Bu Blogda Ara

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Not Defteri / Temmuz 2015



Biz, Serendipty'ye kelimenin buğulu aksinin tersinden, kaleydoskopun dışındaki dünyadan bakıyoruz; gençlikte gözlerimizi diktiğimiz bir güzel ütopyayı ararken, cehennem melekleriyle yetinmenin puslu merceğinden, makûs kaderinden..

Serendipty, 'bir güzeli ararken diğerine rastlamak/ulaşmak' demekmiş...
Acemceden geliyor kök itibariyle. Seren, güzel demek. Bizim yazar tayfası son yıllarda keşfedip İngilizceden ithal etti. 'Serendpty' ilk kez 1754'de Horaca Walpole kullanmış; İran lisanında derinlerde kalakalmış bir sözcükten bahsediyorlar. Milyon yıldır yerinde duran Amerika kıtasının keşfi gibi bir şey. Şimdi bıktırırcasına bu kelimeyi Türk edebiyatının her yerinde görmeye başladık. 


'Tesadüf' diye lisanımıza çevrilmiş; iki yıl önce bir filme ad oldu ama onlar yazarken henüz yoktu. Bizim yerli edebiyat cemiyetimiz, pek dolaşımda olmayan 'Serendipity' kelimesini bir vesileyle ilk keşfettiklerinde çok sevinmişlerdi. Aslında Serendip Adası, Hindistan'ın güneyindeki bugün Sri Lanka olan Seylan'ın mitolojideki bilinen ismi; dünyadaki ilk insan kabul edilen Adem'in burada yaşadığını Marko Polo seyahatnamesinde anlatır. Enis Batur/Selçuk Altun vd. Amerika'da bir sahafta ilk defa gördüklerini, kimlerin Türkçe'de ilk kullandığını -reverans/ikramlarla- uzun uzun yazdılar; hâlâ da anlatırlar.. Ekşi Sözlük'te ise dünyada hangi filmler, müzik toplulukları, şarkıcılar vd. kullandığıyla ilgili geniş bir literatür var.(Bk. 1) Bunun gibi henüz günlük dolaşıma girmemiş gözlerden ırak bir kelimeye dikkat çekmek istiyorum: Tih, düş gezginlerine, dil cambazlarına ilham verebilecek, üzerindeki tozdan görünemeyen, edebiyatçılarımız henüz keşfetmedikleri, Serendipity kadar hoş hikayesi olan bir başka sözcük..

Çoğu olsa da, azı kalmayacak.. Öldüğümüzde, doğduğumuz gün duyduğumuz fısıltıların / hakikatı kavramamızda imkansız olan sözcüklerin çoğu bizden önce terk-i diyar edecek... Her şeyin emaneti olur da lisanın bu kaygan zeminde zor olur .. Eski/yeni kuşakların; kimsenin umurunda olmasa da dili gelecek nesillere olduğu gibi miras bırakamayacağız.. Bazı sözcükler yaşarken gidecek, bazıları öldükten sonra düşecek..


'Tih kelimesi hem mastar, hem isim olduğundan dolayı Tih'de Kalmak deyimi iki mânâ/anlamda yorumlanabilir' deniyor .. Birincisi şaşırıp son derece hayrette kalmak, aynı yerlerde kaybolup dönüp durmak.. Anlamın kullanıldığı şekliyle ikinci mânâsı akamenetin 40 yıllık ikameye dönüştüğü şekliyle, 'çölde kalmak' demek.. Devam edersek Tih, çıkışsızlık/çözümsüzlük, yol bulunamazlık olarak, herhangi bir yerde kaybolmak için de kullanılıyor. Bu gibi yerinden olmalar, çöl ile ova vd benzerlerini katarak birlikte söylenegelmiş.. Yusufla gidip Musa'yla Mısır'dan dönmek üzere yola çıkan Yakupoğulları'nın Kudüs'e giderken yolda yaşadıkları yanılgıların, ruhsal ezanın bir cezası olarak ilahi emir gereği 40 yıl şehrin dışındaki çorak topraklarda yaşamaya mahkum edilmesi sözcüğü doğuran tarihsel argüman.. Adı geçen coğrafyaya Sahray-ı Tih / Tih Çölü denilmiş.. Tam Serendipi dedikleri hâl; bir durumu karşılamasına rağmen sözlüklerde olmayan Tih kelimesine Sahaflar'da dolaşırken Hamdi Yazır adlı uzmanın kitabında tesadüf ettim..

Not/Meşru bir alan oldu, geçende Zizek bile yazdığı kitapta sanki doğrulanabilir bir kaynak gibi cesaretle kullanıyor. internet üzerinden bilgi paylaşımı sunan www. adreslerini kitaplarında Vikipedi Sözlük'ü yazılarında adres gösteriyor. Gelecekte arkeoloji uzmanları toprağı kazarak değil, bu gidişle bitleri, nötronları, ses dalgalarını çözerek bilgiye ulaşacak. Artık Net üzerinden bilgiyi arşivlenmeyenlerin ahir zamanlarda hükmü olamayacağı anlaşılıyor. Serendipi'yi açıklamakta yetersiz kalan yerli versiyon eksik; kaynak aradığımızda Vikipedi'nin teferruatlı orijinal tam metni önümüze çıkıyor. Birçok dilde kullanılıyor olmasına rağmen Türkçede yakın zamana kadar yer almamış. Yararlı/Yazılı bilgi şu : 'The first noted use of "serendipity" in the English language was by Horace Walpole (1717–1792). In a letter to Horace Mann (dated 28 January 1754) he said he formed it from the Persian fairy tale The Three Princes of Serendip, whose heroes "were always making discoveries, by accidents and sagacity, of things they were not in quest of". The name stems from Serendip, an old name for Sri Lanka (aka Ceylon), from Arabic Sarandib, from Sanskrit Suvarnadweepa or golden island (some trace the etymology to Simhaladvipa which literally translates to "Dwelling-Place-of-Lions Island' yazıyor.. Devamı için bk.(2)


(1) https://eksisozluk.com/serendipity--198102
(2)  http://en.wikipedia.org/wiki/Serendipity






***


Varlığı bütünüyle kavramak imkansız bir çaba; sadece bürünülen bedenlerde gücümüze kifayet eden, gayretlerimize denk gelen uğraşlarımız var. Sahih olmayan kimliklerimizden eziyet çeken ruhlarımızı kurtarmak isteriz; adına 'dünya' denilen bu karnavalda zamanı ve mekanı giydirilmiş benlikler ne kendi kendilerine öyledir ne de herkese açık..






Binaların kuşattığı meydanlar, boşluğu çevreleyen doluluk/katılık; giysilerle aynı işleve sahiptir. Terzi ve mimar; benzerler.. Kıyafetler, uzuvlarımızı perdeleyen, organlarımızı sarmalayan birer kabuktur. Taş, beton, halat.. Çimento kum; iplik, keten, mezura ... Tüm yapılar ya da ticari binalar, yahut insani peyzajlar, moral değerler, parklar, bahçeler, meydanlar; toplumların elbiseleridir .. Üzerinde dolaşan insanların hâllerini, kimliklerini yansıtır. Gabriel Tarde, 'İnsanlar toplumların içinde yaşamaz, toplumlar, insanların içinde barınır' der. Uğraklarda, duraklarda, kılıkların içlerinde / dışlarında bulunmamız, onların içinde/dışında gezinmemiz beklentimizdendir; 'göründüğümüz gibi olmak' bakış'ın örtüşemeyen hareketidir. İçinde yaşadığımız binalar da keza. Meydanlar, ceketler kazaklar gibi, kolları bacakları değil, bütünüyle vücudu içine alır. Zaman saklar, örter, bazen de tahrik eder. Kapattıklarını ifşa ettiği, gizlediklerini dışa vurduğu çıplak an'lar vardır. Mekan, içteki ruhun, bedende gerçekleşen eylemin tikeldeki meskenidir. İşi içinde olduğu haliyle insanı iskan eder; hıfsıdır, anlayışlı bir hafız, zarsız bedene muhafızdır mimar; işin tarzına uygun bir kabuk inşaat etmektir mimari. Talibe 'kab', matluba 'kapak' yaratmaktır. Mimarın tutarlı olduğunu söylemek için zamanla mekanın, içeriyle dışarısının uyumuna ihtiyaç vardır. Zarf, mazrufa denk düşmelidir. Her mimari esere baktığımızda soracağımız soru şudur: Bize biçtiği form, seçtiği norm doğru mu? İçerideki hayatın üretimini, içindeki öznenin/zümrenin varoluş tahayyülerini dışarıya dürüstçe yansıtabilmiş mi? 


***



Yanlış takdir edilmenin zafer ve zerafetine, yanlış takdim edilmenin mahcubiyetini yeğlerim. Bir gün gelir de gelişme illetinden kurtularak; ilkel bir demokrasiye dönebilirsek eğer kavramsal düşüncenin ve temsili siyasetin hayatımızdaki yeri bir tehdit unsuru olmaktan çıkacaktır; vicdan somuta bakar, yanılmaz, yanılan soyutlama bilinciyle kırılmış, kullanılma değeri olan hakikati kavramsallaştırmış olan akıldır! Herkesten beklenemez. Amon özel; kendisi için bir tahlisiye sandalı inşa ediyor.. 


Zizekçeyi bilirdim ama zizekçilerin akıllarını rafa kaldırmış inançlı takipçiler olduğunu bu kadar bilmezdim. Geçen gün kafası tütsülüyken Syriza Yunanistan hakkında söylediklerini çevirip yayımladılar. (Bak 1) Açık açık Çipras'tan beklediği bir gasp harekatı, uluorta bir darbe girişimi; "ne yaparsanız yapın, iktidara tutunun!" diyen Bolşevik bir bastırma önersiydi. Bunun üzerine "Aradığınız gerçek sürdürülebilir bir hakikati içeriyor mu?" diye editöre sordum. Bu soruya muhatap olan arkadaş "Gerçek içermez, hakikat içerebilir, onun da içerip içermediği geriye dönük olarak belirlenir" diye cevap verdi. 

Çabası olan gençlere sert çıkıp çok ürkütmek istemem lakin kelimeleri bükerek kendilerine oynayacakları münasip bir alan yaratmaya çalışan sadece onlar değil; ben Zizek'teki kafa karışıklığının tüm patriyarkal ideolojilerdeki temel kavram olduğuna inanıyorum; kendini sıkıştırdığı zeminde yaptığı tahribatlara karşın sürekli tekrara düşen de o. Popüler bir idol olan Zizek sadece şedit bir başkaldırma kültü değil; aksine lanet okuduğu efendiye boyun eğme travmasından mustarip; post modern olmanın tüm tutarsızlıklarını sırtlanan bir düşünür. 

