Ne entelektüel mülkiyetin korunması ne de emeğin/paranın zaruretini sürdüren, sözleşmelere dayalı bir toplu yaşama pratiği ya da şiddeti mazur gösterme mutabakatı. Tüm insanlar ve varlıklar arasında sembiyotik bir ilişki vardır; ne ki, diyalektik olduğu meçhul olan hayatın tek bir bedende dirilişinin nedeni tecrübedir. İnsan iyi veya kötü değildir; sadece kararında / kıvamında tutulması gereken bir bileşimdir. İtiraz edilmesi gereken sadece hiyerarşik toplum örgütlenmesidir. Durumu tam idrak edemiyorlar; makinaların olduğu toplumda emeğin sömürüsüne gerçekçi bir çözüm önerisinin olmadığını biliyoruz.
Korkunç bir istihzadır kader!

İnsan düşünür! Spinoza'nın Etika'daki cümlesi namütenahi bir eylemi, mutlaklığı eşsiz ancak hakikati çok tartışmalı bir aksiyomu dile getirir. Bu toplum denilen organizmayı tek bir cismani varlık olarak ele aldığımızda tutarsızlıklardan bahsedebiliriz. Ama iradesi büyükler tarafından kontrol edilen çocukluk aşamasını geçmiş ergenlik sancılarını yaşayanlar sadece zaruretlere tabidirler. Çıkış yolu ezotorik kabullerle isyan arasında gidip gelir; şeytan, oyunun olmazsa olmazıdır. Birlik için 'tutarlılık' kadar kadar 'saçmalama' da yararlıdır ve sarkaç salınımı özerk parçaların tabii hakkıdır. Tarihi diyalektik bir gelişim diye okuduğumuzda toplum üzerindeki şekillendirme çabalarına hak vermemiz, ilerleme mefhumundaki mühendisliğin hak ihlallerini, ortaklık adına kamu disiplini gayretlerini onaylamamız gerekir. Cogito kavramıyla Descartes, düşünme olgusunu farklı bir zemine taşımıştı. Ancak aktüel insan faaliyeti bir 'olgu' olmaktan çıktığında kritik bir eşiğe gelir. Hele pragmatik son merhalede düşünmenin mülkiyete yol açması, mülkiyetin sınıfları ve kanunları doğurması tarihsellik içinde yerli yerine oturur. Arkaik ya da modern; varlık ve insan, önce türü, nesli ve topluluğu için; hep feragat eder. Trajedi özneleşme sürecinde; düşünen aklın 'özgürlük' sınavındadır. Fikirler ortak ve müteakiptir. Nasıl Marks felsefesi özünde bir Hegel yorumuysa, Hegel de seküler çağda Schelling'in sivilleşmesinden ibarettir. Şöyle yazar 'Nitekim trajedinin özü, öznedeki özgürlük ile zorunluluk arasındaki gerçek ve nesnel bir çatışmadır. İkisinden birinin yenilgisiyle sonuçlanamayan bir çatışma.. Öyle olur ki sonuçta ikisi de aynı anda hem galip hem de mağlup gibi görünürler; bunun hiçbir önemi yoktur" Korkunç bir istihzadır kader; öyledir ki, tarihte hep ezenlerla ezilenler yer değiştirerek müteharrik olurlar. Hegel demiyor muydu 'Tarih, özgürleşme mücadelesidir' diye! İnsanoğlu, ontolojik yıkımını sağlık arayışlarıyla, kendi kültürel yıkımını ise bir uygarlık masalının hazzı olarak yaşamaktadır. Radikaller, Liberterler yahut herhangi bir endüstriyel mefhum: Düalizm şaşılıktır; her şey zeminde aynı anda mevcuttur. Ne sürekli yapmak zorunda olduğumuz seçimlerden ne aklın hilelerinin yol açtığı sınavlardan; anomaliden kaçış ve çıkış yoktur.
Otonom Yayınları, hakikati ararken gerçekleri tersyüz etmeyi seviyor. Yeni bir kitap çıkardılar. Negri'den, 'Lenin Üzerine 33 ders. Şöyle yazıyor arka kapakta: "Şimdi "Ne Yapmalı?" sorusu da yeni bir ışık altında görünmektedir. Bu stratejik soru, araçsallaştırma ve özdeşleştirme değil, üretme ve farklılaşma istencinin bir ifadesidir" Bunu yazan Negri, 'Devrimin çıkarları, demokrasiden üstündür' diyen bir adamdan bahsediyor. Aynı konuyu defalarca paranoid bir refleksle Zizek de dile getirdi. Şimdi Deleuze'dan cümlelerle destekliyorlar ki, aralarında marksizm açısından en çürük halka o. 'Siyasal liderin sadece politikalardan değil, önderlik ettiği insanların davranışlarında da sorumludur' diyen bir diktatörden; öznellik konusunda Negri'nin beklentisi absürd değil mi? Şahsilikleri sisteme entegre eden, ayrılıkları lanetleyip, parti içi muhalefeti yasaklayan; 'emperyalizme lokma olmayın' diye ülkelerin kendi geleceklerini tayin hakkını basit bir indirgemecilikle 'sosyalist anavatan'a bağlayıp ülkeyi bir halklar hapishanesine çeviren onun pratisyeni olduğu proletarya diktatörlüğü değil midir? Toplum, akıl veren teorisyenler, sosyologlar tarafından icat edilmemiştir. O, genetiğimizin ihtiyaçlarından; karşılıklı bağımlılıklardan doğmuştur. 2009'da Londra / Birbeck'teki konferansta sunduğu bildiride Slavoj Zizek, yakın markaja aldığı Badiou'dan bir cümle paylaştı. Şöyle diyordu Badiou: "Komünizm perspektifi olmadan, bu ide olmaksızın, tarihsel ve siyasal gelecekte filozofun ilgisini çekebilecek hiçbir şey yoktur. Herkes, kendi işine bakabilir!"
Tam da budur söylediğimiz: "Organik yaşamın perspektifinden herkes kendi işine baksın!" Hobbes'tan devşirilen birbirinin düşmanı/rakibi olan insanlığın dramı yerine, birbirinin gereksinimin sonucu hayat kazanan ve karşılıklı yardımlaşarak yaşanan otonom hayat formları hakkında daha fazla düşünmeliyiz.
'İnsan düşünür!' diyen Spinoza haksız mı?
http://www.idefix.com/kitap/lenin-uzerine-33-ders-antonio-negri/tanim.asp?sid=ILRZ6TNYX58TH2WDSONG
Aşağıdaki yazıyı yazdıktan sonra e posta geldi. İznini aldım; burada paylaşıyorum. Şöyle yazmış sitem dolu bir anlatımla Utku Varlık: "Mehmet bir süredir günahlarını temizliyor; yaşanmışlıklar, anılar, dostluklar. Evet onlara döndüğümüzde “hesaplaşmalar” unutuluyor, bir şeyi paylaşamıyorlardı, ne olduğunu iyi biliyorsun. Bugün, payını kurtarmış bir toklukla felsefe yapmak! Umarım zaman yargıcı olur".
Sergide bir panoda 'Gariplikler Müzesi / Fındıklı parkı' yazıyordu. Güleryüz, bir çadır tiyatrosu kurmak istediği akademinin yanındaki parkta yapılan o şenliklerden bahsediyor. Ancak bizim aklımızda kalan daha çok o yıllardaki bohem akademi baloları; bilen bilir. Ayrıntı'dan henüz çıkan Aysel Sağır'ın, 'Orada Bizi Güneşe Çıkardılar' adlı kitabından twitter kullanıcısı ali haluk imeryüz @alihalukimeryuz alıntı yapmış : "İÜ öğrencileri toplu olarak yürüyüp bizim okulun önünden geçerken, 'Akademi buraya' diye bağırırlardı. Bizim okuldan ses çıkmayınca bu kez 'Akademi baloya' diye dokundurmada bulunurlardı." (s. 80 Kadriye Deniz Özen, 68'deki MSÜ'yü anlatıyor.) O yılların öncesinden başlar renkli hikaye aslında; Paris'in münzevilerini, sanat dünyasındaki emsallerini aratmayan akademi, bohem mi bohem bir sanatçı kolektifi gibi yaşardı. Moderniteye kapıların açılmasıyla birlikte meşrutiyetin meclis binası, cumhuriyet döneminde metropolde sıradışı bir hayatın yuvası oldu. Komet, Utku Varlık, Mehmet Güleyüz bu dünyanın efsane adlarıydı..
Fotograftaki askerler yabancımız değil: Mehmet Güleryüz ile Utku Varlık. İstanbul Modern'de açılan Güleryüz retrospektifi, 26 Temmuz'da kapanacak..

İstanbul Modern’in düzenlediği "Ressam ve Resim" adlı Mehmet Güleryüz retrospektifi, uzun bir süredir açıktı; zamansızlıktan yeni görme imkanım oldu. Sanatçının 1960’lı yıllardan 2010’lu yıllara uzanan kariyerinin bir dökümü niteliğinde olduğunu yazılmış katalog yazısında. Güleryüz’ün resimden desene, heykelden gravüre, tiyatrodan performansa uzanan çalışmalarıyla döneme ve zamana ışık tutulmuş. Sanatçının 1960’lardan itibaren desen, resim, heykel, gravür, porselen üzeri boyama, performans gibi alanlarda gerçekleştirdiği üretimleri derlenmiş ve kronolojik olarak sunulmuş. Sergi, bir ressamın iç dünyasını anlamaya yönelik kendisinin kaleme aldığı düşünceler, defterlerle ayrıca zenginleştirilmiş. Katalogun metin yazarı ve serginin küratörü Levent Çalıkoğlu; bu sergi ile ressam ve resim arasındaki tutkulu ve derin bağın görünür kılındığını ifade ediyor. 150’ye yakın yapıtın yanısıra multimedya sunumuyla bu büyük hayat macerası canlandırılmış. Defterlerden, panolara; 300 civarında desen eşlik ediyor. Senem Kantarcı'nın liderliğindeki yardımcı küratöryel/teknik ekip, sanatçının tüm dönemlerini, tiyatral jestlerle dolu yaşam hikayesini, içinden geçtiği koşulları irdelemek adına; hakkında yazılanları, görselleri ve ilgili materyali ustalıkla bir araya getirmiş. Yanda görülen iki dostun askerlik anısının yer aldığı bir biyografiyle büyük duvar şenlendirilmiş. Fotograftaki askerler yabancımız değil: Mehmet Güleryüz ile Utku Varlık. Salonun hemen girişinde yer alan metin, sert bir manifesto niteliğinde: (mealen) "Benim resmimin hakikatı, gerçek neden ve ihtiyaçlardan doğmuş olmasıdır. Seyredenle kurduğu doğrudan ilişkiye bakıp söylüyorum ki, benim yaptığım resimde şüpheye yer yoktur" diyor. Güleryüz, Komet, Utku varlık; her üçü de sanat üzerine yaratıcı fikirleri, keskin gözlemleri olan değerli insanlardır. Kuşakdaşı, yol arkadaşı Utku Varlık için de böyle bir retrospektif serginin ilgili dönemdeki logoyu tamamlayacağına, arşive katkı sağlayarak tarihsel anlatıya iyi geleceğine inanıyorum. Panaromik metnin eğer gerektiği gibi birleştirmeler olmazsa eksik kalacağı kanaatindeyim. Komet daha albenisi olan bir şahsiyettir ne ki, Varlık, resmindeki alengirli imgeleme teknikleri nedeniyle zorlukla anlaşılan; alıcının karar mekanizmalarını dumura uğratan, aktarımları, frekansı ve grameri zor olan bir sanatçı. Farklı kültürel zeminlerdeki koleksiyonerin onun bağlantılarını müşahede edemediği bir sır değil. Piyasanın değerlerine uymadığı anda bazı ustalar/ustalıklar önyargılarla dışarıda bırakılabiliyor. Güleryüz kronolojisinin yer aldığı panoda görsellerini iliştirdiği (sahibi olduğu) Kalın dergisi dikkatimi çekti. Kenan Evren'in cumhurbaşkanı olduğu dönem öyle bir dönemdi ki, tüm aydınların toplandığı mecra, siyaseten söyleneceklerin ifade edilebildiği tek yer sanatsal neşriyattı. Rejime muhalif bir plastik sanatlar dergisi olan Kalın'da yazıların çoğunu müstear isimlerle Hasan Bülent yazardı. Zaman zaman sataşsa da verdiğimiz ağır cevaplara tahammül gösterir ve Güleryüz aracılığıyla bizden de yazılar alır yayımlarlardı. Geçen gün Bedri'yle konuşurken Piramit'te 80'ler sergisinde HBK'ya da söyledim: Kalın, gerçekten 12 Eylül sonrasının kesat entelektüel ortamında (toplam 7 sayı) yayınlanan ve bugüne kadar yeri doldurulamayan radikal bir dergiydi. Daha sonra HBK eleştirdiği kültür rejiminin has adamı oldu ve sermaye sistemi, onun o dönemdeki masumiyet dolu sertliğini kendi içinde eritti. HBK'nın zekası, birikimi, girişkenliğini globalleşen pazar herkese yararı olacak şekilde değerlendirdi. Kültür endüstrisinin özneleri, çoğu zaman nesnelerinin tarihsel gelişimine baskındır. Öyle ki HBK da emsallerine faik bir örnektir. Bu bağlamda Istanbul Modern'in mağazasında gördüğüm Mehmet Güleryüz'ün kitaplarındaki bizzat bu cemaatin önde gelen hocalarının/ustalarının -hadi açık söyleyelim-elbirliğiyle kendilerinin yarattığı mülayim eleştirmenler kuşağına, katalog yazarı vasfına haiz renksiz sanat yazarları ve küratörlere yönelttiği anlamsız sitemlerine değinmek gerekir. Kültüre özgü sığlaşmalar, hayatın yığma birikiminden, nesnelleşeceğine nesneleşen dünyadaki çoraklaşmalardan, mezhepleşmenin körleşmelerinden azade değil. Üç Deleuze, beş Foucault cümlesiyle makale yazanlar, o çevrelerin tayfalarıdır. Herkesin malumatfuruşluğunun, dildeki yaratıcılığının, sisteme entegre olma imkanlarının HBK kadar olmasını beklemek mümkün değil. Hassas ve mütecaviz: Sanat adına sevgiyle örgütlenmiş öyle tuhaf bir fırkadır ki, sadece bu coğrafyada değil; yeryüzünde bu dünyanın mensupları da meczupları da sorunludur. 1960’lı yıllardan bugüne Türkiye sanat ortamının hikayesi hakkında bizim de vakit bulursak söyleyeceklerimiz elbette olacak..
