç ve otonominin oldukça zeki ve yetkin olan bir nüfusa verilemesini de kapsayan bir dizi toplumsal talep yatmakta. Yani, Zeynel Abidin El Ali, Hüsnü Mübarek veya Muammer Kaddafi’nin iktidarı bırakması sadece ilk adım.
İsyanların organizasyonu, Seattle’dan Buenos Aires’e, Cenevre’de Kamboçya’da ve Bolivya’da, dünyanın diğer bölgelerinde on yıldan uzun bir süredir göre geldiğimiz tek bir lideri ve merkezi olmayan yatay ağı (network) andırmakta. Geleneksel muhalefet toplulukları bu ağa katılabilirler fakat onu yönlendiremezler. Dış gözlemciler, başından beri, Mısır isyanlarına bir lider belirleme uğraşındalar: bu belki Muhammed El Baradey, belki de Google’ın pazarlama sorumlusu Wael Ghonim. Korkuları Müslüman Kardeşlerin ya da başka bir grubun olayların kontrolünü ele geçirmesi. Anlamadıkları şey ise kalabalıkların kendilerini bir merkez olmadan da örgütleyebilecekleri. Bir liderin başa geçirilmesi veya geleneksel bir örgüt tarafından yönetilmesi kitlelerin bu kendi kendini örgütleme kabiliyetine zarar verecektir. İsyanlarda Facebook, Twetter, Youtube gibi sosyal ağ araçlarının yaygın olarak kullanılmış olması bu örgütlenme yapısının bir nedeni değil sonucudur. Bunlar eldeki imkânlardan faydalanmayı bilen zeki bir topluluğun özerk bir şekilde örgütlenebilmek için başvurduğu kendini ifade etme biçimleridir.

Her ne kadar, bu örgütlü ağ hareketi merkezi bir liderliği reddetse de, yine de, taleplerini, isyanın en aktif kesiminin toplumun genelinin ihtiyaçlarıyla bağlantı kurabileceği yeni bir anayasal süreçte konsolide etmesi gerekmektedir. Arap gençlerinin isyanının, yalnızca güçler ayrılığını ve düzenli seçimleri garanti altına alacak geleneksel bir liberal anayasayı hedeflemediği çok açık, aksine, istekleri kitlelerin yeni kendini ifade etme biçimlerine ve ihtiyaçlarına uygun bir demokrasi biçimi. Böylesi bir demokrasi, ilk olarak, hükümetlerin ve iktisadi elitlerin ayartmalarına tabi, tipik hakim medya formlarının dışında, network ilişkilerinin ortak deneyimleri tarafından temsil edilecek bir ifade özgürlüğünün anayasal olarak tanınmasını içermektedir.

Bu isyanların kıvılcımının, yalnızca işsizlik tarafından değil aynı zamanda üretici ve kendilerini ifade edici kapasitelerine ket vurulmuş genç insanların yaygın hisleri tarafından ateşlendiği düşünüldüğünde, radikal bir anayasal tepkinin doğal kaynakları ve toplumsal üretimi yönetecek ortak bir plan icat etmesi gerekmektedir. Bu neoliberalizmin aşamadığı ve kapitalizmin sorgulanmasına neden olan bir eşiktir. Ve İslami bir yönetim bu ihtiyaçların giderilmesinde tamamıyla yetersiz kalacaktır. Bu noktada isyanlar, sadece Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun değil tüm küresel ekonomik yönetişimin dengelerini sarsmaktadır.

Bundan dolayıdır ki, umudumuz Arap dünyasında yayılan mücadele dalgasının Latin Amerikalılaşması, bölgenin ötesinde siyasi hareketlere ilham vermesi ve özgürlük ve demokrasiye ulaşma tutkusunu büyütmesi. Her isyan başarısızlığa uğrayabilir: tiranlar kanlı bir şekilde isyanı bastırabilir; askeri juntalar başta kalmaya devam edebilir; geleneksel muhalefet grupları hareketin liderliğini gasp etmeye çalışabilir; ve dini kurumlar kontrolü ele geçirmek için her yönteme başvurabilir. Fakat asla ölmeyecek olanlar, bir kere açığa çıkmış, siyasi talepler, arzular ve zeki, genç bir neslin kendi kapasitelerini kullanabilecekleri farklı bir yaşama dair ifadeleridir.

Bu talepler ve arzular yaşadığı sürece, mücadele sürecektir. Asıl soru demokrasi ve özgürlüğe yönelik bu yeni deneyimlerin önümüzdeki yıllarda dünyaya neler öğreteceğidir. 24 Şubat 2011, 23.30

Hardt'ın Radikal Gazetesi'nde yer alan söyleşisini de mesafeli bir iyimserlikle okumanızı öneririm.. Konuyu biraz ilerlettiniz mi, önünüze Baba/Oğul, Kutsal Ruh metaforunun değişik şekilleri çıkabilir. Son dönem Avrupa solculuğu işte böyle bir şey..



(2) http://www.timeoutistanbul.com/sehirdenevar/makale/1448/Kimler-geldi-kimler-ge%C3%A7ti-Lev-Tro%C3%A7ki ve


(1) http://bienal.iksv.org/tr/arsiv/haberarsivi/p/1/1159
http://www.gazetevatan.com/buyukada-daki-trocki-nin-evi-satilik--849326-gundem
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/29696010.asp

(4) Zizek/Lenin 36, 67

Lev Troçki, İhanet Uğrayan Devrim, s 225, 231

Not/ Adada Troçki Evi olarak geçen bina konusunda İlhan Nebioğlu başka şeyler anlatıyor:“Bu Troçki'nin esas oturduğu ev değildir, burada geçici kalmıştır. Troçki'nin Rusya’dan gelip de Marsilya'ya kaçtığı ev Arap İzzet Paşa Köşkü, Çankaya Caddesi 52, Kaymakamlık Binasından iki bahçe sonra deniz kenarında bir tarihi Köşktü. Bir İtalyan mimar tarafından yapılan bu nadir bulunabilecek "Palladio", maalesef 1974-1975 yılında Karadenizli bir müteahhit tarafından satın alınıp yerle bir edildi. Bk: http://moskovanotlari.blogspot.com.tr/



1917'de Alman derin devletinin teşvik ettiği bir darbeyle yönetimi ele geçirdiler. Bolşevikler, binbir vaatle iktidarı aldıktan sonra Çarlık zulmünü kat be kat geride bırakan istibdatlarını, mübah bir zenginlikte fikriyatmışçasına doktrinleştirdiler. Despotizmi, devrim adına nasıl mazur gördüklerini Ukrayna’da ayaklanan işçi ve köylülere karşı giriştikleri katliamlarla ortaya koymuşlardır. Köylere, tarlalara, evlere girdiler. Troçkinin komutanlığındaki Rus Kızıl Ordusunun otoritesi emekçiler için fazlasıyla tehditkardı. İnsanların zihnine kamusal yarar için Aklı askıya alabilecekleri vazedildi. Leninist propaganda yöntemleriyle 'ekonomizm', eşitlikçi bir prensipmişçesine metazori dayatılmak istendi. Makul gerekçeleri, insana karşı devletti. Ne var ki, Bolşeviklerin bir inanç sistemi inşa etmeleri, ancak adalet talep eden kitleleri apolitikleştirmekle ve Rusyayı doksan yıl boyunca bir halklar hapishanesine dönüştürmekle mümkün oldu. Giden despotun yerini alacak bir 'iktidar' için proletarya diktatörlüğü tezlerini aşkın bir formatta geliştirdiler. Bir darbeyle aristokrasi ve burjuvazi zaten saf dışı edilmişti; haliyle diktatörlük halka uygulanabildi. Bu akıl almaz süreçte üç yıl boyunca Ukraynalı Mahnovistler’in sert direnişiyle karşılaştılar.. Marks F.Ü 8. Tez'de Toplumsal hayatın tamamı pratiktir. Teoriyi mistizme götüren bütün sırlar akılcı çözümlemelerini insan pratiğinde ve bu pratiğin kavranmasında bulur der. Leninizm, insan aklını ve toplumun huzurunu partinin imtiyazlarına, rejimi ayakta tutacak kadroların refahına feda etmiş şeytani bir inanç sistemidir. Nestor Mahno bunu erken görüp başkaldıran gerçek bir devrimciydi.


Sansar ya da tilki, monarkın adı Stalin olmazsa Troçki..


Bugün 28 Temmuz; Troçki'nin komutasındaki orduyla 1917 darbesinden sonra Kronştadt'ta, Ukrayna'da kitlesel katliamlar yapan Rus Bolşeviklere karşı en amansız savaşı veren Nestor Mahno'nun toprağa verilişinin 80. yılı..

İki sene önce almıştım ama uzun süre bekliyordu. Sakin bir pazar sıcağında başladım. Akşam saat 12'yi geçmişti ki Mahnovşçina adlı kitabı bitirdim. Son sayfasında Bolşeviklerin amansız düşmanı Nestor Mahno'nun 25 Temmuz 1934'te Paris'te öldüğünü, 28 Temmuz 1934'te büyük bir kitlenin katıldığı cenaze töreniyle Pere Lachaise mezarlığında toprağa verildiği yazıyordu. Takvime baktım, tesadüf bugün o gündü. Yani efsane Batko'nun bu dünyadan ayrılışının 80. yılı. (1)