Tarrying with the Negative'de Zizek, "En kendilerine özgü anılarının bile 'sahih' değil de yalnızca nakledilmiş olmasına karşın yanıt verenler, bu anıları, simgesel evrende kendilerine bir yer inşa etmelerine olanak verecek bir anlatıda, tikel bir bir mitte birleştirmek yoluyla kendilerini özneleştireceklerdir" diyor; biz de zaten bunu söylüyoruz.

Şiddet, hayatı sürdüren temel dürtüdür; oysa varoluş gereği savunma haricinde çok hoş karşılanmaz. Halbuki hayvanlarda ya da insanlarda; biyo-karar mekanizması devreye girdiğinde diğerinin varlığını tehdit unsuru olarak görenin otorite sağlamak, muarızı sindirmek için başvurduğu temel içgüdü aparatı budur. Kullanılmasını psikolojik davranış bozukluğu olarak adlandıramıyoruz. Henüz iktidarların tüm araçları kullanımdayken şiddeti lanetlemek, teorik olarak askıya almak; hele hele düşünsel olarak geçerli olan temel formülasyonların dışında bırakmak mümkün değil. Spinoza'dan Marks'a oradan post modern sivil toplum düşünürlerine mütakabiliyet ararsak; ezeli/ebedi olandan insana ya da monarktan bireye devredilmesi gereken iktidar olarak erk'e saygı ve ihtiyaç duyarız. Hakeza o, sadece itaat kurumu olarak fedakarlık/sevgi, şefkat affectus / affectio değil; duygu, tüketici olarak müşterek sahiplerin yararına affectio societatis (ortak fayda için elbirliği) olarak intikal ettirilmesi gereken bir kavramdır. Gerçi 2000'den itibaren semantik geçişle kendini kurban değil toplumsal bir bileşim olarak tanımlayan, farklı yönleri bambaşka amaçları, katmanlar arasında farkındalığın dışında sınıfsal bağları olmayan bir harekete ilham kaynağı oldu. İçeriden aktüel bilginin müellifi Gerald Raunig: Precariato sözcüğü İtalyancada özel olarak istihdam,ücret ve işgünüyle ilgili sabit kuralların olmadığı istihdam alanı anlamına gelir. Precariato social'dan 'İl precariato si ribella' Güvencesiz İsyancılar sloganıyla ortaya çıkanlar, özellikle 1 Mayıs gösterilerinde çeşitli problemli çağırışımlara yol açan emek kutlamalarına mesafe koydular. Fordist ve patriyarkal iş disiplinine tabi otoriter emek rejimlerine karşı işçilerin kendilerinin çalışma koşullarını belirleyeceği özgürlükçü akımların olumsuz etkilerine yapılan bir vurgu içeriyordu davranışları. 1968'lere kadar ütopyanın devlet olarak zuhurundan anlaşılan şey, üretim aşkına çok sesliliğin kaynağı istenmeyen entropi/düzensizlikler, farklılıkları ve renkli düşünceleri doğuran rastgeleciliğin (Engels bunu üretim anarşisine bağlıyor) temsili olarak proletarya etiği adına hareket eden kadrolarca merkezin denetimine alınmasıydı. Sonuç itibariyle iş ve emeğin istihdamı varsa şayet değiştirilmek istenen sadece iktidarın dikey/yatay konumu üzerinden bir arayış/buluşma dinamiği üzerine aydınlanma ve yoğunlaşma önerisiydi. Doğu despotizminin motifleriyle bezenmiş Bolşevik konseptten farklılaşma Gramsci'yle başlasa da, çoraklığın aşılması biyo-iktidarın çözümlenmesiyle güç buldu; katı merkezden geçiş ve klasik direnişin terminolojinde halkın yeni bir güce dönüşmesi 1968 olaylarının şokuyla Foucault-Deleuze hattında gerçekleşti. Althusser'in disipliner gölgesi ve literatürün sıkıntılı argümanları üzerlerine bir miktar düştü belki ama ikisi de Marksist olamayacak kadar fütursuz ve özgündüler. Oysa ki taklitçiler ya da Herodyanizm; fetheden kültüre ödün verme, uyum sağlama ve asimile olma hali: Marksizmi ya da Bolşevik örgütlenmeyi ne kadar, neresinden eleştirirse eleştirsin ne de olsa Slavoj Zizek Rus tanklarının kırk yıl işgal ettiği bir ülkenin kuzulaşmış evladı. 'Ne yapmalı?' sorusunun yerli yersiz muhatabı olarak kalanları sanki bir cevabı varmış gibi oyalıyor. Zizek'in 'üretici güçler' hayranlığını Balibar bile tiye alıyor. (bak. 2011 New York Konferansı)  Bilişimsel haritalamaya katkıda bulunma gayretine karşın hitabında, zamanda takılı kalmış çaresizliğinin çözümü anlamıyla topluma mal gereksinimi sağlayan baba figürü, Lacancı tutunma perspektifiyle ilişkilendirilecek Lenin/Stalin sevgisi var. Ergenlik çağına kadar şevkat ve itaat erinin gönüllü ilişki kurduğu öylesine bir düzende aktivistin havuz probleminde seçeneği kolektiflik önerisiyle iktidarın eteklerine yapışmak; kısaca olağan bir Stockholm Sedromu ifşası. Lenin bile 1908'de kendisinin bir felsefi araştırmacı olduğunu ilan etmiş (Marks da kendine kültür eleştirmeni diyordu) ve ampirik eleştiri dediği şeyi eleştirirken materyalizm meselesiyle yüzleşmişti. Zizek okurları bilir; o sürekli bir temel konu etrafında alegorik jestler göz kamaştırıcı hikayelerle dönmesine rağmen temel konuları ve tutunduğu kahramanlar sabit kalmak üzere okura seslenir; bir dizi teorik müdahalelerle ve metaforlarla dile getirdiği maruzatının merkezinde Lacan'ın imgesel, simgesel ve gerçeğine tekabül eden Hegel'deki krala, Marks'taki diktatör proletaryaya benzer bir başka figür ortaya çıkar. "Gerçek, anlamsız ve saçmadır. O sadece sürüp gider ve anlam yalnızca simgesel Düzenin gerçekliği içinde bulunabilir." Bu sembolik gerçek şeklen, modern zamanın giysilerini taşırlığıyla diyalektiğe tabi görünse de aslında mezarına uygun şekilde defnedilmemiş, hayaleti hala aramızda dolaşan ve hiç de akılla, mantıkla, diyalektikle zamana havale edilebilir olmayan- aksine özgürlük beklentileri olanlar için bir kabus olan- 1917 doğumlu gerçek Baba hayaletidir. Kabul: "Çelişki her özdeşliğin içsel koşuludur." Esasında bireysel idelerin mutlak ide oluşturma için bir araya gelmesi Hegelci bir öneridir; dolayısıyla etkilendiği gerçeğin saldırısı alında yamulmuş bakıştaki çelişki, çelişenler arasındaki olmazsa olmaz itici ve kurucu güçtür diyebiliriz. Mamafih bizim Zizek'te eleştirdiğimiz konu bu camera obscural bakış ya da tepesi üstünde durmasındaki yaman çelişki değil sadece düz anlamıyla tutarsızlıktır; neden/sonuç, amaç/araç, emek/iş arasındaki mütecaviz pozisyon; tikel bir dünya manzarası olan öznenin lineer/doğrusal tahrik hattındaki uyumsuzluğu.. "Travmatik bir olay, Simgesel Düzen ile Gerçeğin Düzeni arasındaki arketip bir ilişkiyi temsi eder" Freud'daki Kurt Adam vakası, Zizek'te ertelenmiş bir eylem olarak uzaktaki iktidar ile yerel muktedirin çiftleşemesinin hem kurbanı hem de şahidi olarak gerçekleşir. İmgesel, simgesel değil: İşgal ve yıkım döneminin tümünü kapsayan biyografisi ve Lacanların ailenin dışında bırakma girişimleri yeteri kadar 'gerçek' ve trajiktir. Yeteneklidir, akıllıdır ve 'gerçek' olanı yaratan travmanın matrisi olarak bir sanatçı performansıyla küllerinden doğar. 

Haklı olarak şöyle diyor amon@_amon : " 'Neden', doğanın diyalektiği mi, toplumun diyalektiği mi parantezini aşıp, ikisi ile ilgili alanın üçüncü diyalektiğini anlamaya çalışmıyoruz. Doğa-toplum arasındaki ilişkinin metabolik alışverişler olduğundan hareketle sağlanmaya çalışılan diyalektik, kırık dökük bir diyalektiktir. 20. yüzyılın başlarında kendini gösteren sıkışmışlığın en önemli nedeni bu. Doğa ve toplum arasındaki ilişkinin düalist diyalektiği. Ne doğa ne de insan toplumu arasında birbirine teğellenebilecek açıklıkla bir diyalektik yok. Ancak yeni bir kategoriyle sağlanabilir bu." Amon özel; kendi için cesaretle bir tahlisiye sandalı inşa ediyor; ancak ideolojik paradigmanın seçkin sahiplerinin peşine takılan çakma akıllı taliplerin ve absürd soyutlamalarla amentü gemisi yapacağım derken gerçek/hakikat sarmalına yuvarlanan yamakların ezberlerini bozma pahasına cogitoculuk oynamalarını ve böylesine ağır soruların muhatabı olabilmelerini beklemiyoruz; bagajları yüklenip sınırları bandajladıktan sonra "diyalektik" mefta, büyük hayaller kendi tasavvur ve tahayyüleri olmaktan çıkıyor. Süren yolculukta tecrübe ederek değil, öğrenilmişi aktararak yaşayanlarla sağlıklı diyalektik bir ilişki kurulamamasına hayret etmemek gerek.