Hakikat bütün, bütün mutlaksa, mutlak hakikat imkansızdır.
Çağdaş Sanatın işaret ettiği anlamlar, sanata ve güzelliğe ait değil daha çok iktidar, ekonomi ve çirkinliğe ait kavramlardır. Buna rağmen çağdaş sanat, göstergeler üzerinden değiştirmek istediği değil, daha çok tüm sembollerini içselleştirdiği; aşkın olduğu müddetçe çelişki ve rezillikleriyle sürmesinin yararına olduğu bir dünyaya aittir; arz / talep dengesinin muhatabı, düşmanı olamayacağı çokluğun gerçeğidir. Nasıl komünist toplum, işçi sınıfının kendi kendini etkisizleştirerek sınıfsız topluma geçeceği metafizik tahayyülüne dayanıyorsa, çağdaş sanat da müşterisini iktidardan etmeyi göze alamayacağı sade suya tirit bir kapitalizm eleştirisine dayanır. Mukavemeti doğuran yasaklardır. Eleştirinin esasını 'kaygı' oluştururken, sekülerleşmiş toplum mülahazası, her halükarda piyasada bir mübadele kategorisi farkındalığıyla yaşayabilir. Özü liberalizm olan program, jargonunun hakikatine mesafelidir. Öznesinin, kullandığı beter bir dilin malzemesi olması, ideolojisi aracılığıyla mesajını muhatabının bilinçaltına hınzırca yerleştirmesi, özgürleşmek yerine kitlesini baskı altına alması; buna karşı şunun için önemlidir: Çağdaş Sanatla birlikte, teoloji yerini rasyoneliteye devretmiş, hakikat, mitolojinin yerini almıştır. Onun özgürleşme pratiğinde açtığı kanallara, aşındırma temrinlerine itirazımız yok ama pazarın taleplerine bakıp, içinde yer aldığımız biyososyal oluşumla bağları kopartıp tutarlılığı ve mantığı kaybedersek her şeyi kaybederiz. Hepsi bu!
***
Süleyman Demirel 17 Haziran'da öldü. Türkiye'de devlet ve iktidar bilincini, zamana aldırmadan tek bir metin olarak okuduğumuzda ülkede bastırılmış zihnin eseri olan dekadansı ve ileriye doğru hareket eden diyalektik dönüşümü görebiliriz. Türkiye'nin karanlığı ve derin devlet terörü onun politikacı olarak güçsüzlüklerinin, zaaflarının ya da gayri şahsi yeteneklerinin eseridir; uzlaşma kültüründeki yeri muğlaktır; demokrasi adına abartılacak başarısı ve moderniteye kattıklarıyla takdir edilecek bir yanı yoktur. Politik tecihleri dünyayı algılamaktan uzaktır ve çağdaşlaşma adına varlığı sadece kabustur. Dün dündür, bugün bugündür gibi pragmatik söylemlerin adamıdır. Hitabetteki yaratıcılığı urban, rutini bellidir: Her seferinde enkaz devraldığı iddiasıyla iktidara gelmiş, 70 sente muhtaç olmuş, sıkıştığında şapkasını almış; koltuğu mücadele etmeden darbecilere terketmiştir. En büyük günahı, iki elini kaldırarak 'evet' dediği idamlar mıydı?; tartışılır! Aydınlar, bu çarpık demokratlık yanılsıması yüzünden toplumda üçüncü şahıs gibi yaşıyorlar ve dış dünyalarında değil, içsel karanlıklarının dehlizlerinde yaptıkları tespitlerle hayata her teşebbüste yeniden yenik düşüyorlar. Onu demokrasi kahramanı ilan eden insanlar sanki, 70'lerde yaşamamışlar gibi davranıyorlar. Kör ölür badem gözlü, kel ölür sırma saçlı olur lafzını unutmadan!
***
'Stratejik denetim, bir haberleşme uydusunun gönderdiği her şeyi kaydetmek, bir fiber optik kablosundan gelen her şeyi denetlemek demek' diyen ABD Ulusal Güvenlik Ajansı'nın (NSA) eski sistem analisti Edward Snowden iki yıldır Nobel Barış Ödülü'ne aday gösteriliyor. Artık ne devletlerin ne de özel hayatların gizliliği mevzubahis olabilmekte. Citizenfour filmini mutlaka izleyin; Luke Harding'in kitabını okuyun. Julian Assange'ın, Metis'ten çıkan 'Özgürlük ve İnternetin Geleceği Üzerine Bir Tartışması'nı ihmal etmeyin! Digital teknoloji çağında gerçek birgün mutlaka ortaya çıkacaktır.
Toplumların gizlisinin saklısının kalamayacağı gün gibi aşikar. Post-modern inanç ve isyanın timsah gözyaşları: yanıbaşımızdaki savaş milyarlarca dolarlık büyük endüstri. Her mağduriyet bir sonraki mağlubiyet ve kaosun fragmanıdır. Biliriz ki, haklar arasında oynanan kumarda hep oyun kurucu ve tedarikçi olan büyük birader kazanır! Tüm teknolojik silahların ve haber ağlarının efendisi ABD, Jeepler, konvoylarla çöllerde burunları kanamadan yer değiştiren grupların düşmanı olabilir mi?
***
Kovan arısının oluşturduğu cemaat, sosyalistlerin 'Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar' şeklinde dile getirilen aforizmanın hedeflediği idealin sanki yerine gelmiş halidir. Ancak bunun, insanlar tarafından bu dünyada gerçekleşemeyecek bir hayal olduğu konusunda herkes mutabıktır.
Henüz yayınlanan David Harvey'in "Listen Anarchist!" yazısı tarihsel bir garabetin yeni vesiyonunu tartışmaya açıyor. Adına Marksizm denilen devrik mantık, 'diyalektik' iddiasına rağmen metafizik bir 'tarihten çıkış' argümanına sahip; ancak soruları birbiri ardına sorarsak göreceğiz ki, materyalist tarih anlayışının özgürlükler konusunda bir çözümü yoktur. "Diyalektik, hiçbir şeyin zorla kabul ettirilmesine izin vermez; özünde eleştirici ve devrimcidir"(K1/25-29) demesine rağmen dünyayı değiştirmeye gönüllü olan teori, diktatörlük savıyla tek erke yönelir; eskatolojiyle yakalayacağı bir halas/kurtuluşçuluğu özenir. Öyle ki, istikrar ile özgürlük arasındaki bacakları eksik denklemin kurulabilmesi; amaçladığı imkansız matematiğin doğrulanabilmesi için spekülatif fizikteki dördüncü boyut bile yetersiz kalacaktır.. Günah keçisi Eduard Bernstein falan hikayedir. Kapitalizmi restore etmeye çabalayan akla zarar çabaların en zararlısı/yararlısı(!) -insanlar, kendi geçim araçlarını üretirken, kendi maddi yaşamlarını da üretirler. Fabrikalarda emek, daima zora dayanan bir işbirliğiyle üretime katılır demesine karşın- ekonomiyi doğuran üretimden ve fabrikalardan vazgeçemeyen; mübadeleye sokularak satılan emeği kutsallaştıran ve çalışmayı 'değer' ilan eden marksizm olmuştur. Muarızlar ile şakirtleri uzlaştırma gayretinin nedenlerini düşünmeliyiz ...
Ontoloji aynı ontolojidir ve insanın bilgiyi işleme kapasitesine; hayatına soktuğu binlerce yeni kelimeye rağmen özünde bugünden çok da farkı yoktur: Dönem öyle fantastik bir dönemdir ki aydınlanmanın bir yüzü olabildiğince karanlıktır. Yaşamın kökenini doğal süreçlerin tarihinde aramak savunabilir şey değildir diyen Hegel, 1811 mahsülü şarabın iyiliğini, yıldızlara bağlar. "Kuyrukluyıldız, şarabın bu kadar lezzetli olmasının nedenidir; suyun yeryüzünden çekilmesiyle gezegende farklı bir durum oluşmuştur" der. Aynı yıllarda Saint Simon, sanatçıların toplumu kurtaracağına inanır ve Jean-Jacques Rousseau'dan sonra sosyalizmin ilk tohumlarını serper.
Okurun okuduklarından muhtemelen hiçbir şey anlamayacağı farkında olan Ludwig Wittgenstein, Tractatus logico-philosophicus’u yayımlayan editörüne 'onların kinini kusabilmesi için, kitabın sonuna on-on iki boş sayfa ekle!' önerisinde bulunmuştu. İnsanlar, moral değerlerini yükselten fetişlerini korumak isterler ve ezberlerine dokunulmasına itiraz edebilirler. Ancak ortak mutabakatla dünyada her teori yerli yerindeymiş, -konumu itibariyle dünyevi ve uhrevi ya da fizik gerçekler ve metafizik ideallere dair hakikatler vs.- her şey yolundaymış görünüyorsa bu anlamsızdır; çünkü bunun böyle olduğunu düşünmek için hiçbir mantıki neden yoktur. Modernizmin yabancılaştırdığı ilişkileri, barındırdığı tüm anlamları ve yapıcı/yıkıcı tüm filozoflarını yerinden etmeden vesayetçi modellerden emanet alınan temsili düzenin neyi temsil ettiğini tam olarak kavrayamayız..