Plehanov 'Tarihte Bireyin Rolü Üzerine'de, etkili bireyler, belki bazı şeyleri bir nebze değiştirebilirler ama dönemin dayattığı genel eğilimi değiştiremezler diyor. Huzursuz camianın mensuplarında onu, Kobra'ya karşı gösterdiği tutarlı direnişle bütün olanları önceden haber veren bir kahin olarak görme eğilimi vardır. Ya da demokrasi mücadelesinde portresine bir aklı evvel özgürlük savaşçısı imgesi iliştirilmiştir ama tarihin dayattığı hikayenin geri planı, ilerisinden kat be kat daha zalimcedir. Her halükarda Rus tarihinde Stalin olmazsaydı diktatörün adı Troçki olacaktı.. Asyalı despotlar için bireyin kendine ait bir iç yaşantısı yoktur diyen Hegel, monark kültürünün endemik mutlaklığını doğrulamıştır. Özgürlük şiarlarıyla başlayıp insanların 'devlet' tarafından tutsaklaştırdığı gerçek yıkımın o veçhesi, Doğu toplumlarına bakıp sosyolojik argümanlar çıkarmak isteyenler için ayrıca önemlidir. Stalin mikrobu Bolşeviklerin içine ilk günden girmiştir; 30 Ağustos 1918'de Fanya Kaplan'ın ifade ettiği itirazı da bunadır. Ertesi yıl, Kronştandt'tan Ukranya mezalimine;  Rus milliyetçiliği her zaman kendine uygun figürlerle mazlum halkın ümitlerini bastırmada büyük maharet göstermiştir. Bugün de tekrar eden gerçektir. Sınıflardan önce mülkiyet toplumunun geleceğini kısa/uzun vadede belirleyen halkın gayri şahsi karakteridir. Toplum asla bireylerin birden fazlalığı, insanların çokluğu olarak açıklanamaz. Siyasetteki davranışları etkileyen temel unsur, o toplumun coğrafyasının üstünde tutunan kümelere ait bir ayrı beden profili ve ruhsal topografyasının olmasıdır. Yönetici kadrolar, ülkelerin coğrafyalarından kaynaklanan bazı politik kalıpların ve psikososyal çağrıların esirdirler. İdeoloji diye bir doğruluk ölçüsü mevcut değildir; olan sadece diğer muarızlarla tehditkar ilişkisinin anlamıdır. Bireyin zayıf olduğu toplumlarda güden 'lider' özlemi fazladır. Devrim için güçlü ve politik bilince erişmiş emekçilere ihtiyaç vardır ama bu hak arayan çalışanlardan daha sonra tüm güçlerini bir azınlığa, hatta son tahlilde monarka devretmeleri istenir. 1919'da Mahno ve anarşistler bu oyuna gelmemişlerdir. Çeşitli ideolojilere sarmalanarak halkın kendi haklılıklarını politik şahsiyetlerin tutkularına meze yapmak eski bir alışkanlıktır. Sembollerle yol arkadaşlığında palazlanan 'sol' doktrin, başlı başına ayrıştırılması, kabuklarının soyulması gereken bir mevzudur. Türkiye, Rusya dostluğu da bu içeride hak arayan grupların dostluklarıyla kışkırtılan bir konjonktüre bağlı, dışarıda özellikle Almanya'nın daim pusuda beklediği bir konumda ve hep pamuk ipliğine bağlı bir minvalde gelişen bir tarihe sahiptir. Ne yazık ki Türkiye solu, Rusyanın 5. kolu gibi çalışma gayretini bu yarım yamalak milliyetçi teorilerden almıştır. Ukrayna'da çoluk çocuk kitlesel katliamları uygulayan kızılların kurmay başkanı Frunze'nin heykeli bugün Taksim Meydanı'nda Mustafa Kemal'in arkasında durur. Türkmenistan'da Kızıl Ordu komiseriyken Anadolu'daki direnişe milli duygularla yaptıkları yardımları getirmesini Sovyet halklarının desteği olarak duyururlar. Ancak, Ruslarda tek altın bağışlayacak imkan olmadığını ve ülkede o gün muhtaçlığın hangi ölçülerde olduğunu; Moskova dışında kolgezen açlık felaketinin boyutlarını; darbecilerin ekonomik ve teorik çaresizliklerinin dehşetini Lenin'in 1920 yazılarında ve kitaplarında okuruz. Teori mütereddittir lakin pratik, soyutlamaları tolere edemeyecek kadar habis. Doktrini ileri sürenler sıkıştırırlar ; 'gelişkin bir sosyalist toplumda toplumsal bir  işbölümü ya da sabit meslekler olmayacağından idari işleri dönüşümlü olarak yerine getiren kişilerin dönemsel olarak değiştirilmesi ancak geniş bir kolektif yönetim ilkesine dayalı olarak hayata geçebilir. Kurucu önder cevap verir: 'vesaire, vesaire: Tam bir keşmekeş!' (1) Evet tam da sosyalist teoriye göre öyle olmalıdır ama Lenin'in kafası fena halde karışıktır. 1916'da kaleme aldıkları 'Devlet ve Devrim'in sadece teoride kaldığını gördüğümüzde Bolşevizmin sonraki pratiğiyle, Marks'ın teorisinin taban tabana zıt olduğunu kolayca iddia edebiliriz. 1916-18 arası büyük bir dönüşüm yaşayan Lenin 'Üretim vazgeçilmezdir; demokrasi ise vazgeçilmez değildir' diyordu (2) Oysa 1916'da, 'Demokrasi tasavvur edilebilecek en tam ve tutarlı şekilde hayata geçirildikten sonra, burjuva demokrasisinden proleter demokrasisine dönüşür; devlet, belirli bir sınıfı bastırmaya yarayan bir araç olmaktan çıkar ve artık kelimenin gerçek anlamıyla devlet olmayan bir şeye dönüşür' diyordu. (3) Sadece iki yıl sonra, Demokratik muhalefet hakkı, tam da proletarya kitlesi içinde bölünmeler anlamına gelmektedir ve kongre her türlü muhalefeti yasaklamıştır (3) Devrimin çıkarları, demokrasiden üstündür (4) Stalinist diktatörlüğün hazırlayıcısı tartışmasız Lenindir. (5) Fabrikaların yönetiminde işçinin sömürülmesi açısından sosyalist/kapitalist farkı yoktur (6) Sendikaların görevi üretimi artırmaktır; hepsi bu! (7) İç politikada böyledir de dış politikada oportünizm yok mudur; haliyle Leninstleri tüm hedefi çarlık Rusyasının tüm kazanımlarını yeni devlet yapılanmasında muhafaza etmektir. Zaten Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğünde geçen konuşmasında da 'komünizmi inşa etmek için elimizde kapitalizmin yarattıklarından başka hiçbir malzeme yok diyor (8) Leninist teorinin maruzatlarına karşın tek amaç, bir ulus ülkesi olarak büyük Rusya'yı ekonomik olarak ayağa kaldırmaktır. Bunun ötesinde Bolşeviklerin kendi stratejileri gereği Kurtuluş Savaşı'na yaptığı yardımlar tartışmalıdır. Niyetlerinin yanısıra arşivlerde imkansızlıklarını gördüğümüzde bu propagandanın büyük bir yalan olduğunu anlarız. Yukarıda değindiğimiz gibi toplanan paralar başta Türkmenler olmak üzere Hintli, Bengalli, Azerbeycanlı müslümanlar ile 'Sovyetler' aldatmacasıyla ülkeyi bir halklar hapishanesi olmaktan kurtarmak isteyen Sultan Galiyev gibi halk önderlerinin katkısıyla kurtuluş savaşını kendi kurtuluşları için vesile kabul edip yollamışlardır. Getiren Frunzedir ama o, kendine emanet edilen sandığı taşımaktan ötesini yapmamıştır. 

Kısaca Nestor Mahno, insanların kararlarını hiçbir zorlayıcı toplu irade olmadan kendilerinin vermesini isteyen özgürlükçü bir iradeydi. Parantez açıp Kropotkin'in beyanına karşı, anarşistlerin bile mütereddit kaldıkları pratik, kitlelerde umut ve benzersiz bir tahayyül yarattığını not düşelim. Sanıldığı gibi şiddet ve kaos değildi bu; vicdani düzenleyici hükümlerin olduğu doğa yasasının hakikatinden bahsediyoruz. Oysa, Rus Devrimi'nin despotik fikirlerinin, hiç olmaması  tercih edilen  'erk'le ilgili saygıyı ve mesafeyi arayan özgürlükçü bireylerin idealleri olamayacağını burada tarih bize bir kez daha göstermiştir.  Son sözü Lenin'in Devlet ve Devrim'in ilk sayfasına yazdığı cümleyle bitirelim: "Ölümlerinden sonra büyük devrimcileri zararsız aziz tasvirlerine çevirirler; söz uygun düşerse evliyalaştırırlar. Ezilen sınıfları teselli etmek ve aldatmak için adlarını bir zafer halesiyle süslemeye çalışırlar. Böylelikle devrimci öğretilerin içi boşalır, devrimci yanları köreltilir ve gerçek değerleri gözlerden saklanır." 80 sene önce Paris'te yoksulluk içinde ölen Nestor Mahno'yu saygıyla anıyoruz.



http://en.wikipedia.org/wiki/Nestor_Makhno
(1) Mahnovşçina ve Biyografi için Bk. Mahno'nun hayatı ve eserleri hakkında arşiv : http://www.nestormakhno.info
(1) 4,5 Kronştad'tan Parti İçi Muhalefete
(2) a.g.e. 69
(3/a) Devlet ve devrim 44,45
(3) 123, xlvii
(4) 10
(5) xlviii
(6) 257
(7) 83
(8) Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü 91
http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=haberyazdir&articleid=1078463







Stalin'den kaçarken Troçki tuzağına düşen ya da başka kahraman figürlerin ardı sıra giden entelektüel muhalif sol da, makinalar rejimiyle hâlâ gerektiği gibi hesaplaşmamıştır. Marks “işbölümü sayesinde, faaliyet ile maddi faaliyetin, keyif çatma ile çalışmanın, üretim ile tüketimin farklı farklı bireylerin payına düşme olasılığı, hatta olgusu ortaya çıkar ve bunların birbirleriyle çelişkiye düşmemelerinin tek yolu, bizzat işbölümünün kendisinin tekrar kaldırılmasıdır.” demesine karşın ekonomizmden ibaret olan ve alınterine, kana, sömürüye vd. bulanan sosyalist toplum pratiğinin geçmişi, Sovyet deneyi öğretisini olgu diye kabul ettikten sonra ulusalcı olmamayı becerebilecek bir sosyalist toplum geleceği tahayyülü konusunda bize ümit vermekten uzaktır. Lenin'e ya da Althusser'e dönüp dönüp binlerce kez bakılır. Fourierler, Blanquiler, Saint Simon, Owenlar, Galiyevler, Mahnolar, Bakuninler, Amery ya da Gustav Landauerler ise ne yazmıştır, neyin peşinde olmuştur önemsenmez, hala bilinmez.. Meditasyonlar başlıklı yazımıza bugün de Mahno'dan sonra Stalin eleştirisiyle devam ediyoruz. 



Yok oldu bir sabah!.. yok oldu çizmesi meydanlardan..
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce taşın, tunçun, alçının ve kâadın..



Haber yeni gazetelerde çıkmış ya biliyorlar kabul ediyorum. Tarih konuşuyoruz, 'Stalin'in kızı öldü!' diyorum', soruyorlar; 'Stalin Kim?' 'Eskiden şehir Şişli'de biterdi. Bomonti Istanbul'un sanayi bölgesiydi. Fabrikaların işçileri Mecidiyeköy, Okmeydanı, Kağıtane gibi varoş semtlerin çamurlu yollarından uzanılan gecekondu mahallelerinde otururlardı. Kurtlar soğuk havalarda Şişli'ye kadar inerdi. Onun pos bıyıkları çorbamızın içindeydi' diyorum. Spinoza gibi olmasa da her şeye gülen gençler tebessüm ediyor!..


