Gerçek devrim görülüyor ki, herkesin lanetlediği kapitalizmin eseri.. O, sosyalizm tarafından yeniden biçimlendirilmiş modern toplumun, kapitalizmin peyderpey teknolojik darbelerle yerlebir ettiği temel üretim biçimlerini ve ilintili süreçleri, muhafaza edilemez köhnelikleri anbean değiştirmektedir.. Afaki revolüsyona karşı somut, soyut imkanları şahsileştirdiğimizde birebir tecrübe edilendir.. Herkesten yeteneğine göre bir katılımla, herkesin ihtiyacı kadar eşitlikçi bir paylaşım ve bedelsiz bölüşüm sosyal ağlar üzerinden toplum üyeleri arasında şu an itibariyle sürekli yaşanmaktadır.

Tüm toplumsal gelişmeler diyalektik bir süreci içinde barındırır. Bir vektör ileriye doğru giderken diğeri karşıt yönde bir direnç geliştirir. İlerleme, bu iki kutbun mücadelesinin eseridir. Gelişme ve İlerleme, Engels'in bir karşılığını aradığı doğanın diyalektiğinde değil sadece insanların eşitsizlik ve rekabetleriyle kabusa çevirdikleri dünyalarında bulunan bir sapmadır. İster evrenselleştirip ontolojik gelişimiyle muteberleştirelim, ister özelleştirip ruhuna ihtimam edelim; tarih, acı veren bir sapmadır. Doğa bu şekilde zulmü ve öfkeyi birarada ilelebet barındıramaz..
Sahneyi hazırlar; aralarındaki ilişkide mevzu olan suçu toplum belirler.. 'Suçlu' bir aktördür; sadece ona verilen rolü oynar. Oysa toplumu oluşturan bireylerin onu cezalandırırken beklentisi ne zulümdür ne de merhamet; sadece adalettir istenen. Seçimler sonrası taşlar yerinden oynadı. Parti yönetimleri kaynıyor. Siyasiler 'görev' değişiklikleri ile vazgeçilmezliklerini pekiştirmek, dışarıda kalanlarsa herhangi bir birimde 'yönetici' sıfatıyla pay sahibi olmayı bekliyorlar. Peki partilerin iktidar makamlarında, merkez komitelerinde 'görev' ya da yönlendirici sorumluluk almak isteği gayri şahsi dürüst bir talep midir? Kitlelere karşı 'mesuliyet duymak' vicdani bir hal midir; yoksa çokluk'un savunma mekanizmalarına gönderilmiş bir trol, virütik bir güvenlik açığı mı? Biliyoruz ki pratikte sonsuz sorumluluk duymak, diğer anlamıyla hiç sorumluluk duymamaktır. Kim kimden böyle kesintisiz bir 'görev' talep edebilir ki?. Kim kaldırabilir imal edilen suçun belirsizliğine rağmen sonsuz bir mesuliyetin ağırlığını? Ne var ki bu sorumluluk, seçilenden çok, seçimle görevini devrettiğini düşünen er kişinin inhisarında, organik bedeninde, doğal potansiyelindedir. İyi/kötü, günah/sevap tek bir insanın mutlaka şahsi olarak bedelini ödeyeceği/ ödetileceği, devredilemez bir sorumluluktur. Oysa, devletler bir toplum işletmecisi olduklarında bu durumun mümkün mertebe üzerini örterler. Hoşnut çoğunluk, azınlığın yasalarıyla ürettiği hoşnutluk kültürünün ahlakını bila bedel yüklenir. Ancak hoşnut azınlığın emrindeki savaşçılara ya da zorun bekçileri olan şiddete temayüllü silahlı koruyuculara ihtiyacı vardır. Evrensel bir iş bölümüdür; cellat asar, asker vurur, gardiyan içeri atar, polis kovalar; sokaktaki insan asıl işverendir; cürmün/suçun dolaysız müsebbibidir. Köklü bir faziletçiliğin, ahlaki inanç sisteminin olması kadar olmaması da toplumun gelişmesi önündeki en büyük tehdittir. En muhteşem potansiyel tehditleri, istikrarlı bir tecrübe akışının bilgisiyle süsleyerek, zorlu başarı öykülerine çevirebilir kültür rejimi. Edebiyat toplum dışına sürülmüş isyankarın sığınağıdır. Doğanın çöpü olmadığı gibi, sıradışı hiçbir hayat hikayesi de kapitalizm için fire kabul edilmez. Bir ödüllendirme/onurlandırma, sonradan muteber kılmayla eylemiyle yaşarken zedelenmiş ruhları sistem içinde tüketiriz. Kamuya yüzyüze gelme fırsatı vermeden sembolik beraatlarla insanları rehabilite etme mekanizmasını sektörel bazda inşa etmişizdir. Riskin karşısına aktif bir meydan okuma olarak çıkan radikalizm bir değişim değeridir; olumsuzlamak muhafaza etmenin karşı vektörüdür. Kâh sanat kurumları, kâh çalışma adabının yeni nesil konfigürasyonları; devletin her alanda sınırsız hükmetme isteğinin karşısında yer alan 'eleştiri' kültürü, sorumsuz yönetimlerin keyfi ahlakına balans ayarı çeker. Maruz kaldığımız evrenselle, hazmetmekte zorlandığımız yereli eşitleyerek güncelleştirme ihtiyacını giderir. Negri'nin Ortak Zenginlik'te ifade ettiği gibi 'direnmenin politik antropolijisi, bugün aynı zamanda bugün/geçmiş ve geleceğin ilişkisini tanıyan yeni bir zamansallık tarafından karakterize edilir'
Ancak tüm iktidarlar müteselsil sorumlunun 'biz' olduğu gerçeğini güvenlik endişelerimizi ayyuka çıkaran 'iş'ler icat ederek, psiko bedenimize farklı çerezler göndererek unutururlar.
Ekonomi denilen tasallut edici etkinlik, suni gündemler yaratarak aklın eseri olması gereken pratik düşüncenin önüne perde çeker. Marks'ın belirttiği gibi "patrimonyal bekçi aynı zamanda hakim rolünü de üstlenerek değerlendirmede pervasızca hükmün bir parçası olmayı ister" Ahlak, topluma 'öğreti' halinde sunulur. Müfredat, nasıl davranılacağından ziyade, 'ne olmamız gereğini' topluma beyan eder. Gücü olanın kullanıma uygun seçilimse mevzu, vektörler ve sektörler iki tarafa doğru açılan diyalektik süreci önümüze koyarlar. Bir yandan hayatı denetleyen hükmeden kurumlar, diğer yandan bu kurumların yapısını küçük fiskelerle, analitik karşı çıkışlarla revizyona uğratan, kemikleşme eğilimindeki istibdatı günbegün yumuşatarak demokrasinin sınırlarını genişleten kitle. Teknolojinin ulaştığı bugünkü aşkın düzey, 'sürü' güdüsünü teşvik eden beyanlara karşı sıradan insanın eleştirel düşüncelerini sosyal ağlar üzerinden paylaşmasına izin vermektedirler. Bugün, bir yandan elbirliğiyle ortak bilincimizi üretirken karşılıklı yardımlaşmanın ve toplumsal dayanışmanın, paylaşımcılığın onarıcı etkisini internet medyasının katkılarıyla sağlayabiliyoruz. Bu daha başlangıç; kepaze bir kıstırılmış duygusunu hazza dönüştürüp yaşadıkça insanları aparatlar önce birleştirecek, sonra da beyin ekranlardan yönetecek gibi görünüyor. Gelecekte mutlaka makinalar, devletin organizasyon yeteneğini kendi lehlerine demokrasi için farklı parametreler keşfederek değiştireceklerdir. Akıllı elektronik aygıtlar, ekabir bürokratların, sicili tartışmalı yetkili şahsiyetlerin yerini alırken aşiretvari örgütlü bir sevincin törenlerine tenezzül de etmeyeceklerdir. Teknik bir iştir bu. Şeyler demosu (halkı ya da bitmez/tükenmez istekleri/ihtiyaçları içindeki saf ve de masum ayaktakımını) yönetirken vicdan ticareti ve yandaş kayırmacılığına ihtiyaç duymazlar; bunu bilirsek programlanan suçu tanımlamak için yeni bir hukuk düzeni bile icat edebiliriz. Raskolnikov niye acı çeken atın boynuna sarılmıştır? Şefkat ve merhamet midir Suriye'de tarafların çatışması neticesi ikiyüz bin insanın ölümüne, üç milyon mülteciyle asude hayatların telef olmasına neden olan duygu? İrşat ve istismar.. Seküler yasalarımız, bürokratik düzenin kaideleri, hükmedenin kendinen menkul hukuku önünde bireyi sivil, yalnız ve çaresiz bırakmıştır. Hegel, bir insan için en yüksek erdem 'kişi' olmasıdır demesine karşın iki yüzyıllık bu amaç gerçekleşmemiştir. Birbirleriyle muhtaçlık ilişkisi bağlamında kendilerini 'yurttaş' olarak etiketlemiş bir düzeneğin failleri olarak herkesin benzerine zincirlenlendiği ortaklığı; çaresiz sivilleştirilmişler birlikteliği paylaşıyoruz. Oysa bir kısmımızın değil başta devletin, unsurlarının ve hepimizin sivil olduğu bir dünyadır özlediğimiz. Bugün yaşadıklarımız, geçmişten devreden temayülleriyle azgelişmiş arkaik bir toplumunun acılarıdır. Memnuniyetsiz insan, kendi toplumsal üretiminin sonucu hatta posasıdır. Gerçek devrim, kapitalizmin bir teknolojik darbeyle yerlebir ettiği temel üretim süreçlerini, muhafaza edilemez köhnelikleri anbean değiştirmesidir; afaki revolüsyon, imkanları şahsileştirdiğimizde birebir tecrübe edilmektektedir. Toplumun üyelerinin ihtiyaç ve yetenekleriyle eşitlikçi bir paylaşım / bölüşüm ve zihinsel değişim yaşanmaktadır. Ancak değişimin önüne kör perde germek isteği refah devletinin anlam bulanıklığına rağmen görünen tezat bir hakikat. Bizler ve onlar, yönetenler ve yönetilenler olarak akıldışı bu dansı yaparken halihazırda seçimlerimizle abad ya da perişan olmayı da sürdürüyoruz; oysa ihya ettiğimiz her halükarda rejimin bireyi görünmez kılma staretejisi, iradesini tamamıyla devlet denilen büyük müteşebbise teslim etmiş olan öznenin kölelik, iş ve bağımlılık ile doğa olarak mevcudiyetini yani kendini inkar sözleşmesidir.
François Rabelais'nın dediği gibi : "Gargantua'nın aramıza ne kadar eski bir soydan geldiğini görmek için sizi Pantagruel'in yüce hayat hikayesine yollarım. Orada uzun boylu öğrenirsiniz devlerin dünyamıza nasıl geldiğini ve Pantagruel'in babası Gargantua'nın onların özbeöz evladı olarak nasıl doğduğunu, gerçi bu öyle bir konudur ki ne kadar tekrarlansa, siz beyzadelerin o kadar hoşlarına gider, Platon'un Philebos ve Gorgias'ından bilirsiniz, Horatius da der ki, kimi konular, herhalde bunlar gibileri, ne kadar sık söylenirse, o kadar tatları artar öyledir ama şimdilik bunları anlatmadan geçmemi hoş görün..."
***

Tüm toplumsal gelişmeler diyalektik bir süreci içinde barındırır. Bir vektör ileriye doğru giderken diğeri karşıt yönde bir direnç geliştirir. İlerleme, bu iki kutbun mücadelesinin eseridir. Gelişme ve İlerleme, Engels'in bir karşılığını aradığı doğanın diyalektiğinde değil sadece insanların eşitsizlik ve rekabetleriyle kabusa çevirdikleri dünyalarında bulunan bir sapmadır. İster evrenselleştirip ontolojik gelişimiyle muteberleştirelim, ister özelleştirip ruhuna ihtimam edelim; tarih, acı veren bir sapmadır. Doğa bu şekilde zulmü ve öfkeyi birarada ilelebet barındıramaz..
Sahneyi hazırlar; aralarındaki ilişkide mevzu olan suçu toplum belirler.. 'Suçlu' bir aktördür; sadece ona verilen rolü oynar. Oysa toplumu oluşturan bireylerin onu cezalandırırken beklentisi ne zulümdür ne de merhamet; sadece adalettir istenen. Seçimler sonrası taşlar yerinden oynadı. Parti yönetimleri kaynıyor. Siyasiler 'görev' değişiklikleri ile vazgeçilmezliklerini pekiştirmek, dışarıda kalanlarsa herhangi bir birimde 'yönetici' sıfatıyla pay sahibi olmayı bekliyorlar. Peki partilerin iktidar makamlarında, merkez komitelerinde 'görev' ya da yönlendirici sorumluluk almak isteği gayri şahsi dürüst bir talep midir? Kitlelere karşı 'mesuliyet duymak' vicdani bir hal midir; yoksa çokluk'un savunma mekanizmalarına gönderilmiş bir trol, virütik bir güvenlik açığı mı? Biliyoruz ki pratikte sonsuz sorumluluk duymak, diğer anlamıyla hiç sorumluluk duymamaktır. Kim kimden böyle kesintisiz bir 'görev' talep edebilir ki?. Kim kaldırabilir imal edilen suçun belirsizliğine rağmen sonsuz bir mesuliyetin ağırlığını? Ne var ki bu sorumluluk, seçilenden çok, seçimle görevini devrettiğini düşünen er kişinin inhisarında, organik bedeninde, doğal potansiyelindedir. İyi/kötü, günah/sevap tek bir insanın mutlaka şahsi olarak bedelini ödeyeceği/ ödetileceği, devredilemez bir sorumluluktur. Oysa, devletler bir toplum işletmecisi olduklarında bu durumun mümkün mertebe üzerini örterler. Hoşnut çoğunluk, azınlığın yasalarıyla ürettiği hoşnutluk kültürünün ahlakını bila bedel yüklenir. Ancak hoşnut azınlığın emrindeki savaşçılara ya da zorun bekçileri olan şiddete temayüllü silahlı koruyuculara ihtiyacı vardır. Evrensel bir iş bölümüdür; cellat asar, asker vurur, gardiyan içeri atar, polis kovalar; sokaktaki insan asıl işverendir; cürmün/suçun dolaysız müsebbibidir. Köklü bir faziletçiliğin, ahlaki inanç sisteminin olması kadar olmaması da toplumun gelişmesi önündeki en büyük tehdittir. En muhteşem potansiyel tehditleri, istikrarlı bir tecrübe akışının bilgisiyle süsleyerek, zorlu başarı öykülerine çevirebilir kültür rejimi. Edebiyat toplum dışına sürülmüş isyankarın sığınağıdır. Doğanın çöpü olmadığı gibi, sıradışı hiçbir hayat hikayesi de kapitalizm için fire kabul edilmez. Bir ödüllendirme/onurlandırma, sonradan muteber kılmayla eylemiyle yaşarken zedelenmiş ruhları sistem içinde tüketiriz. Kamuya yüzyüze gelme fırsatı vermeden sembolik beraatlarla insanları rehabilite etme mekanizmasını sektörel bazda inşa etmişizdir. Riskin karşısına aktif bir meydan okuma olarak çıkan radikalizm bir değişim değeridir; olumsuzlamak muhafaza etmenin karşı vektörüdür. Kâh sanat kurumları, kâh çalışma adabının yeni nesil konfigürasyonları; devletin her alanda sınırsız hükmetme isteğinin karşısında yer alan 'eleştiri' kültürü, sorumsuz yönetimlerin keyfi ahlakına balans ayarı çeker. Maruz kaldığımız evrenselle, hazmetmekte zorlandığımız yereli eşitleyerek güncelleştirme ihtiyacını giderir. Negri'nin Ortak Zenginlik'te ifade ettiği gibi 'direnmenin politik antropolijisi, bugün aynı zamanda bugün/geçmiş ve geleceğin ilişkisini tanıyan yeni bir zamansallık tarafından karakterize edilir'
Ancak tüm iktidarlar müteselsil sorumlunun 'biz' olduğu gerçeğini güvenlik endişelerimizi ayyuka çıkaran 'iş'ler icat ederek, psiko bedenimize farklı çerezler göndererek unutururlar.