Ben inanmıyorum; zaten o da sonradan inanmamaya başladı. Tarihi yaratan bütün sınıfların bir aradalığı; Hegel'den bariz bir apartmayla; tarihin parantezi dışına çıkıldığında gerçekleşeceği varsayılan bir mübalağaydı. Marks'da 'sınıfsız toplum' kehaneti ancak tarihin bitiminde gerçekleşecek bir ütopyadır. Artı değere ihtiyaç duymayan bir toplum örgütlenmesi imkan dahilinde değildir. Nerede? Makinaların çalıştığı, arz/talebin demir bir yumruk tarafından dikte ettirelerek herkesin ihtiyacını karşılayacak üretimin programa bağlandığı ve devletçi sistemin emeği 'değer' kıldığı nizamda. Proletaryanın varlığına karşı sınıflar olmasa da diyemeyiz; her şartta eğer arzulanan efendisiz toplum değilse, üretim olduğu müddetçe, kastlar devlet eliyle sömürüyü sürdürecektir. Armageddonda rivayet kaosa tabidir. Ancak düzensizliği asla/kata reddeden mülkiyet hukuku, üretimle birlikte gittikçe gelişmiştir. İlerlemeyi sağlayan sömürüyü gerçekleştiren zümreye müsamaha göstermek mecburiyetindedir. Eğer tarihi yaratan şiddetse; tarihi paranteze alacak tek model, doğanın hakikatine karşı insanın tüm üretimini sorgulamaktır. Karl Marks, 1875'de yazdığı Gotha Programının Eleştirisi'nin, 27/28 sayfasında o günler saf gençlik hayellerimizde kaldı dermişçesine 'herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar' sözünün anlamsızlığını anlatır. Gerçek ismi, Claude Henri de Rouvroy olan Saint Simon'un dergisinin başlığı olan o cümleyi Marks, gençliğinde çok kullanmıştır. 1875'de ise 'bu sözler eskide kaldı diyordu. "(..) belirli bir dönemde bir anlam taşımış olsa bile artık eskimiş sözel saçmalıktan başka şey olmayan kavramları, partimize dogma olarak kabul ettirme girişimi ve öte yandan partiye büyük emeklerle aşılanan ve onda kök salmış olan gerçekçi bakış açısını, demokratlar ve Fransız sosyalistler arasında yaygın olan hukuk üzerine ideolojik saçmalıklar ve öteki martavallarla saptırmaya kalkışmanın nasıl bir suç olduğunu göstermektir" dedikten sonra geleceğe yönelik bir emir sarfetmenin anlamsızlığını vurgularcasına "Her çağda, tüketim araçlarının bölüşümü, üretim koşullarının bölüşümünün bir sonucundan başka şey değildir" demektedir. Bir kere daha belirtelim: Aslında bu hoş motto, Saint Simon'un 1800'ün başlarında yayımladığı Globe gazetesinin alt başlığıydı. Marks, sosyalizmin ruhunu Fransız sosyalistlerinden, ekonomik argümanlarını İngilizlerden, devletçi bakışını ise Hegel ve müritlerinden (Gans, Feuerbach, Bauer, Mosess Hess vd.) almıştır. Saint Simon'un meritroksisi; uzmanlar tarafından üretimin artırılması fikriyatı Veblen'in mühendislerini andırır. Simoncu pozitivistlerin vazife bilinci, topluma önerisi; yaşamak için gerekli nesneleri çoğaltan üretimi geliştirmektir ve tezler bu minvalde üzerine alarm verir; çünkü zannedilir ki, dünyada mutluluk ancak bu şekilde sağlanır. Yeni düzenden, tüm şemasıyla ve yol haritası, uzmanları, işbölümü ve dehşetiyle endüstri toplumu anlarlar. Neil McWilliam'ın İletişim'den çıkan 'Sanat ve Ütopya' kitabı münhasıran kendini bu konuya hasredmiştir. Endüstri alanında çalışan bir uzman grup - Marks'ta bu proleter kadrolardır- tüm üretimi ve siyaseti bir makina çarkının eziciliği ve rasyonelitesiyle yönetecektir. Endüstri alanında çalışanlarla, o zanaatlarla uğraşanları, çiftçileri, fabrikatörleri, sermayeyi elinde tutanların yatırıma açtıkları kredilerle bu muazzam üretime katılan bankerleri, her türlü üretim dallarında mekaniği elinde tutan uzmanları anlatmak ister. Toplumu endüstri alanında çalışanların yönetmesi kanaatini tarihte ilk dile getiren odur. Bildiğimiz anlamda 'sosyalizm' teorisini oluşturan ilk ve en renkli sima Saint Simondur. Yoksulları mustarip oldukları çalışma şartlarından ve yoksulluklarından kurtaracaktır; ona göre, bilimle, akla uygun olarak düzenlenecek üretim, bütün çalışanları her bakımdan nirvanaya yükseltecektir. Herkes çalışacak -zorunlu çalışma-, görevini yerine getirdiği ölçüde, üretimden payına düşeni alacaktır: Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar. Lafarguet'nin tembellik hakkı meşruiyetini ihlal ederek zorunlu çalışmayı darbeden sonra kanunlaştıran Lenin olmasına karşın Saint Simon'un hakiki mirasçısı Bazard ile Enfantin'dir. Onlar Agust Comte'un kabul etmediği şakirdlik mertebesini bilmeden Marks'a tevdi etmişlerdir. Ütopik/Bilimsel Sosyalizm s87/90'da Engels, sosyalist toplumu tanımlarken "(..) toplumsal üretim içindeki anarşinin yerine bilinçli, planlı örgüt geçer. Bireysel yaşam savaşımı son bulur. Böylece ilk kez insan hayvanlar dünyasından ayrılır; insanca yaşam koşullarına geçer" demesine karşın Anti Dührig'de (s388) "işbölümü yalnız işçileri değil, onları sömüren sınıfları da etkinliklerinin kölesi durumuna getirdiği"ni pervasızca belirtir. Merkezin planladığı üretimi, -o sosyalizm, planlı ekonomidir der- bakışını Engels, bire bir kopyalayarak teorize etmiştir; ancak bilir ki planlı ekonomi de olsa "işçi olmak talih değil, talihsizliktir" (K1/520) ve bu durumun bir çözümü yoktur. Elbetteki sanayi toplumunda iş ve işçiler olacak; üretimi yönetenler, (Saint-Simon’a göre), halkı keyiflerine göre değil, fakat üretimi geliştirmenin gereklerine göre yöneteceklerdir. Bu yöneticilerin görevlerini kötüye kullanmalarına, halkı aldatmalarına, halka ödevlerini anlatacak yeni bir din ile toplumu aydınlatacaklardır; vesileye neden sanatçılar ve bilginler olacaktır. Yönetme eyleminin kazanılmış bir hak olarak iktidar ontolojisi dolaylıdır ve biliriz ki sanatçılar ya da kadrolar yahut vekiller dediğimizde her zaman bütün iktidarlar canlı sembollerin taşıyıcısıdırlar; zor ile rezonansa girerler. Kitleler emir kipinin müdahili değillerdir; pasif konumlarında emrivakilerle yaşarlar. Bütün gruplar iktidarın taşıyıcısı olarak birbirlerine vekalet ederler. Teorideki banallik, açık bir de factodur; sermayenin tacizidir. Öznenin sınırları, paranın olduğu yaşam tarzlarında onun tarafından belirlenir. Ancak bu bir hakikat olarak yaşamın inkarı demektir. Burdaki hakikat, iktidar tözünün oluşuyla hibritleşen aygıtı, tini mütemadiyen dolduranın ekonomi olduğu gerçeğidir. İktidarın güç istenci, devredilemez; sürekli devrim, diyalektik tecrübelerin kazanımlarına değil, sanıldığının aksine stabil zemini eleştiren menfi gücün kırılmasıyla açığa çıkan şiddete, husule gelen karşılıklı menfaatlere işaret eder. Gruplar arasındaki zemin farklılıkları ve farklılıkların potansiyel yaratma iradesiyle, ihlalin hukukunu ve özgürlüğü adıyla çağırmaktan imtina eden despotik bir iktidarı dışlamaya eğilimlidir. Waitling, Prudhon, Bakunin'i ayrı tutmak gerekir ama Saint Simon, Marks, Lenin vd hepsinde metaforlar metafizik mesenik bir cenneti işaret eder; mal fazlalığında huzuru arayan ideoloji, pratikte öyle bir kemik gibi bir hiyerarşi sunar ki, şanını, gönencini başkalarına yapabildiği kötülüklerde gören siyasetin güç istencinin bu ekonomik plantasyonun yaratıldığı dar çerçeveli ütopyaları kırması imkansızdır. İnsanın adaleti, eşitlik ve özgürlük arayışı sadece Marksçı sınıfsallıkla açıklanamaz.
'İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirken, kendi maddi yaşamlarını da üretir' diyen Marks, toplum olmanın diyalektiğini irdelerken dil ile birlikte gelişen karşılıklı bağımlıkların tarihini es geçer. Kullanım ve değişim değerinden ilk bahseden Aristoteles'dir; oysa o, insanlar arasında tekamül eden bir diyalog yöntemi olan malların mübadelesinin sıradanlığını siyasal iktisada bağlayarak ayyuka çıkarır. Adam Smith'le beraber alış/verişi, teolojinin kalıplarından özgürleştirmek; aklın çabası ve bilinmezliğe karşı ölçülebilir olanın cazibesidir.. Burjuva ekonomistlerin kıvamına getirdikleri 'emek', sonunda Marks için ontolojik bir kategori olur. Bu düzenden işçinin çıkışı yoktur. İstisnaların yerini konumlandırabilmek ve suç/cezanın durumunu belirlemek için iktisadın 'bilim' olduğunu iddia etmek gerekecektir; hayatı kategorilere ayırarak insanları doğal hallerinden çıkarıp, piyasanın verileri olarak kodlayan kapitalizmin tavrı artık moderndir.
"Oysa ekonomi, insanın üretim, tüketim, bölüşüm, yatırım, tasarruf gibi alanlardaki davranışlarını anlamaya ve analiz etmeye yönelik basit bir bilimdir. Ne var ki içinde yaşadığı siyasal sistem ve dolayısıyla üstlenmek zorunda kaldığı ideolojik çerçeve onu gerçek yaşamdan soyutlanmış bir yola götürmüştür. Bu noktada neoklasik ekonominin kapitalist sistemi anlayıp analiz etmek için mi yoksa kapitalizmin ideolojisini yaymak için mi geliştirildiği sorusu gündeme gelir. "(1) Bu tanıma Marks'ın ünlü eseri Kapital'de dahildir.
Engels aslında sorunun cevabını biliyor gibidir. "Şöyle yazıyor Anti Duhring'de (s409) : Gerçek değeri baş köşeye oturtarak kapitalist üretim biçimini ortadan kaldırmayı istemek, gerçek papayı başa geçirerek katolikliği ortadan kaldırmak talebi gibi anlamsızdır." Bir başka anlatımla söylersek; İşçilerin, kendi öz ürünleriyle sonsuza dek köleleşecekleri ve köleliklerini, ekonomiyi disiplinle yönetecek, kararları kendi adlarına verecek bir efendi grubuna devrettikleri bir ekonomik rejim istemeleridir. Refahı getirip özgürlükleri bu eşya fazlalığına endeksledikleri sistemde, ürünleriyle birlikte halkı da egemenlik altında tutacakları bir toplumu arzulamaları marksizmin özüdür ve Murray Bookchin de bunu böyle anlar. Tam anlamıyla rakiptirler ama tilmizler cephesinden bakan bir göz olarak 'düşman değilseler bile ikisi de kendine münhasırmış gibi, anarşizm ile Marksizm arasındaki ilişkiyi kutuplaştırmakla daha çok ilgileniyor gibi' diyor Harvey. Taze çevirinin bir parçasını buraya aktaralım: "Simon Springer (2014) radikal bir coğrafyanın Marksist olup iç bayacağına taze anarşist olması gerektiğini savunduğu canlı ve polemikçi bir yazı yazdı. Bu yazı da birçok polemik yazısı gibi yanlış ifadeler, abartılar ve kişiselleşmiş eleştiriler içeriyor ancak Springer’in ortaya attığı sorular tartışmaya değer.
Harvey şöyle devam ediyor "Önce kendi pozisyonumu netleştireyim. Anarşizmle olan uzun ilişkisini kesmesi ardından, yazdığı son yazılarda “solun geleceği, son tahlilde, mevcuda ve geleceğe dair hem Marksizm hem de anarşizmde geçerli olanı kabul etme becerisine bağlı” diyen Murray Bookchin’le – fikirlerinin tamamına katılmasam da – aynı duyguları paylaşıyorum (Bookchin, 2014: 194). “Devrimci geleneğin – Marksizm ve anarşizmin – best of’unu, mevcudun yüz yüze olduğu sorunların dilinden konuşan yol ve biçimlerde, hangi yaklaşım birleştirebilir”i tanımlamamız gerek (2014: 164).
Makalesinden anladığım, Springer böyle bir projenin parçası olmak istemeyecektir. Düşman değilseler bile ikisi de kendine münhasırmış gibi, anarşizm ile Marksizm arasındaki ilişkiyi kutuplaştırmakla daha çok ilgileniyor gibi. Bence bu anlamsız. Marksist bakış açıma göre, son birkaç yıldır epeyce siyasi aktivizm sergilemiş olan (“Oküpay” gibi hareketlerde) otonomcu ve anarşist taktikler ve fikirler, takdir edilmeli, analiz edilmeli ve gerektiğinde desteklenmeli…." diyor. O demesine diyor da sonuç ortada; emperyalizmin de restorasyon girişimleriyle yıpranan hükümetleri alaşağı ederek Rusya'nın arka bahçesindeki ayaklanmalar ve Arap Devrimlerinden kendi amaçlarına uygun bir strateji geliştirdiğini biliyoruz. Tartışılması gereken iktidarı ele geçirmek değildir; bu marksistlerin takıntısıdır. Bizim içinse 'iktidarsız yaşam' ertelenmemesi gereken bir umut vaadiddir. İnsanın doğal sürecini emek üstünden çalışmayla yabancılaşmaya dönüştüren sadece kapitalizm değildir; çalışma rejimini onararak revize eden ücret, çalışma saatleri, kadınların istihdam edilmesi gibi konularda yetersizliklerini revize ederek sömürüyü olağanlaştıran teorik komünizmdir. Kısaca söylemek gerekirse Marksizm, anarşizmle uzlaşmaz karşıtlıklar, antagonist çelişkiler içeren Aydınlanmacı ve modernist Hegelyen bir devletçiliktir. Devam edelim:
Marks'ın vasiyeti olan mektubun kaynağı etimoloji defterlerindedir. Engels, dostunun ölümünden sonra onun düşüncelerini efendisiz toplumlar üzerine girişeceği bir araştırma bağlamında 'Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni'nde araştırdı. Vasiyetin ne olduğu bu kitabın önsözünde yazılıdır. Anti Düring'de ise Engels aynu munzam karşılığı doğa bilimlerine uygulama çalıştı; "insanların yönetiminin, nesnelerin idaresine dönüştüğü planlı örgütlenme" olarak okudu. Ardından şunu ekledi: "Proletarya, devlet gücünü kendine mal eder ve üretim araçlarını devlet mülkiyetine dönüştürür. Sınıflar arasındaki bütün farklılıklar ve karşıtlıkları reddeder ve böylece devletin eliyle eski devlet mekanizmasını ortadan kaldırır." Bu kitap Marks'ın ölümünden sonra Marksizmin kutsal kitabı oldu. Monarkın istibdatında -eğer buna sınıf diktotaryası deyip onaylıyorsak- İtaat/isyanın diyalektik ilişkisi muğlak ve sonrası görecelidir. Ancak devletin totaliter bir güç olarak örgütlendiği, zümrelerin devleti ele geçirdiği rejimde özgürlüğü temsil eden güçlerin yaşayacağını düşünmek ve müsbetliğin üzerinde durması gereken ekonomiye karşın olumsuzlamalarla bunların baskıcılığın fevkindeki proletarya diktatörlüğünü nasıl tarihin çöplüğüne atacağı meçhuldur. İktidar, hangi fiziküstü yöntemlerle kaldırılacaktır? Semtomu oluşturan kitlelerin masumiyeti olduğu kadar güruhların monark özlem duyan suptil durumu ve kültürel tarihin potansiyelidir. Oysa böyle bir olasılık trajik oamayacak kadar akıl dışıdır. Bugün yayınlanan David Harvey'in "Listen Anarchist!" yazısı böyle bir garabeti akla zarar çabalarla uzlaştırma gayretinin bir nebze sorgulanmasını amaçlar gibi.
http://davidharvey.org/2015/06/listen-anarchist-by-david-harvey/
Marks'ın Kapital 1/67'deki örneği:, 'Peter kendi kimliğini insan olarak önce benzeri Paul ile kıyaslayarak saptar' Burada Hegel'in Fenomoji'de ifade ettiği cümleyi, karşılaşmalar konusundaki yaklaşımını düşünmüş olduğunu anlıyoruz. Ne diyor Hegel? : "Ben" başka bir "Ben"i görür ve üzerinde uzlaşılan kendi üstünlük ve kontrol noktalarını bulur. Ötekini görmezden gelir ya da kendisi için bir tehdit olarak algılar. Kendi öz belirliliği ve gerçekliği daima örtülü kalmıştır. Özbilinçliliğe doğru ilerlemek için kendini yeniden bulmanın tek yolu üstünlük (prestij) için bir mücadeleye girmektir."