20. Yüzyıl her şeye rağmen bugüne göre daha karanlık ve safiyane, geleceğe ümitle bakan insanların daha kolay aldatıldığı bir çağdı.. Bugün artık hiçbir şey istesek de masum ve gizli kalmıyor. Tüm manipulasyonlara rağmen dünya, bilinçaltının ürettiği canavarlara, peri masallarına, diktatörlerin suç/sevap teorilerine, kutsal fetişlerin bedavaya getirdiği emrivakilere kolay teslim olmuyor artık.. Herkes, görünenin ardındaki amacı çeşitli platformlarda tartışabiliyor.. Makyajlanan suretin mercekte kırılmadan önceki ahvalinin izini sürmede belli bir maharet gösterebiliyor.. Bu iyi bir şey mi? Biraz da doktorun son günlerini yaşayan ümit kestiği hastaya, 'artık perhiz yapmana gerek yok, ne istersen ye' demesi gibi bir durumla karşı karşıyayız.. Absürd çelişkileriyle Japon çizgi romanı Manga'dan esintiler taşıyan, kolonlanmış ruhlara dramalar yazan uçucu bir zamanı hep birlikte paylaşıyoruz.. Bir anlamda aynı günün, takvimin/tarihin ortak kardeşliği adına adalet dağıtan bir mekanizmadan nasipleniyoruz. Teknolojik, sentetik/yaratılmış hakikat alanının küresel elastiki özgürlüğünün herkese eteğindeki taşları dökmesi için faydası var.. İnsan olmanın dayanılmaz acılarına katlanabilir ve derilerimizi daha da meşinleştirebilirsek bu makinalar ve dehşet çağını biraz daha yaşayabileceğiz. Bizim aradığımız İyinin ne olduğuna ise herhalde gelecek kuşaklar yeniden bir karar verecektir..


Trik trak, trik trak makinalaşmak istiyorum, makinalaşmak diyordu sosyalist şair ama devrimin fabrika bacalarından yayılan sülfür yüklü simyası, evrimin biyo-politik/demokratik kimyasını ta en başından bozmuştu.. Bozulan yalnız idealler, ekonomi,inanç sistemleri değil, yaşam değerleri, aile ilişkileri, inananın inancına, yurttaşın yurttaşa, yoldaşın yoldaşa, insanın insana yabancılaşmasıydı.. Ülkeler, artı değer üreten gasbedilmiş ekonomiler toplamı olmakla kalmayıp korku dolu musibetler üreten bir dünyayı yarattılar.. Paranoyaları yaratan rekabetçi kapitalizm yalnız bunları yaratmadı, kendinin karşılığı olan rekabetçi sosyalizmi, son kırıntılarına şahit olduğumuz diktatörler çağını da yarattı. Ne olursa olsun çok karanlık bir yüzyıldan geçtik.. 21 Yüzyıla devreden nesilden simge bir isim, Stalin’in kızı Svetlana Alliluyeva, birkaç gün önce, 22 Kasım'da yıllar önce iltica ettiği Amerika'da öldü. Babası 1953'te polis şefi Baria tarafından zehirlenip, politbüro üyeleri tarafından sırtlanan cenazesi toprağa verildikten sonra 20. Kongre'de iktidardan devrildi ; yaşarken değil.. Büyük Petro'dan başlayıp Lenin'e geçen, Stalin'de süren çizgi aynıdır. 2. ile 3. Enternasyonel arasındaki kavga sanıldığı gibi sınıf mücadelesi olmayıp aynı soydan gelen bir ırkın rekabeti, buna kılıf olan ideolojilerin felaketi, Doğu-Batılı mezheplerin egemenlik alanı mücadelesidir. 1915'te Anadolu'da yaşananlardan , Polonya'da Katin Ormanları katliamına, Kant'ın doğduğu şehrin Kaliningrada dönüşmesinden Boğazlar sorununa kadar Almanlaşmak isteyen Rusyanın tarihini olduğu kadar, kılıktan kılığa giren siyasetini de coğrafyası belirlemiştir. Svetlana Stelena anılarında babam aslında Gürcüydü ama yaşamı boyunca Rusları derinden sevmişti. ' Onun gibi Rus olanın her şeyini sevenine, kendi özelliklerini onun gibi söküp atan başka bir Gürcü'ye rastlamadım hayatım boyunca' diyor.(1) Burjuvazi, Nomenklaturaya dönüşse de, feodalizmin sosyalizme evrilmesi mümkün olamamıştır. Geçen ay Rusya'dan okumak için Türkiye'ye gelen genç kızla konuşuyordum. İsmini duymuş ama çok bilgisi yoktu vatandaşı hakkında. Sevsin yahut sevmesin bizim kuşağın ise Nazım'ın söylediği gibi, Gürcü kökenli tiranın pos bıyıkları çorbamızın içindeydi... Sovyet diktatörünün 20 Kasım'da ölen kızı, 'Hayatımı rezil etti, affetmiyorum' demiş son röportajında. Yalnız onun değil, Gulak Adalarındaki binlerce muhallifin, zorunlu çalışma alanı adı verilen fabrika meskenlerinde yaşayan 5 milyon mahkum/işçinin, ülkeyi halklar hapisanesine çevirmesiyle milyonlarca Rus olmayan insanın , düşünebilen başka beyinlerin de kâbusu oldu. Propagandacı ideolojiyi desteklemeyen hiçbir fenomen varlığını idame ettiremedi.. Ne felsefe gelişti, ne sistem dışında kalmayı bilinçle seçenler.. Babeller, Gorkiler, Mayakovskler, Chagallar, Emma Goldmanlar ve diğerleri.. Harikalar kumpanyasına övgüler üretmeyen muhalif sanat, radikal eleştiri ve demokratik kültür ; 30 Yıllık iktidarında sosyalizm adına yapılanların hepsi felaketti..


Ancak kabul etmek gerekir ki, özgürlüğü eşya bolluğuyla ulaşılabilecek refah rejimi kabul eden teorideki sakat bakış, insanın ütopik arayışını salt bir ekonomizme indirgemiştir. İktidarın olmadığı değil, daha fazla bir sınıf lehine tahakküm kurmak isteyen sol-ulusalcı ideoloji, gündemi sadece yoksulluk değil ötekileştirilmek de olan bugünkü öznenin ihtiyaçlarına cevap bulmaktan uzaktır! Tarih boyunca süren liberter anarşistlerle doğulu  Marksistler arasındaki temel çelişki olan insan/toplum bakışı, tahakküm/iktidar talebi kadar merkeziyetçilik sorunu da uzlaşmazdır.

​​Modern kapitalizmden komünist toplum tahayülüne geçileceğini savunan Marks, komünist toplumunun birinci hedefi ücretli köleliğin ve çalışana boş zaman bırakmayan emek sömürüsünün ortadan kaldırılmasını hedefler. Emekçilerin köle değil efendi olacakları sistem sermayenin burjuvazide birikmesinin önüne geçmekle olur. Proletarya diktatörlüğündeki sav, sermayeyi yaratan üretim araçlarının mülkiyetini kayıtsız şartsız emekçilere vermektir. Bu şekilde emekçiler artık kendilerinin efendisi olacaktır. Marks’a göre özgürlük fiili çalışmanın yani zorunlu çalışmanın bittiği yerde başlar. Mesele emeği kurtarmak değil onu kaldırmaktır demesine karşın Homo Faber diye nitelendirilen insanın zorunlu çalışmasının gerekli olduğu tezini Saint Simon'dan olduğu gibi alarak 6 saat ile sınırlar; kalan boş zaman bireylerin özgürce kendilerini geliştirecekleri zamandır. Şöyle söyler: "Eğer kişi, özel mülkiyetle hesaplaşmak istiyorsa sadece maddi işler düzeyinde değil ayrıca etkinlik düzeyinde emek olarak da mücadele etmelidir. Özgür, insani, toplumsal emekten, özel mülkiyet dışında emekten bahsetmek en büyük yanlış anlamalardan biridir. Emek’ yakın doğası itibariyle özgür olmayan, insani olmayan, toplumsal olmayandır, özel mülkiyetin tabi kıldığı ve özel mülkiyeti yaratandır. (..) Kapitalist sadece sermayenin kişileşmesi işlevini görür, sermaye kişidir, aynı işçinin emeği kişileşmesi işlevini gördüğü gibi bu ona eziyet, çabalama olarak geri döner"
Peki teorik olana inandıktan sonra pratik süreçlere bulunduğu çağın rasyonelitesiyle uygun nasıl bir yol haritasıyla girmek gerekir?
“Prusya Kralı ve Toplumsal Reform. Bir Prusyalı” Makalesi Üzerine Eleştirel Notlar – Karl Marx şöyle söyler: Devlet asla, Prusyalının kralından beklediği gibi, toplumsal kötülüklerin kaynağını “devlette ve toplumun örgütlenmesinde” görmez. Politik partilerin olduğu yerde her bir parti, toplumun her kusurunu kendisi yerine rakibinin devlet yönetiminde bulunmasına bağlar. Radikal ve devrimci politikacılar bile, kötülüklerin nedenlerini devletin doğasında değil, yerine başka bir biçimini geçirmek istedikleri belirli bir devlet biçiminde bulur. (..) Toplumsal ihtiyacın politik anlayışı ürettiği tamamen yanlıştır. Aslında, politik anlayışın toplumsal zenginlikle üretildiğini söylemek daha doğru olur. Politik anlayış tinsel bir şeydir, yani zaten kadifenin üstünde oturan kimseye verilen bir şeydir. (..) Ancak istisnasız bütün isyanlar, köklerini insanın topluluğundan feci yalıtılmışlığından almaz mı? Her isyan zorunlu olarak yalıtılmışlığı varsaymaz mı? (..) Görmüş olduğumuz gibi toplumsal bir devrim bütünsel bir bakış açısına sahiptir; çünkü –tek bir fabrika bölgesiyle sınırlı olsa bile– insanın insanlığını yitirmiş bir hayata karşı çıkışını temsil eder; çünkü özgün ve gerçek bireyden hareket eder; çünkü birey insanın gerçek topluluğundan, insan doğasından ayrı düştüğü için tepki gösterir. Aksine, devrimin politik ruhunu veren, politik iktidara sahip olmayan sınıfların devletten ve iktidardan yalıtılmışlıklarına son verme istekleridir. Politik devrimin bakış açısı devletin, yani ancak gerçek hayattan ayrılmış olmasıyla var olabilen ve evrensel idea ile insanın bireysel varoluşu arasında örgütlü bir antitezin olmadığı bir durumda asla düşünülemeyecek olan soyut bir bütünlüğün bakış açısıdır. Politik ruhun sınırlı ve çelişkili doğasına uygun olarak bu ruhun ilham ettiği devrim, toplum içinde toplum pahasına egemen bir grubun oluşmasını örgütler. "


Sağ cenaha olduğu kadar sola da göz kırpan Cemil Meriç'ten başka kimse Saint Simon'u hatırlamamıştır koca Cumhuriyet tarihinde.. Batı'da ise geçmişin üzerine kül serpilerek, içindeki ruhu öldürerek teorik simalasyonlarla yetinir. Siyesetin tutkuyla ele geçirmek istediği 'üretim araçları' tahakkümü Marks için asıl fetiştir. Pratikte, Doğu kendi ontolojisi çerçevesinde sosyalizm kavramından 'ekonomi' formunda bir heyula, namlusunu dünyaya çevirdiği bir savaş makinası üretilmiştir.. Tekne kazıntısı ünlü filozof Zizek, 'Yeniden başlamak mümkün mü?' diye soruyor.. Zurnanın 'zırt' dediği yer, ahir zamanlarda bugüne denk geliyor herhalde.. Biliyoruz ki yazışıyorlar! Zizek'in buradaki yarenleri, uzun saçlı entel dostları ona mektup yazdıklarında bizim adımıza da sorsunlar: Neye ve niye?..