Ekonomi denilen tasallut edici etkinlik, suni gündemler yaratarak aklın eseri olması gereken pratik düşüncenin önüne perde çeker. Marks'ın belirttiği gibi "patrimonyal bekçi aynı zamanda hakim rolünü de üstlenerek değerlendirmede pervasızca hükmün bir parçası olmayı ister" Ahlak, topluma 'öğreti' halinde sunulur. Müfredat, nasıl davranılacağından ziyade, 'ne olmamız gereğini' topluma beyan eder. Gücü olanın kullanıma uygun seçilimse mevzu, vektörler ve sektörler iki tarafa doğru açılan diyalektik süreci önümüze koyarlar. Bir yandan hayatı denetleyen hükmeden kurumlar, diğer yandan bu kurumların yapısını küçük fiskelerle, analitik karşı çıkışlarla revizyona uğratan, kemikleşme eğilimindeki istibdatı günbegün yumuşatarak demokrasinin sınırlarını genişleten kitle. Teknolojinin ulaştığı bugünkü aşkın düzey, 'sürü' güdüsünü teşvik eden beyanlara karşı sıradan insanın eleştirel düşüncelerini sosyal ağlar üzerinden paylaşmasına izin vermektedirler. Bugün, bir yandan elbirliğiyle ortak bilincimizi üretirken karşılıklı yardımlaşmanın ve toplumsal dayanışmanın, paylaşımcılığın onarıcı etkisini internet medyasının katkılarıyla sağlayabiliyoruz. Bu daha başlangıç; kepaze bir kıstırılmış duygusunu hazza dönüştürüp yaşadıkça insanları aparatlar önce birleştirecek, sonra da beyin ekranlardan yönetecek gibi görünüyor. Gelecekte mutlaka makinalar, devletin organizasyon yeteneğini kendi lehlerine demokrasi için farklı parametreler keşfederek değiştireceklerdir. Akıllı elektronik aygıtlar, ekabir bürokratların, sicili tartışmalı yetkili şahsiyetlerin yerini alırken aşiretvari örgütlü bir sevincin törenlerine tenezzül de etmeyeceklerdir. Teknik bir iştir bu. Şeyler demosu (halkı ya da bitmez/tükenmez istekleri/ihtiyaçları içindeki saf ve de masum ayaktakımını) yönetirken vicdan ticareti ve yandaş kayırmacılığına ihtiyaç duymazlar; bunu bilirsek programlanan suçu tanımlamak için yeni bir hukuk düzeni bile icat edebiliriz. Raskolnikov niye acı çeken atın boynuna sarılmıştır? Şefkat ve merhamet midir Suriye'de tarafların çatışması neticesi ikiyüz bin insanın ölümüne, üç milyon mülteciyle asude hayatların telef olmasına neden olan duygu? İrşat ve istismar.. Seküler yasalarımız, bürokratik düzenin kaideleri, hükmedenin kendinen menkul hukuku önünde bireyi sivil, yalnız ve çaresiz bırakmıştır. Hegel, bir insan için en yüksek erdem 'kişi' olmasıdır demesine karşın iki yüzyıllık bu amaç gerçekleşmemiştir. Birbirleriyle muhtaçlık ilişkisi bağlamında kendilerini 'yurttaş' olarak etiketlemiş bir düzeneğin failleri olarak herkesin benzerine zincirlenlendiği ortaklığı; çaresiz sivilleştirilmişler birlikteliği paylaşıyoruz. Oysa bir kısmımızın değil başta devletin, unsurlarının ve hepimizin sivil olduğu bir dünyadır özlediğimiz. Bugün yaşadıklarımız, geçmişten devreden temayülleriyle azgelişmiş arkaik bir toplumunun acılarıdır. Memnuniyetsiz insan, kendi toplumsal üretiminin sonucu hatta posasıdır. Gerçek devrim, kapitalizmin bir teknolojik darbeyle yerlebir ettiği temel üretim süreçlerini, muhafaza edilemez köhnelikleri anbean değiştirmesidir; afaki revolüsyon, imkanları şahsileştirdiğimizde birebir tecrübe edilmektektedir. Toplumun üyelerinin ihtiyaç ve yetenekleriyle eşitlikçi bir paylaşım / bölüşüm ve zihinsel değişim yaşanmaktadır. Ancak değişimin önüne kör perde germek isteği refah devletinin anlam bulanıklığına rağmen görünen tezat bir hakikat. Bizler ve onlar, yönetenler ve yönetilenler olarak akıldışı bu dansı yaparken halihazırda seçimlerimizle abad ya da perişan olmayı da sürdürüyoruz; oysa ihya ettiğimiz her halükarda rejimin bireyi görünmez kılma staretejisi, iradesini tamamıyla devlet denilen büyük müteşebbise teslim etmiş olan öznenin kölelik, iş ve bağımlılık ile doğa olarak mevcudiyetini yani kendini inkar sözleşmesidir.
François Rabelais'nın dediği gibi : "Gargantua'nın aramıza ne kadar eski bir soydan geldiğini görmek için sizi Pantagruel'in yüce hayat hikayesine yollarım. Orada uzun boylu öğrenirsiniz devlerin dünyamıza nasıl geldiğini ve Pantagruel'in babası Gargantua'nın onların özbeöz evladı olarak nasıl doğduğunu, gerçi bu öyle bir konudur ki ne kadar tekrarlansa, siz beyzadelerin o kadar hoşlarına gider, Platon'un Philebos ve Gorgias'ından bilirsiniz, Horatius da der ki, kimi konular, herhalde bunlar gibileri, ne kadar sık söylenirse, o kadar tatları artar öyledir ama şimdilik bunları anlatmadan geçmemi hoş görün..."
***
Akademinin efsane hocalarından, Türk resminin hayattaki en yaşlı ustası Adnan Çoker'le on dakika ve dört soru..
1/ Nietzsche'nin söylediği gibi: Olgular yoktur, sadece yorum vardır. İçinde olduğumuz süre için mutlaka çok farklıydı ama bugünden baktığınızda 1950 dönemini nasıl yorumlarsınız; o dönemin Türk resmi için neler söylersiniz.. Burhan Topraklardan miras alınıp Zeki Faik'lerin sürdürdüğü yüzünü batıya dönmekle kifayet eden resmi söylemin bilinen bir terminolojisi var. Gerçi kabuğu içinde kendi gerçeğinin bilinçaltını üretmeye çalışan Türk resminin tarihi Osman Hamdi'yle başlar; Paris devrimci hareketlerin sarsıntıları içindeyken (bildiğimiz gibi 1871'de Paris komünüyle yer yerinden oynuyor) 1860-70 dönemi Osman Hamdi, Batılının gözünde mensubu olduğu oryantal dünyayı tüm afakiliğiyle tecrübe etmektedir; tellakiyi ruhunda yaşamaktadır. Bu mirası kabul edip aldığınızda dünyanın sancılarını anlamak, duruma katılmak ve katlanmak mutlaka artı güçlükler getirecektir. Sizin için sürülmüş pey, biçilmiş bir değer vardır. İçeriden dışarısını ve bir 'genç' olarak içinde yer aldığınız kurumu, müfredatı, pazarı, camiayı bugünün eleştirel (kaçınılmaz muzipliklere kapı açan) bakışıyla nasıl değerlendirirsiniz?

Ressam Adnan Çoker 1927 doğumlu. Sadece Türk resim sanatına yaptığı eserlerle değil, sanatın yerel arşivlerine de fazlasıyla kaynak aktarmış değerli bir araştırmacı. Pazartesi günü (8/19) Bedri Baykam'la hocayı ziyarete gittik. Konuşmalarımızı Öykü Eras videoya çekti. Adnan hocanın değerli eşi Asu hanım, Çoker'in insani çabalarında karşılıksız kalan bazı konuları hatırlattı ki insan gerçekten üzülüyor. Bunlardan biri hocanın hocası ressam Zeki Kocamemi'nin retrospektif sergisinin açılması için eserlerin telif hakkını elinde bulunduran aile ile yaptığı görüşme. Ki Adnan Çoker, görevli olduğu sürede yoğun bir emek harcayarak Akademi'nin sınırlı olanaklarıyla kurum içinde görev yapmış tüm ressamların birer kitapçığını derlemişti. Araştırmacılara ilk elden önemli bir belge niteliğindeki yayınlar halen Türk resim kitaplığının sağlam delillerindendir. Bunlardan biri, üzerinde ayrıca özenle durulmuş olanıysa Zeki Kocamemi kitabıydı. Buna rağmen ailenin kaba bir şekilde sergi talebini reddetmesi bu yaştaki Adnan Çoker'i fazlasıyla üzmüş. Çoker'in anlattığı sorduğum sorularla hiç ilgisi olmayan kendine ait öncelikleri ve Cumhuriyet ideolojisi kıstaslarıyla şekillenmiş gayet şahsi olmakla beraber sanat tarihimiz açısından kayıtlara geçmesi gereken onlarca hikayesi var. Hocalarını eleştirmekten ziyade gençlere, yetiştirdiği asistanlarına sitem ediyor. Mustafa Ata'da hiçbir problem yok ama Yusuf'a bir tiyo verelim. Yusuf Taktak'ın kızının doğumunda hocaya getirmemesini, ilk önce ona göstermemesine fazlasıyla alınmış. Dört saatlik görüşmemizde üç kere bu konuya dönmesi yaşlı ustanın insan ilişkilerine ve geleneklere verdiği önemi gösteriyor. Zaten altını çizerek önemle belirtiyor: 'Ben Süleymaniye'de doğdum; camiler, kubbeler, semboller, alışkanlıklar, gelenekler benim için her zaman sanatta önemli bir vesile oldu'.. 1950'lerde Paris'e gittiğinde orada yerleşik bulunan Türk kolonisiyle fazlasıyla mesafeli duruşu beni bir nebze şaşırttı. Siyasetten haz etmeyen Çoker'in öncelikleri görüyoruz ki bizlerden çok farklı. Yerel bir dönüşümün adım adım ilerleyen müthiş şahsına münasır ve özerk bir ürünü. Oğuz Atay soruyor ya 'bu ülkenin ruhu nerede?' diye; 'işte burada!' diyebileceğimiz kendi havzasında cemiyetinin muarızları ve tilmizleriyle hemhal olduğu bir dünyanın yaratıcısı. İnsanoğlunun kolektif bilincinin eseri entelektüel birikim, felsefede kiniklerden beri kurumlaşma ve bedel ödeyerek/ödeterek öğrene/bilme sarmalına büyük bir iştahla yuvarlanmıştır. Eserin ne dediğinden çok nasıl dediğinin tartışıldığı bu camianın ve ulusalcı düşüncenin özgün bir sanatçısıdır hoca. Her şeyden önce öğretmenlik tandansı ağır basar. Bize Leonardo'nun çizimlerini, resimlerini yorumlarken, özellikle 'Son akşam yemeği' tablosunu gösterirken yaşadığı heyecanı tarif etmek mümkün değil.
Akademilerde, tüm sanat eğitimi veren kurumlarda tarih ve ilahiyat okutulmalıdır. Bunların okutulmadığı bir eğitim müfredatında ne Rönesans resminin manasını ne mitolojinin muhteviyatını ne de bunlara karşı akla ve bilgiye davet eden kapitalist üretim süreçlerinin aydınlanma ve modernleşme hamlelerini idrak etmek mümkün olur. Sadece onların yaptıklarını tekrarlamak bizdeki eğitimin temel karakteri; akademik kadroların hiç olmazsa bugünden itibaren Avrupa'nın neyi/nasıl yaptıklarının yanısıra 'neden' yaptıklarını da anlamak için ayrı bir çaba göstermeleri gerekiyor..