Bireylerin ne oldukları, üretimlerinin maddi şartlarına bağlıdır demesine karşın
Marksistler ile anarşistler arasındaki temel fark, bu üstünlük ve toplumsal prestij idealini gerçekleştirmek adına feragat edilmesi istenen 'özgürlük' kavramı ve gerontokrasi hiyerarşisine mütemayil 'devlet' anlayışından çıkar. Engels, Anti Dühring'in Sosyalizm bölümünde Saint Simon'a 10 sayfa ayırır ve onun Cenevre Mektupları'ndaki "Bütün insanlar çalışacaktır" ilkesine yer verir. Üretimlerinin maddi koşullarının bireylerin ne olduklarını belirleyen paradigma olduğunun bilincine vakıf olan Marksistler, asıl menzil olan bolluk ekonomisine sanayi devriminin temel argümanlarını, anomaliyi doğuran fikirleri restore ederek ulaşmak isterler. Zira refah, -Alman İdeolojisi'nde 'devrim, çalışmayı ortadan kaldıracak' demesine karşı(2bk.dipnot) onlara göre fabrikalarda parti için çalışmak, sendikaların üretimi artırma baskısı özgürlük demektir. Öznenin kazanımlarını, insan eyleminin tüm mütekabiliyetini ortadan kaldıran; düşünceyi askıya alarak erkin kudretine felsefeyi armağan eden böylesine bir tepetakla etme talebi bizim görüşümüze aykırıdir. Çalışma rejimlerinin vaadedeceği gelecek, ücretli ya da gönüllü kölelik demektir. Marks'ın Alman İdeolojisi'nde dile getirdiği görüşler her zaman sosyalizmin vitrininde olmasına rağmen 1848'den sonraki görüşleriyle ve ulus devletlerde gerçekleşen devrimlerle taban tabana zıttır. Kültür eleştirisi; çağdaş politikanın belirsizliklere sahip doğasına monte edilen mutlak doğruları yıkıma uğratmak, mütecaviz ideolojilerdeki çoklu ve derin anlamsızlıkları açığa çıkarmak, üretimin doğurduğu reformist çözümlemelerle rehabilite edilmek istenen sanayi toplumunun doğasını ifşa etmek zorundadır. Marksizmin, emek üstünden sömürüyü sürdürme azmini gösteren onlarca cümleyi satır satır tartışabiliriz; ilerleme ve teknoloji müfredatında vardır ama 'özgürlük', ütopyanın son durağı değildir. Despotizmin terminolojisinde geçici bir uğraktır. Kelimeler olmadan söyleyemeyiz, eski kavramlar olmadan düşünemeyiz; anomali kaderimiz ve normalimizdir.
Gene de belki sadece anarşistler söylediklerimizi biraz anlamaya meyyaldirler: Sosyalizm, kapitalizmin alternatifi değildir; kitleler, vicdanlı/vicdansız siyasetin bütün versiyonlarını tecrübe ettikten sonra hayatı üretimin belkemiği haline getirip, refah ekonomisinin parodileriyle nesnelerin dünyasında özgürlüğü arayan vesayetçi sistem üstüne belki birgün düşünmeye başlayacaklardır.
(1) Mahfi Eğilmez, http://www.mahfiegilmez.com/2015/06/yerlesik-ekonomi-yaklasmna-yonelik.html
(2) Dipnot Marksizmin diyalektik olması için kendi önerdiği toplum düzeninde öznenin olumsuzlamasına imkan vermesi gerekir. Kamusal disiplininde muhalif eleştiriye açık olmayan teorik örgütlenme, hayatın akışını dondurma eğilimiyle gelecek için neyin doğru/iyi olduğunu bildiği savındadır. Stabil olanın olumsuzlanması diyalektik hareketi meydana getiriyorsa, mukim olan proletarya diktatörlüğü savının, sınıfların hareketinden doğan diyalektik gelişmeyi inkar etmesi zorunluluktur. Ancak diyalektik olduğunu iddia eden materyalizmin önerdiği doğruysa, çelişkiyi saptayıp karşı argümanı yapılandırdığımız andan itibaren çökmesi kaçınılmazdır. Teorinin pratiği, imkansızın imkansızlığını onaylama üzerine kurulmuştur.
Alman İdeolojisi'nde "devrim, çalışmayı ortadan kaldırır" der S66 . Aslında bu, 58. sayfada öne sürdüğü düşüncelerin devamındakiçpk önemli bir bölümdür. Gelecek toplum ideali şöyle başlar "Ve ensonu, işbölümünün bize derhal ilk örneğini sunduğu şey şudur: insanlar doğal toplum içinde bulundukları sürece, şu halde, özel çıkar ile ortak çıkar arasında bölünme olduğu sürece, demek ki, faaliyet gönüllü olarak değil de doğanın gereği olarak bölündüğü sürece, insan kendi işine hükmedeceğine, insanın bu kendi eylemi, insan için kendisine karşı duran ve kendisini köleleştiren yabancı bir güç haline dönüşür. Gerçekten de, iş paylaştırılmaya başlar başlamaz herkesin kendisine dayatılan onun dışına çıkamadığı, yalnızca kendine ait belirli bir faaliyet alanı olur; o kişi avcıdır, balıkçıdır ya da çobandır ya da eleştirici eleştirmendir ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa bunu sürdürmek zorundadır — oysa herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır. Toplumsal faaliyetin bu şekilde sabitleşmesi, kendi ürünümüzün, bize hükmeden, biçim denetimimizden kaçan, beklentilerimize karşı koyan, hesaplarımızı boşa çıkaran maddi bir güç halinde bu toplaşması, zamanımıza kadarki tarihsel gelişmenin bellibaşlı uğraklarından biridir."
Peki soralım, devrimi gerçekleştirdiği öne sürülen hiçbir ülkede vitrininde bir zamanlar bu cümlelere yer verdiğini gördüğümüz marksizmin bu savlarını özgürlük adına ideal diye öne sürebilir misiniz?
Sicil notu kimsenin tam değildir; kendisinden tereddütümüz olsa da zamanda sabit bir hakikat olmadığı konusunda da şüphemiz yoktur. İnsan olmanın olduğu gibi çağdaşlığın meşruiyetinin de farklı cepheleri vardır. NewYork Times, The Guardian vd; siyasetçi, ardına aldığı kitlenin sözcüsüyse eğer saçmalık olarak gördüğümüz her davranışı göstermekte serbesttir. Batıyı doğru yapılan salvoların, yerli/yersiz savrulan yumrukların her zaman belli ölçüde taraftarları, açık/gizli sempatizanları olacaktır; çünkü aydınlanmanın bir yüzü olabildiğince karanlıktır!
***

***
Her dönemde seçim öncesi siyasetin vitrini ışıltılı mı ışıltılıdır. Mamafih, sonrasında iktidar aşkı için vereceği tavizlerle oluşan zihinsel hakikatinin de uygulamalara baktığımızda bir o kadar marazi olduğunu görürüz.
Kişi belli bir siyasi dünya görüşünü savunuyorsa eğer, ona tekabül eden bir tarih okuyuşu, bu okuyuşa eşdeğerli burjuva/işçi vd. bir sınıf yapısı ve aldığı eğitim, aile/yaşam tarzının aklımızın köklerine yerleştirdiği bir bilinç altına/suptil bilince sahip olduğu farzedilir. Bu belki bir önyargıdır ama bütün bunlara rağmen seçimlere 'diyalektik' derseniz, kapitalizmin yabancılaştırdığı tüm ilişkileri ve barındırdığı tüm anlamları yerinden etmek pahasına temsili düzenin neyi temsil ettiği konusunda kuşkuya düşmeniz kaçınılmazdır.
***
1980'ler sergisi için Hasan Bülent Kahraman ya da bizim için söyledikleri çok aykırı değil. Ancak, ulusalcılığa bir ömür veren Bedri Baykam için sarfettiği cümleler; o taraftan bakanlar açısından sorunlu. Mehmet Ulusoy'un eleştiri konusu yaptığı tam da o; sanatçının yurt dışında verdiği mücadelenin görülmemesi tereddütsüz bilgi eksikliği kanımca. Aydınlıkçı yazarın bakış açısı genel temayülü seslendirse de gerçekten can sıkıcı.. Defalarca anlatmasına rağmen Bedri'nin o cenahla hesaplaşmaması ve arasına mesafe koymuyorsa eğer böyle suçlayıcı radikal beklentileri olanlara durumunu açıklayamaması olmaz; tekrerbetekrar mübadeleye sokulan suçlamalara ilk elden cevap verilmesi gerekir.
http://www.sanathayati.tv/1980lerden-gunumuze-sanatta-ne-oldu-devrim-ve-ozgurlesme-mi-kitchlesme-mi/
***
Seçim dönemlerinde popülizm insanı ruhundan ayıran bir yıkım/kırım makinası, aklı askıya, zihinleri ablukaya alan bir mengene gibi çalışır. Böylece apaçık gerçeklik, düşünceden gerçekliğe geçişin sağladığı bir oluşumsal gerçeklik olarak belirir. Fiziksel dünyayı, olduğu gibi değil, görüngünün onu temsil edebilirliğinde kavrarız. Düşüncenin tezahürünü, nöro kriptolojinin, elektro mekaniğin pratik hedefinden, yolculuğun sürecinden, bütünü kavrayış nosyonuna eğer ulaşırsak çarpışmalarla nesnenin nesneyle girdiği mücadeleden, enigmanın teknolojisinden -diyalektik bir sonuç mutlak vardır- nomosun yörüngesinde dönen tecrübenin sürecinden; zamanın ruhunun değişkenliğyle oluşan cevapların kendisinden anlarız. Yetkileri, mühürleri, mazbataları; semboller rejiminin gasbedilen takdir mekanizmasıyla -sadece o anlam için elimizdedir- temayülleriyle maddi hayatın argümanlarından seçeriz.
***
Benliğimizi koymak ve kurtarmak halindeki zaman ya da olduğumuz herkes gibi; insanın ölüm karşısında ölümsüzlüğü bir sonraki kuşağı doğurmaktan ibarettir. Kaderin hükmü altındaki insanda kendinin/liğin zahiriliği olarak gelen zamana muktedir olan 'ben' değildir; haysiyet ve hüzün olarak olsa olsa 'feragat' etme teamülüdür. Var olan hep 'insan' olarak tecelli etmez; o, bilinç aracılığıyla zamansal yolculuğunu sürdürür. Planetler gibi boşlukta neşet eder; ontik tecrübe corpus/beden-gövde, varlık ile kendini tecrübe etme ihtimaline sahiptir. Biz: Benliğimiz olarak koymak ve kurtarmak durumunda olduğumuz herkes..
***
İktidarda kimin olacağı önemli ancak tartışılması gereken bireylerden mutlaka geri alınacak olan verilmiş yetkinin, toplum olmadaki rolü; gücün sınırıdır. Koalisyonlarda taraflar, hedeflerini ve önceliklerini belirler. Bunlar arasında az da olsa bir mutakabiliyet varsa sorun yok; ama yoksa tavizler, kaprisler, birbirlerine tahammül etmelere hazır olunması gerekir. Eğer siyasetçiler paylaşıma hazır değillerse, bugün hiçbiri açısından kalıcı çözüm olmadığını görmeleri gerekir. Şayet çözümü erken seçimde görürlerse, bugünün yarınla bariz bir farkı olmayacaktır. Ne kadar gücü olursa olsun hiçbir parti, pratikte aldığı oy miktarına denk gelen bir özgürlüğe; muarızıyla uzlaşma yetkisine sahip değildir.
***
İnsanların maddi yaşamlarını belirleyen bilinçleri değil, bilinçlerini belirleyen maddi yaşamlarının hakikatini yerinden eden simülasyondur! Politikada hakikati bütünüyle kavramak imkansız bir uğraş. Ancak bürünülen mekanlar ve kifayet edilen çabalara denk gelen perspektifler var. Mutlak iktidar, kaybedildiğinde mutlaka ihanet demekse, Sezar'ın olduğu yerde Brütüs'ünkü gibi olmasa da siyasetin doğasından gelen hainlikler kaderdir.
***
Seçim dönemlerinde popülizm insanı ruhundan ayıran bir yıkım/kırım makinası, aklı askıya, zihinleri ablukaya alan bir mengene gibi çalışır. Böylece apaçık gerçeklik, düşünceden gerçekliğe geçişin sağladığı bir oluşumsal gerçeklik olarak belirir. Fiziksel dünyayı, olduğu gibi değil, görüngünün onu temsil edebilirliğinde kavrarız. Düşüncenin tezahürünü, nöro kriptolojinin, elektro mekaniğin pratik hedefinden, yolculuğun sürecinden, bütünü kavrayış nosyonuna eğer ulaşırsak çarpışmalarla nesnenin nesneyle girdiği mücadeleden, enigmanın teknolojisinden -diyalektik bir sonuç mutlak vardır- nomosun yörüngesinde dönen tecrübenin sürecinden; zamanın ruhunun değişkenliğyle oluşan cevapların kendisinden anlarız. Yetkileri, mühürleri, mazbataları; semboller rejiminin gasbedilen takdir mekanizmasıyla -sadece o anlam için elimizdedir- temayülleriyle maddi hayatın argümanlarından seçeriz.
***
***
İktidarda kimin olacağı önemli ancak tartışılması gereken bireylerden mutlaka geri alınacak olan verilmiş yetkinin, toplum olmadaki rolü; gücün sınırıdır. Koalisyonlarda taraflar, hedeflerini ve önceliklerini belirler. Bunlar arasında az da olsa bir mutakabiliyet varsa sorun yok; ama yoksa tavizler, kaprisler, birbirlerine tahammül etmelere hazır olunması gerekir. Eğer siyasetçiler paylaşıma hazır değillerse, bugün hiçbiri açısından kalıcı çözüm olmadığını görmeleri gerekir. Şayet çözümü erken seçimde görürlerse, bugünün yarınla bariz bir farkı olmayacaktır. Ne kadar gücü olursa olsun hiçbir parti, pratikte aldığı oy miktarına denk gelen bir özgürlüğe; muarızıyla uzlaşma yetkisine sahip değildir.