Ona göre Proletarya, ezilen ulusların zor kullanarak verili bir devletin sınırları içinde tutulmasına ancak savaş açabilir. Kendi kaderini tayin hakkı mücadelesinin tam anlamı budur. Proletarya kendi ulusunca ezilen ulusların ve sömürgelerin politik ayrılma haklarını talep etmelidir. Bunu yapmadığı sürece proleter enternasyonalizmi anlamsız bir söz olarak kalır. Ezen ve ezilen ulusların işçileri arasında karşılıklı güven ve sınıf dayanışması imkansız olur. Beklenen budur. 
Ekim Devrimi döneminde Rosa Luxemburg'la ulusal meselede tartışmalarını hatırlayın (bk: Rus Devrimi, R. Luxemburg, Yazılama Yayınevi)  Rusya'nın zimni olarak dağılmasına neden olacak bağımsızlık, küçük uluslara tam egemenliğin ancak yeni devlette ilerici güçler başat olacağı şartlarda verilebileceğini söyler. Bu dönemde Lenin koşulsuz bir ayrılma hakkından yana gibidir. Gerçekten merkezin baskısına giren Rus milliyetçiliğine en çok o direnir; sosyalist konumuna uzun bir müddet sadık kalır. Ancak Stalin'in Gürcü olmasına karşın Ruslaştırma çabalarının başını çeken Politbüro kadrosundaki kişi olduğunu biliyoruz. Troçki dahil üst yönetimdeki kişiler -milliyetlerine bakılmaksızın- aynı Rus şovenizmine dahildirler. İktidarı alındıktan sonra çalışmanın zorunlu kılınmasıyla ne ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ne emeğin bir değer olarak amele pazarlarında, fabrikalarda devlet kapitalizmi tarafından temellük edilmesi bir daha kimsenin gündemine gelmez. 1917'den itibaren ceberrut devlet, eski mülkiyet ilişkilerini kaldırır. Devrimci romantizm berhava edilir. Devrimci kadrolar, rasyonel şartlara uyum gösteren ekonomik aktörler olarak kendi resmi söylemlerini büyük bir ustalıkla yaratırlar. Zaten Adorno'da en devrimci olanların, devrimin akşamında en muhafazakar olana dönüşeceğinden söz etmiyor mudur? İşçiler, köylüler emeklerine el konulmak üzere kol kuvvetiyle üretmeye, burjuvazinin yerini alan Aparaçikler ise lafla üretileni tüketmeye devam eden zümreler olarak köle/efendi diyalektiğinin zorunlu tarafı olarak 1991'e kadar varlıklarını aralıksız sürdürmüşlerdir. Aradaki devir teslimlere bakarsak:  Stalin'in 5 Mart 1953'de ölmesinden hemen sonra, 26 Haziran 'da Melankov, Molotov vd. önde gelenler Kruçevli günleri başlatan politbüro darbesini yaparlar. Katil zanlısı polis şefi Beria, Temmuz'u göremeden kısa bir grup toplantısının ardından sorgusuz sualsiz kurşuna dizilir. İnsanları çılgın haline getiren Stalin'in meşruiyetiyle artık istedikleri gibi yeniden özdeşleşmeleri imkanı değil, ona olan inançlarını askıya almak için uygun şartların zuhur etmiş olmasıdır. Resmi kabul, Lacancı formülle Tanrıyı bilinçdışına itmek değil, çift kutuplu dünyanın şartlarında kullanışlı fetişleri herkesin kullanabileceği eşya düzeyine indirerek yaratmak istemektedir. Ne ki kişilerin değişmesi, ideolojisi bedava emek üzerine şekillenmiş diktatoryel devletin örgütleniş modelini, sermayeyi merkezileştirip yoğunlaştıran şemasını değiştirmez. 1 Ocak 1953'te 5.223 milyon olan işçi/mahkum sayısı tedrici olarak 1959'da 997 bine, muhalif tutuklu sayısı 580 binden 11 bine iner ve devlette ekonomik gerileme dönemi başlar. İçinde yaşamayıp, Sibirya sürgünlerinden sağ dönmüşlere, zindanlarda gün saymış şahitlere rastlamayanlara, istatistiki belgelere yüzvermeyip, edebiyatın kıyısında ya da teolojinin katmanlarında bulutlar üzerinde dolaşanlara, YKY'den çıkan Karanlıkta Fısıldaşanlar kitabını öneririm (2) Devam edersek, daha sonra Yeltsin'le birlikte parti kadrolarından gecikmiş Rus burjuvazisinin doğmasının birden çok nedeni vardır. Bu, fabrikaların kendi kendini finanse eden artık değer yaratan ekonomisi, bunu dikte eden mülki idarenin karakteri, deri değiştirerek düzeni devam ettirebilmenin mümkün olduğu rekabetçi, kâr/zarar hesapları üzerine eğitimli, fabrika düzenini ve taylorizmi özümsemiş iyi eğitimli kadroları doğuran kurumsal yapının zaafiyetidir.. Bütçe açıklarının giderilmesi Doğu bloku adı verilen sömürgelerle, arka bahçedeki Türki cumhuriyetlerin yeraltı doğal zenginliği, petrol ve cevherin serbest piyasada pazarlanmasıyla dengelenir olabildiğince.. Yalnız Stalin'le değil sonrasında da Malenkof, Kruçev ardından Brejnev, Andropov, 13 aylık iktidarıyla Çernenkonun devamında Gorbaçov'da da yönetim kadrolarının talimatı hizmet değil, kârlılık üzerine kuruludur;  kapitalizme hiçbir döneminde alternatif teşkil etmemiş olan devletçi ekonominin rekabetçi özünün para üretmeye yöneliktir. İdeolojinin tüm ferasetine rağmen içerdeki gerçeğiyse aynı kalır... Marks 'ilerleme', Troçkiyle ters düşme pahasına Lenin Brest - Litovsk Barış Anlaşması'nde önce 'elektrik' diyorsa gelinen nokta tercihti ama elbette ki kader değildi. Zaten Marks da 14 Haziran 1853'te Manchester'deki dostu Engels' yazdığı mektupta -asl/ard ne dersek diyelim- kabilinden niyetini beyan ediyordu : 'Hindistanda yerel sanayinin İngiltere tarafından yıkılışını devrimci olarak tanımladım.'  Amaç ilerlemedir, teori Alman disiplini içinde  Batılaşma ideolojisidir. 'Stalin'den kaçarken Troçki tuzağından medet uman Dünya solu, hâlâ gerektiği gibi hesaplaşmamıştır. Neyle? : Marks'ın fazla mal üretimiyle müreffeh bir toplum hülyasıyla ekonomizmle. Güler misin, ağlar mısın?

Nâzım Hikmet Ran, 1961'de Moskova'da yazmış .. Kel ölür sırma saçlı, kör ölür badem gözlü olur derler ya.. Boğaziçi üniversitesinde de böyle söyleyeceklerini bile bile Alain Badiou'ya rağmen hatırlamak için şiirin tamamı şöyle..

" Taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar.

taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında.
parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gölgesi,
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın,
odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik.
yok oldu bir sabah!
yok oldu çizmesi meydanlardan,
gölgesi ağaçlarımızın üstünden, çorbamızdan bıyığı,
odalarımızdan gözleri,
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce taşın tuncun alçının ve kâadın.. "

Snarklar ve Grumpkinler Taht Oyunları dünyasında Westerosi masallarında geçen mitolojik yaratıklar. Paul Mason'un Jacobin dergisinde çıkan makalesine hitaben kaleme aldığı Guardian'daki Sam Kriss'in yazısını Özlem Akarsu çevirmiş. Şöyle diyor Kriss: "Marksizm mevcut olan tüm toplumların ince ince ayarlanmış mantığını görür, her bir unsurun mutlak zorunluluğunu tanır ve ardından tüm bunların delice ve aptalca olduğunu açıklar. Son olarak şu an içinde yaşamakta olduğumuz rasyonel dünyanın, aslında snarklarla ve grumpkinlerle dolu, en abartılmış kurmacaların içindeki herhangi bir şey kadar absürd bir fantazi dünyası olduğunu ortaya koyar" Marksizmden insanların beklediği budur; ancak Lenin'in bir darbeyle ele geçirdiği devletin milliyetçi reflekslerle ideolojiyi araç yaptığı ve Alman İdeolojisi, 1844 yazıları gibi temel teorik metinleri okumamış kadroların ütopik tezleri sömürgelerini oluşturmakta bir savaş makinası gibi kullandıkları sır değildir.

Tarih Üzerine kitabında de Hobsbawm şöyle ifade eder: Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin temel malzemesidir. Geçmiş, bu ideolojilerin asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa, böyle bir geçmiş her zaman için yeniden imal edilebilir. Geçmiş, yasallaştırılır; meşrulaştırır. Geçmiş, methedilecek malzemede sıkıntı çekenlere, övülecek fazla bir şeyi bulunmayanlara şimdiki zaman kipinden fazlasıyla onore olacakları bir zemin sunar. Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz bulunduğu gibi, özelde tarihin siyasal ve ideolojik açıdan istismar edilmesini önlemek gibi bir sorumluluk bilincimiz vardır diyor. Ne var ki, geçmişin her dönemin hakikatı karşısında yeniden elden geçirilme ihtiyacı olduğu da bir gerçek..