İnsanlar kendilerine en faydalı olanı aradıkları ölçüde yararın değerini birbirlerine ve cemiyetlerine de sirayet ettirerek faydalı olurlar. Ancak her toplumsal sözleşme ruhsal ve mahrem bir coğrafi durum ile yerüstündeki muhkem siyasi konumlar arasındaki kopuşun tebligatı olmak durumundadır. Politik bedenlerin güç ilişkilerinde birbirine teğelenmiş bir alan yaratma gayreti, malikin menfaatlerine örtü olma sonucunu da doğurur; bedensiz kafaların özerk yaşam formları örgütleyebilme olanaklarına karşın umumdaki başsız gövde olmazlığı fikri, zayıf müşterekler üstünden ortaklıkların istikrarıdır ve toplumsal olanın tercihi budur. Niteliklerin sabitlenebildiği organik bir düzlem yoktur. Derya "köşeye koyma gücündeki bir bakış ortaya çıksın ve herkes onunla ne yapıyorsa o zaman yapılsın" diyor. Perspektif yaratıp, bir amaç oluşturabilsek ve mutlak bir çözüm önerebilsek keşke; diyalektik varsa, doğruya ulaşılabilir bir yöntemin beklentisi için mantığı araçsallaştırarak kullanmak bilim adına normaldir. Adına 'diyalektik materyalizm' denilen Marksizm bilim değil, belki idealist bir bilim kurgu. Ancak sosyal tezahürleri algılayış, süreçteki oluştan başka. Marks, "Katı olan her şey buharlaşıyor" derken tezatların farkındadır. Rejim, iktidarı tesis eden mefhumun ikilikleri üzerinden karşılaşmalarla, meydan okumalarla yürür. Özgürlük mücadelesi diye özetlersek; tarihi diyalektiği doğuran paradoksların tümü, bir merkez sorununa tekabül etmektedir. Derya gibi bu topluma rağmen göçetmeyenler, bir yerden başka yere hareket etmeyenler, bulundukları yere yabancılaşmak, irkiltici özneleşme süreçlerinde muharebeler yapma pahasına toplumsal mutabakata meydan okurlar. Onlar felsefenin savaş makinaları icatçılarıdırlar; istikşaf sadece yeni fikirler icat edilme süreçlerini tetiklemekle kalmaz, hiyerarşik sistemi ablukaya alan göçebeler kopuş anlarında farklı yaşam formlarının da tohumlarını atarlar. Performatif sosyal medya neferleri, aktüel performansa dayalı pratikleriyle hepimize kendimiz adına bir tecrübe yaşatıyor; sonuçlar kümülatif bir değer gibi tasniflense de bizatihi yaşanılan ve yaşatılan aktarılamaz bir olgu. Büyük küstahlıklarına rağmen herkes birbirini müthiş bir uyumla tamamlayıp; izansızca herkes birbirine benzemeye başladığında; var olanı kavramak için merkeze uzaktan bakan; toplumdan ayrıksılar dışında sahici kimsenin kalmaması tesadüf değildir.

Solaris'te Tarkovsky'nin bir repliğe sıkıştırdığı gibi: "Utanç, insanlığı kurtaracak olan asil bir duygu." 


Minervanın baykuşu..

Sanırız ki, içinde teşevvüş halinde bulunduğumuz her durumu metaya dönüştüren, sömürüyü ve adaletsizliği yaratan rejim, günah keçisi kapitalizm.. Oysa 'çalışmak' fiili sadece emeğin bir işlevi değil; başlıbaşına ahlaki bir örgütlenmedir. Ahlakın özneye müdahalesi karşılıklı mübadeleyi elverişli kılan akustik bir ilişki değil fevkalade dayatmacı fevri bir zorbalıktır. Bu ilişki sadece ahlakın koruyuculuğunda malları ve parayı üretmez; buna uygun güvenlik aparatlarını, içinde kavramın öznesinin akıbetini istimlak edeceği, diyalektik değişiminden ürktüğü değerlerini iyi/kötü muhafazaya alacağı despotik kurumlarını da üretir. Ne var ki seçenek olarak sunulan sosyalizm de proletaryanın zincirlerini kıracağı değil, aksine tüm çalışanların birbirine zincirlendiği bir üretim cehennemidir.. Sermaye dediğimiz afaki bir olgu değildir; toplum olma marifetinin semiyotik uygulayıcısıdır. Ne Saint Simon'da , Marks'ta ne de Spinoza/Deleuze ekseninde hiçbir düşünürün organsız bedenlerin üretim biçimini sıkıntı olarak görmelerinden dolayı alternatif projeleri, abartılacak antagonizmik çelişkileri yoktur. Negri, "Peki, 'öznellik üretimi'nden ne kastediyoruz?" dedikten sonra devam ediyor: "öznenin tesisinde tarihsel -aynı zamanda üretimsel- somutluğun önemli olduğunu düşünüyoruz. Özne üreticidir; dolayısıyla öznellik üretimi de üreten bir öznelliktir." (1) Refah toplumunun tüm ideolojileri arasında bir hedef farkı yoktur.. Derya'ya söylediğim gibi : "kaybettiğimiz, dolayısıyla aradığımız kökleri sosyolojide değil, antropolojide bulma olasılığımız daha olası". Marks ideolojisinin ruhu, işçinin maddi nesnesi ürününü yaratan emektir. İşçi memlekete değil de nesneye tabiyetlenmiş bir ruha tebakbül ediyorsa, emek de materyalize olan katı bir gerçeğe karşılık geliyordur. Bu ikisinin varlığını ve kutsallığını savunmak, sömürünün payidar olması için ölümüne mücadele etmektir. Sosyalizmin faydalı emekten bahsetmesi, komünizmin cebberut devletten bahsetmesi kadar sakildir. Çok sorgulamıyoruz ama ücreti mukabili ya da angarya çalışmak tüm ütopik kurtuluşcu / halascı ideolojilerin merkezinde yer almaya devam ediyor hâlâ.. Kapitalizmin, sermayenin emek gücü düşük yoğunluklu endüstrilerde daha fazla örgütlenmesi, teknolojik yatırımlar, yükselen Fordist imkanlar sayesinde, sendikaların mücadelesi zayıflamıştır. Marks'ın toplumun değişmesi için beklentisi olan sermayenin kâr oranlarının düşmesi gibi radikal sonuçları da makinalar ve iletişim/ulaşım ağındaki gelişmeler bertaraf etmiş görünmektedir.
Dünyada sıkça örneklerini gördüğümüz tilkilikler ve aymazlıklar, Kant'ın 'Aklını kullanmaya cesaretin olsun!' cümlesiyle başlayan Aydınlanma sürecinin eseridir. İlerici/İlerlemeci düşünce çağdaşlığın göstergesi, uygarlık herkesin ortak hedefi.. Peki, İlerlemeden amaç ne? Sağlık mı, mutluluk mu, adalet mi, refah mı? Ya da soruyu soldan sorarsak, herkese yeteneğine göre, hepimize ihtiyacımız kadar mı? Bunların hepsi zaten en saf haliyle doğada mevcut. 'İlerlemeden amaç nedir?' sorusuna, insanın gerçeğine ihanet, zekasına hakaret etmeden verilecek gerçek ve dürüst bir cevap yoktur! Oysa, eleştirel baktıklarını söyleyen tüm sosyalistlerin iddialarının aksine insan emeği, fabrika düzeninin ayrılmaz bir parçasıdır. 'Yabancılaşma', hem içeride hem de dışarıda, iş'in olduğu her üretim pratiğinde ideolojik dayatmanın bir kaçınılmazıdır. Marks'ın 'sosyalist' toplum tahayyülü, merkezi üretim modeli, fabrikaları, uzun vadeli kalkınma planı, kurumsal örgütlenişiyle acımasızca eleştirdiği kapitalizmin ruh ikizidir. Plansız ekonominin, anarşik iktisadın metazori ehlileştirilmişidir. Sosyalizm, tüm üretim enstürmanları, amaçladığı refahcı ekonomisiyle gelişmiş kapitalizm ise, Anti-Kapitalist etik, moral değerlerine, eşitlikle ilgili nihai hedefine ulaşamayacaktır. Endüstri, ilerleme demek; ilerleme, 'artı değere' ve motifasyonu yaratan uluslara ihtiyaç duyar. Artı değer, sözleşmeyle el konulan emektir.. İlerlemeci bir ideolojinin, eşitlikçi, bütünüyle özgürlükçü, doğayla barışık adil bir sistem yaratması mümkün değildir. Zaten Marks da bunu biliyor : Artı değer, artık emek olarak sosyalist toplumda devam eder diyor. Cümlenin aslı şöyle : " ..bunun nedeni, şimdi artı-emek sayılanın, o zaman gerekli-emek sayılmasıdır. Bununla yedek ve birikim için bir fon oluşturulan emeği kastediyorum." bk. Kapital 1/541


ey ellerimize bomboş biçimini veren akıl
ey aklımıza sonsuz düzenini veren bilinç
ey gördüğü her şeyi fetişleştiren ben’lik
hatırla değer’in hiç’liğini
hatırla emeğini ona kurban edişini
hatırla nesnenin satın almayı başardığı ruhunu (2)

Kapitalizmdeki gibi Marksizmde de asıl amaç tüketim ve refah toplumudur dedik. Hegel'in Hukuk Felsefesi Eleştirisi'nde açık açık söyler : Genel refahı geliştirerek kendi refahımı geliştiriyorum ve kendi refahımı geliştirerek genel refahı geliştiriyorum.' Liberté / égalité / fraternité diyerek işe başlayan Marks, kurtuluşu planlı ekonomide görerek iradeci, volantarist diyalektikle sıçradıktan sonra determinist ekonomizme düşüyor. S283/ 2.cilt Kapital'de meramını özetliyor; meş'um çare insan ahlakına galebe çalan iktisatta gizli : " Eğer toplumu kapitalist değil komünist bir toplum olarak düşünürsek, her şeyden önce ortada ne para-sermaye diye bir şey olacak. Ne de bundan ileri gelen alışverişi örten sahtelik. O zaman sorun, toplumun gereksinmelerini önceden hesabetmekten , toplam yıllık üretimden, emek üretim araçları ve geçim araçları çektikleri halde , herhangi bir üretim ve geçim aracı sağlamadıkları gibi, uzun bir süre, bir yıl ya da daha uzun bir süre herhangi bir yararlı etki yaratmayan -örneğin demiryolu yapımı- iş kollarına zarar vermeksizin toplumun ne kadar emek, üretim aracı ve geçim aracı yatırabileceğini önceden hesaplamaktan ibaret olacaktır." Görüyoruz ki, Komünist, Anti kapitalist ya da Sosyalist, Faşist, Korporatist olmak farketmiyor ; önce görev tanımı, maişet listesi, iş bölümü, teoride olmasa da pratikte zorunlu çalışma yasası var. Herkes hegomanik devleti zorunlu bir ekonomik varoluş durağı, (Campanella'nın Güneş Ülkesi ya da Thomas More Ütopya'sında bile) sınırlarıyla muhkem, stratejisi, makinaları, kurumları, çalışanları, ödül ve ceza sistemi olan ayrı bir zeka, kendinden menkul organları olan bağımsız bir beden olarak kabul etmekte mutabık.. Devletin erki konusunda kolektif 'kavram' yaratılmıştır. Aydınlanmanın tetiklediği düşünce biçimiyle Kavram, hiçbir şekliyle önerme değil, bir zihin ve insan tasarımıdır.. Kapital'de belirttiği gibi: "Toplumsal üretimin gücü, işbirliğinin kendisinden doğar". Henüz her şey çökmedi; büyük göçük önce İdea'da meydana gelmek üzere. Para sisteminin çıkmazlarını; finansın topyekûn maddi tezahür öncesi sinizmini sahte peygamberleri aracılığıyla kitlelerin manevi felaketine bağlamak, onları içinden çıkamayacakları bir cehenneme doğru sevk etmek kolaydır. İdeolojinin Yüce Nesnesi'nde Kinik/Sinik ayrımını yaptıktan sonra (s.44) "biri çıkıp hakikati alenen ilan etse bütün sistem çökecektir" (s212) diyen o değil mi? Zizek'in ve taraftarlarının kağıttan gemilerdeki yolculukları, orada yaşanmasını öngördükleri (ya da Syriza metnindeki gibi iktidarı bir şalter kolu gibi kullanmak üzere tasarladıkları) özgürlük, mutluluğa değil, daha fazla huzursuzluğa ve acıya doğru yelken açma talebidir. Sermayenin tesis ettiği bir dünya düzeninde gıdıklanan özne olarak Zizek'in olumsuzla oyalanması anlaşılırdır. Demokrasi soyut bireyler arasındaki bağdır ancak zıvanadan çıkmış dünyadan tek kurtuluş da somut önerilerin eseri olacak havalanışını beklediğimiz baykuşta; yani doğacak yepyeni düşüncenin gücündedir. Ne mühendislere ne de mimarlara ihtiyacımız var; Amon'un 'yeni bir kategori' dediği şey bence uygun tefekkürüyle hafriyattır; düşünmeliyiz.