Hegelvari söylersek: Siyasetçinin peşine takılan seçmen değil, her zaman herkes, amaçladığından başka bir şeyi elde eder; çünkü saf etkinliğinin efendisi kimse değildir.
***
Yazmak, düşünmeye gayret etmek demektir.
***
Toplum olmak, öncelikle baskı mekanizmalarının zaruretini, menfaati ve biraradalığı sağlayan ilk paradigmanın sorgulanamazlığını kabul etmektir. İnsanların yalnızlaştıkça özgürlüğe, saçmaladıkça hakikate ulaşma ihtimalleri artar
***
Yazmak, düşünmeye gayret etmek demektir.
***
Toplum olmak, öncelikle baskı mekanizmalarının zaruretini, menfaati ve biraradalığı sağlayan ilk paradigmanın sorgulanamazlığını kabul etmektir. İnsanların yalnızlaştıkça özgürlüğe, saçmaladıkça hakikate ulaşma ihtimalleri artar
İnsanların maddi yaşamlarını belirleyen bilinçleri değil, bilinçlerini belirleyen maddi yaşamlarının hakikatini yerinden eden simülasyondur! Politikada hakikati bütünüyle kavramak imkansız bir uğraş. Ancak bürünülen mekanlar ve kifayet edilen çabalara denk gelen perspektifler var. Mutlak iktidar, kaybedildiğinde mutlaka ihanet demekse, Sezar'ın olduğu yerde Brütüs'ünkü gibi olmasa da siyasetin doğasından gelen hainlikler kaderdir.
***
Sosyal medya ortak bir insan figürü, yerellikten arınmış prototipi yaratarak evrenselleşecek belki; ancak Herkesleşirken daha çok hiç kimsesizleşeceğiz.
***
Belki de kabahat bizde değil; siyasetten sanata, teolojiden ideolojiye temsili sistemin kendisinde.
***
"Öğleyin on ikiden üçe kadar bütün ülkenin üzerine karanlık çöktü. Saat üçe doğru İsa yüksek sesle, “Eli, Eli, lema şevaktani?” yani, “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” diye bağırdı.
Orada duranlardan bazıları bunu işitince, “Bu adam İlyas’ı çağırıyor” dediler.
İçlerinden biri hemen koşup bir sünger getirdi, sirkeye batırıp bir kamışın ucuna takarak İsa’ya içirdi. Öbürleri ise, “Dur bakalım, İlyas gelip O’nu kurtaracak mı?” dediler. İsa, yüksek sesle bir kez daha bağırdı ve ruhunu teslim etti" diye anlatır Matta (27) Konu birçok tabloya konu olmuştur. İsa'nın dudağına sürülen şarap değil sirkedir; rengi kırmızı değil sarımtraktır. Rönesans Avrupa'sında Almanların, İtalyanların ve ötekilerin resimlerdeki betimlemelerin kutsal kitapla uyum içinde olup olmadığını denetleyen kurulları vardır. Bazı eserler buna rağmen hatalıdır. Avrupa sanat tarihçileri bir nebze konuya vakıflardır. Ancak bu eserlerin dini bağlamından habersiz, hangi sahnenin hangi duanın parçası olarak üretildiğini bilemeyen yerli sanat tarihçilerimizin işi zordur. Sanat eleştirisi ve anlatıdaki yorum, öncelikle tefsirin parçası olarak uyumu aramak zaruretindedir.
Akademilerde, tüm sanat eğitimi veren kurumlarda tarih ve ilahiyat okutulmalıdır. Bunların okutulmadığı bir eğitim müfredatında ne Rönesans resminin manasını ne mitolojinin muhteviyatını ne de bunlara karşı akla ve bilgiye davet eden kapitalist üretim süreçlerinin aydınlanma ve modernleşme hamlelerini idrak etmek mümkün olur. Sadece onların yaptıklarını tekrarlamak bizdeki eğitimin temel karakteri; akademik kadroların hiç olmazsa bugünden itibaren Avrupa'nın neyi/nasıl yaptıklarının yanısıra 'neden' yaptıklarını da anlamak için ayrı bir çaba göstermeleri gerekiyor.. 15. yüzyılda Sanat ve Deneyim kitabı, resim sanatının yönlendirisinin kilise olduğu gerçeğini bütün teferruatıyla anlatıyor. Acaba Akademi'de sanat tarihi veren hocalar bu çetrefilli hikayeyi yeteri kadar biliyorlar mı? Michael Baxandall'ın araştırması, sanat eğitimi alan/veren öğrenci ve öğretmenlerin illa okuması gereken önemli bir kitap. Michael Baxandall’ın ilk kez 1972’de yayımlanan ve sanat tarihi disiplininde çığır açan kitabı, 15. yüzyıl İtalyan resmi üzerine titiz bir inceleme olmasının yanı sıra, belli bir dönemde yaratılmış resimlerden yola çıkarak o dönemin toplumsal tarihini okumanın yollarını gösteriyor. İncelediği erken Rönesans eserleri üzerinden, dönemin stiliyle gündelik hayat arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarıyor. Örneğin, ölçüm bilgisiyle perspektif algısını, dans figürleriyle estetik figürasyonu kıyaslıyor. Baxandall, sanatın üretilmesi kadar, alımlanmasını da toplumsal ve ekonomik hayata bağlıyor. Modern sanat tarihinin temel kategorisi olan “stil” gibi, “beğeni”nin de gündelik hayattan türediğini savunuyor. Gündelik hayattaki görsel beceri ve yeteneklerin işlevlerinden arındırılarak, sanat deneyiminde bir oyuna dönüştürülmesinden kaynaklandığını gösteriyor. Baxandall, “stil”in toplumsal hayattaki temellerini keşfederek, bu kavramı formalist tarihlerin aşkın metafiziğinden sökmeyi başarmıştır. Böylece toplumsal sanat tarihinin kurulmasında bir öncü olmuştur.
15. yüzyıl resmi, toplumsal ilişkilerin biriktiği bir çökeltidir. Bir yanda resmi yapan ya da en azından gözetimi altında yapılmasını sağlayan ressam, diğer yanda da ressamdan onu yapmasını isteyen, bunun için gerekli mali kaynağı sağlayan ve tamamlandıktan sonra bir biçimde kullanmayı düşünen bir başkası vardır. İki taraf da, ticari, dinî, algısal, yani geniş anlamıyla toplumsal kurumlara ve geleneklere bağlı çalışırlar. Bu konuda sözleşme ve örneklerin yer aldığı kitap çok önemli bir görgü/bilgi geliştirici kaynak.
Kitaptan bir bölüm okumak için tıklayın
http://www.iletisim.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/sanat%20deneyim.pdf
***
Olağanüstülüğün istisna değil kural haline geldiği yepyeni bir gerçeklik zeminiyle karşı karşıyayız; adına politika denilen tarafların gücünü sınadığı alan unutmayalım ki bir bataklıktır. Herkesin beklentisi, suptil bilincin tedariki öncelikli gereksinimleridir. Vekilin kişisel ikbal arayışı ve iktidarını arttırmak ereğiyle kurması muhtemel ittifaklar bir idealden yola çıkan siyaseti aykırılaştırıp ilk hareket noktasından ayrı düşürürebilir. Bu anlamıyla politika paylaşım imkanından çok bir ganimet ekonomisi sunar. Politik dünyada seçmenin sömürgeleştirilmesine yol açan mantık, edilgen öznenin ancak velayet aracılığıyla görünür olmasının sonucudur.
***
"Son haftalarda, hem Ortadoğu’ya hem de küresel sisteme ilişkin jeopolitik gelişmelere ilişkin tartışmalarda belirgin bir yoğunlaşma oldu. Kendi tartışmalarımız içinde yoğrulurken bunları da gözden kaçırmayalım.
Mart ayındaki bir yazımda, öngörülebilirlik yokluğu; düzensizliğe, kaosa düşme eğilimi olarak tanımlanabilecek olan “entropi”nin hem küresel, hem bölgesel hem de Türkiye düzeyinde artmaya başladığını savunmuştum" diyor Ergin Yıldızoğlu "Giderek güçlenen entropi “kaos” korkusuna yol açarken, madalyonun öbür yüzünde, bu duruma çare olarak, Robert Kaplan’ın geçenlerde “emperyalizmi geri getirin” çağrısı olarak yorumlanan yazısı, ABD dış politika çevrelerinde yoğun tartışma yarattı (Washington Post, 09/06/2015). Kaplan, Ortadoğu’ya referansla,“Emperyalizmin modası geçmiş olarak görülebilir ama, tarih bize onun karşısındaki tek seçeneğin kaos olduğunu gösteriyor” diyordu (Foreign Policy, 25/05/2015). (..) Kısacası ya kaos ya emperyal düzen diyor Kaplan. Kaplan savını, tarihsel kökleri olan devletler ve doğal sınırlar gibi iki kavram üzerinden geliştiriyor. Kaplan’ın savı aynı zamanda ABD’nin ekonomik ve askeri kapasitesi ile ilgili bazı varsayımlara dayanıyor. Kaplan’a göre, bazı devletlerin kökleri tarihin derinliklerine gittiği için bugün daha istikrarlı ve daha seküler yapılar oluşturuyorlar. Buna karşılık bazı devletler de aslında sonradan türemiş, tarihsel kökleri olmayan yapay özellikler sergiliyorlar.
Bu ikincisi, birçok yerde emperyalizm tarafından çizilmiş yapay sınırlar (Sykes-Picot) konusuyla yakından ilgili. Kaplan, Ortadoğu halklarının, doğal olmayan sınırlarla yaşamak zorunda bırakıldıklarını, etnik ve din, mezhep farklılıklarından dolayı da kendi kendilerini yönetemedikleri sonucuna ulaşıyor. Kaplan’a göre bölgeye yeniden istikrarı kurmak için bir emperyalist müdahale ve düzenleme, yol göstericilik gerekebilir; yeni ABD devlet başkanı 2017’de bölgede Batı etkisini yeniden güçlendirmeyi denemeye karar verebilir.
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/304327/Kaos_korkusu_ve_emperyalizm_-_II.html

Hegel "yazarken anlatmakta zorlanan filozoflar birbirlerine uluorta küfür ederlerken çok net olabiliyorlar diyor. Siyasetin seçim öncesi kem söz literatürüne baktığımızda ne istediklerini daha net görüyorduk. Bazı partilerin ortaklıktan kaçmak için zevahiri kurtarmak adına bugün ilkelerden söz etmesinin siyaseten ihtiyatlı olmak gibi bir anlamı yok. Tüm partilerin uzlaşmazlıklarının nedeni rasyoneliteri; tarafların nesepsizlikleri öngörüsüzlükleri demeden bariz bir deyişle memleket meselesi, insan malzemesi gibi ontolojik durumlara bakmalıyız. Bir taraf için Ortadoğu'da oyun planı olanlarla ittifak, 'tarafsız olan bertaraf olur' repliğini saat başı seslendirerek kargaşanın bir an önce başlayıp bitmesi yönünde bir çağrı olabilir. Ancak, Suriye'de hem rejimi iç savaşla yıkmaya çalışıp hem de toprak bütünlüğünü koruyabileceğini sanmanın ihtimal dahilinde olmadığını biliyorlardı; öyleyse kullanıldık mı diyecekler! Robert Kaplan'ın 'Emperyalizmi Geri Getirin' yazısını bu bağlamda okumak gerekir: Büyük fotografta asıl tartışma esas olarak ABD’nin gerileyen hegemonyasının jeopolitiği ile Çin’in yükselişinin jeopolitiği, Çin’in yükselme ve karşıt hegemonya stratejileri üzerinde yoğunlaşıyor. Şüphesiz ki vehmettikleri hayallere derinlik adını takanların ayaklarının altındaki zemin entropi uzmanlarınca oluşturulmuştur; ne var ki çaresizler temayül olarak performatif mazlumiyetlerine halkı ortak etmek isteyeceklerdir. Türkiye'nin bir adım ötesinde yaşanan kıyımın literatürdeki karşılığını etnik temizlik ya da tehcir değil de demograhic relocation olarak düzeltme talepleri kamuflajdır. Stratejide iflas edenler, milletin geçmişi gibi muhayyel bir mevkide durmaya çabalıyorlar. Anlamsız mottoları tekrarlayanlar, seküler rejimi korumak yerine corpusu yaratan diyalogları manipule ederken sadece tek taraflı bir perspektiften okunma ihtimali olan tarih suistimaline bayılıyorlar. Kısaca söylemek gerekir ki an itibariyle partileri bir arada tutacak bir temel çelişkiyi ya da 'demokrasi/özgürlük' gibi ulvi bir prensibi merkeze alarak birlik olmak, ittifak sağlamak güçtür; nomos'un anlamıyla seçim, finansal sermayenin sunduklarından ibarettir. Matah olmayabilir lakin İşbirliği, egemenler arası çelişki ve ittifakların vazgeçilmezidir. Çok sarih olmayan stratejilere karşın çok net galiz küfürlere sahiptir halk. Türkiye'nin epistomolojisi, 'mazlum' retoriğinden doğar; alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste! Vebal ortak, gelecek hepimizin tercihlerinin eseri olacak olsa da her zümre, kendi kaygı ve çıkarlarının esiridir.
***
Dünyamızı ve fikirlerimizi toplumsal yargıdan özerkleştirdiğimizde ancak 'özgürlük' kendimiz tarafından da savunulacak bir değer olacaktır. Gerçekliği şahsileştirmek ve tahrif etmek her mesleğin genel eğilimidir. Aslında objektif bakış da yoktur; her bakış subjektif yargıya aittir. İdeolojinin karanlık yüzü, rasyonel/hayatın gerçeğine ait bugünkü hakikati aşan özbilinçtir..
Binalarını eğitimli mimarların değil de çıraktan yetişen müteahhitlerin yaptığı bir toplum uygar olmaktan uzaktır.