Biyografisi- http://www.hurriyet.com.tr/planet/19350745.asp
Fotograflar- http://fotogaleri.hurriyet.com.tr/galeridetay.aspx?cid=52174&rid=2&p=3
Svetlana Aliiluyeva'nın mektupları, Düşün Yayınevi,1988
Sovyet Yüzyılı, İletişim Yayın
Karanlıkta Fısıldaşanlar, Stalin Rusyası'nda Özel Yaşam Yapı Kradi/YKY
http://www.ykykultur.com.tr/kitap/?id=2342
Karanlıkta Fısıldaşanlar, her sayfada varlığının hissedilmesine karşın, Stalin’le ya da rejimin siyasetiyle ilgili değildir; Stalinizmin bütün değerleri ve ilişkileri etkileyecek biçimde insanların zihinlerine ve duygularına girişiyle ilgilidir. Kitap, terörün kökleri muammasını çözmeye ya da Gulag’ın yükselişini ve çöküşünü ortaya koymaya çalışmıyor; ama polis devletinin Sovyet toplumunda nasıl kök salabildiğini ve milyonlarca sıradan insanı nasıl suskun seyirciler ve işbirlikçiler olarak terör sistemi içine katabildiğini açıklamaya girişiyor. Stalinist sistemin gerçek gücü ve kalıcı mirası ne devlet yapıları ne de lider kültüydü; Rus tarihçi Mihail Gefter’in ifadesiyle, ‘hepimizin içine giren Stalinizm’di.” diyor. Özgürlük/sosyalizm adına diktatörlüğü savunanlarınsa
okumasında fayda var diyemeyiz..
Konu Taksim anıtında Kurtuluş Savaşı gazileri arasında duran Frunze ile devam ediyor!
https://en.wikipedia.org/wiki/Mikhail_Frunze




Mikhail Vasilyevich Frunze; 2 February, 1885 – 31 October 1925 was a Bolshevik leader during and just prior to the Russian Revolution of 1917. He was a major Red Army commander in the Russian Civil War and is best known for defeating Baron Wrangel in Crimea.






Frunze’nin Türkiye raporu : Ukrayna’nın Türkiye’deki elçisi Mihail Frunze, Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin’e Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’yla yaptığı görüşmelerin neticesini sunduğu 22 Aralık 1921 tarihli raporunda şunları söyler:

“Halk tümüyle yıkıma uğramıştır, yorgundur, barış istemektedir; ancak, aynı zamanda güçlü ve etkili bir propagandanın sonucu olarak mücadelenin gereğini çok iyi kavramaktadır. Ordu çok kötü bir durumdadır, üniforması yoktur, silahı yetersizdir, bir kış harekâtı yapamaz, ancak morali hâlâ yüksektir. Ülkede yiyecek sıkıntısı vardır. Ulaştırma sorunlarından ordu yeterince beslenememektedir... Türkiye’nin kendi olanakları askeri sorunun olumlu bir şekilde sonuçlandırması için yeterli değildir. Ordu direnebilir fakat dışarıdan gelecek bir yardım olmadan kesin bir zaferi elde etmesi tümüyle olanaksızdır...

Sonuç olarak Kemal şöyle dedi: ‘Size milletvekillerinin çoğunluğuna söylenmeyenleri söyledim, çünkü onların cesareti yeterli değildir. Şimdi durumumuzu biliyorsunuz... İlkbahardan iki üç ay önce bunları bulamazsak diplomasi ile işin içinden çıkmaya çalışacağız. Bunu istemiyorum çünkü Batı ile anlaşmanın Türkiye’nin kaçınılmaz olarak boyunduruk altına girmesi demek olduğunu biliyorum. Ancak durumu yönlendirmek elimizde olmayabilir.’”

General Mihail Vasilyeviç Frunze, Sovyet tarihinin önemli isimlerinden biridir. Lenin’in özel talimatıyla, olağanüstü elçi sıfatıyla 13 Aralık 1921’de Ankara’ya geldi. Onuruna düzenlenen mitingde yaptığı konuşma büyük etki yarattı. Millet Meclisi’nde de bir konuşma yapan Frunze, Mustafa Kemal’le yakın ilişki kurdu. Sakarya Cephesini gezdi ve 30 Aralık’ta onuruna bir yemek verildi. 5 Ocak 1922 günü ardında iyi duygular bırakarak ülkesine döndü.


Ülkenin kalbidir Taksim!. Milli bayramlar, tüm kitlesel gösteriler ve coşkulu mitingler bu meydandaki anıtın eteklerinde yapılır. 11 metre yüksekliğinde ve 184 ton ağırlığındaki büyük abide İtalyan heykeltraş Pietro Canonica tarafından inşa edilmiştir. 1927'de başlananan ve 1928 yılının ağustos ayında bugünkü yerine tamamlanarak yerleştirilen yapı anlattığı hikayeyle Nutuk'un bir özeti ve Cumhuriyetin sembollerindendir. Anıtın Beyoğlu'na bakan ve 'çağdaş' Türkiye'yi simgeleyen tarafında, Atatürk'ün hemen arkasında duran iki subayın; Kızıl Ordu'da görevli Sovyet generallerinin olduğu bilinmektedir. Elbetteki bu seçim İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica'nın tercihi değildir. Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov ve General Mihail Vasilyeviç Frunze, Troçki'den sonra Kızıl Ordu'nun yöneticisi olan komutanlardır. Ancak onları buraya yollayan ve yardım kararınını doğrudan veren "Troçki bu anıtta niye yoktur?" sorusu akla gelebilir: Cevap, heykelin yapıldığı tarih olan 1927/28'nin Türk/Rus politikasının mahremlerinde gizlidir. Çünkü O tarihte Alma Ata'da sürgünde olan Troçki, eğer iktidardan düşmemiş olmasaydı yardımcılarının yerine Taksim'deki anıtta yer alacak ilk isimdi. Ancak heykelin dikilmesine müteakip 1929'da Troçki Büyükada'da iskana tabi tutulmuş ve gönderdiği elçiler olan Frunze ve Voroşilov abideye alınmışlardır.


 Önce çeşitli vesilelerle konu hakkında tarihçilerin aktardıklarına -biraz müdahale ederek derlediğimiz- resmi anlatıya kısaca bakalım; sonra kendi yorumumuzu yazacağız:

Tarih, Tarih dergisinin Nisan 2015 sayısında Prof. Timur Kocaoğlu'nun Kurtuluş Savaşında Rus Yardımının Gerçek Yüzü başlığıyla kaleme aldığı bir yazı çıktı. Bu yazıya gelmeden önce dönemin aktörlerinin yükselmesinin nedenlerine olaylara kısaca göz atalım. 1928'de Taksim'deki anıtta ölümsüzleştirilen Sovyet subaylarından General Frunze, Ukrayna Sosyalist Cumhuriyeti'nin elçisi olarak Ankara'ya gelmiş ve Ankara hükümetiyle diplomatik ilişki kurmuştu diye başladık. Mihail Frunze, 20 Aralık 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı konuşmayla Ukrayna Hükümeti'nin Sakarya Zaferi nedeniyle Meclis'i kutladığını belirtir. Ardından Türk-Ukrayna anlaşmasını imzalanır. Mareşal Voroşilov ve Frunze İstiklal Savaşı'nnın sürdüğü yıllarda Ankara'ya gelmiş, askeri danışman olarak çalışmıştı. Akdeniz'e inme azmindeki Rusya'nın İstanbul'u Çargrad olarak ilan edip Ortodoks kilisesinin merkezi haline getireceği coğrafi olarak kadersel, önlenemez bir politik istektir. Almanyanın çıkarlarıyla örtüşen 1917’deki Bolşevik Devrimi, bir anda hem Ukrayna’nın tarihini, hem de Türkiye’deki bağımsızlık mücadelesinin seyrini değiştirir. Sovyetler, İngiliz ve Fransızlara karşı ilkesel olarak Ankara’nın yanındaydı. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, sendikaların hak arama mücadelesi, çalışma özgürlüğü gibi konular acilen rafa kaldırılır. Çarlık ordusunda çavuş olup devrimden sonra generalliğe terfi edilen Frunze, 10. Parti Merkez Komitesi'ne (1921) sunulmak üzere 'proleter askeri doktrin iddiasıyla' stratejik teorik tezler geliştirir. İç savaş sırasında Kızıl Ordu’nun düzenlenmesi ve izlenecek strateji konusunda bu bakışın yanlışlığını sergilemek için 'Devrim Nasıl Silahlandı? adlı beş ciltlik eseri yazan Savaş Halk Komiseri L.Troçki’yle görüş ayrılığına düşer. Proleter askeri doktrin olmaz; savaş teknik bir iştir, proletarya, burjuvazi ayrımı sahtedir diyen Troçki'nin yaratıcı bakışını Tony Cliff'in üç ciltlik Troçki biyografisinin 2. cildinde Askeri Doktrin Tartışması sayfa 129'da okuyabilirsiniz. Frunze’nin “Bir­leşik Askeri Öğreti” olarak adlandırdığı görüşleri, ordunun birliğinin ancak savaşçıların siyasi görüşlerindeki birlik ve kararlılıkla sağlanabileceği temeline dayanıyordu. Frunze’ye göre çarlık subaylarının kontrolundaki Kızıl Ordu’nun kendi proleter subaylarını ve kurmay kadrolarını bir an önce yetiştirmesi lazımdı. Ama ilginçtir ki aynı isim, Türkiye’nin bağımsızlığını destekleyen Sovyetler adına Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin olağanüstü elçisi olarak Ankara’ya geldiğinde bambaşka bir tablodan etkilenmişti. Konuyu dağıtmadan söyleyelim ki, nu adamlar hiç de toleranslı, demokrat ve hümanist falan değillerdir. Frunze, yukarıda anlattığımız Mahno anarşist hareketini büyük bir katliamla bastıran kişidir. Ukrayna ve Kırım Silahlı Kuvvetler Komutanı da olan Frunze’nin dostluk mesajı Meclis’te 'şiddetli alkışlar' arasında okunur. Ankara Hükümeti, Ukrayna S.S.C. ile 2 Ocak 1922’de dostluk ve kardeşlik antlaşması imzalanır. Kurtuluş ve kuruluş mücadelesine verilen işte bu desteğe duyulan minnetarlığın sembolü, Taksim Cumhuriyet Anıtı’nda yer alan bu elleri kanlı iki Sovyet subayıdır. Sovyet Elçisi Aralov'un da olduğu yazılmıştır. İzmir'de bir caddeye adı verilen Voroşilov, Troçki'nin Büyükada'dan ve dolayısıyla Türkye'den 17 Temmuz 1933'de ayrılmasının hemen ardından Cumhuriyet’in 10. yılı kutlamaları için Türkiye'ye gelir.
Milli mücadele yıllarında Ankara ’ya kritik önemdeki desteği sağlayan ülke Sovyet Rusya idi. Silah ve teçhizatın yanı sıra, nakit para olarak yapılan yardımlar her alanda yaşanan maddi sıkıntının giderilmesi için en önemli kaynaklardan biriydi.
Temmuz 1920’de Rusya’ya gönderilen Halil Paşa, Bolşeviklerden aldığı 100 bin Osmanlı Lirası değerindeki külçe altını Kazım Karabekir’e ulaştırmıştı. Aynı yılın ağustos ayında Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyetin Sovyet Rusya heyetiyle yaptığı görüşmelerde para ve silah yardımı konusunda anlaşmaya varılmış ve ilk silahlar Trabzon’a gönderilmişti. 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşması ise bu destek konusunda bir milat oldu. Sovyet Rusya, 10 milyon altın ruble yardım yapmayı taahhüt etmişti. Bu paranın 4 milyon altın rublesi Yusuf Kemal Bey ve Rıza Nur Bey tarafından teslim alındı. Haziran 1921’de de 1.4 milyonluk kısmı gönderildi.
Ancak bu tarihten sonra ilişkiler ciddi bir gerginlik dönemine girdi. Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin’in Türkiye ’ye karşı olumsuz tavrı, Türkiye’deki komünist ve sosyalist siyasi hareketlere karşı Ankara’nın tutumu ve hepsinden önemlisi Türk-Fransız yakınlaşması ve Fransa ile Ankara Antlaşması’nın Rusya’da yarattığı kuşkular üzerine, paranın geri kalan kısmının ödenmesi durdu. Sakarya Savaşı’nın kazanılmasının ardından Ankara Hükümeti, Türk-Sovyet ilişkilerini yeniden ele aldı. Sovyet Rusya’ya Fransa ile anlaşmanın İngiltere ile müttefiklerinin arasını açmak ve Türkiye’nin karşısındaki düşman sayısını azaltmak amacıyla yapıldığı güvencesi verildi. Bu gelişmeler sonrası General Mihail Frunze başkanlığındaki bir heyet Ukrayna Sovyet Cumhuriyeti temsilcisi olarak Ankara’ya geldi. 5 Kasım 1921’de Harkov’dan hereket ederek Tiflis’e gelen Frunze, 13 Aralık 1922’de Ankara’ya vardı. Frunze, Türkiye ile Ukrayna arasında bir anlaşma yapmak ve Türk-Sovyet ilişkilerinin düzelmesini sağlamak istiyordu.
Frunze gelirken 1.1 milyon altın ruble yardım da getirmişti. Yine bu görüşmeler sayesinde 3 Mayıs 1922’de Sovyet yardımının 3.5 milyon rublelik bölümü de verildi. Askeri yardım olarak da bir mermi fabrikasının makineleri ve parçaları ile çok sayıda top, top mermisi, tüfek ve cephanesi gönderildi.
Frunze Ankara’da kaldığı süre içinde başta Mustafa Kemal olmak üzere Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey, Dahiliye Vekili Fethi bey gibi pek çok yetkiliyle görüşmeler yaptı. Ankara’da TBMM Dışişleri Bakanlığı tarafından Frunze şerefine verilen resmi ziyafette Mustafa Kemal Paşa, 'Türkiye ile Sovyet Rusya arasında anlaşmazlık olduğu yolundaki söylentilerin Frunze’nin gelişiyle sona ereceğini' söyledi.