Hegel, Tüze Felsefesi'nin önsözünde özetle şöyle yazar : "Var olanı kavramak felsefenin görevidir; çünkü var olan akıldır. Bireye gelince; her birey kendi zamanının çocuğudur. Herhangi bir felsefenin çağdaş dünyasının ötesine geçeceğini sanmak Rodos'un üzerinden zıplamak kadar aptalcadır. Dünyanın nasıl olacağını öğretme konusunda felsefe her zaman ortaya geç çıkar. Minerva'nın Baykuşu uçuşuna ancak gündüzün bitmesinin ardından dünyanın üstüne alacakaranlığın çökmesiyle başlar." diyor. Toplu histeri nöbetlerine karşın dışarıda kalmak mecburiyetinde olan sadece vicdanını kaybetmemiş eleştirel akıldır. 'Her çağda birkaç kişi düşünür, gerisi düşünürleri düşünür' diyor bir bilge. Gene Kant'ın ünlü cümlesiyle bitirelim : Sapere aude! (ancak kendi aklınla) düşünmeye cesaretin olsun!



(1) Negri, Porselen Yapımı, s47
(2) https://amondebian.wordpress.com/2015/07/12/yokluga-siir-denemesi/
(3) Russian history: 1917 and Peter Kropotkin, 
Tarrying with the Negative : http://www.english.ufl.edu/mrg/readings/Tarrying%20with%20the%20Negative.pdf



http://www.egs.edu/faculty/slavoj-zizek/articles/obama-neden-insan-yuzu-olan-bushtan-daha-fazlasidir
http://www.egs.edu/faculty/slavoj-zizek/articles
http://www.egs.edu/faculty/slavoj-zizek/articles/uecretli-burjuvazinin-baskald305r305s305-ozgur-gundem




***




'Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz, diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Onların istediği gibi yaşamak istemiyorum.. Ölümü bilerek yaşamak istiyorum Olric. Yaşamanın anlamını bilmek için, ölümün anlamının karanlıkta kalmasını istiyorum. Bana yaşamasını öğretmediler. Daha doğrusu bana her şeyin öğrenilerek yaşanılacağını öğrettiler. Yaşanırken öğrenileceğini öğretmediler!


Olric Yaşıyor; kesin bilgi yayalım!


Tutunamayanlarda geçen hayali karakter Olric, Robert Musil'in Niteliksiz Adam kitabındaki arafta kalan figür Ulrich'i anımsatır. Oğuz Atay'ın iç sesi diyebileceğimiz Olric, edebiyatseverler arasında çok temel bir kahramandır. Efsaneleşen diyalogları ayrı bir kitap olabilecek yetenektedir. Atay'ın tüm kahramanları: Selim Işık, Turgut Özben, Süleyman Kargı, Metin Kutbay, Hikmet Benol, Coşkun Ermiş, Tuğrul Tuzcuoğlu vd. ismi/cismi belli olan etrafındaki yakın dostlarını andırır. Tutunamayanlar'daki Olric kim derseniz hiç düşünmeden Barlas Özarıkça derim. Barlas'ı 1970'lerin sonunda tanıdım. Oğuz Atay'ın yakın dostuydu. Konuşması teatral, diyalogları formu itibariyle absürddür. Cümleleri Tutunamayanlar'dan taşmış aforizmalardır. Cumhuriyet'in düzelti servisinde, 'musahhih' yani redaktör/düzeltmen olarak çalışıyordu. Hayatta tanıdığı en ilginç kişi odur dersem yeridir!

Yirmi yıl sonra Kadıköy çarşısında gördüm; ardından 29 Aralık'ta 2010'da blogda hakkında yazmıştım. Onu kırmak, üzmek istemem; yazıyı Barlasla paylaştıktan sonra gelen cevapta şöyle diyordu:

Sevgili Emin Çetin;
Yazını aldım, teşekkür ederim. Tuhaftır fakat benim hakkımda kırk yıldır iki çift laf eden tek adam sen oldun. bazen dışarıdan nasıl göründüğümü merak ederim, kimse hakımda söz etmediği için gölgemi bile kaybettiğim olur. Senden ayrılıp gideceğim yere gidinceye kadar kafamda hep iki Emin Çetin (eskisi ve yenisi) pıspıspıs konuşup durdular. sağlıcakla kal, görüşebilme umuduyla... Barlas

***

Yıldız Ecevit'in Ben Buradayım adlı kitabında teşhis ettiği gibi Kemal Tahir, Halit Refiğ, Ergin Ardıç, Pakize Kutlu, Sevin Neyzi vd gibi Barlas da, Oğuz Atay dünyasının temel taşlarındandı. Yapı itibariyle sorgulayan, rahatsız edici yanı her zaman öndeydi; o, bu memleketin henüz zamanı gelmemiş öykücülerindendir. 6 kitap yayımlamasına rağmen hakettiği ilgiye ulaştığını söylemek oldukça zor. Her şey değişirken biz de gelişebilirdik; biz gelişirken toplum değişirdi; olmadı! Adorno 'normallik ölüm' diyor ama bizim mahallede skolyoz, anormallik, semptom, acı; lalettayin hercai bir menekşe; ne derseniz deyin boyalı kuş olmak zor!

Hani diyor ya Selim Işık 'Ben de büyüyünce Prens Paradoks olacağım' diye; o gün bu gün şimdi! Eline su dökemeyecek yüzlerce yazarın adı bilinirken 'Barlas Özarıkça' gibi büyük bir gerçeğin, Atay okulundan medarı iftihar bir özgün kişiliğin Türkiye okuyucusu olduğu kadar eleştirmenleri tarafından da henüz değerlendirilmemesini bu ülke açısından olağan kabul etmek gerekir. Kitapların ismi bile umuma naziredir; ironik dili ve Gustav Jung'dan daha çok Freuda kenetlenmiş replikleri ilginçliğin ötesindedir. Kimliği/düşsel encamı hakkında medyada düzenli bilgi akışının olmamamasına rağmen kırk yıllık yazı serüveni sadık tayfada behemahal bir kanı oluşturmuştur. Sayfalardan taşan ironik dil, Atay/Olric monologlarına dair arşiv bilgileri neşretmektedir. Kendisinin söylediği gibi 2010 yılına kadar onun hakkında çıkan tek yazıyı ben yazmıştım. bazı notların olmasına rağmen izini kaybettiğim bu yazının ardından Tutunamayanlar'a eşdeğer kült romanı Ters Adam hakkında Cumhuriyet'te Kerem Işık yazdı; okuyun!

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kitap/259529/Barlas_Ozarikca_nin_kult_romani_yeniden_yayimlandi___Ters_Adam_.html


Kerem Işık, "Ters Adam da bir öfke metni. Roman boyunca mücadele edilen şeyse içinde yaşadığımız toplum (..) bu düzenin süregelmesini sağlayan insanların tümü" diyor. Yazarların seçtiği isimlerin benzerliği manidar: Fahri Tekben, sanki Oğuz Atay'ın Tutunamayanların baş kahramanı Turgut Özben'dir. Etkilenmelerin karşılıklı olduğunun farkındalığıyla.

Ters Adam'ın geçen yıl yeniden yayımlandığına sevinerek şahit olduk. Önsözde Ahmet Ergenç şöyle yazmış:

"İlk yayınlandığında (1986) kıymeti pek bilinmemiş bu "kayıp" romanı keşfedişim bir bakıma Oğuz Atay sayesinde oldu. Geçen sene Atay'a dair bir atölye çalışması hazırlarken, Yıldız Ecevit'in biyografisinin bir kısmında bir iki cümleyle Ters Adam'dan ve yazarı Barlas Özarıkça'dan bahsediliyordu. Bu "Oğuz Atayvari" romanın yazarı aynı zamanda Oğuz Atay'ın yakın arkadaşlarından biriydi. Ama her ne hikmetse, günümüz okurları -Atay "fanları" dahil- bu romanın ve yazarının varlığından bihaberdi. Bir kayıp hazine bulduğum hissiyle, Nadir Kitap'tan (evet "nadir") kitabı ısmarladım. Ve evet, kayıp bir edebi hazineyle karşılaştım. Türkçe edebiyattaki kayıp "demonik" anlatılardan biri sahaflarda sararmış bir baskının içinde keşfedilmeyi bekliyordu. Modern Türkçe edebiyat çizgisinde Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay arası bir yerde duran Barlas Özarıkça'nın bir anlamda "yeniden keşfedilmesi" farzdı. Encore'u arayıp Mehmet Öznur'a kitaptan bahsettim: "Şahane bir roman buldum." Böylece kitabın yayın serüveni başladı."


http://www.idefix.com/kitap/ters-adam-barlas-ozarikca/tanim.asp?sid=FWSF6IFN3A0A16R2BIY7