Nedenler görülmeyip, şeyler nedene dönüştüğünde; ötelenen gerçeğin yerini, bugünkü hamasetlerde olduğu gibi transandantal tarih/mitoloji alır
Sosyal medya ortak bir insan figürü, yerellikten arınmış prototipi yaratarak evrenselleşecek belki; ancak Herkesleşirken daha çok hiç kimsesizleşeceğiz.
***
Belki de kabahat bizde değil; siyasetten sanata, teolojiden ideolojiye temsili sistemin kendisinde.
***
"Öğleyin on ikiden üçe kadar bütün ülkenin üzerine karanlık çöktü. Saat üçe doğru İsa yüksek sesle, “Eli, Eli, lema şevaktani?” yani, “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” diye bağırdı.
Orada duranlardan bazıları bunu işitince, “Bu adam İlyas’ı çağırıyor” dediler.
İçlerinden biri hemen koşup bir sünger getirdi, sirkeye batırıp bir kamışın ucuna takarak İsa’ya içirdi. Öbürleri ise, “Dur bakalım, İlyas gelip O’nu kurtaracak mı?” dediler. İsa, yüksek sesle bir kez daha bağırdı ve ruhunu teslim etti" diye anlatır Matta (27) Konu birçok tabloya konu olmuştur. İsa'nın dudağına sürülen şarap değil sirkedir; rengi kırmızı değil sarımtraktır. Rönesans Avrupa'sında Almanların, İtalyanların ve ötekilerin resimlerdeki betimlemelerin kutsal kitapla uyum içinde olup olmadığını denetleyen kurulları vardır. Bazı eserler buna rağmen hatalıdır. Avrupa sanat tarihçileri bir nebze konuya vakıflardır. Ancak bu eserlerin dini bağlamından habersiz, hangi sahnenin hangi duanın parçası olarak üretildiğini bilemeyen yerli sanat tarihçilerimizin işi zordur. Sanat eleştirisi ve anlatıdaki yorum, öncelikle tefsirin parçası olarak uyumu aramak zaruretindedir.
Her toplum kendi üretim biçimine uygun olarak hayatını tanzim eder ve anlatısını bu koşullardaki dinamiklerle oluşturur. Sahi budur; oysa bizim gerçeğimizin onların hakikatiyle olan bağları görecelidir. Mesela rönesans resminde yar alan İsa çizimlerinin kaynağının Lentelus adlı Roma dönemi Yahudi valisi olduğunu biliyor muydunuz? Resimlerin kilise otoritelerinin yaptığı tasvire uygun olup olmadığını şayet teolojide geçen anlatımlara upuygun değilse hatalı kabul edilen tabloların hangileri olduğunu söyleyebilir misiniz? Bütün aziz ve azize; melek vd. figürlerin uhreviyattaki pozisyonları, sipariş üzerine talimatnamelere bağlı anlatımı, din eğitimi amaçlı görselleriyle tüm metaforların halk tarafından bilinmesi için gerçekleştirilmiştir; rönesans sanatı, o dönemde okuması olmayanlar için doğrudan şematik ve didaktik bir hikayelendirme tekniğidir diyebiliriz. Yani kısaca sanat için değil, birer zanaat eseri olarak ustalıklarını ortaya serimlemiş insanların gayretleriyle ortaya konulmuş ikonalardır bu resimler.

15. yüzyıl resmi, toplumsal ilişkilerin biriktiği bir çökeltidir. Bir yanda resmi yapan ya da en azından gözetimi altında yapılmasını sağlayan ressam, diğer yanda da ressamdan onu yapmasını isteyen, bunun için gerekli mali kaynağı sağlayan ve tamamlandıktan sonra bir biçimde kullanmayı düşünen bir başkası vardır. İki taraf da, ticari, dinî, algısal, yani geniş anlamıyla toplumsal kurumlara ve geleneklere bağlı çalışırlar. Bu konuda sözleşme ve örneklerin yer aldığı kitap çok önemli bir görgü/bilgi geliştirici kaynak.
Kitaptan bir bölüm okumak için tıklayın
http://www.iletisim.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/sanat%20deneyim.pdf
***
Olağanüstülüğün istisna değil kural haline geldiği yepyeni bir gerçeklik zeminiyle karşı karşıyayız; adına politika denilen tarafların gücünü sınadığı alan unutmayalım ki bir bataklıktır. Herkesin beklentisi, suptil bilincin tedariki öncelikli gereksinimleridir. Vekilin kişisel ikbal arayışı ve iktidarını arttırmak ereğiyle kurması muhtemel ittifaklar bir idealden yola çıkan siyaseti aykırılaştırıp ilk hareket noktasından ayrı düşürürebilir. Bu anlamıyla politika paylaşım imkanından çok bir ganimet ekonomisi sunar. Politik dünyada seçmenin sömürgeleştirilmesine yol açan mantık, edilgen öznenin ancak velayet aracılığıyla görünür olmasının sonucudur.
***
"Son haftalarda, hem Ortadoğu’ya hem de küresel sisteme ilişkin jeopolitik gelişmelere ilişkin tartışmalarda belirgin bir yoğunlaşma oldu. Kendi tartışmalarımız içinde yoğrulurken bunları da gözden kaçırmayalım.
Mart ayındaki bir yazımda, öngörülebilirlik yokluğu; düzensizliğe, kaosa düşme eğilimi olarak tanımlanabilecek olan “entropi”nin hem küresel, hem bölgesel hem de Türkiye düzeyinde artmaya başladığını savunmuştum" diyor Ergin Yıldızoğlu "Giderek güçlenen entropi “kaos” korkusuna yol açarken, madalyonun öbür yüzünde, bu duruma çare olarak, Robert Kaplan’ın geçenlerde “emperyalizmi geri getirin” çağrısı olarak yorumlanan yazısı, ABD dış politika çevrelerinde yoğun tartışma yarattı (Washington Post, 09/06/2015). Kaplan, Ortadoğu’ya referansla,“Emperyalizmin modası geçmiş olarak görülebilir ama, tarih bize onun karşısındaki tek seçeneğin kaos olduğunu gösteriyor” diyordu (Foreign Policy, 25/05/2015). (..) Kısacası ya kaos ya emperyal düzen diyor Kaplan. Kaplan savını, tarihsel kökleri olan devletler ve doğal sınırlar gibi iki kavram üzerinden geliştiriyor. Kaplan’ın savı aynı zamanda ABD’nin ekonomik ve askeri kapasitesi ile ilgili bazı varsayımlara dayanıyor. Kaplan’a göre, bazı devletlerin kökleri tarihin derinliklerine gittiği için bugün daha istikrarlı ve daha seküler yapılar oluşturuyorlar. Buna karşılık bazı devletler de aslında sonradan türemiş, tarihsel kökleri olmayan yapay özellikler sergiliyorlar.
Bu ikincisi, birçok yerde emperyalizm tarafından çizilmiş yapay sınırlar (Sykes-Picot) konusuyla yakından ilgili. Kaplan, Ortadoğu halklarının, doğal olmayan sınırlarla yaşamak zorunda bırakıldıklarını, etnik ve din, mezhep farklılıklarından dolayı da kendi kendilerini yönetemedikleri sonucuna ulaşıyor. Kaplan’a göre bölgeye yeniden istikrarı kurmak için bir emperyalist müdahale ve düzenleme, yol göstericilik gerekebilir; yeni ABD devlet başkanı 2017’de bölgede Batı etkisini yeniden güçlendirmeyi denemeye karar verebilir.
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/304327/Kaos_korkusu_ve_emperyalizm_-_II.html

Hegel "yazarken anlatmakta zorlanan filozoflar birbirlerine uluorta küfür ederlerken çok net olabiliyorlar diyor. Siyasetin seçim öncesi kem söz literatürüne baktığımızda ne istediklerini daha net görüyorduk. Bazı partilerin ortaklıktan kaçmak için zevahiri kurtarmak adına bugün ilkelerden söz etmesinin siyaseten ihtiyatlı olmak gibi bir anlamı yok. Tüm partilerin uzlaşmazlıklarının nedeni rasyoneliteri; tarafların nesepsizlikleri öngörüsüzlükleri demeden bariz bir deyişle memleket meselesi, insan malzemesi gibi ontolojik durumlara bakmalıyız. Bir taraf için Ortadoğu'da oyun planı olanlarla ittifak, 'tarafsız olan bertaraf olur' repliğini saat başı seslendirerek kargaşanın bir an önce başlayıp bitmesi yönünde bir çağrı olabilir. Ancak, Suriye'de hem rejimi iç savaşla yıkmaya çalışıp hem de toprak bütünlüğünü koruyabileceğini sanmanın ihtimal dahilinde olmadığını biliyorlardı; öyleyse kullanıldık mı diyecekler! Robert Kaplan'ın 'Emperyalizmi Geri Getirin' yazısını bu bağlamda okumak gerekir: Büyük fotografta asıl tartışma esas olarak ABD’nin gerileyen hegemonyasının jeopolitiği ile Çin’in yükselişinin jeopolitiği, Çin’in yükselme ve karşıt hegemonya stratejileri üzerinde yoğunlaşıyor. Şüphesiz ki vehmettikleri hayallere derinlik adını takanların ayaklarının altındaki zemin entropi uzmanlarınca oluşturulmuştur; ne var ki çaresizler temayül olarak performatif mazlumiyetlerine halkı ortak etmek isteyeceklerdir. Türkiye'nin bir adım ötesinde yaşanan kıyımın literatürdeki karşılığını etnik temizlik ya da tehcir değil de demograhic relocation olarak düzeltme talepleri kamuflajdır. Stratejide iflas edenler, milletin geçmişi gibi muhayyel bir mevkide durmaya çabalıyorlar. Anlamsız mottoları tekrarlayanlar, seküler rejimi korumak yerine corpusu yaratan diyalogları manipule ederken sadece tek taraflı bir perspektiften okunma ihtimali olan tarih suistimaline bayılıyorlar. Kısaca söylemek gerekir ki an itibariyle partileri bir arada tutacak bir temel çelişkiyi ya da 'demokrasi/özgürlük' gibi ulvi bir prensibi merkeze alarak birlik olmak, ittifak sağlamak güçtür; nomos'un anlamıyla seçim, finansal sermayenin sunduklarından ibarettir. Matah olmayabilir lakin İşbirliği, egemenler arası çelişki ve ittifakların vazgeçilmezidir. Çok sarih olmayan stratejilere karşın çok net galiz küfürlere sahiptir halk. Türkiye'nin epistomolojisi, 'mazlum' retoriğinden doğar; alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste! Vebal ortak, gelecek hepimizin tercihlerinin eseri olacak olsa da her zümre, kendi kaygı ve çıkarlarının esiridir.
***
Dünyamızı ve fikirlerimizi toplumsal yargıdan özerkleştirdiğimizde ancak 'özgürlük' kendimiz tarafından da savunulacak bir değer olacaktır. Gerçekliği şahsileştirmek ve tahrif etmek her mesleğin genel eğilimidir. Aslında objektif bakış da yoktur; her bakış subjektif yargıya aittir. İdeolojinin karanlık yüzü, rasyonel/hayatın gerçeğine ait bugünkü hakikati aşan özbilinçtir..
Binalarını eğitimli mimarların değil de çıraktan yetişen müteahhitlerin yaptığı bir toplum uygar olmaktan uzaktır.
Nedenler görülmeyip, şeyler nedene dönüştüğünde; ötelenen gerçeğin yerini, bugünkü hamasetlerde olduğu gibi transandantal tarih/mitoloji alır
***
Felsefe, bir odağı ve kesinlik içeren bir merkezi, bir iktidar makamı olmayan doğaya karşı; insanın hayatı anlamlandırma çabasıdır. Hakikati ararken başvurduğumuz yeryüzünün temayülüne baktığımızda iradeyi belirleyen emredici bir merkez, sabit bir iktidar makamı, gelecek üstüne tasarım ve tasarrufu olmayan; planlanmamış bir hayat ve tüketim için çalışan, üretime odaklanmamış toplum formu pekala mümkün olabilir.
***
Modern çağda sanata ait bütün istisnaların 'kural' olduğu bir örgütlenmenin ârazıdır müzeler; ancak içinin doldurulmasına karşı içerikten beklenen nedir? İstisnayı içeren yasaklamanın, hukukun dışına attığıyla bağı, kutupların karşılıklı bağımlılığıdır. Hareket, eyleyenin, eril tahakkümün öfkeli bakışını askıya aldığında dışarıda bırakılanındır; geleceği kurma eğilimi taşıyan istisnadır.
***
Düşünceler, ilanihaye riayet edilmesi gereken ölü mefhumlar, anlamdan yoksun fermanlar değillerdir. Acizliğine sığınarak emri yerine getirirken dehşetin olağanlığına aldırmayan kişi, bigâneliğiyle sadece günahsız seyirci olmakla kalmaz; zamanın oluşuna katkıda bulunarak kötülüğün ruhuyla özdeşleşir.
***
Çağdaşlık ile herkesin efendi olup kimsenin emretmediği toplum hayalini anlıyoruz. Ekonomik istikrar ya da en çok oy alanın istibdatını değil. Her seçim, bireyin kendi hayati varoluşuyla birlikte bu tercihe bağlı dünyadaki yerini ve bulunduğu toplumun geleceğini kurguladığı bir yeniden yaratım/oluşumdur. İktidarın kimin olacağı önemli ancak tartışılması gereken bireylerden mutlaka alınacak olan iktidarın toplum olmaktaki şümulu, egonun tezahürü ve gücün sınırıdır.
***
Eğer 'akıl' verilebilen bir değerse, matrisin iki yüzüne değil de potansiyel vericisine baktığımızda kudret kazanan bilgeliğin, ahmaklıktan mustarip olması çok yadırgatıcı olmayacaktır.