25 Aralık’ta Mustafa Kemal ile Azerbaycan Sovyeti Temsilcisi Abilof’un da hazır bulunduğu görüşmesinde ordunun durumu hakkında detaylı bilgi aldı. Abilof görüşmeye ilişkin Azerbaycan Dışişleri Komiserliği’ne gönderdiği raporda Frunze’nin Mustafa Kemal’e, Ankara’ya gelişiyle birlikte ülkesinde Fransa-Türkiye antlaşmasıyla ortaya çıkan kuşkuların ve Türk-Sovyet ilişkisinin gerginleşmesine neden olan haberlerin yanlış olduğu kanaatine varıldığını belirtiyordu. Frunze 25 Aralık’ta Çiçerin’e gönderdiği ilk raporda Türkiye’de halkın içinde bulunduğu durumun çok kötü olduğunu, savaştan yorgun düştüğünü ancak mücadelenin devamında kararlı olduğunu ve halkın Rusya’dan yana olduğunu yazdı.
Ukrayna heyeti için düzenlenen törenlerin ardından Frunze, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ile görüşmelere başladı. 2 Ocak 1922’de, Moskova Antlaşması’na benzeyen ama bazı ek koşulları içeren bir antlaşma imzaladı. Türkiye, Ukrayna’yı bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanıdı. Ukrayna da Türkiye ile Kafkas-Sovyet devletleri arasındaki her anlaşmayı tanıyacağını bildirdi.

Lenin’e mektup ..


Mustafa Kemal 4 Ocak 1922’de Frunze’yle yaptığı ikinci görüşmede Lenin’e ulaştırılmak üzere bir de mektup verdi. General Frunze de ülkesine dönüşünün ardından Türk-Fransız antlaşmasının Sovyetler’e karşı yapılmadığını şöyle anlatıyordu: "Türk-Fransız Antlaşması’nda Sovyet Federasyonu’na ve Sovyet Ukrayna’ya karşı ilişkiler konusuna değinilmiyor. Yine söylüyorum, bize karşı yorumlanabilecek hiçbir nokta yok bu anlaşmada. Şunu da memnuniyetle belirtebilirim ki, Türk hükümeti bu antlaşmayı imzalamadan önce bütün tedbirleri almış ve bizim ilişkilerimize zarar verebilecek hiçbir maddeye izin vermemiş. En önemli askeri sırlara varıncaya değin incelemem için bana izin verilmişti. Türk ve Yunan orduları arasındaki askeri yazışmaları, orduların ihtiyaçlarını, sayılarını, silah sayı ve niteliklerini, cephe gerisi durumlarını, hemen her şeyi öğrendim. Türk silahlı gücünün genel durumunu hemen hemen Ukrayna ordusunun gibi biliyorum. 


General Frunze ve Ukrayna heyetinin 53 günlük ziyareti sadece bozulan siyasi ilişkileri düzeltmekle kalmadı. Aynı zamanda Türk ordusuna Rus ağır askeri malzemesinin sağlanmasını ve Moskova Antlaşması’yla Türkiye’ye taahhüt edilen 10 milyon altın rublelik yardımın kalanının da alınmasını sağladı.
Frunze’nin ziyaretinin Anadolu’da halk üzerindeki etkisini ise Ocak 1922’de Ankara’da göreve başlayan Sovyet Elçisi Aralov’un anılarından dinleyelim: "Samsun yakınlarında dik bir bayırdan inen bir arabaya rastladık. Arabayı 10-12 yaşlarında bir Türk çocuğu sürüyordu. Tercümanımıza ona, Rus olduğumuzu söylemesini ve Sovyetler hakkında bir şey bilip bilmediğini sormasını istedim. Çocuk gülümsedi ve şimdi Ruslar’ın Türkler’in dostu olduğunu bildiğini ve köylerinde ‘yüzü ışıklı iyi bir Rus gördüğünü söyledi. Ne kadar doğru ve şairce anlatmıştı Frunze’yi." 
Buradan sonrasını Ayşe Hür'den dinleyelim: Para ve silah yardımı Fahir Armaoğlu’nun Sovyet belgelerinden aktardığına göre, iki ülke arasında imzalanan 16 Mart 1921 tarihli Moskova Anlaşması’ndan sonraki bir yılda, Sovyet Rusya, Ankara Hükümeti’ne karşılıksız olarak 39.275 tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 62.986.000 tüfek mermisi, 147.079 top mermisi, 1.000 atımlık top barutu, 4.000 el bombası, 4.000 şarapnel mermisi, 1.500 kılıç, 20 bin gaz maskesi ve 10 milyon altın ruble yardım göndermişti. Değişik kaynaklarda değinilen Sovyet Rusya’nın veremediği silahların Almanlardan alınması için Almanya’ya gönderilen 1.760.000 ruble, İtalya’daki bir hesaba yatırılan 1 veya 3 milyon İtalyan Lireti, Sovyet Rusya temsilcileri Danilof ve Bagirof tarafından getirilen 200 kilo külçe altın ile Sovyet Rusya’nın parasal yardımı 17,5 milyon rubleye yaklaşıyordu. Ayrıca yüksek miktarda gıda ve tahıl yardımları vardı. Ama en önemlisi Moskova Antlaşması ile Batum’un Gürcistan’a verilmesi şartıyla Doğu sınırı güvenceye alındığı için, Türk orduları Batı Cephesi’ne kaydırılmış ve Yunanlara karşı zaferlerin kazanılması mümkün olmuştu.

Burada bir parantez açalım: 1920 yılında Buhara Cumhuriyeti’nin ilk ve son cumhurbaşkanı olan Osman Hoca’nın iddiasına göre, Buharalı Müslümanlar, Ankara’ya verilmek üzere Moskova’ya 100 milyon ruble teslim etmişti. Ayşe Hür'ün yazısında belirttiği üzere konunun uzmanı olan Alptekin Müderrisoğlu, arşivlerde Buhara Cumhuriyeti’nden gönderilen yardımlara dair bir belgeye rastlamadığını söylemektedir. Bu konu Frunze'nin yardımları gönderen Özbekistan ve Türkmenistan'daki hayır sahiplerini ortadan kaldırmasıyla ilgilidir ki, konuya sonra döneceğiz. Ukrayna ve Kırım’daki Kızıl Orduların komutanı, Komünist Parti Politbüro Üyesi Mikhael Frunze’nin 13 Aralık 1921 tarihinde Ankara’ya gelmesi; 1922’nin ilk günlerinde de Sovyet Rusya’nın ilk Ankara Sefiri Simeon I. Aralof’un göreve başlamasıyla Ankara-Moskova ilişkileri daha da sıcaklaşmış, Sovyet Rusya’nın geniş çaplı askerî yardımları 1922 yılı boyunca sürmüştü. Bu yakın ilişki Lozan Barış Görüşmeleri sırasında Boğazlar konusunda Ankara’nın Britanya’nın tezlerine yaklaşması ile sıcaklığını yitirmekle birlikte Aralık 1925’te iki ülke arasında bir dostluk ve saldırmazlık paktı imzalanacaktı.


Bu yazı her şeyden önce bir tarihsel hesaplaşma değil, 14. İstanbul Bieanali dolayısıyla Küratör Bakargiev'in işaret ettiği konular üzerine bir düşünce temrinidir. Öyle ki sona ait bir bildirimde bulunması da doğru olmaz. Ancak burada dikkat çekmemiz gereken husus küratörün bu düşünce sürecinde sanatçıları devre dışı bırakarak nesneler ve olaylarla izleyiciyi başbaşa bırakabildiği gerçeğidir.