"Ters Adam’ı yıllarca soğuk, kirli kütüphane salonlarında, dumanlı, örtüleri yırtık ucuz kahvehanelerde, alkol kokan meyhanelerde, dar sokaklarda yazdım. Bitirdiğim romanı Can Yayınları’nın sahibi Erdal Öz’e götürdüm. Sesime cevap verecek kulak, ağız, yani bir benzerimi arıyordum. Erdal Öz, başka kopyası olmayan kitabımı okuduğunu, beğendiğini ama nereye koyduğunu bilemediğini, dosyayı bulamadığını söylüyordu. Defalarca gittim, aynı cevabı aldım. İçimdeki katil irileşti, kostaklandı; karar verdim, son defa gidip adamı öldürecektim. Vilayetin yanındaki hanın alt katındaki çaycıya cinayeti geciktirmek için uğradım, aaa, o da ne, bizim Ters Adam han çaycısının çay artıklarını döktüğü çöplükte... Öfkemi yatıştırabilmek için yokuşu birkaç defa indim çıktım. Sonra, annemim emekli parasıyla Ters Adam’ı Habora’da alelacele bastırdım."
http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/vereceklerini-reddetmistim-418996
Serseriydim, edepsizdim diyen Barlas'ın Ters Adam'ın yaklaşık on yıllık yazma sürecinin ardından 1986'da sonlandığına denk gelen yukarıda anlattığı olayları günbegün kendisinden dinledim. Ardından Habora'daki yayımlanma aşamalarına şahitlik ettim. Matbaadan henüz çıkan mürekkebi kurumamış ilk nüshalarını bana getirdiğinde ortak bir sevinci çağırılmayan Yakup'un meyhanesinde beraber paylaşmıştık. İlgili çevrelerde bu kült romanın zamanında görülememesinin nedeninin yazdıklarının yanısıra kendisinin de rahatsız eden saldırgan tavrının 'esas' olduğunu söyleyebiliriz. Burda yazdıklarını zaman zaman gölgeleyen Barlas'ın pervasız ve patavatsız kişiliğini yazarlığından ayırmadan iyi analiz yapmak gerekir. Yapısökümcü diyebileceğimiz Oğuz Atay'ın, çevresindeki usta yazarları rahatsız eden ününün iki parçadan oluştuğunu biliyoruz; sıradışı acemiliği ve ustaişi kolajları. Bunların hepsinin bilinçli tercih olduklarını, Atay mektebinden gelen Özarıkça'yla karşılaştığınızda daha iyi yorumlayacaksınız. Kitap, uluorta kendini teşhir etme zorunda olan yazarla kendini saklayan okurun eğer aynı dip akıntısına kapılmışlarsa kurabileceği netameli bir ilişkidir. Kısmen yeraltı; -belki de köprüaltı demek gerekir- edebiyatı teknikleriyle kaleme aldığı romanlarını sınıfta öğrenilmiş değil de evdeki hengamede eğer yaşandı ve tecrübe edildiyse tamamlanmış bir ödev bilinciyle okumak gerekir. 

31 Aralık 2012'de gönderdiği yılbaşı postasında şöyle diyordu: "emin çetin, azizim, fikri olan olan adam; yeni yılını kutlar, sağlık, esenlik dilerim.
Barlas Özarıkça"

Onu okumak edebiyatın gerçek gurmeleri için -şayet önyargılardan geçici de olsa arınırlarsa- büyük tattır. Patavatsız kişiliği dedik; buna ilerleyen yaşına rağmen, çocukça hınzırlığını da eklemek gerekir. O toplumdan musdarip, toplum ondan mustariptir çoğu zaman.

***

2 Mart 2010'da şöyle yazmış:
Sevgili Emin Çetin;
Pakize Kutlu'yu Oğuz'la tanışmasından yazarın Sultan Ahmet Camii'nden cenazesinin götürüldüğü güne kadar tanırım. Kendisinin yüce gönüllü olup olmadığını bilemem. Ben, Pakize'yle, Kemal Bisalman'ın Yeni Ortam gazetesinde birlikte çalışmıştım. Sanat servisindeydi. Hatta, işi Oğuz ağbi ayarlamıştı; askerlikten yeni dönmüştüm. Genç, cana yakın, tombulluğu hafif bir kadındı. Oğuz Atay ona Ankara yokuşu kitapçılarından (nedense) Dostoyevski romanları taşırdı. İlk verdiği kitap "İnsancıklar"dı. Üstüne kalın pöti kareli paltosunu giymiş olurdu. Yani, kış mevsimi olurdu. Henüz doglas bıyıklı dönemindeydi, sakal bırakmak aklının köşesinden geçmiyordu; daha sonra karısı olacak genç kadın tarafından Halit Refiğ'le tanıştırılmamıştı. Mühendis tipine daha çok benzerdi. Fakat, bana sorarsan, Oğuz Atay için "esas kadın" Sevin Seydi'ydi. Pakize Kutlu bunu hiç unutmadığı için Oğuz'un ölümünden sonra onu unutmuş gibi davrandı ve ilk kocası hakkında hiç konuşmadı. Konunun ilginç tarafı, Uğur'un karısı olan sonra bir İngilizle evlenenen Sevin Seydi de hiç konuşmadı. Suskunlara saygı duyarım. Susmaları için sebepleri olmalı. Tesadüfen öğrendim; Pakize Hanım'ın Taraf gazetesinde (..) çalışıyor yazıyor olmasına şaşırdım; vah keten helvam vah dedim. Oradaki yazılarının birinde Vüs'at Bener'in üstünden Oğuz Atay'ı anlatıyordu. Kardan top içinde ateş püskürüyordu. Bu tip adamların koleksiyonlarına herhangi bir canlıdan daha çok önem verdiğini (gizlice ya da sinsice-sanatlı) söylüyordu. Şimdi sadece foto-grafisini gördüğüm Pakize Hanımı hiç tanımıyorum.


İstediğin hikâyeyi göndereceğim, henüz gönderememe sebebim oğlumun keyfini bekliyor olmam; çünkü bilgisayardan dosya taşıma gönderme faslını budalalığından dolayı bedbaht olan aklım hâlâ çözemedi.
Seni sevgiyle, dostlukla kucaklar, esenlikler dilerim. Yahu, Ömer Uluç'un fakir gülüşü at kişnemesine benzerdi"  Barlas Özarıkça


***

Yazarın eylemiyle okurun teşebbüsü arasında mütakabiliyet vardır; sonuçta ruhun durduğu zeminden firar etme ortaklığından bahsediyoruz. Okurunu bekleyen serzenişleri, kavgaya davet eden ironisiyle mizahcılarla biraz kafkaesk yakınlığı vardır. Ne var ki, böyle bir teşbihin benzetileni mezarında ters döndürecek patolojik sıçramaları da çoktur. Cüretkar kalıplara sığmayan, densiz bir oyunkurucudur. Büyükler için yazan çocuk yazar da denilebilir onun için, toplumun muvazenesini bozan, kurulmuş dengelere çomak sokan anarişt, yıkıcı da ; ciddiliği ti'ye alan çokbilmiş de.. Franz Kafka'dır, Çek Gregor Samsa'dır, Türk Olric'tir hissederiz bunu; içerideki karanlık odanın asıl sahibidir.

Ters Adam, Sera'da Aşk, Ayna Giyinen Şişko ve son kitabı Kaçkınlar Kahvesi; kaç kişi okumuştur üstüne hiçbir edebiyat eleştirmeninin kalem oynatmadığı, toplumun büyük bir mutabakatla suskun kalabildiği bu usta işi kitapları. Biliyorum esas konu kimsenin ona bulaşmak istememesidir. Hani Hilmi Yavuz 'Kantarın topuzunu çoğu zaman kaçırırdı" diyor ya Oğuz Atay için; aynı onun gibi bir durum.
Etrafı iri cüssesi, kalın kabuklu bedeninin içinden sürekli gözler; gözleri teyakkuzdadır. Savunma refleksi her an bastıracak tehlikeye karşı Kafkavari alarmlar verir. Tüm duyu organlarını bir uzvun cürmünün ötesinde beklentilerle kullanır sanki. Etrafındaki tehlikelere karşı reseptörleri her daim açıktır; dinlemededir. 
Bu durum, harcanmadan harcamak içgüdüsü, doğallıkla yazar olarak haşarılığına yüklemiştir.

Kimliği, sarkastik cesareti, cüretkar kişiliği emanet değildir. Savrulmuş defedilmiştir; haricidir, mecazidir; satır satır kendi sesi/nefesini tütsülemiş acayip bir ademoğludur.. Sabit bir doğru, değişmez bir hakikat olmadığı için saptırılmamış bilinç de yoktur; Gerçekte bir yanılsama ve iddia olarak bazı kişiler sadece zaman dışında mevcuttur. Kabul; mütecaviz olan odur ancak böylesine tecimsel bir pazarın geriye itilen nadim, karanlık/kuytu edebiyatın da çaresizliğidir. Kendinin Atay'dan intikal ettirdiği gibi "Türkiye iyi yazarlarını sevmiyor; beter olun!" diyesimiz gelir. 


Masumiyet Müzesi mukimleri Füsun ile Kemal'in örtülü bilinçlerinin taşmış kısmını okuduğumuzda çok da masum olmadıklarını görürüz; olsalar zaten müzelik bir hikaye çıkmazdı ortaya. Sonuç itibariyle mutlaka bir gün okuyucusuyla buluşacak tarifi mümkün olmayan, ilginç ve benzersiz bir kişilik, dışlanan kötü bir karaktermişcesine hak etmediğisini bulmuş, toplumda ilgisizlikle cezalandırılmış, sürgün edilmişcesine muammele görmüş aykırı ama çok iyi bir yazardır Barlas Özarıkça.. Ancak müsemma bir ecele yaşarken tahammül edilebilirse...

Bir süre önce Kadıköy Çarşı'da gördüm. Yaşlandın derken övüyor mu yeriyor mu belli değildi; saçmaladın gene' dedim! Alışıktı o milletin 'saçmalama' deyişlerine, aldırmazlığı, umursamazlığına. O da aldırmadı; mutad üzre yerli yersiz etrafta kimi tanıyorsak konuşmasına küfrederek devam etti..
Bu yazıyı da yayımlamadan önce gene ona gönderdim; ne de olsa şahsa yazdığı bu e-postalar için izin almak gerekiyordu. Verdiği cevapta bugün şöyle yazdı: "Konuştuğum her söze, yazdığım her yazıya, davrandığım her davranışıma kalıbımı basarım. Cağaloğlu'lu sert günlerimizdeki resimlerimizi henüz unutmadım. Meraklısı, Hayati'nin Somut dergisine baksın! Haydi, sağlıcakla kal, keyifli ol! Dostlukla selamlarım." Hayati dediği ortak dostumuz, Tutunamayanları ilk defa yayımlayarak Sinan Yayımları'nın batmasına neden olan üstat Hayati Asılyazıcı. 