Sınıfsal baktığımızda, kim haklı, kim mağdur; kimin sömüren/sömürülen olduğunu belirlemek için elimizde hakikat adına sadece öznellik vardır.
Özgür eleştiri ortamı,öznel bilinci, özbilinçse özgürleşme istenci içindeki bireyin iktidar aygıtlarına ve mekaniğine mesafesini artıracaktır. Bilincinde olsun olmasın; seçmen, kendisinin parçası olduğu organik bütünlüğü üretir. Eğreti, emanet, yahut yekpare; öznel bilinç, mesafedir.
***
AVM'lerde ya da büyük mağazalardaki müşteriler ne gerçek, ne de mukîmdir. Aidiyetleri, mensubiyetleri yoktur. Onlarcasından biri olanlar, milyonlarcasının hizmetkarıdır. -Adam Smith'in börekçi, börekleri, fırıncı ekmekleri sizi sevdiği için yapmaz demesi paradigmadır; ancak herkesin birbirine zincirlerle bağlandığı kimsenin özgür olmadığı gönüllü bir sömürü düzenidir- Özne, bir daha gelmesi anlam ve mecburiyet teşkil etmeyen mekana tutsak gezgindir. Uçucu kültür, kalıcı bağlar kuramaz.
Foucault, College de France'de Söylemin Düzeni adlı açılış konuşmasına şöyle söyler: "Bugün yapmak zorunda olduğum konuşmada ve burada belki de yıllar boyunca yapmak zorunda kalacağım konuşmalarda, hiç kimseye sezdirmeden eriyip gitmeyi dilerdim. Söze başlamaktansa sözün beni sarıp sarmalaması ve beni her türlü olası başlangıcın çok ötelerine taşımasını isterdim. Konuşacağım sırada, kimliği bulunmayan bir sesin benden epey önce söze başlamış olduğunu fark edivermek ne hoş olurdu: O zaman sözcükleri bağlamak, cümleyi sürdürmek, sanki bir an için askıda tutarak bana işaret etmişçesine yarattığı boşlukların arasına hiç kimsenin fazlaca dikkatini çekmeksizin yerleşivermek yeterdi bana. Böylece başlangıçolmayacaktı ve söylemin kendisinden kaynaklandığı kişi olacak yerde, onun uzayıp gidişinin rastlantısallığında zayıf bir boşluk, olası eriyişindeki bitiş noktası olacaktım. Benim arkamda (çok önceden söze başlamış, söyleyeceğim şeyleri önceden söylemiş) bir sesin şöyle demesini isterdim: “sürdürmek gerek, ben sürdüremiyorum, sürdürmek gerek, sözcükler olduğu sürece onları söylemek gerek, beni buluncaya, beni söyleyinceye dek, onları söylemek gerek – tuhaf çaba, tuhaf hata, sürdürmek gerek, belki de çoktan oldu, belki de çoktan söylediler bana söyleyeceklerini, belki beni öykümün eşiğine dek, öyküme açılan kapının eşiğine dek taşıdılar, eğer kapı açılırsa şaşardım"
Özgürlükçü/liberter düşünürlerin onları ilkel toplum olarak görmesi bizi rahatsız ediyor. Ancak biliyoruz ki marksistler ya da anarşistler; hepsi uygar dünyanın militanı; insanların mahremine girerek zihinlerin her yerini istila etmiş kapitalist bilgi birikimin eseridirler. Kapitalizm sadece sermaye rejimi değildir; ona tekabül eden çalışma, eşya üretme ve fetişlerle yaşama rejimidir de. Emeğin karşılığı sosyalist/kapitalist örgütlenmede de paradır. Aydınlanmanın felsefesinden, post modern dünyanın demokratlarından; emeğin mübadeleye sunulmadığı formlarının olabildiği bir hayata bambaşka bir perspektiften bakmalarını beklemek hayaldir.
Afrika'nın efendisiz halkları!
Sosyalistler, Marks'ın vasiyetini görmezden gelmişlerdir. Engels, dostunun ölümünden üç yıl sonra 1884'te yayımladığı Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabının önsözünde şunları yazar. "Bu kitap, deyim yerindeyse, bir vasiyetin yerine getirilmesidir. Hiç kimse Karl Marx kadar, kendi —bir dereceye kadar bizim de diyebilirim— materyalist tarih irdelemesi sonuçlarıyla ilişki kurarak, Morgan'ın ara vargıları açıklamak ve bunların büyük önemini ortaya koymak istemezdi. Gerçekten, Morgan, Marx'ın kırk yıl önce keşfetmiş bulunduğu bulunduğu materyalist tarih görüşünü, Amerika'da, kendi alanında yeniden keşfetmiş ve bu durum, onu, barbarlık ile uygarlık arasındaki karşılaştırma konusunda, belli başlı noktalar üzerinde Marx'la aynı sonuçlara varmaya götürmüştü. Nedir ki, Almanya'nın profesyonel iktisatçılar Kapital'den sözetmemek için ne kadar direndilerse, ondan kopya çekmek için de o kadar büyük bir çaba göstermişlerdir. Morgan'ın Eski Toplum'u karşısında İngiltere'deki "tarih-öncesi" bilim sözcülerinin tutumu da başka türlü olmadı. Benim bu çalışmam, yitip giden dostumun yapamadığı işin yerini ancak güçsüz bir şekilde doldurabilir. Bununla birlikte, Marx'ın Morgan'dan çıkardığı bol sayıda özet arasında bulunan eleştiri notları elimin altında. Bu çalışmada elimden geldiğince bu notları kullandım. Materyalist anlayışa göre, tarihte, egemen etken, sonunda, maddi yaşamın üretimi ve yeniden-üretimidir. Ama bu üretim, ikili bir özlüğe sahiptir. Bir yandan, yaşam araçlarının; beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan nesnelerin ve bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi. Belirli bir tarihsel dönem ve belirli bir ülkedeki insanların içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü üretim tarafından, bir yandan emeğin, öbür yandan da ailenin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması tarafından. Emeğin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması ne kadar düşük, toplam emek ürünü ve bunun sonucu, toplumun sahip bulunduğu servet ne kadar az ise kan bağının ağır basan etkisi, toplumsal düzen üzerinde o kadar çok belirleyici görünür. Ama kan bağına dayanan bu toplumsal yapı çerçevesinde, emek üretkenliği gitgide artar; ve onunla birlikte, özel mülkiyet ve değişim, servetler arasında eşitsizlik, başkasının emek-gücünden yararlanabilme olanağı; sonuç olarak, sınıflar arasındaki karşıtlıkların temeli de gelişir; bütün bu yeni toplumsal ögeler, kuşaklar boyunca, eski toplumsal kuruluşu yeni koşullara uyarlamak için, bunların arasındaki bağdaşmazlık tam sonucu verene kadar var güçleriyle etkide bulunurlar. Kan bağı üzerine kurulmuş eski toplum, yeni gelişmiş toplumsal sınıfların çatışması sonucu değişir; yerini, artık dayanaklarını kan bağı üzerine kurulmuş toplulukların değil, belirli bir ülkede yaşayan toplulukların oluşturduğu devlet içinde örgütlenen aile rejiminin tamamen mülkiyet rejimi tarafından belirlendiği günümüze kadar gelen yazılı tarihin bütün özünü biçimlendiren sınıflar çatışması ve sınıflar savaşımının artık içinde özgürce gelişeceği yeni bir topluma bırakır.
Morgan'ın büyük değeri, yazılı tarihimizin bu tarih-öncesi temelini bularak onu ana çizgileriyle anlatmış ve en eski Yunan, Roma ve Cermen tarihinin o zamana kadar tahlil edilememiş başlıca gizlerinin anahtarını, kuzey Amerika yerlilerinin kandaş grupları içinde bulmuş olmasındadır. "
Marks'ın 'Etimoloji Defterin'nde yer alan notlarını kitap olarak derleyemediği ve bunlardan yola çıkacak bildiğimizden başka bir toplum modeli olabileceği konusunu araştırılmasını vasiyet olarak bıraktığını biliyoruz. Ancak yukarıdaki metinde görüyoruz ki Engels, efendisiz halkları, uygarlık öncesi modern toplumun ilk basamaklarına yerleştiriyor. Oysa burada şayet kolonyalist istilacıların taaruzuna uğramasa başka şekilde evrilmesi olanaklı bir toplum şeması vardır. Normatif yapının düşünürü olan Engels, Marks'ın notlarından yola çıkar. -Asıl kaynak Morgan adlı alan araştırmacısı bir Amerikan sahra subaydır.- Engels'in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabı bütün önemine rağmen gerçeği anlamak yerine 'diyalektik materyalist' adını verdikleri toplum şemasının sınıflı toplumlarda nasıl kullanacağı yönünde bir çabadır.
Analizlerin içinde gerçek deneyim parçaçıkları var mıdır? Bu sorunun verilecek makul bir yanıtı yoktur. Eğer diyalektik materyalizm, tüm koşulları denetim altına aldığı bir karşıtlar dünyasında demokrasiyi rafa kaldırarak örgütlenmişse, bu organize aklın üretim aşkına totalizmi; dünyayı değiştirmek için taamüden tasarlanmış pragmatik bir ideolojiyi onayladığı içindir. Ortaya çıkan puzzle; tarihteki çekiçli mitolojik figür, ampirik olmasına rağmen hayata değil mateyalist idealizme aittir.
Hem Marksist hem de anarşistlere göre toplumun gelişmesinde belirli normatif şemalar ve diyalektik bir çizgi mevzubahistir. Kuzey Amerika'da olduğu gibi Afrika’daki pek çok segmenter soy sistemi özellikleri ile anarşist federalizm arasındaki benzerlikler vardır. Her iki durumda da bütünü oluşturan segmentler, her segmenti oluşturan alt segmentler vb. vardır. Her iki klan örgütlenmesinde en etkili otorite en küçük birimdedir; daha geniş entegrasyon seviyelerine çıktıkça güç doğrudan azalır, böylece tepede, federasyonun zirvesinde pek az nüfuz bulunur. Bu aynı Kutsal Kitap, Matta 20/27 deki bölüm gibidir: Der ki, "Aranızda büyük olmak isteyen, diğerlerinin hizmetkârı olsun. Aranızda birinci olmak isteyen, diğerlerinin kulu olsun. Nitekim İnsanoğlu, hizmet edilmeye değil, hizmet etmeye ve canını birçokları uğruna fidye olarak vermeye geldi." Yeryüzünün krallığında doğal olan budur.
İlkel toplumların vahşi(!) yaşamında kabileler halinde ayaşayan sayısız küçük grubu daha büyük entegre bütüne dahil etmek ve daha geniş bir ağ kurmak bu bilgilerden yola çıkarak mümkündür. Öte yandan, iki sistem arasındaki temel bir zıtlık, federalizm gruplar arasında işbirliğine dayanırken –yardımlaşma ya da karşılıklılık ilkesi-, segmenter soy sisteminde işleyen ilkeninse aynı seviyedeki gruplar arasında karşıtlık ya da çatışma olmaya mahal vermesi rahatsız eder, çelişkileri çözmeye yönelik formüller geliştirirler. Kızılderiler, Afrikalılar vd: Çatışma dışındaki alana baktığımızda; anarşistler böyle bir bakış açısına sempati duyarlar. Merkezi yönetimin olmadığı ve kabile üyelerinin her an şefleri/reislerinin yetkilerinden yoksun bırakabildiği avcılık toplayıcılıkla yaşanabildiği mülkiyetsiz bir sistem caziptir. Efendisiz halklar pratiğinden, üyelerin uygun gördükleri takdirde sistemden çekilmelerine izin verilmesi gibi günümüz demokrasisine bağlanabilecek ufuklar yaratılabilir. İnsan bu dünyada ya yetişkin bir ruh olacak ya da tüm azgelişmiş ve barbarlığıyla bir çocuk güdülerinde inkişaf etmeden kalacağını göz önüne alırsak liberterlerin efendisiz halklara gösterdikleri ilgide önemli zaafiyetler olduğunu belirtirmekle yetinelim.
https://dokumanpaylasimdpp.files.wordpress.com/2015/03/harold-barclay-efendisiz-halklar.pdf
http://www.solyayinlari.com/solkit/e/aomdk.html
http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/marxin-dusunce-dunyasina-bir-seyahat-395806
***
.
Felsefe, bir odağı ve kesinlik içeren bir merkezi, bir iktidar makamı olmayan doğaya karşı; insanın hayatı anlamlandırma çabasıdır. Hakikati ararken başvurduğumuz yeryüzünün temayülüne baktığımızda iradeyi belirleyen emredici bir merkez, sabit bir iktidar makamı, gelecek üstüne tasarım ve tasarrufu olmayan; planlanmamış bir hayat ve tüketim için çalışan, üretime odaklanmamış toplum formu pekala mümkün olabilir.
***
Modern çağda sanata ait bütün istisnaların 'kural' olduğu bir örgütlenmenin ârazıdır müzeler; ancak içinin doldurulmasına karşı içerikten beklenen nedir? İstisnayı içeren yasaklamanın, hukukun dışına attığıyla bağı, kutupların karşılıklı bağımlılığıdır. Hareket, eyleyenin, eril tahakkümün öfkeli bakışını askıya aldığında dışarıda bırakılanındır; geleceği kurma eğilimi taşıyan istisnadır.
***
Düşünceler, ilanihaye riayet edilmesi gereken ölü mefhumlar, anlamdan yoksun fermanlar değillerdir. Acizliğine sığınarak emri yerine getirirken dehşetin olağanlığına aldırmayan kişi, bigâneliğiyle sadece günahsız seyirci olmakla kalmaz; zamanın oluşuna katkıda bulunarak kötülüğün ruhuyla özdeşleşir.