Bugün CB'nin söylediği gibi "Silah, refahın sigortası" ise eşya rejiminde emeği ile öteki dünyanın kapısını aralamaya çalışan mutmain ruhlar savaştan rahatsızlık duymaz mı? Barış ile savaş arasındaki uzlaşmazlık, birinin diğerine galebe gelmek zorunda olduğu radikal fark en barışçı kuramlar, en teslimiyetçi tezler, en itikadı sağlam uhrevi inançlarda bile muğlaktır. Kefaret dendiğinde ödenecek bedelin et ve kan olması, günahın kurbanlar aracılığıyla ödenmesi belirsizliği artırır. Kanla yazılan tarihteki mülkiyet konusunda en inzivaya çekilmiş ibrahimiler bile tanrının mülkünden kurtarılmış ayrıcalıklı mekanlardan bahsetmektedirler. Bizle ve Onlar dediğimizde aradaki uçurum aşılmazdır; siyaseti amaç olarak kullanmasa da dünyadan el etek çekmiş huzur arayan muminlerin kafası imkanlar konusunda oldukça bulanıktır. Fikirler ve hudutlar olduğu müddetçe sınırlarını genişletmek arzusundakilerin silahlar ve savaşlara müracaat etmeleri kaçınılmazdır.
14. Bienal bu defa da sayfamızda, siyasal iktidarlardaki 'sınıf' savaşından ziyade Lacanın gölgesinde Hegelci bir bakışla şahsi psikolojinin prestij mücadelesi üstüne yoğunlaşıyor. Mekanlarda gezinen hayaletleri arkalarında hisseden kitleler, bu sınır tanımayan talepteki davranışları mazur görmek ve göstermek durumundadır. Antropomorfik sistemin tutsakları, siborgların inançları ya da her şeyi topyekun reddedenlerin umarsızca yarattıkları dinamikler... Onlar, olduğu hal üzerine dünyamızı ve çalışan bedenlerimizin nedenlerini kurmuşlardır. Bakargiev, insan/makina bileşiminden oluşan devletin sibernetik organizmalarının tahayyülerini ve makro politikaların geleceğini sorgulamak için düşünen izleyicilere yeni imkanlar fısıldayabilir..


Soner Yalçın, Frunze için "1925'te Konsey Başkanlığı yaptı; 1924'te öldü" diyor. Yazıdaki en büyük maddi hatayı söylemeden önce Frunze ile ilgili makaleye bir göz atalım.


"General Mihail Vasilyeviç Frunze, Sovyetler Birliği tarihi içinde önemli bir yere sahipti. Bir çiftçi çocuğu olarak 1885 yılında Bişkek’te dünyaya geldi; 19 yaşında Bolşevik Parti’ye katıldı. Siyasi faaliyetlerinden dolayı yükseköğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. 1906’da Lenin ile tanıştı. Tutuklanarak kürek cezasına çarptırıldı. 1916’da firar etti. 1917 Devrimi’nde Minsk ve Batı Cephesi ordularına komutanlık etti; devrimin zaferle sonuçlanmasında büyük rol oynadı. Devrimin ardından başlayan iç savaşta da çok kritik roller oynadı. Kızıl Ordu BaşkumandanıTroçki tarafından Doğu Cephesi’nin komutanlığına getirildi. 1920 yılında Güney Cephesi’nin başına geçti. 1921’de Merkez Komite üyesi, 1925’te ise Sovyet Devrimci Askeri Konsey Başkanlığı yaptı. 31 Ekim 1924’te ülser rahatsızlığı nedeniyle yattığı ameliyat masasından bir daha kalkamadı. 40 yaşındaydı. Frunze’nin mezarı, Kızıl Meydan’da, Lenin Mozolesi’nin arkasındaki Kremlin duvarındadır. Ölümünün ardından doğduğu şehir Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’in adı Frunze olarak değiştirildi. Ne var ki Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, şehre tekrar Bişkek adı verildi.

General Frunze, bizim tarihimiz açısında da önemli bir yere sahipti. Şevket Rado’nun sahibi olduğu "Tarih ve Edebiyat Mecmuası" Ağustos 1979 tarihli sayısında, "Taksim Cumhuriyet Abidesi" başlıklı yazısında bu sırra hiç değinmemişti. (Sayı 8, Sayfa 19)
Başında Midhat Sertoğlu’nun bulunduğu "Yıllar Boyu Tarih" dergisi, Ağustos 1980 tarihli sayısının kapağını Taksim Anıtı’na ayırmıştı. Başlığı ilginçti: "Yeterince tanımadığımız şaheser: Gelin, Taksim Anıtıyla Tanışalım." Erdal Türkay’ın kaleme aldığı yazıda da ne yazık ki bu sır yoktu! (Yıl 3, sayı 8, sayfa 44) Yayın danışmanlığını Eroğul İskit’in yaptığı "Yıllar Boyu Yakın Tarih Dergisi" Temmuz 1978 tarihli sayısının "Taksim’de 50 yıl" başlıklı yazısını; İstanbul’a yaptığı başarılı çalışmalarıyla birçok tarihi eseri kazandıran Çelik Gülersoy kaleme almıştı. Beş sayfa ayrılan bu yazıda da Taksim Anıtı’nın sırrı yoktu! (Yıl 1 sayı 4 sayfa 45) Başında Prof. Mete Tunçay’ın bulunduğu "Tarih ve Toplum" dergisi, Ocak 1988 tarihli sayısında "Taksim Anıtı ile İlgili Mektuplar" başlıklı Turgut Kut imzalı bir yazıya yer vermişti. Anıtın İtalyan heykeltıraşı Pietro Canonica’nın mektuplarına yer verilen yazıda da anıttaki sırra ait bilgi yoktu. Haksızlık yapmayalım; konu belki de Taksim Anıtı olmadığı için bu sır yazılmamış olabilir. (Sayı 49, Sayfa 21) 

Sır, Sekiz ciltlik İstanbul Ansiklopedisi’nde bile yoktu.

Anıtın yapılış hikáyesi yazılıyor; mimari bilgileri, özellikleri veriliyor; mali ve sanatsal yönüne değiniliyor; Cumhuriyeti sembolize eden figürler anlatılıyor; Atatürk, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’tan bahsediliyor. Ama bir sırrın üstü örtülüyordu!

Nedir bu sır

Düşünebiliyor musunuz; İstanbul’un orta yerinde 80 yıldır bir anıt var ve çoğu kimse bu anıtı yakından tanımıyor.

Çünkü bir gerçek hep atlanıyor. Kuşkusuz Taksim Anıtı’ndaki sır sonra ortaya çıktı. Peki, ne zaman ortaya çıktı biliyor musunuz?

Soğuk savaş dönemi bitince...

"Popüler Tarih Dergisi" Ağustos 2002 sayısında, yıllardır saklanan bu gerçeği/sırrı yazdı:Taksim Anıtı’nda, Atatürk’ün arkasında iki Sovyet generali duruyor: General Mihail Vasilyeviç Frunze ve Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov..."




Peki bu resmi, gayrı-resmi tarih aktarımlarının ne kadarı doğru; şimdi onu görelim!

Çavuşluktan ihtilalle birlikte generalliğe sıçrayan Sovyet komutanlarından M.V. Frunze, Türkiye'ye gelmeden hemen önce Türkistan’daki ulusal bağımsızlık hareketlerini büyük ve organize kurumsal terörle bastırmıştır. Bolşeviklerin Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı sözlerini hatırlatan merkez komite üyesi Sultan Galiyev'e rağmen gerçekleşen kitle katliamlarında üniformasıyla rol almıştır. Troçki komutasındaki Kızıl Ordu'nun bu şiddeti uygulama nedeni Cliff'in yazdığı Troçki biyografisinin 2/151 sayfasında belirtildiği gibidir: "Moskova'nın tekstil atölyeleri ile etrafındaki fabrikalar halkası Türkistan pamuğuna bağlıydı. Türkistan 1917 sonrası kısmen özerklik ilan ettiğinde bölgenin köylüleri pamuk ekimine son verip kendilerine besin maddesi sağlayabilecek ürünlerin ekimine yönlenmişlerdi." Bu Rus toplumunun çıkarları ve sanayinin geleceği açısından kabul edilebilir bir davranış değildi.


Bir ay boyunca 14. Istanbul Bienali nedeniyle çeşitli konulara değindiğimiz yazının şimdilik sonuna geldik. Soğuk savaş dönemi bitince açıklandığı yazılan Taksim Anıtı'ndaki Frunze yakıştırması aslında tarihe sonradan eklenmiştir. Mustafa Kemal'in yanında kollarını kavuşturmuş olarak duran asker figürü Fevzi Çakmak'tır. Diğer yanında ise görüldüğü gibi İsmet İnönü yer alır. Hemen arkasındaki sivil iki figür ise o yıllarda Türkiye'de görev yapan  Sovyet elçisi Semyon İvanoviç Aralov ile Troçki'nin ardından - Frunze'yi saymazsak- Kızıl Ordu'nun komutanlığına getirilen Voroşilov'dur. İtalya'da yapılan heykelin uygulama sürecine Türkiye'den katkı sağlanmış, Canonica'nın asistanlığını Akademi'den Hadi Bara ile 22 yaşındaki Sabiha Ziya Bengütaş yapmışlardır.  9 Agustos 1928'de yapılan açılışa Mustafa Kemal katılmamıştır. Anıtla ilgili Soner Yalçın, Ayşe Hür ve diğer tarihçi ve araştırmacıların yararlandıkları ilgili Türk sanat tarihini ilgilendiren en yetkin araştırma Aylin Tekiner'in İletişim'den çıkan Atatürk Heykelleri adlı kitabıdır. Ne var ki konunun sanatsal yönünü nadide eleştirmenlerimize bırakıp biz Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkının nasıl kolaylıkla ihlal edildiği ve Sovyetler'in ulusal kurtuluş savaşında gönderdiği söylenen altınların asıl kaynağını kısaca yazarak uzayan konuyu kapatalım.

Devrimin ilk günü tüm devrimciler en berbat muhafazakardan daha kötü bir konuma mevzilenirler; tarih bize bunu öğretmiştir.

Ömer Sami Coşar'ın Dışişleri Bakanlığı arşivlerini kullanarak yaptığı inceleme takdire şayandır. Troçki İstanbul'da kitabında o dönemde Türkiyede mülteci olarak bulunan sabık liderle ilgili tüm gazete küpürleri temin edilmiştir. 1932'de Bulletin Opozsitsii'nin Mart sayısında çıkan açık mektupta "Lenin'le birlikte Bolşevik ihtilalini yapanlardan; Sovyet Rusya'ya hizmet edenlerden kim kaldı?" diye soruyor ve ekliyordu: "Stalin hepsini de şahsi diktatoryasını kurabilmek için temizledi!" diyen Troçki, Fransızların kötü örnek olmasının bilinciyle her devrimin kaderinin bu olamayabileceği konusunda ipuçları veriyordu. Gerçekten de ne 1923'deki Türk ne de 1959'da gerçekleşen Küba devrimleri önce kendi evlatlarını yedi. Ancak dünyadaki en kötü örneği tarih, herhalde dar bir kadronun gerçekleştirdiği 1917 Bolşevik devrimi olarak yazacaktır.