Biliyorum o, cocukça dürüst kalandı. Belki de o haklıydı ama kazanan başkalarıydı... Aşağıdaki linkten Açık Radyo'da yaptığı konuşmayı dinleyin; her bakış gibi onun anlatımı da otobiyografik bir perspektifi içeriyor. Hakikati bütün çıplaklığıyla arzulaması bir matris yaratıyor; Ters Adam bir tezahhür romanı. Barlas'ın kitaplarını; o yazılardaki sert saçmalama cesaretine -referanslarına ve maksatına mutlaka dikkat ederek- tahammül edebilirseniz mutlaka okuyun. Oğuz Atay'ı eğer okumuş ve sevmişseniz onu da Atay'ın kitaplarının yanına koyacaksınızdır. Tutunamayanlar'daki Olric karakteri, hem fiziği hem de edebi içtihadı ile hiç şüpheniz olmasın Barlas'tır; tereddüt etmeden kefilim buna..

http://www.idefix.com/kitap/barlas-ozarikca/urun_liste.asp?kid=7597





***



Eli, Eli, lama sabaktani? *


Tarih dediğimiz zaman dilimi, insanın yeryüzündeki varlık süresinin yüzde biridir. Karşılıklı yardımlaşmanın yerini alan işbölümünün bu dehşet ortamında 'eşitlik' söylemi bir güzellik ve iyilik kavramı olarak görülmemelidir; onu yüklenen aforizmalar ancak kötü bir şakadır; ona açılan tezler pratikten yoksun kusurlu bir teori olma durumundadır.

Emek tüm teorilerde 'değer' olmaya devam edecekse eğer, doğru hayat ancak bu tesbitlerle hakikatın hilafında ve aleyhinde yaşanacaktır. Elbette biliyoruz; bu sistemden çıkış ve kurtuluş yoktur.


Hayatları 1844 Yazılarını ve Alman İdeolojisi'nde söylediklerini inkar etmekle geçti. Ancak tutunacak dal aradıklarında başvurulacak argümanlar gene oradaydı; her dönemlerinde aldılar kullandılar. Engels, Anti Dühring'de "gerçek değeri baş köşeye oturtarak kapitalist üretim biçimini ortadan kaldırmak istemek, papayı başa geçirerek katolikliği ortada kaldırmak istemekle aynıdır. Üreticilerin sonunda bir gün, üreticinin kendi öz ürününe köleleşmesinin en geniş dışavurumu olan bir ekonomik kategorinin tutarlılıkla kullanılma aracıyla, ürünlerini egemenlik altına aldıkları bir toplumun kurulmasını istemektir." diyor. Yani imkansızı istemek.. Emek, metadan önce gelen kurucu 'değer' ise onun düşünürlerinin çaresizliğini anlatmak için fazla söze gerek yok. Teorik olarak Emek'den daha temel ve eşitlikçi bir paradigma bulunmadığı gibi, onun temsili vesilesiyle sömürüyü yaratan ve kendi köklerini inkar eden başka bir argümana da sahip değilizdir. Makinalar çağında sermayeye gıyabında, radikalizme fevkinde hasım olanlar için ise işgünü sadece günah keçisi! Yoğunlaşmış emek olan sermayenin biyolojik hayatı yeniden doğurduğu, kapitalizmin var olan her şeye nüfuz ederek kendisiyle birlikte mübadeleye soktuğu bir çağda yaşıyoruz. İnsanlık tarihinde sabit bir doğru, değişmez bir hakikat olmadığı için doğru bilinç de yoktur; fenomenoloji sadece bir yanılsama olarak yalnızca zamanda mevcuttur. İfşa edilmesi gereken hangi tahakküm biçimlerinin bugünkü meşru doğruyu sembolize eden emeği, baskının vazgeçilmez aracı haline getirdiğini ortaya çıkarmaktır. H. H. Holz şöyle yazıyordu: "Temel, Marksist kuramda üretimle tanımlanır. Bununla birlikte üretim, yalnızca üretici güçlerde somutlaşmış maddi şeylerden değil, aynı zamanda bu üretici güçler yardımıyla çalışan insanlardan da oluşur. Bu üretici güçler o insanların fikirleriyle uyum içinde örgütlenir. O fikirler de doğallıkla üretici güçlerin gelişmesiyle belirlenir, ama ayrıca kuramsal ve pratik geleneklerle, yaygın alışkanlıklarla, söz konusu insanların özümledikleri felsefi ve dinsel öğretilerle, sevdikleri sanat yapıtlarıyla –kısaca, insanların kültürde nesnelleşmiş kendi-farkındalıklarıyla– biçimlenir." 

Tereddüte mahal bırakmaksızın anlaşılıyor ki insan denilen 'varlık' doğaya ait değil, kültüre ve bileşenlerine ait bir yanılsamadır. Peki, toplumsallaşma olarak kültürü üreten fermante oluşumun, diyakronik/senkronik çürümenin başlangıcında ne vardı?

Zaman, hayatımızı yerinden eden bir ölçü birimidir. Şeyleştirme ve tüm tahakküm sisteminin kurucu ögesidir. Her zaman birimi, sembolik dünyadaki temsilin başlangıcı olarak ilk önce kendini üretir. Zamanın kendini ve ürününü ölçen sayısal sistem hayatın kendisinde yer almayan özdeşlikler üzerine kuruludur. Doğanın hiçbir yerinde birbirinin benzerini göremeyeceğiniz eşitlikler önceleri sadece icat edilen rakamların dünyasında mevcuttu. Ancak doğanın üretimine karşı endüstriyel üretimin yeni bir hayat formu tanzim etmesiyle birlikte insanların hayatı, birbirine tıpatıp benzeme kabiliyetindeki şeylerin üretimine terkedildi. Görüyoruz ki 'eşitlik' parçası olduğumuz yeryüzüne ait değil, endüstriyel çarka ait nesne/özneyi birbirinin etkinliğine rabıtalandıran bir baskılama aracıdır. İnsan algısal kavrayışın yerine kavramsal anlayışı yerleştirdiğinde soyut, somutun; düzen kaosun yerini almıştır. Planlı üretim, açığa çalışmak, biriktirmek ve metazori istihdam demektir. Karşılıklı yardımlaşmanın yerini alan işbölümünün bu dehşet ortamında 'eşitlik' söylemi bir güzellik kavramı olarak görülmemelidir; onu yüklenen aforizmalar ancak kötü bir şakadır; ona açılan tezler pratikten yoksun kusurlu bir teori olma durumundadır.

Emek tüm teorilerde 'değer' olmaya hâlâ devam edecekse eğer, eşitlik/adalalet nidalarıyla çağırdığımız hayat, hakikatın yörüngesinde tutunamaz. Fenomenden mutlak zekanın, dolayısıyla mikro oluşumun leyhinde mükemmellikler beklenmemelidir. Uyumsuzluklar sürdürülebilir değildir; yabancılaşma ilanihaiye yaşanamayacaktır; bu cehennemden çıkış yoktur..


Ekrandan; önce Ortadoğu coğrafyasındaki katliamlara ardından bir komedyenin banka reklamlarına aynı güvenli mesafeden bakıyoruz. İletilen mesajları merak ve umursamazlıkla alıyoruz. Ortalama zaman en fazla 30 saniye ve müşterisi aynı insanlar. Tüketici ya da üretici olarak hedef kitleyiz biz; işbölümü yaşamlarımızı parçalayan temel kavram. Hayat bizden neyi neden talep ediyor?

Aradığımız kaynakları mitolojiden çok munzam karşılıkları ya da bazı zıt çağrışımlarıyla eskatolojide bulabiliriz. Matta 25. bölüm aklımıza gelsin. Efendisi uşağına bir miktar para verir ve kendi gelene kadar muhafaza etmesini ister. Efendi geri dönüp hesap sorduğundaki diyalog şöyle geçer: 
" (..) korktum, gidip senin verdiğin talantı toprağa gömdüm. İşte, al paranı!' Efendisi ona şu karşılığı verir: `Kötü ve tembel köle! Ekmediğim yerden biçtiğimi, harman savurmadığım yerden devşirdiğimi biliyordun ha? Öyleyse paramı faizcilere vermeliydin. Ben de geldiğimde onu faiziyle geri alırdım...

28- Haydi, elindeki talantı alın, on talantı olana verin!

29- Çünkü kimde varsa, ona daha çok verilecek ve o bolluk içinde olacak. Ama kimde yoksa, kendisinde olan da elinden alınacak.

30- Şu yararsız köleyi dışarıya, karanlığa atın. Orada ağlayış ve diş gıcırtısı olacaktır." 


Kötülüğün nasıl icat edildiğini; günümüzde tekrarbetekrar hangi ihtiyaca binaen zımnen yeniden yaratıldığını düşünmeliyiz; biz neyiz ve hangi kimiz? Zaman, tüm hayatımızı yerinden eden bir ölçü birimidir; tahakküm ve şeylerin idaresinin başlangıcıdır. Birim olarak zaman, sembolik temsilin ilk perdesinde dünyada ilkönce kendini parçalayarak üretir. Timelogi 'tarih' olarak zuhur eder. Algoritmik sistem, kendi içine kapananan linguistik ve terminolojik bir düzende dışarıda tanımlanmamış bir şey bırakmadan diyalektik irtibatlarla ilerler. İdeolojinin farkı her yerde olan mutlak bilgiyi eğerek kullanma gücündedir. "Elin gelişmesiyle, işle başlayan doğa üzerindeki egemenlik her yeni ilerlemede insanın görüş açısını genişletti. İnsan, doğadaki maddelerde sürekli olarak yeni, o güne kadar bilinmeyen özellikler keşfetti. Öte yandan işin gelişmesi, karşılıklı destekleme, ortaklaşa etkinlik hallerini çoğaltma ve bu ortaklaşa etkinliğin her birey için sağladığı yararın bilincine varma yoluyla toplum üyelerinin birbirine gittikçe yaklaşmasına zorunlu olarak yardım ediyordu. Kısacası, oluşan insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeylerinin bulunduğu noktaya eriştiler."(1) 