Kendisine söylediğim gibi özellikle hristiyan mitolojisinin tasviri üzerine kurulmuş batı sanat tarihini kavramak için dinsel kültürü ve Eski/Yeni Ahidlerdeki olayları bilmek gerekir. 13. havarinin adı neden Yehuda'dır; lakabı İskaryottur? Dinsel gelişim suçlamalar üzerinden ilerler. Resimlerin arkaplanında bir öğüde atfen dile getirilenleri izliyoruzdur. Kendilerinin merkezde yer aldığı kanonik tarih yazılımında iktidarın yönetimini merkezleştirme, halkını kümeleştirme gayretini görmezsek olmaz. Sanat tarihinin ulustan ulusa değişen lehçesini, Avrupa'nın rakipleşmeler üzerinden geliştirdiği sembollerini ve lisanını bilmemiz zaruridir. Her tablo mesajını gene kendi kitlesine propogandist bir üslupla aktarmaktadır; sanatçı bir görev adamıdır. Şayet bu konuları, örneğin Davut'un Golyad'ı sapanla öldürdükten sonra Yahudilerin ilk kralı olan Saul'un kızıl saçlı çocuğa duyduğu kıskançlığı bilmiyorsak, 'Başak tarlasına saklanan Davutla Yonathan'ın sırdaşlığı'ndaki garipsi mevzuyu ancak biçimsel olarak öğrencilere aktarırız. Altamira'yı bilip de Makpela ya da Adullam Mağarasını duymamışsak hikayenin can alıcı rabıtaları eksik kalır. Ya da rakseden, mezmurları okuyan peygamberler resimlerindeki raks ve cümbüşe bakmakla hayran kaldığımız eserin şifrelerini çözemeyiz. Samuelin kehanetlerindeki metaforları yorumlayamayız. Meryem'e biyolojik kuralların askıya alınarak hurma dalları arasında verilen çocuğun beşikte konuştuğunu da bilmemiz gerekiyor. Hz Ümran'ın, Vaftizci Yahya'nın, havariyunun ya da bebek İsa'nın yer aldığı tasvirlerin nedenini, Kayalıklardaki Meryem'deki ikonografinin ardındaki mistiszmi de öğrenmeliyiz. Çizgideki inancı boya ve malzemeye kurban edersek, büyük anlatıdaki mananın hassasiyetini, figürlerin hiyerarşisinin mantığını tutarlı bir biçimde dile getiremeyiz. İsa'yla beraber çarmıha gerilen hırsızları sanat tarihi hocaları havariler diye anlatmaya devam ediyorlarsa bunun nedeni bilgi eksikliğidir. Doğu kültüründeki sanat öğrencilerinin eğitimleri tam bir kitsch, hatta akademilerden beklenen araştırmacıların etkinliği tam bir muammadır; simgeler, temalar, mecazlar ancak hristiyan/musevi kültürüyle yetişmiş, vaftiz törenleri olmuş sanat tarihçilerinin dolaylı anlatımı ve mitosun hamasetiyle aktarıldığında haz verici olmaktadır. Sanatın amacı moral değerleri yükseltmektir. -Buna özgüven de dahil- Rönesansı ya da Avrupa'nın birbirine benzemeyen yüzyıllarını; ne groteski, ne gotiki, ne baroku, ne maniyerizmi, rokokuyu ne de Aydınlanma' retoriğini kılavuzlardan öğrenemeyiz. Bunları özümsemeden Marksla Hegel arasındaki karşıtlığı, birbirine karşıt politikaların paradigmasındaki benzer metafiziği, kapitalizmin tüm türevlerine yansıyan idealizmi çözemeyiz. Avrupa hristiyanlığının mitolojisini ve dinsel referans noktalarını bilmeden sanat tarihine ait literatürü sindirmek, sivilleşmeye giden modern süreçle bağlantıları kurmak mümkün olmaz. İsanın dini Ortadoğudan çıkmıştır ancak katolik, lutheryen, protestan dediğimizde Avrupalı bir geleneği, coğrafi bir eğretilemeyi kastederiz. İlahiyat fakültelerinde Tevrat, İncil, Kur'an okutuluyorsa, kültür/sanat eğitimi veren akademilerde de anlattığı tarihsel canlandırmaları kavramak için bunların okutulması gayet tabidir desek de bu eğitim kurumlarındaki hocaların -belki de laik refleksle- dediklerimize mesafeli olduklarını gördük. Bu kitapların bilgi kabilinden okutulması bile gündemde değil. Dinsel referanslarla aktarılan sanat tarihinin bilimin tarafsızlığıyla uyuşmayacağını hatta kendi kültürümüzü rencide edici olacağını hissetiriyorlar. Onların temel çelişkileri çok başka. Dönemdaşlarıyla devam eden sıkı rekabeti ise muarızları bu dünyadan gitse de o yaşadıkça sürecek gibi görünüyor. Bunlardan Sezer Tansuğ'nun adı anılmaya değer. Özdemir Altan ise Çoker'in hafızasını zorlayan provokatif bir figür. Bedri'nin Amerika'dan Türkiye'ye geldiğinde hocanın Akademi'deki atölyesine davet ederek konferans vermesini sağlaması bu zorlu hiyerarşisi olan pazarda kabul görmesi için yetti. Bu olaylar dizisinin başlangıcında dikkat çeken bir eşikti. Daha onlarca isimden bahsettik; kopuk kopuk da olsa keyifli bir söyleşi oldu. Gerçi benim sorduğum soruların cevabını vermedi; onun verdiği cevaplar benim sorarken aradığım diyalektik ilerleme ve tarihsel düşüncelerden uzaktı ama yeis yok. Hoca dinç mi dinç; halen harıl harıl üretiyor. Kendi oturduğu kat aynı zamanda atölyesi. Asistanı Mustafa Ata'yı teşvik etmiş iki bina yanında bir yer almışlar. Atölyesi engelsiz olarak Topkapı Sarayını görüyor; müthiş huzur verici bir mekan. Gençlik resimlerini hatırladığımda -bilgim o günlerle sınırlı- coşkulu, depresif bir anlatımı üslubu, Türkiyenin siyah/beyaz dünyasına ait insan odaklı ümitkar bir vizyonu hafızama kazımışımdır. O füzen çalışmalarını yapan Akademinin sıradışı üyelerinden M. Sadık Altınok'un da buralarda oturduğunu söyledim; çıkartamadı. Harem'de deniz önünde yamaçta kalan bu parsel sanatçılar için müthiş bir esin kaynağı. O gün Cumhuriyet gazetesi makalesini sansürlediği haberini aldı. Bu keyif kaçıran habere rağmen söyleşiye Bedri renkli üslubuyla eşlik etti. Kısaca söyleyelim ki Bedri'nin elindeki Adnan Çoker vidosu şimdilik ham halde bekliyor. Usta bir göz tarafından eğer doğru montajlanır işlenirse bu dört saatlik sohbetten on dakikalık rafine bir özet, diğerlerine eklenecek bir kısım belgesel sayfaları çıkabilir ortaya. Hoca yaşlı olduğu için yoğun tekrarlar, kurulamayan diyalogların olması son derece olağan. Asu hanım bu kopuklukları ustaca telafi etti. Kierkegaard, yaşamın ileriye doğru bakarak yaşandığını oysa ancak geriye doğru bakarak anlaşılabileceğini söyler. Sonuçta bu çekimin eğer bazı şahit ve argümanlarla zenginleştilirse Adnan Çoker'in telaffuz ettiklerinin iyi bir yönetmene iyi bir malzeme olma kapasitesine sahip olduğunu söyleyebiliriz.
***
Renkler hakkında bilmediklerimiz..
http://www.radikal.com.tr/radikalist/renkler_hakkinda_bilmedigimiz_15_sey-1209771
***
1/ Nietzsche'nin söylediği gibi: Olgular yoktur, sadece yorum vardır. İçinde olduğumuz süre için mutlaka çok farklıydı ama bugünden baktığınızda 1950 dönemini nasıl yorumlarsınız; o dönemin Türk resmi için neler söylersiniz.. Burhan Topraklardan miras alınıp Zeki Faik'lerin sürdürdüğü yüzünü batıya dönmekle kifayet eden resmi söylemin bilinen bir terminolojisi var. Gerçi kabuğu içinde kendi gerçeğinin bilinçaltını üretmeye çalışan Türk resminin tarihi Osman Hamdi'yle başlar; Paris devrimci hareketlerin sarsıntıları içindeyken (bildiğimiz gibi 1871'de Paris komünüyle yer yerinden oynuyor) 1860-70 dönemi Osman Hamdi, Batılının gözünde mensubu olduğu oryantal dünyayı tüm afakiliğiyle tecrübe etmektedir; tellakiyi ruhunda yaşamaktadır. Bu mirası kabul edip aldığınızda dünyanın sancılarını anlamak, duruma katılmak ve katlanmak mutlaka artı güçlükler getirecektir. Sizin için sürülmüş pey, biçilmiş bir değer vardır. İçeriden dışarısını ve bir 'genç' olarak içinde yer aldığınız kurumu, müfredatı, pazarı, camiayı bugünün eleştirel (kaçınılmaz muzipliklere kapı açan) bakışıyla nasıl değerlendirirsiniz?
2/ 1960'lara baktığımızda bu mekanın/ülkenin kabuslarıyla, sanatın üretim biçiminden ayrılmaması gereken tartışmalı içeriği dönemin ruhu gibi ölümlü bir başbelası olarak mı bugün karşımıza çıkıyor. Yoksa 'içerik' dönemin ruhunu tasvir eden ölümsüz (yahut yersiz) bir tekrar mı? Ya da 1960'lı yıllar, bugün dünü hatırlarken bunca yenilgi ve acı tecrübeyle zenginleşmeye çalıştığımız bir ayartma mı? Sartrelar, Markuseler, Foucaultlar düşünce ve eylem dünyasında revaçtalar. Entelektüelizm, öncelikle ekonominin ve çarpık üretim pratiğinin vücuda getirdiği kavramlarıyla sanatı yönetip yönlendiriyor. Mc Carty'cilik yerel takıntı ve ilişkilendirilmiş figürleriyle her dönem olmadığı kadar sahi ve bizden. Örneğin bugün demokrasi idolü gibi geçen Demirel, işbölümü içinde emperyal merkezin onayı, cephenin diğer atanmış şahsiyetleriyle karanlık mevzuatın demirbaşı. Adı her dönemde farklı bir şizofrenik kavramla anılsa da o gün için Türkiye'nin üzerinde bir umacı olarak 'komünizm' hayaleti elleri kelepçeli, zincirlerini şakırdatarak bu aydınlar cehenneminde dolaşıyor. Siz devam edin lütfen..
( http://www.avnimemedoglu.com/ mahkeme.htm hatırlatmasını yapıyorum)
3/ Sanat ve malzemeyi tarihte bulabiliriz ama geride kalan herşey tazeliğini hiç kaybetmeden anbean üretilen sözdür. Sanat, varolanı sadece tekrar be tekrar ederek yazdığımız, usanmadan aktardığımız zihinsel bir metindir. 1970'li yıllardan bahsediyorum. İsyan hep vardı; kimse başkaldırmak için izin istemedi? O dönem sanatını kendinizi merkeze aldığınızda diğer temel aktörlerle ilişkileri bağlamında nasıl yorumlarsınız?
4/ İşaret ettiğimiz 'hakikat' sözel olduğu sürece sadece bir canlandırmadır dedik. Ölü olan geçmişi yapacağımız bugün, bu canlandırmalarla yeniden diriltiyor ve değerlendiriyoruz.
Bedri birlikte yola çıktığı arkadaşlarını küratöryel şahsi bir seçimle yanyana getiriyor. Mutlaka başkaları da var ama buradakiler yazarı ressamı galericisiyle o dönemi birlikte yaşadığı, tartıştığı, polemiklere giriştiği, hem o dönemin hem günümüzün manilpülatif istişare mekanizmalarına malzeme olan ve yakından tanıdığı, sonraki değişim ve dönüşümlerini, sanatsal tavır ve tepkilerini bildiği isimler. Bugün burada olmamızın nedeni Kasım ayında Piramit Sanat Evi'nde açılacak olan Türk resminde 80'li yıllar sergisi. Bir anlamda o günün gençleri bugünün kültür camiasının merkezindeki aktif isimler ; ne yapmışlar, nereden gelmişler, nereye doğru gidiyorlar..
Boyut dergisinin 1984 Ekim ayında yayımladığı 25. sayısı var; hoş bir tesadüf bu sergi tam da 30 yıl sonra o sayının sanki doğrusu yanlışıyla bir hatırlatması/değerlendirmesi hasebiyle açılıyor. Bu sergide o sayının tıpkı baskısı dağıtılacak ya da sergilenecek sanırım. Dergi yaptığı varsayımların yüzde ellisini tutturmuş görünüyor ki bu bir başarı. O derginin bir anlamda kefil olarak o gün için geleceğe yatırım yaptığı isimler içinde en büyük alanı Bedri Baykam'a ayırması büyük bir riskti. Bedri, Türkiye sanat pazarına biraz tepeden indi. O günlerde plastik sanatların oyun kurucusu, resmin görünen otoritesi Akademidir. Sizin bu kurumun bir mensubu olarak o günlerde Bedri'ye verdiğiniz açık destek Bedri'nin çok sert bir mizacı ve hiyerarşisi olan bu pazarda ve dolayısıyla medyada daha toleransla kabul görmesine neden oldu. Gerçi Abidin Dinolara, Fikret Muallalar ya da Bedri Rahmi'nin çevresi Aliye Berger, Melih Devrim, Fahrenüsa Zeid gibi dışarıdan katılanlar, sanat rejimine aykırı uçlar sınırlı bir kontenjanları olsa da hep vardı. Sezer Tansuğ'un kefaletiyle iç piyasada benimsenenen Yüksel Arslan, Ömer Uluç vd... Ardından Bianeller süreciyle ezberler bozuldu, bütün taşlar yerinden oynadı. Günümüzde akademili sanatçılar bugün camiada bir azınlık. Sizin omuz vermeniz ve Bedri'nin bileğinin hakkıyla sınırlarını genişlettiği bu gelenekçi, otoriter / ceberrut yapılanma bir nebze çözüldü. Dünyada liberalizmin yükselişiyle daha demokratik bir arenaya dönüştü. Bedri Amerikadan gelmesine rağmen dönemin Batılı muadilleriyle kıyaslanmayacak kadar politikti. Bu konuda sanat yazarları çok umursamasa hatta Sezer Tansuğ, Beral Madra gibi eleştirmenler kinayeli yorumlar yazsa da bizim gibi bu mutenalar arası iç savaşı dışarıdan izleyen gazeteci yazarlar için önemliydi. Önemliydi; çünkü Kenan Evren cuntasının tüm istibdatı ve sansürü tüm hışmıyla devam ediyordu. 1950'ler doğumlular militan gençliklerinin son demlerindeydiler. Sinizm bir staretijiydi ve Neşet Günal'ın atölyesinden yetişen Aydın Ayan, Nedret Sekban, Kasım Koçak ciddiyetle, Mevlut Akyıldız gibi isimler hicivle rejime, dönemin iktidarına belli belirsiz siyasal bir eleştiri yöneltiyorlardı. Ama Bedri kadar konuya damardan girip kışkırtıcı işler yaparken aynı zamanda yeni iletişim olanaklarını pervasızca kullanıp kamuoyunda şahsi becerisiyle yoğun ilgi ve tepkiyi aynı anda çekmeyi başaran başka kimse olmadı. Tereddütlüydük ama hem anlatıyor, hem de performansıyla önümüzde bir kanal açıyordu. O dönemin bu işlerle atbaşı gitmesi gereken eleştirisi biçareydi; sanat eleştirmenleri fazlasıyla angaje ve kendi görüşünü / lafzını üretmekte ürkekti. Sanatçısı da eleştirmeni de dönemin insanları gibi rahat değillerdi; tavır alırken hata yapmaktan fazlasıyla çekiniyorlardı. Sanat tarihini yazmak başka; yapmak ise kendi içinde kural tanımaz, küstah bir cesaret gerektirir. Bugünden geriye bakarak ileriye doğru özellikle Bedri konusunda koyduğunuz bu tavrı, aldığınız riski, genç sanatın önündeki bariyerleri gevşetirken koyduğunuz perspektifi nasıl değerlendirirsiniz...
Hocaya bu soruları kısmen tekrar ederek, açarak, açıklayarak müteaddit kereler sordum ama çok sarih, toparlanmış cümlelerle aktarılacak yanıtlar aldığımızı söylemek zor olacaktır. Ne de olsa Adnan Çoker bugün doksanına merdiven dayamış bir çınar. Ne var ki bu sorular bile döneme ait önemli hatırlatmalar içeriyor olması dolayısıyla burada yeniden yazılmaya değer diye düşünüyorum.
Hocaya bu soruları kısmen tekrar ederek, açarak, açıklayarak müteaddit kereler sordum ama çok sarih, toparlanmış cümlelerle aktarılacak yanıtlar aldığımızı söylemek zor olacaktır. Ne de olsa Adnan Çoker bugün doksanına merdiven dayamış bir çınar. Ne var ki bu sorular bile döneme ait önemli hatırlatmalar içeriyor olması dolayısıyla burada yeniden yazılmaya değer diye düşünüyorum.