***
Çağdaşlık ile herkesin efendi olup kimsenin emretmediği toplum hayalini anlıyoruz. Ekonomik istikrar ya da en çok oy alanın istibdatını değil. Her seçim, bireyin kendi hayati varoluşuyla birlikte bu tercihe bağlı dünyadaki yerini ve bulunduğu toplumun geleceğini kurguladığı bir yeniden yaratım/oluşumdur. İktidarın kimin olacağı önemli ancak tartışılması gereken bireylerden mutlaka alınacak olan iktidarın toplum olmaktaki şümulu, egonun tezahürü ve gücün sınırıdır.
***
Eğer 'akıl' verilebilen bir değerse, matrisin iki yüzüne değil de potansiyel vericisine baktığımızda kudret kazanan bilgeliğin, ahmaklıktan mustarip olması çok yadırgatıcı olmayacaktır.
Sınıfsal baktığımızda, kim haklı, kim mağdur; kimin sömüren/sömürülen olduğunu belirlemek için elimizde hakikat adına sadece öznellik vardır.
Özgür eleştiri ortamı,öznel bilinci, özbilinçse özgürleşme istenci içindeki bireyin iktidar aygıtlarına ve mekaniğine mesafesini artıracaktır. Bilincinde olsun olmasın; seçmen, kendisinin parçası olduğu organik bütünlüğü üretir. Eğreti, emanet, yahut yekpare; öznel bilinç, mesafedir.
***
AVM'lerde ya da büyük mağazalardaki müşteriler ne gerçek, ne de mukîmdir. Aidiyetleri, mensubiyetleri yoktur. Onlarcasından biri olanlar, milyonlarcasının hizmetkarıdır. -Adam Smith'in börekçi, börekleri, fırıncı ekmekleri sizi sevdiği için yapmaz demesi paradigmadır; ancak herkesin birbirine zincirlerle bağlandığı kimsenin özgür olmadığı gönüllü bir sömürü düzenidir- Özne, bir daha gelmesi anlam ve mecburiyet teşkil etmeyen mekana tutsak gezgindir. Uçucu kültür, kalıcı bağlar kuramaz.
***
Kader çizgisinin olmadığı modern toplumda, tesadüfler bile planlı bir ekonominin ürünü; her birey, bir diğerinin yerini almak için mücadele eden rakip/düşmansa eğer, o zaman ihtiyatla sorgulanması gereken ahlak, vasatlığın mertebesi olarak düşkünlüktür; bilinçse kendini yok etme özbilinciyle mücehhez olan insanın kurdudur.
Kader çizgisinin olmadığı modern toplumda, tesadüfler bile planlı bir ekonominin ürünü; her birey, bir diğerinin yerini almak için mücadele eden rakip/düşmansa eğer, o zaman ihtiyatla sorgulanması gereken ahlak, vasatlığın mertebesi olarak düşkünlüktür; bilinçse kendini yok etme özbilinciyle mücehhez olan insanın kurdudur.
***
Benden çok önceden söze başlamış birinin tam da söyleyeceğim şeyleri benden önce söylemiş olduğunu gördüğümde sese sessizce eklenmek ve susmak isterdim..
Foucault, College de France'de Söylemin Düzeni adlı açılış konuşmasına şöyle söyler: "Bugün yapmak zorunda olduğum konuşmada ve burada belki de yıllar boyunca yapmak zorunda kalacağım konuşmalarda, hiç kimseye sezdirmeden eriyip gitmeyi dilerdim. Söze başlamaktansa sözün beni sarıp sarmalaması ve beni her türlü olası başlangıcın çok ötelerine taşımasını isterdim. Konuşacağım sırada, kimliği bulunmayan bir sesin benden epey önce söze başlamış olduğunu fark edivermek ne hoş olurdu: O zaman sözcükleri bağlamak, cümleyi sürdürmek, sanki bir an için askıda tutarak bana işaret etmişçesine yarattığı boşlukların arasına hiç kimsenin fazlaca dikkatini çekmeksizin yerleşivermek yeterdi bana. Böylece başlangıçolmayacaktı ve söylemin kendisinden kaynaklandığı kişi olacak yerde, onun uzayıp gidişinin rastlantısallığında zayıf bir boşluk, olası eriyişindeki bitiş noktası olacaktım. Benim arkamda (çok önceden söze başlamış, söyleyeceğim şeyleri önceden söylemiş) bir sesin şöyle demesini isterdim: “sürdürmek gerek, ben sürdüremiyorum, sürdürmek gerek, sözcükler olduğu sürece onları söylemek gerek, beni buluncaya, beni söyleyinceye dek, onları söylemek gerek – tuhaf çaba, tuhaf hata, sürdürmek gerek, belki de çoktan oldu, belki de çoktan söylediler bana söyleyeceklerini, belki beni öykümün eşiğine dek, öyküme açılan kapının eşiğine dek taşıdılar, eğer kapı açılırsa şaşardım"
Özgürlükçü/liberter düşünürlerin onları ilkel toplum olarak görmesi bizi rahatsız ediyor. Ancak biliyoruz ki marksistler ya da anarşistler; hepsi uygar dünyanın militanı; insanların mahremine girerek zihinlerin her yerini istila etmiş kapitalist bilgi birikimin eseridirler. Kapitalizm sadece sermaye rejimi değildir; ona tekabül eden çalışma, eşya üretme ve fetişlerle yaşama rejimidir de. Emeğin karşılığı sosyalist/kapitalist örgütlenmede de paradır. Aydınlanmanın felsefesinden, post modern dünyanın demokratlarından; emeğin mübadeleye sunulmadığı formlarının olabildiği bir hayata bambaşka bir perspektiften bakmalarını beklemek hayaldir.
Afrika'nın efendisiz halkları!
Sosyalistler, Marks'ın vasiyetini görmezden gelmişlerdir. Engels, dostunun ölümünden üç yıl sonra 1884'te yayımladığı Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabının önsözünde şunları yazar. "Bu kitap, deyim yerindeyse, bir vasiyetin yerine getirilmesidir. Hiç kimse Karl Marx kadar, kendi —bir dereceye kadar bizim de diyebilirim— materyalist tarih irdelemesi sonuçlarıyla ilişki kurarak, Morgan'ın ara vargıları açıklamak ve bunların büyük önemini ortaya koymak istemezdi. Gerçekten, Morgan, Marx'ın kırk yıl önce keşfetmiş bulunduğu bulunduğu materyalist tarih görüşünü, Amerika'da, kendi alanında yeniden keşfetmiş ve bu durum, onu, barbarlık ile uygarlık arasındaki karşılaştırma konusunda, belli başlı noktalar üzerinde Marx'la aynı sonuçlara varmaya götürmüştü. Nedir ki, Almanya'nın profesyonel iktisatçılar Kapital'den sözetmemek için ne kadar direndilerse, ondan kopya çekmek için de o kadar büyük bir çaba göstermişlerdir. Morgan'ın Eski Toplum'u karşısında İngiltere'deki "tarih-öncesi" bilim sözcülerinin tutumu da başka türlü olmadı. Benim bu çalışmam, yitip giden dostumun yapamadığı işin yerini ancak güçsüz bir şekilde doldurabilir. Bununla birlikte, Marx'ın Morgan'dan çıkardığı bol sayıda özet arasında bulunan eleştiri notları elimin altında. Bu çalışmada elimden geldiğince bu notları kullandım. Materyalist anlayışa göre, tarihte, egemen etken, sonunda, maddi yaşamın üretimi ve yeniden-üretimidir. Ama bu üretim, ikili bir özlüğe sahiptir. Bir yandan, yaşam araçlarının; beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan nesnelerin ve bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi. Belirli bir tarihsel dönem ve belirli bir ülkedeki insanların içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü üretim tarafından, bir yandan emeğin, öbür yandan da ailenin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması tarafından. Emeğin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması ne kadar düşük, toplam emek ürünü ve bunun sonucu, toplumun sahip bulunduğu servet ne kadar az ise kan bağının ağır basan etkisi, toplumsal düzen üzerinde o kadar çok belirleyici görünür. Ama kan bağına dayanan bu toplumsal yapı çerçevesinde, emek üretkenliği gitgide artar; ve onunla birlikte, özel mülkiyet ve değişim, servetler arasında eşitsizlik, başkasının emek-gücünden yararlanabilme olanağı; sonuç olarak, sınıflar arasındaki karşıtlıkların temeli de gelişir; bütün bu yeni toplumsal ögeler, kuşaklar boyunca, eski toplumsal kuruluşu yeni koşullara uyarlamak için, bunların arasındaki bağdaşmazlık tam sonucu verene kadar var güçleriyle etkide bulunurlar. Kan bağı üzerine kurulmuş eski toplum, yeni gelişmiş toplumsal sınıfların çatışması sonucu değişir; yerini, artık dayanaklarını kan bağı üzerine kurulmuş toplulukların değil, belirli bir ülkede yaşayan toplulukların oluşturduğu devlet içinde örgütlenen aile rejiminin tamamen mülkiyet rejimi tarafından belirlendiği günümüze kadar gelen yazılı tarihin bütün özünü biçimlendiren sınıflar çatışması ve sınıflar savaşımının artık içinde özgürce gelişeceği yeni bir topluma bırakır.
Morgan'ın büyük değeri, yazılı tarihimizin bu tarih-öncesi temelini bularak onu ana çizgileriyle anlatmış ve en eski Yunan, Roma ve Cermen tarihinin o zamana kadar tahlil edilememiş başlıca gizlerinin anahtarını, kuzey Amerika yerlilerinin kandaş grupları içinde bulmuş olmasındadır. "
Marks'ın 'Etimoloji Defterin'nde yer alan notlarını kitap olarak derleyemediği ve bunlardan yola çıkacak bildiğimizden başka bir toplum modeli olabileceği konusunu araştırılmasını vasiyet olarak bıraktığını biliyoruz. Ancak yukarıdaki metinde görüyoruz ki Engels, efendisiz halkları, uygarlık öncesi modern toplumun ilk basamaklarına yerleştiriyor. Oysa burada şayet kolonyalist istilacıların taaruzuna uğramasa başka şekilde evrilmesi olanaklı bir toplum şeması vardır. Normatif yapının düşünürü olan Engels, Marks'ın notlarından yola çıkar. -Asıl kaynak Morgan adlı alan araştırmacısı bir Amerikan sahra subaydır.- Engels'in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabı bütün önemine rağmen gerçeği anlamak yerine 'diyalektik materyalist' adını verdikleri toplum şemasının sınıflı toplumlarda nasıl kullanacağı yönünde bir çabadır.
Analizlerin içinde gerçek deneyim parçaçıkları var mıdır? Bu sorunun verilecek makul bir yanıtı yoktur. Eğer diyalektik materyalizm, tüm koşulları denetim altına aldığı bir karşıtlar dünyasında demokrasiyi rafa kaldırarak örgütlenmişse, bu organize aklın üretim aşkına totalizmi; dünyayı değiştirmek için taamüden tasarlanmış pragmatik bir ideolojiyi onayladığı içindir. Ortaya çıkan puzzle; tarihteki çekiçli mitolojik figür, ampirik olmasına rağmen hayata değil mateyalist idealizme aittir.
Hem Marksist hem de anarşistlere göre toplumun gelişmesinde belirli normatif şemalar ve diyalektik bir çizgi mevzubahistir. Kuzey Amerika'da olduğu gibi Afrika’daki pek çok segmenter soy sistemi özellikleri ile anarşist federalizm arasındaki benzerlikler vardır. Her iki durumda da bütünü oluşturan segmentler, her segmenti oluşturan alt segmentler vb. vardır. Her iki klan örgütlenmesinde en etkili otorite en küçük birimdedir; daha geniş entegrasyon seviyelerine çıktıkça güç doğrudan azalır, böylece tepede, federasyonun zirvesinde pek az nüfuz bulunur. Bu aynı Kutsal Kitap, Matta 20/27 deki bölüm gibidir: Der ki, "Aranızda büyük olmak isteyen, diğerlerinin hizmetkârı olsun. Aranızda birinci olmak isteyen, diğerlerinin kulu olsun. Nitekim İnsanoğlu, hizmet edilmeye değil, hizmet etmeye ve canını birçokları uğruna fidye olarak vermeye geldi." Yeryüzünün krallığında doğal olan budur.
İlkel toplumların vahşi(!) yaşamında kabileler halinde ayaşayan sayısız küçük grubu daha büyük entegre bütüne dahil etmek ve daha geniş bir ağ kurmak bu bilgilerden yola çıkarak mümkündür. Öte yandan, iki sistem arasındaki temel bir zıtlık, federalizm gruplar arasında işbirliğine dayanırken –yardımlaşma ya da karşılıklılık ilkesi-, segmenter soy sisteminde işleyen ilkeninse aynı seviyedeki gruplar arasında karşıtlık ya da çatışma olmaya mahal vermesi rahatsız eder, çelişkileri çözmeye yönelik formüller geliştirirler. Kızılderiler, Afrikalılar vd: Çatışma dışındaki alana baktığımızda; anarşistler böyle bir bakış açısına sempati duyarlar. Merkezi yönetimin olmadığı ve kabile üyelerinin her an şefleri/reislerinin yetkilerinden yoksun bırakabildiği avcılık toplayıcılıkla yaşanabildiği mülkiyetsiz bir sistem caziptir. Efendisiz halklar pratiğinden, üyelerin uygun gördükleri takdirde sistemden çekilmelerine izin verilmesi gibi günümüz demokrasisine bağlanabilecek ufuklar yaratılabilir. İnsan bu dünyada ya yetişkin bir ruh olacak ya da tüm azgelişmiş ve barbarlığıyla bir çocuk güdülerinde inkişaf etmeden kalacağını göz önüne alırsak liberterlerin efendisiz halklara gösterdikleri ilgide önemli zaafiyetler olduğunu belirtirmekle yetinelim.
https://dokumanpaylasimdpp.files.wordpress.com/2015/03/harold-barclay-efendisiz-halklar.pdf
http://www.solyayinlari.com/solkit/e/aomdk.html
http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/marxin-dusunce-dunyasina-bir-seyahat-395806
***
.