Paganizminin ihtiyaçlarıyla başlayan dilin serüveni en son merhale olan endüstriyel ekonomizmin ideolojik fetişleriyle sürer. Planetimizdeki ilk meslek erbabı şamandır. Geçmişi ayak izlerinden tanısak da kullandığımız yazılım sabittir; talep edilen iyileştirici güçler uzmanlıkların dehşeti ve mesleki dildeki soyutlamalarla doruğa ulaşır. Kapitalist/sosyalist rejimler birbirinin matrisi ve yekpare rejimin payandası derken Spinoza'nın sonsuz sıfatları olan tek cevher (supstance) tezini anıyoruz ; yaşam tarzlarının ve kültürün paradigması olan dil, üretimle ortaya çıkan mülkiyet duygusu ve dumura uğrayan psikolojinin ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde evrimleşti; o, ortak bağlarla gelişen kitlesel idrakın düzenleyici oldu. Mübadele sisteminin evrimleşmesiyle ortaya çıkan erke ait realitenin oluşumu bütünüyle jargonun insafındadır. Konuşma özgürlüğü izafi; kesinlikler dilin uçuculuğu içinde aldatıcıdır. Politika yapısı itibariyle vaadkardır ancak tarih, eşitsizlikleri korur ve ortadan kaldıramaz; bir özgürleşme müfredatı yaratamaz. Aksine 'emek' tabiatı kuşatırken, özneyi kuşandığı formlarda değişime zorlayan istikrarsız ve sınırlandırıcı, kitleleri aldatıcı amalgamlar üretir. "Emek gücü ancak sermaye tarafından kullanıldığı zaman değer olur (..) Emeğin kolektif gücü, toplumsal güç olma niteliği sermayenin kolektif gücüdür. (2) Spinoza "İnsanlar neden kendi kullukları için inatla sanki kendi kurtuluşlarıymış gibi mücadele ediyorlar" tespitinde bulunur; Marks, "İnsanlar, kölelikleri için sanki özgürlükleriymiş gibi savaşırlar"a dönüştürerek sürdürür. Toprak zeminde, kutuplar arasında çarpışmalarda özbilinci yaratan ateş ve rüzgardır. Yabancılaşma eşiğini aşan İnsan metodolojik hatırlamayla, geçmişi sanki ontolojik bir tamamlayışmış gibi şimdiki varoluşunun temeline yerleştirir; bulaştırarak umuma temellük eder. Olumsuzun pratikte olumlaması telifin haklarıyla beraber düşünülmelidir. Emek ve sermaye; yeryüzü kendini inkar edercesine mülki değeri yaratan özbilince dönüştüğünde ortaya çıkan tek bir sistem vardır ve onun türevlerinden başkası kurulamamıştır; felsefenin olduğu kadar kapitalizme alternatif olduğunu haykıran radikal siyasetin de asıl sorunu sahte faaliyet yorgunluğudur. Adalet/eşitlik/özgürlük çağrıları içeren hayali paradigmalara daha yakından bakmak ve üretime, uzmanlaşmaya, metrik sisteme dayanan tüm olguların semptomlaştırdığı bünyemizi, değiştirdiği karakterimizi anlamamız elzemdir. Tuz koruyucudur da hakeza kozmik toz maddenin en sonunda mukadder olan parçalanışıdır. Diyalektik zamanın devreye girmesinden önce endikatör/belirleyici olan uyumdur; kapitalizmin dayattığı sürekli devrim, topyekun yabancılaşmadır. Ontolojimizdeki doğal algıların evrime karşı zamanda tutsaklaştırıldığını; diyalektik ve ilerlemeci değişimin organik bütünlüğü nasıl yerinden ettiğini görmemiz gerekir. Ne Kant'ın iddia ettiği gibi 'insan' doğada yaşayan bir varlıktır; ne de Spinoza'nın dediği gibi doğanın bir varlığıdır; O, sadece mübadele edilen emekle ürünü sermayenin yazdığı tarihe ve mutlak hayatı, çalışma/yaşama zamanlarına bölen dile ait metoformik bir oluşumdur.


(1) Engels, Anti Dühring s409
(2) Grundrisse 2/71
(3) Engels, Doğanın diyalektiği s188
 *   Eli eli lama sabaktani: Tanrım beni neden terkettin? İsa'nın çarmıhtaki son sözleridir


Tuzlu Su: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori ..

Aşağıdaki metni  Carolyn Christov-Bakargiev tarafından TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori başlığıyla tartışmaya açılan 14. İstanbul Bienali'ne bir giriş eleştirisi olarak da okuyabilirsiniz. Ne de olsa küratör bizleri teorik temelde konu hakkında düşünmeye çağırmış ve konu hakkında üretimi görmeden önce bir yanıt beklediğini yazılı açıklamıştı. (1)

http://bienal.iksv.org/tr/arsiv/haberarsivi/p/1/1140








Machina multa minax minitatur maxima muris ...

Machina teriminin Latince kullanımının en eski bilinen örneği -ilkçağ sonlarında, ortaçağ öncesinde-, MÖ 2. Yüzyılda İrlanda, Ennius yerleşim bölgesinde bulunandır. Post modern dünyada referans noktamız için sağlam bir kanıt oluşturur: Machina multa minax minitatur maxima muris : Surları korkunç biçimde tehdit eden bir makina!


https://books.google.com.tr/books?id=yXYWicoC-SEC&pg=PA86&lpg=PA86&dq=Machina+multa+minax+miniatur+maxima+muris&source=bl&ots=I-hHjBIOQU&sig=VSPFkMbv2gxV0lHJegkW3DWXTk8&hl=tr&sa=X&ei=8wSTVeeTBOb9ywPHiLRI&ved=0CB8Q6AEwAA#v=onepage&q=Machina%20multa%20minax%20miniatur%20maxima%20muris&f=false


Bu hafta Cumhuriyet'in Bilim Teknik ekinde (1475/26 Haziran 2015) biyologları çok etkileyen bir canlıdan; kurbağamsı bir hayvanın alt türünden; su semenderlerinden bahsediyordu. Bilimsel adı Axolotl olan bu varlığın temel özelliği vücudunun hiçbir şart altında sakatlanarak eksilmemesi. Mücadele esnasında bir başka canlıya yem olan kopan bir organı yeniden teşekkül edebiliyor. Axolatllar hakkında bu bilgiyi okunca acaba bunlar özerk organizmalardan oluşan bir bileşim mi diye düşündüm. Çünkü böyle tek bir görünümünde olup farklı varlıkların biraradalığıyla oluşmuş hayat formlarının olduğunu biliyordum. Örnek Fizalya denizanası: Tuzlu suda, okyanuslarda yaşayan ve safari karınca sürüsü kadar yağmacı olan bu 18 metrelik tehditkar deniz canlısı aslında tek bir hayvan değil, özgür iradeleriyle birbirine tutunan birlikte hareket eden binlerce canlı; yani bir komün. Prensipte hücrelerin tek başına yaşamasına engel olan bir durum yok; ancak münferit yaşamayan bu organizmalar iradeleriyle işbirliği içinde hareket eden arılar gibi organize bir birlik. Deniz/gökyüzü, toprak; İnsan, hakikatini dönüp dönüp doğada arar. 'Gerçek' dediğinde gözler tutunacak bir yer bulmaya çalışır; o, olduğu haliyle bu dünyadır. 

Hegel calls it ‘synthesis’ but in the dialectic of nature there is neither an ‘enemy’ nor an ‘antithesis’ that can come out without the human thought. when we look in to the life that we pass through/experience, with the cause that human mind possesses we notice that there might not be a significant between the ‘cause’ and the exchangeable ‘effect’ that makes this cause eager.

Hegel, 'sentez' der ama, doğanın diyalektiğinde ne 'düşman' vardır ne de insani düşünce olmadan zuhur eden bir 'antitez'. İçinden geçtiğimiz / tecrübe ettiğimiz hayata baktığımızda; insanın sahip olduğu 'neden' ile bu nedeni şevke getiren mübadele ettiğimiz 'sonuç' arasında anlamlı bir hat, doğrudan eklemsiz bir çizgi olamayabileceğini farkederiz. Ne var ki iktidar, oyunun kurallarını ihlal ederek nedenlere değil, sonuçlara doğrudan sahip çıkmaya kalkışır kalkışmaz 'hakikat' boş bir söz olur; başkalarının kötülük yapmak üzere burada bulunduğu inancı, perseküsyon hezeyanlarıyla 'gerçek', bulunduğu ortam ve yolda bambaşka bir tecrübe kazanacağı sembolik bir kurmacaya doğru yürür. Thomas Hobbes, 1651'deki Leviathan'da 'herkesin herkesle savaşının' düzenleyicisi Devlet'in bugünkü anlamda gereğini/gelişini haber verir. Yaşadığımız dünyada 'kaygı' kurucudur. Hak ve Özgürlüklerin koruyucusu olarak formüle edilen Devlet; Leviathan'da giydirilmiş ve kuşatılmış beden formları sürekli devrime, diyalektiğe ve ölüme tabidir. Hak ve özgürlükleri ihlal eden bir kurum olarak tertibatları ve araçsallığıyla katastrofik bir dönüşüme yazgılıdır. Devlet, latince adı ve kavramıyla 'civitas' olarak adlandırılır. Entegrasyonunu yaratmış kapitalizmi tek bir dünya devleti diye okuduğumuzda elbette ki bir dışarısı yoktur ve "Bütün siyasal devrimler, bu makinayı kıracakları yerde (onarmış ve) yetkinleştirmişlerdir". Bu cihaz, ortaçağ sonlarında emekleme, modern dünyaya ilk adımları atma yönünde araç olarak anlamlı bir enerji yarattı; ancak bugün raf ömrünü tamamladığı aşikar olan büyük Leviathan, doğduğu gibi ölmek üzeredir. Oysa vatandaşları, yabancıların istilasından korumak, yurttaşların birbirlerine zarar vermelerini engellemek, kendi emek güçlerinin heder edilmesine müsade etmeden sanayilerini ve yeryüzünün meyvelerini toplamak, nebatını hasat etmek gibi nisbeten masumane isteklerle yola çıkmışlardı. Bunun içinde bir yöntem olarak temsiliyete; vesayetle toplumun bütün gücü ve kudretini tepede bir tek insana ve altında erki denetleyen insanların meclisine vermek amacını gütmüşlerdi. Modern burjuva aşamasında parlamento prensibiyle vücut bulacağı düşünülen böyle bir tasarımın çağa ve her topluma uyarlanmasının bedelleri ağır olmuştur. Toplum olan insanların birbirlerine ‘Ben haklarımdan vazgeçiyorum ve tüm haklarımı bir insana ya da insanlar meclisine veriyorum’ demesinin suptil ve sınıfsal nedenleri artık bugün öznel yargıları fazlasıyla kışkırtıyor. Organizasyon şemasındaki bütün gücün monarkta ve devletin kudretinin tek bir insanda toplanmasının ömrünü tamamladığında düşünenenlerle kısmen mutabıkız. 

Machina teriminin Latince kullanımının en eski örneklerinden ilkçağ sonlarında, ortaçağ öncesinde, MÖ 2. Yüzyılda İrlandadaki Ennius yerleşim yerinde bulunmuştur. Post modern dünyada referans noktamız için sağlam bir kanıt oluşturur: Machina multa minax minitatur maxima muris : Surları korkunç biçimde tehdit eden bir makina! İhlal edilmesi gereken ortaçağın sonunda yeniden kıskıvrak tebalaştırılmış kitlesinin arasındaki uçurumdur. Uygunsuz hakimiyet, tabiyeti yıpratmıştır. Leviathan ile modern dünyanın sözleşmesi olarak kalan yönetim ilkesi halihazırda askıdadır; öznelerinin kudret kazanmasıyla birlikte yüzünü şimdi bize çevirmiştir bu tertibat. Şiddetli eleştirisinin temelinde ise surların içinde kıstırılmış bireyi, tehditkar düzeneğin savaş askerleri olarak konumlandıran şizofrenik işbölümü, barış zamanlarında çalıştıran üretici akıl; refah toplumunun zora dayalı iradesinin otoriter müfredatı vardır. Sınırlar olduğu müddetçe savaşlar olacaktır; cephanesi insan olan mücadele doyumsuz/bitimsiz bir paradokstur.  