Ressam Adnan Çoker 1927 doğumlu. Sadece Türk resim sanatına yaptığı eserlerle değil, sanatın yerel arşivlerine de fazlasıyla kaynak aktarmış değerli bir araştırmacı. Pazartesi günü (8/19) Bedri Baykam'la hocayı ziyarete gittik. Konuşmalarımızı Öykü Eras videoya çekti. Adnan hocanın değerli eşi Asu hanım, Çoker'in insani çabalarında karşılıksız kalan bazı konuları hatırlattı ki insan gerçekten üzülüyor. Bunlardan biri hocanın hocası ressam Zeki Kocamemi'nin retrospektif sergisinin açılması için eserlerin telif hakkını elinde bulunduran aile ile yaptığı görüşme. Ki Adnan Çoker, görevli olduğu sürede yoğun bir emek harcayarak Akademi'nin sınırlı olanaklarıyla kurum içinde görev yapmış tüm ressamların birer kitapçığını derlemişti. Araştırmacılara ilk elden önemli bir belge niteliğindeki yayınlar halen Türk resim kitaplığının sağlam delillerindendir. Bunlardan biri, üzerinde ayrıca özenle durulmuş olanıysa Zeki Kocamemi kitabıydı. Buna rağmen ailenin kaba bir şekilde sergi talebini reddetmesi bu yaştaki Adnan Çoker'i fazlasıyla üzmüş. Çoker'in anlattığı sorduğum sorularla hiç ilgisi olmayan kendine ait öncelikleri ve Cumhuriyet ideolojisi kıstaslarıyla şekillenmiş gayet şahsi olmakla beraber sanat tarihimiz açısından kayıtlara geçmesi gereken onlarca hikayesi var. Hocalarını eleştirmekten ziyade gençlere, yetiştirdiği asistanlarına sitem ediyor. Mustafa Ata'da hiçbir problem yok ama Yusuf'a bir tiyo verelim. Yusuf Taktak'ın kızının doğumunda hocaya getirmemesini, ilk önce ona göstermemesine fazlasıyla alınmış. Dört saatlik görüşmemizde üç kere bu konuya dönmesi yaşlı ustanın insan ilişkilerine ve geleneklere verdiği önemi gösteriyor. Zaten altını çizerek önemle belirtiyor: 'Ben Süleymaniye'de doğdum; camiler, kubbeler, semboller, alışkanlıklar, gelenekler benim için her zaman sanatta önemli bir vesile oldu'.. 1950'lerde Paris'e gittiğinde orada yerleşik bulunan Türk kolonisiyle fazlasıyla mesafeli duruşu beni bir nebze şaşırttı. Siyasetten haz etmeyen Çoker'in öncelikleri görüyoruz ki bizlerden çok farklı. Yerel bir dönüşümün adım adım ilerleyen müthiş şahsına münasır ve özerk bir ürünü. Oğuz Atay soruyor ya 'bu ülkenin ruhu nerede?' diye; 'işte burada!' diyebileceğimiz kendi havzasında cemiyetinin muarızları ve tilmizleriyle hemhal olduğu bir dünyanın yaratıcısı. İnsanoğlunun kolektif bilincinin eseri entelektüel birikim, felsefede kiniklerden beri kurumlaşma ve bedel ödeyerek/ödeterek öğrene/bilme sarmalına büyük bir iştahla yuvarlanmıştır. Eserin ne dediğinden çok nasıl dediğinin tartışıldığı bu camianın ve ulusalcı düşüncenin özgün bir sanatçısıdır hoca. Her şeyden önce öğretmenlik tandansı ağır basar. Bize Leonardo'nun çizimlerini, resimlerini yorumlarken, özellikle 'Son akşam yemeği' tablosunu gösterirken yaşadığı heyecanı tarif etmek mümkün değil.
Akademilerde, tüm sanat eğitimi veren kurumlarda tarih ve ilahiyat okutulmalıdır. Bunların okutulmadığı bir eğitim müfredatında ne Rönesans resminin manasını ne mitolojinin muhteviyatını ne de bunlara karşı akla ve bilgiye davet eden kapitalist üretim süreçlerinin aydınlanma ve modernleşme hamlelerini idrak etmek mümkün olur. Sadece onların yaptıklarını tekrarlamak bizdeki eğitimin temel karakteri; akademik kadroların hiç olmazsa bugünden itibaren Avrupa'nın neyi/nasıl yaptıklarının yanısıra 'neden' yaptıklarını da anlamak için ayrı bir çaba göstermeleri gerekiyor..
Kendisine söylediğim gibi özellikle hristiyan mitolojisinin tasviri üzerine kurulmuş batı sanat tarihini kavramak için dinsel kültürü ve Eski/Yeni Ahidlerdeki olayları bilmek gerekir. 13. havarinin adı neden Yehuda'dır; lakabı İskaryottur? Dinsel gelişim suçlamalar üzerinden ilerler. Resimlerin arkaplanında bir öğüde atfen dile getirilenleri izliyoruzdur. Kendilerinin merkezde yer aldığı kanonik tarih yazılımında iktidarın yönetimini merkezleştirme, halkını kümeleştirme gayretini görmezsek olmaz. Sanat tarihinin ulustan ulusa değişen lehçesini, Avrupa'nın rakipleşmeler üzerinden geliştirdiği sembollerini ve lisanını bilmemiz zaruridir. Her tablo mesajını gene kendi kitlesine propogandist bir üslupla aktarmaktadır; sanatçı bir görev adamıdır. Şayet bu konuları, örneğin Davut'un Golyad'ı sapanla öldürdükten sonra Yahudilerin ilk kralı olan Saul'un kızıl saçlı çocuğa duyduğu kıskançlığı bilmiyorsak, 'Başak tarlasına saklanan Davutla Yonathan'ın sırdaşlığı'ndaki garipsi mevzuyu ancak biçimsel olarak öğrencilere aktarırız. Altamira'yı bilip de Makpela ya da Adullam Mağarasını duymamışsak hikayenin can alıcı rabıtaları eksik kalır. Ya da rakseden, mezmurları okuyan peygamberler resimlerindeki raks ve cümbüşe bakmakla hayran kaldığımız eserin şifrelerini çözemeyiz. Samuelin kehanetlerindeki metaforları yorumlayamayız. Meryem'e biyolojik kuralların askıya alınarak hurma dalları arasında verilen çocuğun beşikte konuştuğunu da bilmemiz gerekiyor. Hz Ümran'ın, Vaftizci Yahya'nın, havariyunun ya da bebek İsa'nın yer aldığı tasvirlerin nedenini, Kayalıklardaki Meryem'deki ikonografinin ardındaki mistiszmi de öğrenmeliyiz. Çizgideki inancı boya ve malzemeye kurban edersek, büyük anlatıdaki mananın hassasiyetini, figürlerin hiyerarşisinin mantığını tutarlı bir biçimde dile getiremeyiz. İsa'yla beraber çarmıha gerilen hırsızları sanat tarihi hocaları havariler diye anlatmaya devam ediyorlarsa bunun nedeni bilgi eksikliğidir. Doğu kültüründeki sanat öğrencilerinin eğitimleri tam bir kitsch, hatta akademilerden beklenen araştırmacıların etkinliği tam bir muammadır; simgeler, temalar, mecazlar ancak hristiyan/musevi kültürüyle yetişmiş, vaftiz törenleri olmuş sanat tarihçilerinin dolaylı anlatımı ve mitosun hamasetiyle aktarıldığında haz verici olmaktadır. Sanatın amacı moral değerleri yükseltmektir. -Buna özgüven de dahil- Rönesansı ya da Avrupa'nın birbirine benzemeyen yüzyıllarını; ne groteski, ne gotiki, ne baroku, ne maniyerizmi, rokokuyu ne de Aydınlanma' retoriğini kılavuzlardan öğrenemeyiz. Bunları özümsemeden Marksla Hegel arasındaki karşıtlığı, birbirine karşıt politikaların paradigmasındaki benzer metafiziği, kapitalizmin tüm türevlerine yansıyan idealizmi çözemeyiz. Avrupa hristiyanlığının mitolojisini ve dinsel referans noktalarını bilmeden sanat tarihine ait literatürü sindirmek, sivilleşmeye giden modern süreçle bağlantıları kurmak mümkün olmaz. İsanın dini Ortadoğudan çıkmıştır ancak katolik, lutheryen, protestan dediğimizde Avrupalı bir geleneği, coğrafi bir eğretilemeyi kastederiz. İlahiyat fakültelerinde Tevrat, İncil, Kur'an okutuluyorsa, kültür/sanat eğitimi veren akademilerde de anlattığı tarihsel canlandırmaları kavramak için bunların okutulması gayet tabidir desek de bu eğitim kurumlarındaki hocaların -belki de laik refleksle- dediklerimize mesafeli olduklarını gördük. Bu kitapların bilgi kabilinden okutulması bile gündemde değil. Dinsel referanslarla aktarılan sanat tarihinin bilimin tarafsızlığıyla uyuşmayacağını hatta kendi kültürümüzü rencide edici olacağını hissetiriyorlar. Onların temel çelişkileri çok başka. Dönemdaşlarıyla devam eden sıkı rekabeti ise muarızları bu dünyadan gitse de o yaşadıkça sürecek gibi görünüyor. Bunlardan Sezer Tansuğ'nun adı anılmaya değer. Özdemir Altan ise Çoker'in hafızasını zorlayan provokatif bir figür. Bedri'nin Amerika'dan Türkiye'ye geldiğinde hocanın Akademi'deki atölyesine davet ederek konferans vermesini sağlaması bu zorlu hiyerarşisi olan pazarda kabul görmesi için yetti. Bu olaylar dizisinin başlangıcında dikkat çeken bir eşikti. Daha onlarca isimden bahsettik; kopuk kopuk da olsa keyifli bir söyleşi oldu. Gerçi benim sorduğum soruların cevabını vermedi; onun verdiği cevaplar benim sorarken aradığım diyalektik ilerleme ve tarihsel düşüncelerden uzaktı ama yeis yok. Hoca dinç mi dinç; halen harıl harıl üretiyor. Kendi oturduğu kat aynı zamanda atölyesi. Asistanı Mustafa Ata'yı teşvik etmiş iki bina yanında bir yer almışlar. Atölyesi engelsiz olarak Topkapı Sarayını görüyor; müthiş huzur verici bir mekan. Gençlik resimlerini hatırladığımda -bilgim o günlerle sınırlı- coşkulu, depresif bir anlatımı üslubu, Türkiyenin siyah/beyaz dünyasına ait insan odaklı ümitkar bir vizyonu hafızama kazımışımdır. O füzen çalışmalarını yapan Akademinin sıradışı üyelerinden M. Sadık Altınok'un da buralarda oturduğunu söyledim; çıkartamadı. Harem'de deniz önünde yamaçta kalan bu parsel sanatçılar için müthiş bir esin kaynağı. O gün Cumhuriyet gazetesi makalesini sansürlediği haberini aldı. Bu keyif kaçıran habere rağmen söyleşiye Bedri renkli üslubuyla eşlik etti. Kısaca söyleyelim ki Bedri'nin elindeki Adnan Çoker vidosu şimdilik ham halde bekliyor. Usta bir göz tarafından eğer doğru montajlanır işlenirse bu dört saatlik sohbetten on dakikalık rafine bir özet, diğerlerine eklenecek bir kısım belgesel sayfaları çıkabilir ortaya. Hoca yaşlı olduğu için yoğun tekrarlar, kurulamayan diyalogların olması son derece olağan. Asu hanım bu kopuklukları ustaca telafi etti. Kierkegaard, yaşamın ileriye doğru bakarak yaşandığını oysa ancak geriye doğru bakarak anlaşılabileceğini söyler. Sonuçta bu çekimin eğer bazı şahit ve argümanlarla zenginleştilirse Adnan Çoker'in telaffuz ettiklerinin iyi bir yönetmene iyi bir malzeme olma kapasitesine sahip olduğunu söyleyebiliriz.
***
Renkler hakkında bilmediklerimiz..
http://www.radikal.com.tr/radikalist/renkler_hakkinda_bilmedigimiz_15_sey-1209771
***
Artık karşımızda Jean Genet'nin aradığı 'Apaçık düşman' yok. Korkmadan efelenebileceğimiz, doğrudan karşımızda duran bir mutlak pozisyondan hiç bahsedemeyiz.. Çünkü bugün asıl 'düşman' iç mekanizmalar, biyo-politik süreçler tarafından üretilen bir tehdit. Daha doğrusu bağrımıza saklanmış bir sanı; bir paranoya, zihinsel bir obsesyon. Düşman kavramı, yersiz yurtsuz bir tanım. Aradığımız düşmanın kaynağı, yeri, mevki ve mevzii açık değil. Dışarıda olmasından çok içeride şeytan gibi kısmen ve tedricen ruhlarımızı absorde ettiği daha anlaşılır bir gerçek. Mevcudiyeti muğlak, bedeni bulanık ve bileşenleri hareketli bir olgu. Ortaklarından beklediği bütünüyle itaatten çok, işgüzar bir iş ve süreli görev tanımının yarattığı özerk bir bağ; zincirlenmişten çok büyük fotografın anlamını, herkesin herkesle mücadelesinde bir nedenin muhteviyatını tamamlayan ilişikilendirilmiş bir bağlılık. Şeytan, otoritesine teslim olanların tüm sorumluluğu ona devretmesini, sonucunda herkes tarafından lanetlenen bir günah keçisi olmayı bundan böyle zinhar istemiyor. Acı tecrübeler yaşamış. İşbirlikçilerinden kendi perspektifini benimseyerek kendi sorumlulukları içinde kitleleri köleleştirmek için özgün ve yaratıcı ideolojik mesuliyetler almalarını bekliyor. Bu sorumluluğa zihnen kendilerini hazırlamış olanlar yeryüzüne hakim olmak için zaten bastırılmış bilinçaltlarında tüm bedelleri ödemeyi göze almışlar.. Sorun görüldüğü gibi 'şeytan' vasfını kazanmış emperyal merkezde değil; onun hareminin diğer tarihler ve zekalarla kurduğu mahrem ilişkide. Siyasal tercihler, ahlaki seçimlerdir. Artık başı olmayan bir vücuttan, akılcı olmayan bir gelişmişlikten, sonu olmayan bir hedeften ve yaşamak için ölümüne bir mücadeleden bahsedebiliriz; bu durum Nietzsche'nin dediği gibi 'insanca, pek insanca' bir sona doğru bizi yavaş yavaş hazırlamaktadır..
Rusya'ya sığınan ABD ulusal güvenlik dairesi elemanı Edward Snowden, "ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratları dünyadaki bütün terörü "eşek arısı yuvası" adlı bir strateji ile bir araya getirmeye çalışıyor" diyor. Amerika bildiği yolda gidiyor ama ona ve ortaklarına bu akıl almaz paranoyak cehennem staretejilerini hangi şizofrenlerin çizdiğini merak ediyorum.