Bu yazının 14. Bienal dolayısıyla yazıldığını, nihai bir hedefinin olmadığını, sadece Troçki Evi dolayısıyla ilgili çeşitli hatırlamalara zemin hazırladığını belirterek devam edelim. Bolşevik, "Çoğunluk" anlamına gelen bir kelimedir. Menşevik liderler Vera Zazuliç, Pavel Axelrod, Martov ve Alexander Martinov'u belki duymuşuzdur ama en çok bilineni Giorgi Plehanov, Andrey Vişinsky, Istanbul Doğumlu Julius Martov ile sonradan yön değiştiren Aleksandr Parvus'dur. (Bk:) https://en.wikipedia.org/wiki/Julius_Martov 1903 yılında Londra'da toplanan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin (RSDİP) İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasındaki problem partinin elitist, tüm zamanları adanmış üyelik tanımı üzerinedir. Profesyonel devrimciler kavramı oluşur. Sorun, iktidarı dar bir aydınlanmış ekibin alması konusu yatay olarak örgütlenmek isteyen sosyal demokrat görüş ile dikey olarak tepeden bir bakışla ışığı aşağıdaki kitlelere ulaştıracağını düşünen marksist perspektif arasındaki bakıştır. Görüş ayrılığı ve radikal bir kopuş yaşanır. Kadrocular Lenin yanlısı gruptur. Kongrede Lenin yanlıları ağır bastığı için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik kelimesi kullanılır; azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılır. Ta ki, 1952'de 19. Kongrede Stalin bu ezbere luzum kalmadığını ifade edene kadar sürecek bir terminoloji oluşur. 
 Lenin "Bir Adım İleri, İki Adım Geri" adlı 1904 tarihli eserinde asıl bu konuyu işler ve Menşevikleri bir iç mesele olarak eleştirir. Bk: http://www.solyayinlari.com/solici/bai.html Ancak 1903 tarihli kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da zaman içinde açı artar 1912'de kesin ayrılık yaşanır; önce rakip daha sonra düşman olan Aleksand Kerensky geçici hükümetinde Menşevikler yer alırlar. Ardından çok önemli bir kadın hakları savunucusu olan Aleksandra Kollontay ve günahkar Vişinsy dışında hepsi tarihten silinirler. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alırlar ve acımasızca süreç içinde tek adam kalana kadar tüm muhalefeti yok ederek yok ederek Sovyetler Birliği'ni bilinen demir perde ülkesi olarak kuracaklardır. Toplantıda yeni partinin üyelik esasları ve tanımı üzerinden önemli bir ayrılma yaşanması marksist tarza uygun bir davranıştır ve sadece Rusya’daki değil tüm dünyadaki devrimci hareketi derinden etkileyecektir. Bilindiği gibi yazılarında da örgütlenme tarzını ifade eden Lenin parti üyelerinin dar ve aktif bir çevreden oluşmasını savunuyordu. Bu faal üyeler profesyonel devrimci kadrolar olarak Çarlık otokrasisine karşı işçi devrimi yapabilecek azimle devrimci partinin yaratılabilmesi için zamanlarının tümünü adanmış bir feragatla sadece kitlesel örgütlenmeyle geçirmişlerdir. Parti iç işleyişinde -nasıl olabiliyorsa tam bir oksimoron tabirdir- demokratik merkeziyetçilik benimsenmiştir. Lenin’in bu fikirlerine karşıt olarak ise arkadaşı Julius Martov partinin merkezinde profesyonel devrimcilerin olmasına onay verse de parti üyeliğinin sempatizanlara, devrimci işçilere ve köylülere, orta sınıf denilen burjuvalara ve diğerlerine açık olmasını savunuyordu. Partinin 3 kongrasi Nisan 1905 Londra'da toplandı.  Ardından Mayıs'ta Menşevikler ve Boşevikler Cenevre'de ayrı ayrı kararlar aldılar ve kendi taktiklerini belirlediler. Lenin’in bizzat katılmadığı ancak Troçki ve Parvus'un önderlik ettiği 1905’teki bu birinci burjuva devrimi sürerken Haziran-Temmuz 1905’te İsviçre'de kaleme aldığı Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği kitabında Bolşeviklerle Menşeviklerin yöntemlerini karşılaştırır ve eleştirir. Jakobenler olarak Bolşevikleri, Jirondenler olarak da Menşevikleri adlandırır. 1905 Devriminin pratiğinde Martov gruubuna karşı Iskracılar iki farklı tutum benimsemişlerdir. İki Taktik kitabında bu konudaki karşılaştırmalar vardır. Lenin, İki Taktik’ten hemen sonra kaleme aldığı Sosyal-Demokratların Köylü Hareketi Konusundaki Tutumu radikal dönüşümü göstermesi bakımından önemlidir. Ayrılık önce ufak bir konuda ve kişisel bakıştan kaynaklanıyor görünse de sanıldığından daha derindir. Süreçte bölünme kaçınılmaz hale gelir. Demin değindiğimiz adlara ilave edilebilecek isimler sanıldığı gibi pür bir saflaşma içinde değillerdir; delegeler sık sık saf değiştirirler. 1905 Devriminin 1907 yılına girildiğinde tamamen yenilir. Pavlus önce İsviçre'ye sonra Almanya'ya geri döner. Troçki yakalanır; sürgüne gönderilir; uzun bir serüvenin ardından Amerika'ya kaçar. 1912'ye gelindiğinde Bolşevikler, Çarlık rejiminin düzenlediği 3. Duma’ya katılıp katılmamayı tartışıyorlardır. Lenin, Grigory Zinovievve Lev Kamenev Duma’ya katılmayı savunurken, değeri ancak bugün bir nebze anlaşılan filozof Aleksandr Bogdanov, Anatoli Lunaçarski ve Mihail Pokrovski Duma’daki vekillerin geri çağrılmasını savunurlar. Daha sonra bu grup Rusça "geri çağırmak" fiilinden türetilen Otzovistler olarak anılacaktır. Diğer bir grup ise Duma’da bulunan Bolşevik vekillerin parti yönetiminden bağımsız hareket etmelerinden dolayı uyarılmasını savunurlar. Bu gruba da "Ultimatomcular" adı verilir. Bu konular Troçki'nin Büyükada'da yazdığı 5 ciltlik Rusya Devrim Tarihi'nde detaylı bir şekilde anlatılır ve yorumlanır. Bolşevikler arasındaki Bogdanov yandaşlığı ve saflarda kararsızlık 1908 yılına doğru gelişince Lenin, Bogdanov’un açık yarasına yani filozof yanına saldırmaya başlar. Bk: Materyalizm ve Ampiryokritisizm - Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar http://www.solyayinlari.com/solici/ma.html 
Lenin'in kitabına bugün herhangi bir kitapçıda ulaşmak mümkündür ama Bogdanov'un kitabı hiç bilinmez. Bk: 
https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1908/mec/index.htm 
https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1908/mec/index.htm 
1909 yılında yayınladığı Materyalizm ve Ampiryokritisizm adlı eserde Lenin, en müstehzi ve pejoratif ifadelerle Bogdanov’u idealist felsefeyi savunmakla itham eder. Sanki materyalizm özünde idealist donanımlara, nihai keretede metafizik ütopik argümanlara sahip değilmiş gibi pozitifist şirazeye davet eden netameli bir algıyla davranır. Lenin'in 1908'de Paris'e yerleşmesinin ardından Cenevre'deki merkezini de Haziran 1909’da Paris’e nakleden Bolşeviklerin merkez organı Proletary tarafından düzenlenen konferanda Bogdanov hunharca eleştirilir ve Bolşevik saflardan ihraç edilir. Ancak Bugdanov, Lenin'in göremediklerini gören ufku açık bir devrimcidir. Geçtiğimiz yıllarda Yordam Kitap'tan yayımlanan Kızıl Gezegen adlı eserinin arka yüzünde şu bilgiler yer alır: Lenin'in Bolşevik Partisi'ndeki çalışma arkadaşlarından Rus bilim adamı, felsefeci ve yazar Aleksandr Bogdanov (1873-1928) aynı zamanda bir bilim kurgu yazarıdır. Bogdanov, büyük ilgiyle karşılanan Kızıl Yıldız (1908) romanında, geleceğin sosyalizminin bilimsel tahminlere dayalı ayrıntılı, canlı bir tasvirini sunar. "Kızıl Gezegen" olarak bilinen Mars'ta insanlık ileri bir sosyalizm düzenine kavuşmuştur. Dahası, gezegenin insanları, sahip oldukları bilimsel-teknolojik donanım sayesinde komşu gezegen Dünya'ya ulaşmayı başarmışlardır. Sırada, aynı idealler için mücadele eden devrimci partilerin temsilcilerini, inşa edilmiş olan ileri toplumsal sistemi gözlemek üzere kendi gezegenlerine konuk etmek vardır. Bu heyecanlı yolculuğa uygun görülen bir parti militanının gözünden Mars'a yapılan yolculuğa ve oradaki hayata tanıklık ederiz... Romanda yer alan atom enerjisinin öğrenilip kullanılması, üretimin otomatikleştirilmesi, televizyon, insanın uzaya çıkışı gibi -bilim kurgu yazarı Y. Parnov'un sözleriyle- "olağanüstü derinlikteki bilimsel önsezilerin altın pırıltıları" en ilgisiz okurlarda bile ilgi uyandırmayı başarmıştır. Kızıl Yıldız romanında önemli sosyal tahminlere de yer verilmiştir: Örneğin Marslıların sosyalizmi, çevre kirliliği ve doğal kaynakların tükenmesi sonucunda ortaya çıkacak olan zorlukların farkındadır. Bk: 

http://monoskop.org/Alexander_Bogdanov
https://tr.wikipedia.org/wiki/Alexander_Bogdanov
http://www.yordamkitap.com/book.php?bookId=88

Part 2 / Not Defteri Eylül 2015 - Tuzlu Suyun Laneti ile devam edecek


(1) Not/ Frunze ve heykel konusuna dönersek;  Ayşe Hür'ün yazısında geçer : Canonica geliyor:  Türkiye’de heykel sanatının gelişmesinde önemli rolü olan ikinci yabancı sanatçı, 1927’de, yine davet üzerine ülkeye gelen İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica’dır. İtalya Güzel Sanatlar Akademisi Başkanlığı görevini yürüten Pietro Canonica, İtalya’daki pek çok heykelin yanı sıra, St. Petersburg’daki Çar II. Alexander heykelini, Bağdat’taki Irak Kralı Faysal heykelini, Caracas’taki Güney Amerika’nın bağımsızlık kahramanı Simon Bolivar’ın heykelini, Buenos Aires’teki Arjantin Başkanı Alcorta’nın heykelini ve Bükreş’teki Romanya Kralı Michele Antonescu’nun heykelini yapmıştır. Bu heykellerde denediği formu Türkiye’de de tekrarlayacak olan Canonica, Taksim Meydanı’ndaki Cumhuriyet Anıtı’nı (1927), o yıllarda Ankara’nın en önemli sosyal mekânlarından biri olan Etnografya Müzesi önündeki atlı Atatürk heykelini (1932), Ankara Sıhhiye’deki Zafer Meydanı Atatürk Anıtı’nı ve İzmir Cumhuriyet Meydanı’ndaki atlı Atatürk heykelini (1932) yapar.

Not (2)  http://www.radikal.com.tr/kultur/kurtulusa_general_frunze_destegi-1078463




***




.