Bilim, sosyoloji ve felsefe olmadan kendi başına bir anlam ve amaç/hedef teşkil edebilir mi?

Soyutlama gerektiğinde, yerlerde sürünen basit indirgemecilikle olayları basitleştirir hasbelkader vaziyeti somutlarız; argümanları ortada somutlama zuhur ettiğinde ise laf kalabalığına dayanan paranoyak bir soyutlama yöntemine başvururuz; pratiği kutsayan teorideki 'diyalektik metodoloji', böyle mundar gayri şahsi bir saplantıyı aşma kudretinden yoksundur. Buna rağmen verili alan bir olgudur. Dışarıda bırakmak, içeriden kapatmakla eşdeğerdir. Her toplumda her zaman her insan kategorisine ait bir limit mutlak veritedir. Hırsızlar, uğursuzlar, zekiler, ticarete mütemayil ya da liderliğe hevesli olanlar, mülayimler, isyankarlar, sanatçılar vd. Toplumun bileşenleri gibi biyolojik kader diye de bir şey vardır.

Errico Malatesta, "Kötü bir birlik oluşturmaktansa hiç birleşmemek daha iyidir. Fakat biz herkesin dostlarıyla birlikte olmasını, tecrit olmuş ve kaybolmuş güç olmamasını isteriz" diyor. Bir yerde herkes birbirini müthiş bir uyum içinde tamamlayıp toplumda herkes birbirine benzemeye başladığında; dışarıda kalanlar dışında orada kimsenin ruhu kalmaz. Şanını, gönencini başkalarına yapabildiği kötülüklerde gören siyasetin güç istenci zaferlerle taçlandırılamadığı zaman; güçsüzlükler ve yetersizlikler yeni bir ruh göçü yaratarak toplumları barıştıracaktır! İnsanlar ve toplumlar iyi ya da kötü değillerdir; onlar kimyası simyasıyla sadece oranları olan bir bileşimlerdir. Terkip fenomen-olojidir; fenemolojiyse artık oluşum değil kaderini eline alan hilekar aklın bilinci; tüm değişkenlerinin oynaklığıyla stabil olamayan posthakikatin; şeyleşen insan malzemesinin manyetik görünümüdür. Toplum katmanları tercihlerini birebir yönetime yansıtamıyorlarsa prizmadaki kırılma agrandize olarak şiddeti doğurur. Toplumsal değişimler, dengeleri ve limitleri lehlerine orantısız ölçüde değiştirmek için hayata karşı örgütlenen kuvvetlilerin değil, yaşamak için birarada tutunan zayıfların gücünün eseri olacaktır. Emek tüm teorilerde 'değer' kabul edilir. Bu postulatlar sabit olduğu müddetçe eşitlik/adalalet nidalarıyla davet ettiğimiz hayat, hakikatın hilafı ve gerçeğin aleyhine tesis edilen farklı bir zeminde sonuna kadar yaşayacaktır. Mesihe ilk inananlar denize ağ atan balıkçılardır. Postmodern zamanlar sonrasında rekabetçi değil de eğer paylaşımcı bir cemaati arzuluyorsak; mültefit ama olabildiğince münferit bir birlik emeğin değer olmaktan çıkartıldığı, karşılıklı yardımlaşmanın mübadeleyi askıya aldığı bir akılla elbette gerçekleştirilebilir. Şifre nehirdir, denizdir, okyanustur tatlı ya da tuzlu sudur; parolası balık!

Denizi aşıp gelen Kolomb'u kucak açarak karşılayan kızılderileleri eleştiren anarşist John Zerzan, "bana sorarsanız yapılması gereken en zarif şey onun boğazını kesmekti" diyor; bu Afrika'dan taşınan köleleri ve istimlak edilen bakir coğrafyayı düşündüğümüzde denizden gelenlere şiddetle karşı koyma daha iyi olacaktı diye düşünebiliriz. Görüyoruz ki beyaz adamın bilinçaltı, bilinçten çok daha fazla korku yüklü, karanlık ve endişe dolu irrasyonel bir alan. Tedarikçi, fiilleri abartmaya meyyal. Özneye düşen katharsis icaptan; anlatıcı korkutmayı ve istihzayı gereğinden fazla seviyor. Günümüz insanının bariz meselesi artık nerede yanlış yaptığını anlamak, sıra neferi olmak için günah çıkartmak değil, olduğu duruma bakmaksızın her şeyi temelden reddetme iştiyakı; yabancılaşmaya bağlı koktenci histeri eğilimidir. Bir kavramı kendi hilafında olmanın ötesinde bir anlamla farklı kavram olmaya zorlamak bir tür körlük biçimi; bizler bu ihtilafları ne ruhta ne akılda çözememe üzerine kurulu bir hayatı sürekli/biteviye yaşıyoruz. İşin sırrı üretim ideolojisinin bağlantılarını gevşeterek merkeze insanı koymadığımız örgütsüz bir tasavvurdur; hiyerarşinin olmadığını idrak esastır; plansız bir kararlılıkla ekolojik hayata dönmektir. İnsanlık kamusal alanları yaratmadan binlerce yıl boyunca iktidar şiddeti ve örgütlenmiş bir tahakküm mekanizması olmadan yaşadı. Fatalist tanımı upuygun değil; hakikatını inkar ve kaderini reddeden büyük yürüyüşün sonundayız bugün. Zaman restleşme vakti! Modernizme kapıları kapatın, bütün kitaplarını yakın; bilgelikten yoksun öğretileri unutun dersek; 'bu kadar da olmaz!' denilebilir. Söylediklerimiz radikal sosyalist ilmihale ters; liberal mutmain ahlaka mugayirdir. Deleuze/Negri'den ilham alan anarşist fıkıhta bile haramdır; biliyoruz! Ne Bakargiyev'e jest ne de topyekun bir rest; sadece bir düşünmeye çalışma süreci; felsefede hep olan her zamanki gibi bir deme isteme gayreti, söyleyebilme eylemi! Biliyoruz ki, Marks'ın dediği gibi 'Fikirler, belirli tarihsel durumları aşamazlar. Onlar sadece, bu duruma uygun olan bir kısım fikirleri aşabilirler. Gerçekte fikirler, eğer kendi başlarına kalırlarsa hiçbir şeyi gerçekleştiremezler"

Ha, okyanuslarda yüzen Fizelya denizanası kolonisinin diğer adı Portekizli savaşçı imiş!


(1) 14. İstanbul Bienali için hazırlıklar tüm hızıyla devam ediyor. Carolyn Christov-Bakargiev tarafından TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori başlığıyla bir dizi işbirliği içerisinde şekillenmeye devam eden 14. İstanbul Bienali, 5 Eylül - 1 Kasım 2015 tarihleri arasında şehre dalga dalga yayılacak. Carolyn Christov-Bakargiev, TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori başlığıyla 14. İstanbul Bienali’nde, “sanatta araştırma ile diğer bilgi türlerini birbirine bağlayan, doğrusal olmayan ve organik formlar vasıtasıyla, çizginin nerede çekileceğini, nerede geri çekilmek gerektiğini ve nelerden faydalanılabileceğini arıyor. Bunu açık bir denizde, yüzey düzken parmak uçlarıyla olduğu kadar sualtının derinliklerinde, katlanmış kodlama katları açılmadan da yapıyor.”

‘Bir dalga, nihayetinde düğüm haline gelmeye çalışan bir çizgi olabilir mi ve eğer öyleyse düğüm ne zaman çözülebilir?’ sorusunu fizikçi ve aynı zamanda filozof dostlarına yönelten Carolyn Christov-Bakargiev ‘en sonunda ve belki de bilhassa – sanatçılara soruyor ve yanıtı onlardan bekliyor.’





***





Beyeler/Pera Müzesi farkı!

Öncesiyle sonrası farklı değilse boşa geçirilen bir zamandır. Tecrübe ne tarihsel ne de kültürel karşıtlıklar kurulmadan aktarılamaz elbette ancak buluşmalarda birbiri içine geçmiş dersleri öğrenmek için öğrenmeye hazır bir altyapı gerekir. Müze bir kere girilip sonra ardına bakmadan çıkılacak bir mekan değildir. Onun müdavimlerinde olması gereken hassasiyet ve disiplinin sermayesini temin eden kurucusunda; kurumu emanet alan teknik ekibin ruhunda da olması beklenir.




Basel'deki Beyeler Müzesi de Istanbul Pera Müzesi gibi özel bir vakıf. Koleksiyoner bir ailenin hayatlarının bir eşiğinde toplumla paylaşılan birikim ve yılların gayretinin eseri. Bu tür hikayelerin ardında renkli simalar ve kolektif tecrübeye misal olabilecek bilgelikler, olgunluklar vardır ama konu başka. 
Pera'ya gidenler bilir. Zamanın eprittiği tablolar, üzerlerine düşürülen kuvvetli spot ışıklarıyla aydınlatılır. Boya denilen malzemenin,-hele fabrika ürünü değilse- ışığa dayanıklılığı sürelidir. Eserin naturasını yıpratan nem, oksijen ve ışıktır. Pera Müzesi bu konuda defalarca yazmamıza rağmen senelerdir umursamadan aynı tavrı sürdürmektedir. Yaklaşık Pera'yla aynı zaman diliminde hizmete giren Beyeler Müzesi ise doğal ışıklandırmayı seçmiş. Tavandan düşen gün ışığı ile aydınlatılıyor. Camlarda UV filtreler var. Çok güneşli havalarda storlar çekilerek loş bir ışık mekana yayılıyor. Pera'da yoğun ışığa ve kapalı mekanda neme, sıcağa maruz bırakılan resimler, tarihi misyonuyla ulusal servet. Her yaratıcı zeka, kamusal alanda kendini dışa vurur vurmaz yoğun ilgiden gözler kamaşmakta, eleştiriye kulaklar sağırlaşmakta; zengin performans bir kibir gösterisine kolaylıkla dönüşebilmektedir. Belki bunca yıldan sonra birileri gün ışığının faziletlerini çok geç olmadan idrak eder ve kapalı pencereler sendromunu olabildiğince düzeltir.

http://www.fondationbeyeler.ch/en/museum/impressions
http://www.peramuzesi.org.tr/Sergi/Kesisen-Dunyalar/77
http://blog.peramuzesi.org.tr/haftanin-eseri/ingiliz-elcisinin-kizi/


















***