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27043987.asp
http://www.milliyet.com.tr/Milliyet-Tv/video-izle/Obama-dan-ISID-e-sert-sozler-ZDGk1YqyRQYB.html
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27043399.asp
Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk'ü ziyaret eden Süryaniler'in Almanya Metropoliti Mor Julius Dr. Hanna Aydin, IŞİD'in Irak'ta Ezdiler'e yaptığı katliama değindi ve 'Televizyonların gösterdiği görüntülerden sadece bir olaya ağladım. Süryaniler için hiçbir zaman ağlamadım. Sadece Ezidiler için ağladım' dedi. Parçası olduğumuz coğrafyada akıl almaz bir istilaya yol açan ortaçağ karanlığından fışkırmış figürleriyle savaş kan gövdeyi götürüyor. Şiiler, Ezidiler hatta sadece oy kullanmış müslümanlar; kitlesel olarak imha edilmekte. Bunu yapanının bir terör örgütü olduğu BM kayıtlarına zor da olsa henüz geçti. Her şeye karşın 'severim yaratılanı/yaratandan ötürü' mottosuna uyum gösterme mecburiyeti duymayan İslam Devleti sıfatı, IŞİD mahlasıyla maruf örgüt, kendinden olmayanları katletmeyi, kameralar önünde kafa kesmeyi büyük bir pervasızlıkla sürdürüyor. Silahlanmış kuvvetlerle ideoloji aktarımı ABD'nin bölgesel hükümetlere balans vermek için Necibullah, Babrak Karmal aymazlığından beri Afganistan macerasıyla başlayıp organize ettiği büyük bir tezgah; hem bölgede kendine talebi artıran güvenlik açıkları yaratıyor hem de hristiyan dünyasıyla müslüman halkların tarihten gelen çelişkilerini kışkırtıyor; zaruretle böylesine müteharrik bir doğal yapı korunuyor. Ontoloji ile siyaset arasında kalıcı bariyerler, güncellemeleri içinde yaratıcı politik formlarla yenilenir; bu tarihin akışı içinde sıradandır. Benim hayretime neden olan aynı getirisi olan başka barışçı yollar varken sadece silah sanayini merkeze koyan bu son derece tehlikeli senaryoları oluşturan öznelerin bilinçaltları.. Psikiyatri, organizmanın fiziksel olasılıklarından yola çıkıp bir 'bilim' yaratıyorsa eğer, başta bu staretejistlerin laboratuvar ortamında açılan beyinlerinin zihinsel iştirakler, toplumsal müştereklerin anlaşılmasında konusunda sıradışı keşiflere yol açma olasılığı yüksektir. Hangi bio-politik süreç işliyorsa işlesin sonuçta Ortadoğuluların batı toplumlarından sürgününe yol açacak bir zemin mütenasip hale getirilmektedir. Cameron'un timsah gözyaşları, Merkel'in açıklamaları, BM kararları sahi değil; tribünlere oynuyorlar. IŞİD’i kuran sermayedar koordinatör, yarın bir başka oyuncuyu ihtiyaca göre makyajlayıp sahaya sürecektir. Hepsi bir model araçları ve seri numaraları belli teçhizatların faturalarını ödemiş olan gündem belirliyeci esas aktörün kara propogandasının ve faaliyetlerinin önünü kesmek bir hayal! Kapitalizmin arz/talep dengesini sürdürmek için rekabete ve düşmanlara, ilerleme mantığına ihtiyacı vardır. 'Esad halkına zulmediyor' repliğiyle Ortadoğu'yu kan gölüne çevirenlerin vicdanları katran bağlamıştır deyip geçemeyeceğimiz böylesine bir süreci sabırla seyretmeye devam ediyoruz. Bu şeytani senaryoyu halkları önünde teşhir ederek onları bu kanlı örgüte yardım etmekten alıkoyacak bir tarafsız irade ne yazık ki yok. Her grubun gündemi/bagajları farklı. Siyaset sadece aşılmış bir tarihe değil, kötü yazılmış sayfalara biteviye ekler yapıyor. Bir türlü içimize sindiremediğimiz bu kanlı tablonun parçası olmamız gerçeği irademiz dışında oluşmadı. Ortadoğu uzun zamandır tarifi mümkün olmayan acılar içinde kıvranmakta. Finans kapitalin birikimine hizmet ettiği düşünülen yok edici politikalar, dünyanın malzeme bilgisi, yapısal ontolojisiyle alakalı ehemle mühimini gözönüne alırsak hiç akıl kârı değil. Sonunda kaosun girdabının batı uygarlığını tüm ideal ve mevzileriyle sallaması, refah toplumu şuurunu irkiltmesi kaçınılmazdır. Bölge ülkeleri kendi içlerinde teorik istikrarı bulmakta ve ahlaki normları idrak etmekte, barındırdığı kozmopolit nüfusu hazmetmekte zorlanacaklar. Tek taraflı etik bir talebe gösterilen inayetin sadık öznesi haline gelen sıradan birey ise son kertede liberal değerlerin savunusuyla yetinecek ama fırsat bulursa! Dinin öznesinin içine Lucifer gibi girip şahsi olması gereken tekamülünü garip bir inanca dönüştürmesi ekonomi politik açısında tüm sıradanlığıyla tarihsel bir vaka; sosyolojik açıdan topluma ait paranoid bir sendrom. Ne yazık ki, fazlasıyla güçlenen silah endüstrisinin yanısıra, ağustos böceği ömürleriyle mahzur görülen terör örgütlere gösterilen ilgi bazı sadece maddi değil 'cihat' kavramına duyarlı manevi rabıtaları da akla getiriyor. Oysa onlar, hedef aldıkları iktidarları kendi kurgularıyla amansızca suçlayıp laikliklerine ötürü sıkıştırabiliyorlar. Muhafazakar basın bu örgütlerin şiddet yüklü cürümlerini, hunharca insanları katletme görüntü ve videolarını paylaşmakta, yayımlamakta imtina ediyor. Kafayı kuma gömseler de kaosun tüm acısını giderek daha da azınlıkta kalan halklar, çeşitli fikirlerin parçaladığı aynı soydan gelen aynı insanlar çekmekte. Kışkırtılan mezhep kavgalarının, etnik çatışmaların öncelikli kurbanları çocuklar, yaşlılar; her zaman bastırılmış bilinçleriyle kadınlar çoğunluğunu teşkil ediyor. Dönüşsüz yolda kaybedenler/tutunamayanlar bildiğimiz görüntüleriyle mülkiyet anlamında sefiller.. Yüzlerine bakamasak, göz temasını utancımızdan kuramasak da Suriyeden gelen savaş sürgünlerinin durumunu anbean izliyoruz; onların arasında bile sokaklarda dilenen, hayatları sefalete sürüklenen yoksulun çektiği farklı; acı, mülkünü kaybeden zenginin acısıyla bir değil. Ezidilerin uğradığı soykırım ortada. Çorak bir yapıya sahip olması nedeniyle suyun hemen hemen hiç bulunmadığı Şengal Dağlarında günlerce açlık ve susuzlukla boğuştuktan sonra sağ kalanlar daha henüz Irak sınırına ulaşabildiler. Bugün sığınmacı kamplarındaki Yezidiler geride bıraktıkları yakınlarına ağlıyorlar. Ağır göç koşullarına dayanamayan onlarca yaşlı, çocuk ve hasta yollarda öldü. Cesetler kayaların ve ağaçların altında kalakaldı.. Arşivler yaşayan insanların günahlarlarıyla dolu. Halen, sığınacak yer bulamayanları gene o dağlar barındırıyor. Oysa onlar henüz daha dün susuzluktan ölen çocuklarını toprak alanı olan yamaçlarda gömmüşler, analarını/babalarını, yaşlılarını tepelerde toprağa verme imkanı bulamadan araziye terketmişlerdi. Kapılarına dayandıkları kentler gönülsüzce açılmıştı ki, oralarda da bulunmalarının yerleşik halkın ırkçı hezeyanlarıyla güvensizleştiğine şahit olduk. Resmi açıklamalara göre bu olağan bir durum. ABD kaynakları olağanüstü göçün çok vahim olmadığı yalanını yayıyor. Usulen kalkan uçaklar mahcup edayla gönülsüz bir mücadeleye girişti. Bölge ülkeleri IŞID tehlikesinin abartıldığını söylemekte kendi politikaları açısından yarar görüyorlar. Ama ne yazık ki gerçek öyle değil. Sansürü bir nebze aralayabilen medya kanalları ve fotograflar bu tarifi mümkün olmayan gerçeküstü görüntülerin aslında nasıl vahşi emperyal büyük bir planın akisleri olduğunu anlatmaya yetiyor. Ne var ki, ne İŞİD'i ne de bölgede süren savaşı bitirmek ABD'nin işine gelmez; aksine bölge ülkelerine sıçrayarak süreceğini ABD'nin BOP haritası bize yıllar öncesinden söylemişti. Gazete arşivlerinde kısa bir gezinti yapmak hafıza tazelememize yetecek.
Marks, İngiliz kapitalistler için 'burjuva toplumunun güvenilir kişileridir; ama bu güvenin tüm nimetlerini cebe atmakta tereddüt etmezler' diyor. Silah satanlar, Ortadoğu'nun kan çanağına dönüşmesinin finansmanını sağlayanlar sanki onlar değilmiş gibi Cameron'un yaptığı heyecanlı açıklamayı okuyunca nedense aklımıza Marks geldi! Yaşadığımız çağda en geniş kitleye sahip olan paranın dini; kitapta ' Rabbim insafı emretti' demesine karşın aklı zıvanadan çıkaran iman ise coğrafyada mezheplerin insafına kalmış tartışmalı bir kavram. Oysa mezheplerin dine ait değil tarihte politik bölünmelerin, siyasete ait kurumsal örgütlenmelerinin sonucu peygamberlerden sonra ortaya çıktığı bir gerçek..http://www.radikal.com.tr/dunya/cameron_isid_bize_ingiltere_sokaklarinda_saldirabilir-1207290
Not/1 Fehim Taştekin'in bölgeden geçtiği haberler durumun vehametini biz masa başında takdir hakkını kullananlara nazaran daha gerçek eleştiri barındırıyor.
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fehim_tastekin/kurt_dayanismasi_ezidi_surgunu_turkmen_yalnizligi-1205241
http://www.radikal.com.tr/dunya/sincar_dagi_ceset_dolu-1206609
http://fotoanaliz.hurriyet.com.tr/galeridetay/85895/4369/1/27001106/kim-bu-ezidiler
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26950117.asp
http://www.radikal.com.tr/fotogaleri/dunya/dunyadan_isid_eylemleri-1208909
Ezidi milletvekili Vilan Daxîl, Irak'ta Irak Şam İslam Devleti'nin (IŞİD) yaptığı katliamları anlattı. Daxîl, "Bize asıl ihaneti komşularımız yaptı. IŞİD'i oraya onlar getirdi. Güya dostlarımız, tanıdıklarımız, kirvelerimizdi. Böyle bir şey yapmazlar diyorduk. Onlar saldırınca kuvvetimiz kırıldı" dedi.
http://www.radikal.com.tr/arama/aranan=%C5%9Fengal&siralama=tarihe_gore_azalan
http://www.metiskitap.com/catalog/interview/2867
http://www.metiskitap.com/catalog/interview/2867
Not/2 BOP Haritasını çizen Amerikalı bir asker Ralph Peter’s’dir. Çizdiği harita ve bu haritaya ek gerekçeleri “Kanlı Sınırlar, Daha İyi Bir Ortadoğu” başlığı altında açıklamış ve bu ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi’nin Haziran 2006 baskısında yayınlanmıştır. BOP haritası öylesine açık yazılmıştır ki “bu planın uygulanması sonucunda Türkiye’nin kaybedeceği” vurgusu da uluslararası ilişkiler açısından hiçbir kaygı duyulmaksızın yapılmıştır. Aşağıda bu makalenin tam tercümesini bulacaksınız, aynı zamanda Türkiye’deki siyasetin nereye gittiğini de açıkça göreceksiniz. İşte ABD’nin BOP haritasına ek görünür gerekçe sunan planıhttp://mahirkaynak.tr.gg/harita.htm
http://www.turkishnews.com/tr/content/2013/09/12/abdnin-bop-adli-planinin-tam-tercumesi
http://www.radikal.com.tr/dunya/isidden_ezidi_koyunde_katliam_80_olu-1207131
http://www.radikal.com.tr/politika/suryani_metropoliti_ilk_kez_ezidiler_icin_agladim-1207468
http://www.radikal.com.tr/dunya/edward_snowden_isidin_arkasinda_abd_ve_israil_var-1207244
http://www.radikal.com.tr/dunya/cameron_isid_bize_ingiltere_sokaklarinda_saldirabilir-1207290
http://www.radikal.com.tr/turkiye/kizilelma_dizisini_isid_tehdidi_mi_bitirdi-1202941
http://www.milliyet.com.tr/kizil-elma-yi-isid-tehdidi-mi/gundem/ydetay/1914726/default.htm
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fehim_tastekin/savasi_bitirmek_isimize_gelmez-1202245
http://mediamatters.org/video/2013/08/15/foxs-ralph-peters-obama-administration-just-doe/195421
http://www.turkishnews.com/tr/content/2013/09/12/abdnin-bop-adli-planinin-tam-tercumesi
http://www.radikal.com.tr/dunya/isidden_ezidi_koyunde_katliam_80_olu-1207131
http://www.radikal.com.tr/politika/suryani_metropoliti_ilk_kez_ezidiler_icin_agladim-1207468
http://www.radikal.com.tr/dunya/edward_snowden_isidin_arkasinda_abd_ve_israil_var-1207244
http://www.radikal.com.tr/dunya/cameron_isid_bize_ingiltere_sokaklarinda_saldirabilir-1207290
http://www.radikal.com.tr/turkiye/kizilelma_dizisini_isid_tehdidi_mi_bitirdi-1202941
http://www.milliyet.com.tr/kizil-elma-yi-isid-tehdidi-mi/gundem/ydetay/1914726/default.htm
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fehim_tastekin/savasi_bitirmek_isimize_gelmez-1202245
http://mediamatters.org/video/2013/08/15/foxs-ralph-peters-obama-administration-just-doe/195421
Not/3 Jean Genet şöyle diyor Açık Düşmanımı Arıyorum paragrafında : 'dengesi oynak, profili belirsiz, yüzü kabul edilemez olan, tamamen silahsız enfes düşmanı, bir üfleyişte devrilen düşmanı, çoktan aşağılanmış, bir işaretle kendini pencereden atan köleyi, yenik düşmanı –kör, sağır, dilsiz– arıyor, veya bulmak istiyor, veya keşfetmek, hiç mi hiç keşfetmemek istiyor. Kolsuz, bacaksız, karınsız, kalpsiz, cinsiyetsiz, başsız, sonuç olarak eksiksiz bir düşman, artık iş görmesi gerekmeyecek –fazla tembel– hayvanlığımın tüm izlerini çoktan üzerinde taşıyan bir düşman. Benden ölçüsüzce ve tüm kendiliğindenliğiyle nefret edecek tam düşmanı, ancak daha beni tanımadan benim tarafımdan yenilgiye uğratılmış, boyun eğmiş düşmanı isterim. Ve her halükârda benimle uzlaşamaz olan düşmanı. Dostlar değil. Dost filan istemem: açık ancak yüreği parçalanmamış bir düşman. Katıksız, kusursuz. Ne renk? Bir kiraz gibi yumuşacık yeşilden, fıkır fıkır menekşe rengine. Boyu? Laf aramızda, erkek erkeğe karşıma çıksın. Dostlar değil. Gücü tükenmiş, teslim olmayı kabul eden bir düşman arıyorum. Verebileceğim her şeyi ona vereceğim: silleler, tokatlar, tekmeler, onu açlıktan gözü dönmüş tilkilere ısırtacağım, ona İngiliz yemekleri yedirteceğim, Lordlar Kamarası'nda bulundurtacağım, Buckingham Sarayı'na konuk olarak kabul ettireceğim, Prens Philip'i (..) , bir ay Londra'da yaşatacağım, benim gibi giyindirteceğim, benim yerime uyutturacağım, benim yerime yaşattıracağım: açık düşmanı arıyorum.
***
Komünizm, bir 'çalışma' ideolojisidir; esas itibariyle tüm kurumlarıyla kapitalizmin bir türevidir. Özgürlük mü? Marks dışında peygamberane bir edayla okurlarına düşünme değil de zorunlu çalışma konusunda emrivaki yapmış başka bir filozof yoktur..

Aslında 'Para' gibi 'Felsefe' de son derece muğlak, mefhumu olmayan soyut bir kavramdır .. Siyasal İktisat dediğimizde farklılaşır ama yalın haliyle bir öğreti ya da ideoloji değildir ; yaşamak için kullandığımız masum bir araçtır. Saf bir etkinliktir. Onu neye dönüştüreceğimiz, durumumuzun evrimi, mutasyonun akibeti bizim niyet ve tiynetize kalmıştır.. Ekonominin mücidinin öyküsünü, keşfin nedenini, cinayetten bir önceki günü/adımı, hibritleşmiş İnsan varlığımızla tartışmak abes. Görünen o ki her durumu metaya dönüştüren, sömürüyü ve adaletsizliği yaratan rejim, günah keçisi kapitalizm.. Oysa 'çalışmak' fiili sadece emeğin bir işlevi değil; ahlaki bir örgütlenmedir. Yalnız malları ve parayı üretmez; buna uygun güvenlik aparatlarını, içinde öznesini iyi/kötü muhafaza edeceği despotik kurumlarını da üretir. Ne var ki seçenek olarak sunulan sosyalizm de proletaryanın zincirlerini kıracağı değil, aksine tüm çalışanların birbirine zincirlendiği bir üretim cehennemidir.. Refah toplumunun tüm ideolojileri arasında bir hedef farkı yoktur.. Marks ideolojisinin öznesi işçi, maddi nesnesi emektir. Bu ikisinin varlığını ve kutsallığını savunmak, sömürünün payidar olması için ölümüne mücadele etmektir. Sosyalizmin faydalı emekten bahsetmesi, komünizmin cebberut devletten bahsetmesi kadar sakildir. Çok sorgulamıyoruz ama ücreti mukabili ya da angarya çalışmak tüm ütopik kurtuluşcu / halascı ideolojilerin merkezinde yer almaya devam ediyor hâlâ..
1960’lı yıllardan itibaren Ruslar, Aral Denizi’ni besleyen iki akarsunun rotasını pamuk tarlalarını sulamak için değiştirmeya başladılar. Söz konusu olan ekonomik büyüme ise geri kalan her şey teferruattır diyen bir bakış açısıydı bu. Sonuçta Aral’ın üzerine inşa olduğu hassas ekolojik teraziyle oynamalarının neticesinde müthiş bir felaket geldi ardından. Koca deniz buharlaşıp ardında bir çöl bıraktı. Amaç ekonomi olunca bunun sosyalist/kapitalisti olmadığını; halkı beslemek için kör bir namus bilinci, aşiret reisi güdüleriyle davranan devletlerin nelere yol açabileceğini anlamamız için sadece bu olay bile bize anlatmaya yeter.
Dünyada sıkca örneklerini gördüğümüz bu tür aymazlıklar, Kant'ın 'Aklını kullanmaya cesaretin olsun!' cümlesiyle başlayan Aydınlanma sürecinin eseridir. İlerici/İlerlemeci düşünce çağdaşlığın göstergesi, uygarlık herkesin ortak hedefi.. Peki, İlerlemeden amaç ne? Sağlık mı, mutluluk mu, adalet mi, refah mı? Ya da soruyu soldan sorarsak, herkese yeteneğine göre, hepimize ihtiyacımız kadar mı? Bunların hepsi zaten en saf haliyle doğada mevcut. 'İlerlemeden amaç nedir?' sorusuna, insanın zekasına hakaret etmeden verilecek gerçek ve dürüst bir cevap yoktur! Oysa, eleştirel baktıklarını söyleyen tüm sosyalistlerin iddialarının aksine, insan emeği fabrika düzeninin ayrılmaz bir parçasıdır. 'Yabancılaşma', hem içeride hem de dışarıda, iş'in olduğu her üretim pratiğinde ideolojik dayatmanın bir kaçınılmazıdır.
Ed Begley doğru ifade ediyor: İnsan tarafından yaratılan bir şeyi yok ettiğimizde adına vandalizm deniliyor. Doğanın yarattığı eserleri imha ettiğimizdeyse adı 'ilerleme' oluyor..
Kızılderililer tarım yapmazlardı, göçebeydiler; avcılık ve toplayıcılıkla yaşarlardı.. Dünyada mülkiyet, tarım devrimiyle başlar. İlk tohumun toprağa ekilmesinden sonra insan bilincinde bir kırılma yaşanmıştır. Uygarlık, doğal olmayan ve sürdürülemez biyolojik bir süreçte, etrafını yok eden akıl almaz bir mecrada sorgusuz sualsiz ilerledi.. Servet icat edildi. Mülkiyeti koruyan ahlak', 'nasipsizler', 'eşitsizlikler' ile daha iyi bir dünya için mücadele geleneğini doğurdu.. Hepsinin amacı 'iyi' idi; peki 'iyi' neydi? Kapitalist ya da sosyalist; 'iyi', doğanın verdiğiyle yetinmeyen, refah üreten bir toplum şemasıyla çıkar önümüze. Kullanım amacını değere çeviren, insanı işe koşan, emeği evcilleştiren umut vaadeden tüm alternatif sistemlerin baskıcı, öteleyici tertiplerle, kendini ilga eden komplolarla karşı karşıya kalması kaçınılmazdır..
Tarafsız özne yoktur. Nepos sözcüğü, Latince 'yeğen' anlamına gelir. Nepotizm, akrabalık, kayırma güdüsünden türeyen korumacılıktır. Siyaset, hep bir takım menfaat, aşiret ve dar cemiyet ilişkileri içindedir. Birilerinin hısmı, ötekilerin hasmı olmayı onaylar. Bu bir çoğalma yöntemi, toplumsallaşma biçimidir. Sosyalizasyon, Kurumsal Bilgi'yi üreten doğal yapılarla, devralınmış organik muhteviyatla olur. Beden olarak taşıdığımız organizma, bilinçsiz bir tözden ziyade, içeriden programlı bir yazılım olduğu kadar, dışarıdan da yeniden şekillendirilebilir biyo-politik bir levhadır. Biyo-kültürün bedenle kurduğu dolaysız ilişki nedeniyle baskıcı / totaliter, güvenlik endişeleri hasebiyle kullandığımız vücut köleliğe meyyal bir eğilim taşır. Kerubiler, Efodlarla bezenmiş zihinsel matris, kavramsal şablonun tarih öncesinde gömülüdür. Tüm siyasal önermeler gibi güvenlik açıklarından bedene sızan politikaların depresif mantığı apriori (tecrübeden önce) paranoyaldir. Deneyden sonra da kültür-fizik, metafizikle yer değiştirme becerisine sahiptir. Şizoid kültürün yarattığı çıkış kapıları/kurtuluş noktaları, yarattığı anamoliyle doğal kurulumu zorlar. Batıda da sosyalizmin bir yüzü her zaman Ahid ve ilahiyata dönük olmuştur. Her kıvamda ütopya, büyüklere masalları anlatır; evladiyelik, hiç ulaşılmayan bir gelecekteki cennet tasviridir. Hristiyan retoriğinde olduğu gibi tüm siyasal teolojilerde ötekileştirici cennet/cehennem, suç/ceza, hain/muhkim argümanları her zaman kullanagelmiştir.. Sürekli çift önermeli bir mantalite ile karşılaşırız; kabuklar, katmanlar gündüzle gecenin içine gömülmüş sanki. İdeolojiler, madeni paraların üstünde resmini gördüğümüz, tek kafası, iki yüzü olan Roma tanrısı Jenus gibidirler.. Metafizik, fiziki durumun/konumun tamamlayıcısıdır. İdealizm, materyalizmin mütemmimidir. Bir yüzleri ekonomiye, diğer yüzleri hamasete, konjonktüre dönüktürler. Bir yüzü Moskova'ya/Washington'a, Londra, Paris, Bonn'a diğer yüzü Kabeye/Kudüs'e, Vatikan'a yönelik mesihvari siyasetlerin beklentileri iktidardır. Sonrası meçhul olsa da yaşamı doğuran nedenle ölümü doğuran neden aynıdır. Kapitalist, Anti-Kapitalist, Sağ, Sol merkezler arasında birbirlerinin yerini alacak ikameler değil, tüm siyasal davranışlarda, alternatif tepkilerde senkronize bir mütekabiliyet söz konusudur. Zekamıza hakaret etmeden 'ilerlemeden amaç nedir?'e verilecek makul bir cevap yoktur. Bu netameli konu, alışıldık ezberleri bozmayı gerektiren bir yerleşik kültür eleştirisini tetikliyor..
Herkes lafta anti kapitalist. Halbuki sorun basitçe ücretlerin iyileştirilmesi, iş şartlarının düzeltilmesi, emekçinin ideolojiyle hareler kuşanması değildir. Yaşadığımız dünyada adaletsizliği ve eşitsizliği doğuran kavram mülkiyettir. Bireysel ya da toplumsal mülkiyet olduğu müddetçe ona sahip olmak için çalışmak ve istihdam (yani rezerv kölelik) yüceltilecektir. Ancak, tüketici ahlakını doğuran iş'in ortadan kaldırılması, çalışmanın doğal bir ihtiyaç olmadığının anlaşılmasıyla mümkündür. Toplumsal emeğin biriktirilmiş kapasitesinin dünyamız için nasıl olumsuz ve yıkıcı bir enerji taşıdığının anlaşılmasıyla belki sonunda zihinler huzur bulacaktır.
Kötü olan kapitalizm değil, iktisattır. Sosyalizm, komünizm, kapitalizm farketmez. Toplumun dinamiğini, çokluğun devinimi kaygılar ve ekonomi üretir; ekonomiyse zapturat ve tahakküm. Kavram çantasında Adalet olduğu için sınırlar, eşitlerle reşitler olduğu için mülkiyetin doğurduğu 'hukuk' vardır. Sosyalizm denilen rejimde, üretim araçlarının mülkiyetine merkezi otorite tarafından el konulmuştur. Emek birikimi, zorunlu tasarruftur. Komünizm, ülkede zenginliği sağlamakla görevli merkezi otoritenin tasarrufundaki bir mal mübadele sistemidir. İstese de özgürlük üretemez. Anti Kapitalistler, iyi/ler olarak tanımladıklarıyla ortak bir alanda bulunduklarını varsayıyorlar. Reel olan hakikattır. Ancak bu talep iradidir, soyuttur, alengirli bir varsayımdır. Marks ve mahdumları, Negriler, Badioular, Foucaultlar, Zizekler hepsi ekonominin rafine kontrolunu öngörüyorlar ve sömürünün ahlaki tertiplerine boyun eğmenin sol'casını telaffuz ederler.. Foucault 1971'de bir üniversitenin yaptığı açık oturumda Amerikalı liberter Chomsky'e 'Proletarya diktatörlüğüne nasıl karşı çıkılabilir?' diye hayretle soruyordu. O Foucault ki, çağdaş biyo-iktidarın özelliğinin yaşamı teşvik etmek ya da ölüm noktasında engelleyicilik olduğunu farketmiş olmasına karşın, çağın temel dinamikleriyle örtüşmeyen ilkel bir despotizme kapı aralayabilmiştir. Burjuvazinin üretim anarşisiyle toplumsal gelişime ket vurduğu düşünülen İlerleme cürmü paradoksaldır. 'Aydınlanmacılık', tarihsel bir uğrak değil, çeşitli renkleriyle modernliğin maskesini kuşanmış tüm ideolojileri içine alan mezhebi geniş bir duraktır. Foucault'nun mütereddit kalmasına rağmen fikrin ve pratik muhteviyatın 'Kullanım Değeri' ; olması gerekendir. Aygıt/Dispozitif doğa karşıtı aparata lazım olan normlar türetir. Oysa, 'emek' değişim değerini ürettikçe, mazlum açısından ne ütopya ne cennet mümkündür. Ulus Baker'ın, Gabriel Tarde'ın sosyolojisini anlatırken değindiği gibi : "Ekonomi-politik hakikat-değerlerini diğer mallar gibi görmeye devam etmek zorunda kalır. Bunun nedeni hep kullanım-değeri üretimi çerçevesinde ele alınmış bir metoda bağlı kalışıdır. Ama esas önemli neden ekonomi-politiğin hakikat-değerlerine maddî ürünlermiş gibi bakmak zorunda oluşudur, çünkü böyle yapmasaydı kuramsal, özellikle de siyasî mefhumları tümüyle yıkıma uğrardı: "Bilginin ışıltıları" ekonomi-politiğin kıymete, ekonomiye ve zenginliğe dair mefhumlarını altüst eder, çünkü bütün bu mefhumlar ekonomi biliminde genel geçer olan tüm bir eksiklik, ihtiyaç, yokluk, kıtlık, özveri ve feda retoriğinin sonuçlarıdırlar."
İşte bundan dolayı canlı emeği işe koşan tüm sistemlerin dişlilerini, merdanelerini, reseptör ve aygıtlarını analiz ederken, onun korkunç organizasyon şemasına, insanı/bireyi algı biçimlerine dikkat çekiyoruz.. İsim olsa da bir 'sıfat' olarak hükmü yoktur. Sosyalist, komünist, kapitalist ya da anti kapitalist ; toplum içinde iktisadı doğuran her iş bölümü, üretim araçları ve ideoloji; cüruflarını aynı menfeze boşaltır. İnsan kategorik bir canlıdır. Metrik sistemin yerine arşını, kilogram yerine okkayı kullansan da sonuç değişmez. Ölçün, terazin, para birimin, asfalt yolların varsa, yığma ve talan ahlakın ile parlatıp cilaladığın ücretli / ücretsiz bedenen kölelik düzenin, nöbet değiştiren tarafların, emek üretiminin, sermaye birikiminin eseri müesses nizamın da olacaktır. İnsan tasniflenmiştir, yasa muazzezdir; tüm kurumlaryla devlet her rejimde benzer kutsallara, işlevsel fetişlere ve aynı reflekslere sahiptir.. Bakunin, 'Gerçek ahlak, cezalandırma korkusu, ödüllendirilme umudu olmaksızın bizzat iyilik için davranmayı emreder' der. Erk'in güttüğü toplumda böyle bir ahlak barınamaz. Taht, yönetici sınıfa hazır bir kudret vererek, insanda gerçek olmayan, şahsi bir kibir ve hayali üstünlük duygusu yaratır. Marks, "Bütün siyasal devrimler, miyadı dolmuş eski makineyi kıracakları yerde, heyulayı yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar." diyordu. Peki, Marks'ın mahdumlarının elinde afaki bu sözlerden başka bir araç var mıydı?
Milletler dışında toplumsal güçlerin diğer toplum bireylerine organize tasallutu geçen yüzyılla başlar. 1917’de Bolşevikler'in ardından 1930’lardaki faşistler aynı mantığı kullanarak kitlelere sirayet etti. Ardından din/iman/vatan; adı ne oluyorsa olsun sonucu 'politik' olan bir korku saçan şiddet kurumsal yapısyla sahne aldı. Günümüzde IŞID denilen ortaçağdan agrandize olmuş muammanın gene emperyal bezirganlar ve bölgesel ortaklarınca oyuna sürüldüğünü görüyoruz. Şiddete temayüllü devletlerin piyonları olan sersefil acımasız güçler sanki tarihten fışkırdı. Bu yeni fenomenilojiyi anlamak için, onu doğuran nedenleri anlamak lazım. Dini kullananan terörürün ortaya çıkışı doğrudan ABD’nin Irak işgalinden önce 1979'daki Rusya'nın Afganistan işgaline, Babrak Karmal'a dayanıyor. Ardından iktidara gelen Necibullah'ı asan Taliban iktidar olmuştu; hatırlayın. Bugün ne oldu; reaksiyon başka reaksiyonları doğurdu..
Kendilerine 'Anti Kapitalist Müslümanlar' diyorlar. Güzel de bütün iyileri siz aldınız; bize bir şey kalmadı!.. Ne var ki, kelimeleri popüler sözcüklerden, umut olan fetişlerden seçmek yaraya 'merhem' olmuyor. Güç'ü doğuran fikri nedeni anlamadan bizi yoran muhteviyatın şifreleri çözülmüyor ; iş'i kutsadığınızda, gerçek anlamda insanca yaşamak için bir 'çare' yaratılamıyor.
İktidar, insanın doğasını bozar. En ateşli demokrata, örneğin İhsan Eliaçık'a sınırsız iktidar ve kaynak olarak hazineyi verdiğimizde, yarın karşımızda bir tiran buluruz. İşin doğası böyledir. Bu anti-kapitalist müslüman Eliaçık'ın şahsi suçu değildir. Çünkü, paranın kirletmediği bir ekonomik iskan, iktisattan özgürleşmiş bir düşünce biçimi, paranın olmadığı bir insan muhayelesi ve koruyucu / zorlayıcı ilişkilerin anomali yaratmadığı bir toplum tasarımı, tasarruf iradesi, meta üretimiyle bozulmamış insana ait bir yaşam alanı yoktur yeryüzünde. Yönetici zümrenin üstünlük güdüsü, normal insanlar üzerinde tahakküm, bireyler arasında zor kullanma teknikleri geliştirmeyi toplumun sevk ve idaresi için mecbur kılmıştır.. O halde, insanın gerçek doğasını bozan, tüm cebir ve baskıların kaynağı olan o doğa üstü kurmaca makinanın restore edilmesi ya da sosyalistlerin önerdiği üzere devrimle ele geçirilmesi değil, böyle bir düzenek olmadan toplumun huzur ve uyum içinde suç/ceza kavramlarıyla baskılanmadan, sorumluluk yasasıyla davranarak bir arada yaşama bilincine erişmesidir esas olan. Oysa tüm düşünce formları belli bir zümreye yayın yapar. Zenofobiktir; yabancı düşmanlığı güder. Şayet kahramanları olan toplumdan henüz sürgün yememişsek, yersiz yurtsuz değilsek daha çok kuyruklu teoriler, işe yaramaz risaleler, dar kadrocu, komünal, grupçu kurtuluş çağrılara tavlanırız. Her halukârda, felsefe ve kültürel eleştirinin perdelenmiş menfaatlere şüpheyle yaklaşması medet olmaz. Pragmatik düşünce, politikayı dıştan kuşatır; ekonomi, bilinci temelden sarsar. 1848'de mevcut tüm toplumsal ilişkileri suçlayan Komünist Manifesto'nun ilk sayfasındaki dipnotta Engels, New York'un eski halkı İrakua Kızılderilileri'nin yaşam şekillerini araştıran antroplog Morgan'ın kabile ilişkilerini ortaya koyan üstü keşfi için selamlar. Kızılderililerin yaşamı bu kadar önemlidir ama bu para taşımayan, ekin yapmayan, doğanın verdiğiyle yetinip toplayıcılık / avcılıkla yaşayan insanların yaşam şeklini anlamakta isteklidirler. Ne Engels ne de Marks, aydınlanmacı, entellektüel ağırlıklarından, ilerlemeci bagajlarından kurtulup, günlük hayatın pratiğini kökten dönüştüren, ahlakını oluşturan, dünyanın işini kolaylaştıran ferasetli bir teori yaratabilmeyi başarabilmişlerdir.. Yoksulların kudreti (potenza) ancak iktisaden yoksunluklarında doğar. Eşitsizliği, adaletsizliği ve gücü doğuran as'l nedeni idrak edebilmeleri, başlangıç noktasına geri dönebilmeleri valizler nedeniyle olanaksızdır. Somut emeği, soyut emeğin ütopyacı bir alternatifi olarak düşünmek yanlıştır. Kullanım değerleri üretimini teşvik ettiğinizde, onları değişim değeri olan metalara çevirmek fabrika düzenin fitratında olan bir gerçektir. Sosyalizmin sicili bu sembiyotik ilişkiyi muhafaza ettiği müddetçe şaibeli olmaya devam edecektir.
Marks'ın 'sosyalist' toplum tahayyülü, merkezi üretim modeli, fabrikaları, uzun vadeli kalkınma planı, kurumsal örgütlenişiyle acımasızca eleştirdiği kapitalizmin ruh ikizidir. Plansız ekonominin, anarşik iktisadın metazori ehlileştirilmişidir. Sosyalizm, tüm üretim enstürmanları, amaçladığı refahcı ekonomisiyle gelişmiş kapitalizm ise, Anti-Kapitalist etik, moral değerlerine, eşitlikle ilgili nihai hedefine ulaşamayacak demektir. Endüstri, ilerleme demektir. İlerleme, artı değere ihtiyaç duyar. Artı değer, sözleşmeyle el konulan emektir.. İlerlemeci bir ideolojinin, eşitlikçi, bütünüyle özgürlükçü, doğayla barışık adil bir sistem yaratması mümkün değildir. Zaten Marks da bunu biliyor : Artı değer, artık emek olarak sosyalist toplumda devam eder diyor. Cümlenin aslı şöyle : ' ..bunun nedeni, şimdi artı-emek sayılanın, o zaman gerekli-emek sayılmasıdır. Bununla yedek ve birikim için bir fon oluşturulan emeği kastediyorum.' bk. Kapital 1/541
Kapitalizmdeki gibi Marksizmde de asıl amaç tüketim ve refah toplumudur dedik. Hegel'in Hukuk Felsefesi Eleştirisi'nde açık açık söyler : Genel refahı geliştirerek kendi refahımı geliştiriyorum ve kendi refahımı geliştirerek genel refahı geliştiriyorum.' Liberté / égalité / fraternité diyerek işe başlayan Marks, kurtuluşu planlı ekonomide görerek iradeci, volantarist diyalektikle sıçradıktan sonra determinist ekonomizme düşüyor. S283/ 2.cilt Kapital'de meramını özetliyor; meş'um çare insan ahlakına galebe çalan iktisatta gizli : " Eğer toplumu kapitalist değil komünist bir toplum olarak düşünürsek, her şeyden önce ortada ne para-sermaye diye bir şey olacak. Ne de bundan ileri gelen alışverişi örten sahtelik. O zaman sorun, toplumun gereksinmelerini önceden hesabetmekten , toplam yıllık üretimden, emek üretim araçları ve geçim araçları çektikleri halde , herhangi bir üretim ve geçim aracı sağlamadıkları gibi, uzun bir süre, bir yıl ya da daha uzun bir süre herhangi bir yararlı etki yaratmayan -örneğin demiryolu yapımı- iş kollarına zarar vermeksizin toplumun ne kadar emek, üretim aracı ve geçim aracı yatırabileceğini önceden hesaplamaktan ibaret olacaktır." Görüyoruz ki, Komünist, Anti kapitalist ya da Sosyalist, Faşist, Korporatist olmak farketmiyor ; önce görev tanımı, maişet listesi, iş bölümü, teoride olmasa da pratikte zorunlu çalışma yasası var. Herkes devleti zorunlu bir ekonomik varoluş durağı, makinaları, kurumları, çalışanları, ödül ve ceza sistemi olan ayrı bir zeka, kendinden menkul organları olan bağımsız bir beden olarak kabul etmekte mutabık.. Devletin erki konusunda kolektif 'kavram' yaratılmıştır. Aydınlanmanın tetiklediği düşünce biçimiyle Kavram, hiçbir şekliyle önerme değil, bir zihin ve insan tasarımıdır.. Kapital'de gayet iyi ve bilir ki, 'toplumsal üretimin gücü, işbirliğinin kendisinden doğar'
Roma'da süt annelerine de 'proletarius' denildiği rivayet edilir. Henüz bir tarihsel yahut edebi bir metinde bunu doğrulatma olanağımız olmadı. Asıl bilinen hikaye 'kök' olarak aynı biyo-politik edime, yaşam unsuruna denk gelir. Bugün sosyolojik bir kimlik verilip 'İşçi Sınıfı' olarak tanımlanan Proletarya, kelime anlamı ile Latince 'proles'/döl sözcüğünden esin almıştır. Bizdeki aşağılayıcı 'çapulcu' tanımının, siyasi gelişmelerle birlikte bir sosyal / itibari anlam yüklenmesi benzeri bir durum. Modern Çağ'ın başlangıcında Batıda feodal beylerin topraklarını kaybetmeleriyle köylüler serbest kalırlar. Sosyal sınıf olarak ilk sanayileşme devrimiyle birlikte ortaya çıkan bu mülksüzleri tanımlamak için 'çulsuzlar' benzeri kullanılan bu pejoratif terim mutasyon geçirir. Döllerinden -proles- başka malları olmayanlar anlamında kullanılan aşağılayıcı sözcük, 17. yüzyılın sonunda Fransa'da sosyalizmin telaffuz edilmesiyle birlikte siyasalaşır; proletarya bir güç, kamusal bir olgu, bir sınıf olarak anılmaya başlar..
Marks, Kapital'in ilk sayfalarında şöyle yazıyor: 'Modern kötülüklerin yanı sıra, dünün mirası olan bir sürü kötülüklerin; çok eski üretim biçimlerinin alttan alta hâlâ sürüp gitmelerinden doğan ve bunların kaçınılmaz olarak beraberinde getirdikleri çağdaş toplumsal ve siyasal ilişkilerin altında eziliyoruz. Yalnızca yaşayanlardan değil, ölülerden de acı çekiyoruz. Le mort saisit le vif!'
Barbar dedikleri halklar, kızılderililer, çıplak yaşayan Afrikalıların düşünce sistematiği ileriyi töhmet altına alan, geleceği tasarruf eden böyle bir zeka kırılmasına izin vermiyor. Marks'ın "Değerin özü, harcanan emek gücünden başka bir şey değildir" demesine karşın ilkel insanlar için tüm hayatı oluşturan eylemler, 'şimdi' ihtiyacı gideren nesnelerin 'emek' aracılığıyla yer değiştirmesinden ibarettir. Yazmak ve saklamak yoktur. Ağaçların, ormanda yaşayan ilkellerin, kuzuların yahut fillerle tilkilerin; doğanın tarihi yoktur. Tarihin başlangıcı, tarlaya tohumu ekmenin, başında beklemenin, beklerken çoğalmanın, çoğalırken korunmanın, dostlardan hızla çoğalan düşmanların, savunmanın, çalıp çırpmanın, kasaya yığmanın, aşağılamanın, ötekileştirmenin ilk günüdür. Tarımla birlikte yerleşen, biriktiren, mülkiyet kavramını geliştiren insan, üretim fazlasını mübadele etmeye başlayarak ekonomi denen illeti yaratmıştır. Doğanın üzerinde mülkiyet tesis etmenin sonucu olan 'Zorunluluk' yasası, sanayinin yarattığı kapitalist ekonomi politikle birlikte mazur görülemeyecek hasarlarıyla bugünkü amorf şekline bürünmüştür. Anahtar kavramı, 'doğanın egemenlik altına alınması' olan bu yanılgının içine doğan insanın, yarattığı ideolojiler, normal addedilen psikolojiler, bir zandan ibaret sosyolojiler, eğitilmişlerin diliyle yazılan sosyal teorilerle karşı çıkılmasını beklemek zaten hatadır. Deleuze'ün söylediği gibi 'Felesefe kavram yaratma sanatıdır' Aristokrasinin devrini doldurduğu çağda Burjuvazinin talepleri doğrultusunda felsefeciler 'Aydınlanma' diye bir kavram yaratmışlardır. Amaç burjuva sınıfın talan iştahına uygun düşünsel şartları oluşturmaktır. Şeylerin koşullarıyla uğraşan bilime karşı felsefe, yarattığı kavramlarla toplum içinde yargılar ve koşullanmalar, fenomenler oluşturmuştur. Kavram, 'bilgi' değildir. Bilmeden önce gelen kendinin bilgisidir. Kendi kendine bir sınıf olan işçi sınıfının, kendisi için bir sınıf olmasının yolunu açan bilinegeldiği şekli içindeki marksist bakış teorisidir. Bilgi topluma ait olsa da kavram, yalnızca doğrulanması talep bile edilemez olan felsefeye ait afaki bir başlangıç noktasıdır. Toplumsal değişimler asla yerleşik söylemin güçsüzlüğünden değil, her zaman zayıf söylemin gerçeğinden , hakikatın gücünden dolayı gerçekleşirler. Edepten doğan sorumluluk hukuku, uygarlığın ceza hukukuna yenilmiştir. Bunun nedeni, makinaların organik yapıları taklit etme becerisidir. İnsan ve emeğin kullanım değeri açığa düşmüştür. Yeni kavramlar, değişim değerinin ticari referanslarından güç almışlardır. Parasal gücü elinde bulunduran sipariş sahiplerinin istibdatı, örgütlü bir mecrada insanlık tarihinin doğal bilincini karartmış, insan etkinliğinin yönünü değiştirebilmiştir. Barbar dedikleri ; parayı icat etmeden de mutlu ve sağlıkla yaşayorlardı ; farkedilmediler. Zekamıza hakaret etmeden, 'ilerleme'den amaç nedir'e verilecek makbul bir cevap yoktur. Öyleyse insanoğlu müstahaktır. Tüm ekonomiler yaşadıkça siyasal iktisat, iktidar ve baskı üretmeye devam edecektir..
* 'Değerin özü, harcanan emek gücünden başka bir şey değildir' Kapital 2/344
Marks, Alman İdeolojisi'nde tozpembe bir dünya çizer. Sanki gökyüzündeki cennet yeryüzüne inmiştir. Şöyle yazar: 'Üretimin komünistçe düzenlenmesiyle yani insanın kendi ürününe karşı yabancı tutumun ortadan kalkmasıyla arz ve talep ilişkisinin gücü hiçe iner ve insanlar değişimi, üretimi ve karşılıklı ilişki tarzlarını yeniden denetim altına alırlar' Marks'ın teorisi laf olarak caziptir de bunun pratikte nasıl olacağı konusu belirsizdir. Lenin 1917'de devrimi yaptıktan sonra sorar; Nasıl? Devam eder; 'Elimizde komünizmi inşa etmek için kapitalizmin yarattıklarının dışında başka hiçbir malzeme yok'
İtiraf etmek gerekir ki Marks, kapitalizmin yarattığı bir insan malzemesi, sistemin kendi bunalımlarını çözmek için afaki bir düşünce formatıdır ancak..
İtiraf etmek gerekir ki Marks, kapitalizmin yarattığı bir insan malzemesi, sistemin kendi bunalımlarını çözmek için afaki bir düşünce formatıdır ancak..
Engels, 'Sosyalizmle kapitalizm arasındaki fark bol üretim değil, kişisel haklardaki güvencedir!' diyordu. Yeğen Napolyon'un darbesinin ardından şakamsı bir Zeitung haberi fısıltı gazetesinden yayıldı.. Sınıflar üstü teamül, Jakobenlerden devreden alışkanlık oydu.. İktidarın cazibesinden, zulmü yaratan hiyerarşik düzenin cezbesinden kaçınmaktı niyet; islah olmaz Hegelci terimlerle, sömürüyü doğuran iş bölümünü ayakta tutan despotik kurumlarla yola devam etmek oldu akibet.. Zorunluluk yasa/laştı ; emanet alınan tezler, katastrofik jargon, yeni kıyafetler tescil edildi. O günden sonra tepesi üstü dikilen Marks bir daha ayakları üstüne düşmedi.. Akıl karanlıklara gömüldüğünde, eleştiri hakkı sürgüne gönderildiğinde insanın en değerli rüyasının nasıl birdenbire en yıkıcı, en yok edici kabusa dönüşebileceğini gördük. Duygular kadar kavramlar da alt/üst edildi. Marks, despotizmden kurtulmanın değil, onu ele geçirmenin felsefesini yarattı. Devlet, kendi gayri şahsi mantığına ve dünyanın her yerine aynı sınıflar üstü reflekslere sahiptir. Siyasal iktidar, sınıfsal ve ekonomik ilişkilerin ötesindeki güncel rasyoneliteye, tutkulu, şizoid bir karşılıksız aşka ve başka oyalayıcı ıvır zıvır oyuncaklara tekabül eder. Hayat süreçlerini, ekonominin nesnesi olarak gören tüm kuramların özgürlükten bahsetmeleri bir ters mantıktır. Tüm iktidarlar, hesaplamak, ölçmek, biçmek, değer yaratmak ve kıyaslamak ister. Toplumun, birbirinin alternatifimiymişçesine sunulan sosyalizm ya da kapitalizm tarafından norm/alleştirilmesi, doğal hukuk tarafından belirlenmiş özgürlük tanımının sakilleşmesi, amorflaşmasına, kendi karşıtına dönüşmesine neden olmuştur. Bu kadar olumsuz tecrübeden, onca uygulanamaz, hayalperest teoriden sonra ataerkil geleneğin ağırlığını üzerinde taşımak istemeyen kuşakların bugün yeniden sorma vakti değil midir?..
Doğrudan demokrasi varken nereden çıktı bu 'Proletarya Diktatörlüğü' denen kâbus?.. Kim icat etti?..
Almanca ilk baskıya yazdığı önsözde yalnızca yaşayanlardan değil, ölülerden de acı çektiğini belirtmişti. Fransızca baskıya yazdığı girişte 'Böylece kitap, işçi sınıfına ulaşacaktır ; bu benim için her şeyden önemli' demişti. Kitabı sıradan işçiler değil, onun yolunda devrim yapan kendi kendini yetiştirmiş Mao gibi aydınların (bk Molotov Anlatıyor, Feliks Çuyev, Yordam Kitap s129) ya da eğitimli sosyalist küçük burjuvaların büyük bir kısmı da okumamıştı. Ekonomik verilere boğulmuş zor bir kitaptı. 1867'de yayımlanan Kapital adlı baş eserinde diktatörlüğe yönelik ısrarlı bir vurgu, açık bir önerme yoktur.1851'deki yeğen Napolyon'un askeri darbesinden sonra mektuplarında dile getirmiştir ama kararlılıkla açık, net bir üslupla kitaplarına eklemesi, 1871 Paris tecrübesinden sonradır. Fransız militaristlere, demokrasiyi rafa kaldıran zorba askerlere duyulan öfkeye farklı tepkiler koymak, başka dersler çıkarmak da mümkündü.. Mantık, 'onlar diktatörlük yapıyorsa, biz de yaparız!' mantığıydı. Oysa Paris cemaatinin ne sınıfsal bir başkaldırısı, ne liderleri ne örnek aldığı kahramanlar ne de talep ettikleri bir diktatorya şekli vardı. Meclis, seçimle gelen 92 farklı insan, 92 hümanist görüştü.. Ahenkli mi ahenkliydi.. Yönetici konseyin üyeleri rengarenkti. Tek istedikleri şey adil, herkesin kendini temsil ettiği özgürlükçü bir yapıydı.. Ellerinde bulunan Fransız Merkez Bankası'nın altınlarına dokunmadılar. Bu toplumsal olaydan, erdem arayışlarından, sivil itaatsizlikten, daha hoşgörü dolu, demokratik tezler de yaratılabilirdi.. Yıllar sonra 1881'de Lahey'deki dostu Ferdinand Domela'ya yazdığı mektupta Komün'ün çoğunluğu hiçbir zaman sosyalist değildi olamazdı da'(1) diye itiraf eden Marks, yenilgilerinin nedenini yufka yürekliliklerine bağlamıştı : 'Parisliler yeniliyor ;aşırı dürüstlükten doğan bir kusur bu!'(2) diye yazıyordu. Burada 'şey'den önce 'insan' olma gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Engels 'Paris Komününün yaşamına malolan şey, merkeziyetçi olmaması ve otorite eksikliği oldu' diyordu.(3) Komüncülerin aradıkları otorite ve merkezin tahakkümü olsaydı böylesine saf, herkesin peşlerine takıldığı onurlu bir itiraz gerçekleşebilir miydi? Aksini tercih eder miydik? Her siyasal muktediri doğuran kitlesel meşru bir temel mutlaka olmuştur. Ne ki, Özgürlük yerine, kalıcı yeni tahakküm ve iktidar ilişkileri yaratan Markscılığa rağmen, Sol'un hafızasına kayıtlı eski erdemli çağrıları yeniden düşünmenin tam vaktidir..
Marksizm, sömürüye karşı koyuyor ya da onları/olanları teşhir ediyor değil; sadece sosyalizmi, rekabetci siyasal söylemin, iş bölüşümünün bir parçası kılıyor ve ekonomizmin karşı konulamaz ilerleme realitesinin içine bir zümrenin iktidar talebini kalıcı bir şekilde sıkıştırıyor. Tahakkümün ekonomik politiğini devraldığı kurumsal yapıya serpiştiriyor. Merkezi olmayan doğanın, sınırlardan azade yaşamın işleyişine mekanik bir 'zeka', yapay bir 'merkez' monte ediyor ; söylemin içine karanlık labirentler, çarkları, dişlileri, kilitleri, tertibatı olan despotik bir makina yerleştiriyor.. Biricik emeği, 'değer' üretmeye mecbur kılıyor. İdeolojilerde doğaya, akla, yaşam hukukuna ve ahlaka aykırı olmayan, para ile kirlenmemiş bir tutunma noktası aramak beyhude bir çaba..
Mülkiyet haklarının devletci yüzü çal/ışmaya zorlamaktır..
Mülkiyet haklarının devletci yüzü çal/ışmaya zorlamaktır..
Açık Radyo dinlerken rastgelmiştik. Bu koyu sohbete eklenmesi gerekli önbilgiler vardı. İlk önce konuşmanın içeriğini anlatalım. Konu Paris Komünü'nde yeralan üç Türk'.. Üç aydın kişi ; Mehmet, Reşat ve Nuri beyler. Enteresan konu belgelendirilmiş, kitabının yazarı Serol Teber.. Araştırma 1986 yılında Istanbul'da De Yayınevince basılmış. Çalışma Paris Komünü ve Ludwig Büchner'in osmanlı entelektüel hayatına etkileri üzerine.
Bk http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=8252
Bk http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=8252
Açık radyodan özetini aktardığımız söyleşiyi okuduğunuzu/dinlediğinizi varsayıp devam edelim: Aydınlanma devrimin yarattığı bir bilinç kırılması Avrupa'da doğmuştur. 1789'dan itibaren yeni tarz üretimin doğurduğu maliklerin, saliklerin huzursuzluğu arttı. Tarihin önceden belirlenmiş bir amacı ve ilerleyerek ulaşılacakları feraset dolu bir menzilleri vardı. Serol Teber izini sürebilmiş miydi? ; bilemiyorum. Üç komitacının olaya nasıl katıldığı, -Paris'te bulunmalarıyla açıklanmanın eksik kalacağı- bir merak konusudur. Paris Komünü'nün seçimle gelen 92 yöneticisinden biri olan bilim insanı Gustave Flourens, komünde öldürülmeden önce uzun bir müddet İstanbul'da yaşamıştı.. Konuyla ilgili tafsilat kitapların yanısıra günün gazeteleri, asıl kaynak13 ciltlik notlar ve daha sonra C. Tales olarak bilinen Maurice Lacos'un Türkiye'de 1921 yılında Emek Kitapevi tarafından Troçki'nin önsözüyle kaleme aldığı 1871 Paris Komünü kitabı, Tussy Marks'ın nişanlısı Lissagarayın tarihi (en iyisi budur) ve Attari'nin Marks biyografisinde vardır.
Damat Paul Lafargue'nin mektupları ve Tussy'nin nişanlısı Basklı Lissagaray'ın L'history de Commune'nünden okuyan Marks'ın Fransa'da İç Savaş adıyla yayımlanan yazılarında konunun detayları yazılıdır. Fransa-Prusya Savaşı'ndaki mağlubiyetin ardından Fransa'da ve özellikle Paris'te işçi sınıfı arasında huzursuzluk baş göstermeye başlar. Başkente yaklaşan Prusya Ordusunun 1870 yılı Eylül ayında Paris'i kuşatmasıyla şartlar daha da ağırlaşır. Yoksul halk şiddetli bir şekilde aç kalmaktadır. Ağır şartların da etkisiyle düzen eleştirisi yapan kurum ve siyasal yapıların etkisi artmaya başlar. Prusya Ordusu şehre girince kurulan işbirlikçi geçici hükümete karşı iki kez ayaklanma düzenlese de başarısız olur. 1871 yılı Ocak ayında Versailles işgal edilerek Alman İmparatorluğu ilan edilir. Prusya Başbakanı Otto von Bismarck ve Fransız Dışişleri Bakanı Jules Favre Fransa'da genel seçimler yapılmasına karar verirler. Kurulan yeni monarşi eğilimli cumhuriyetin başına işbirlikçi yeni rejime sadık Adolphe Thiers seçilir. Halkın artan muhalefetinden çekinilerek başkent Paris'ten Bordeaux'ya alınır. Savaşın resmi olarak bitmesinin ardından hükümet Paris'e dönmektense Versay'a gelir. Şehirdeki hükümet karşıtı tutumdan çekenen Versay hükümeti 18 Mart 1871 günü sabah erkenden şehirdeki ağır silahları almaya kalkar. Harekât için gelen hükümet askerleri Parisli askerler tarafından yakalanır ve harekât başarısız olur. Hükümet karşıtı Parisliler artık şehirde kontrolün ellerinde olduğunu ilan ederek Paris Komünü'nün kurulduğunu ilan ederler. 72 gün sürecek ve dünya tarihine bir ütopya olarak geçecek süreç başlar. Samuel Butler'in romanı sonraki kuşaklara miras kalır. Komün meclisi 92 temsilciden oluşur. Bunların 25' işçi geri kalanlarsa gazeteci, ressam, esnaf, memur, botanikçi, avukat ve her siyasi görüşten özgürlükçü aydınlardan oluşmaktadır. Marksist diktatörlük yanlılarının iddia ettiği gibi 17'si enternasyonel üyesi olsalar da homojen birleşik siyasi bir yapıları yoktur. Engels yıllar sonra 1875'te Bebel' yazdığı mektupta 'Kömün gibi bir proletarya devrimi' derken Marks 22 Şubat 1881'de -Uzlaşmacı Lassalle yanlılarını işçi sınıfını Bismark'ın kollarına itmekle suçladığı Gotha mektubunu görmezden gelirsek- Lahey'deki arkadaşına gönderdiği mektupta 'Komünün çoğunluğu hiçbir şekilde sosyalist değildi. Olamazdı da. Bir damlacık sağduyu olsaydı, Komün tüm halk kitlesi yararına Versailles'la bir uzlaşmaya varabilirdi.' diye yazıyordu. Gelişmeler üzerine Thiers, komün üyeleriyle görüşmeyi reddeder. Süreç sonunda Mayıs ayında yeni birliklerle başkente saldıran hükümet birlikleri direnişçilerle işbirliği yapan askerleri ve muhafızları avlar. Komün'ün çöküşünü izleyen günlerde binlerce Parisli öldürülür ve hapse atılır. Komün deneyimi vahşice bastırılmasına rağmen siyasetçiler ve özellikle Marksistler asıl itibariyle sivil itaatsizlik olan bu tecrübeye başlangıçta mesafeli davranmışlar, yenilgiden sonra da önderliği proletaryanın yaptığı savıyla, diyalektik materyalizm hipoteziyle bambaşka sonuçlara ulaşmışlardır. Marks'ın Ocak 1848'de Manifesto'da ''Siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi' tahayyülü ile başlayan, ilk defa 16 Eylül 1848'de Neu Ren Zeitung'da 'geçici/dinamik diktatörlük' diye çekingence telaffuz ettiği, daha sonra 5 Mart 1852'de Weydemeyer'e yazdığı mektupta dile getirdiği, 1871'den sonra ise Paris Komünü deneyimine dayanarak tamamlamaya çalıştığı, Gotha kenar notlarıyla geliştirdiği -Blanqui'den emanet alarak içini doldurmuştur- 'Proletarya Diktatörlüğü' tanımı sosyalizm adına zorunlu bir realite olarak tanımlanıyor. Gelişimin seyri içinde sınıf farklılıklarının ortadan kalktığı ve bütün üretimin birleşmiş bireylerin elinde yoğunlaştığı zaman kamu yönetimi siyasi niteliğini yitirecektir' demesine rağmen 'diyalektik' kitapta bir maddeden öteye gidemediği için Lenin'in 'Devlet' tezleri bütünüyle eklektik ve bunca acı tecrübeden sonra yeniden tartışılmaya muhtaçtır.. Yıllar sonra 1881'de Lahey'deki dostu Ferdinand Domela'ya yazdığı mektupta Komün'ün çoğunluğu hiçbir zaman sosyalist değildi olamazdı da' diye itiraf eden Marks, yenilgilerinin nedenini yufka yürekliliklerine bağlamıştı : 'Parisliler yeniliyor; aşırı dürüstlükten doğan bir kusur bu!' diye yazıyordu. Burada 'şey'in yerini alan İnsan'la ve ezber bozan bir sıradışılıkla karşılaşıyoruz. Anlamıştı ama yanlış anlamıştı. Dünya sanayi devriminin doğurduğu emeği, parayı ve gücü biriktirme dönemini yaşıyordu. Engels'in beklentisi farklıydı : 'Merkeziyetçi olamaması ve otorite eksikliği Paris Komününün yaşamına maloldu' diyordu. Buna rağmen yıllar sonra 1891 yılında 'Fransa'da İç Savaş'ın yeni baskısının önsözünde Engels 'Paris Komünü'ne bakın; o proletarya diktatörlüğüydü' diyebilmiştir.. Oysa Komüncülerin aradıkları otorite ve merkezin tahakkümü olsaydı böylesine saf, herkesin peşlerine takıldığı onurlu bir isyan gerçekleşebilir miydi? Toplumunun kurtuluşuna siyasal iktisat açısından olaya bakanlar, sivil başkaldırının otoritesi olmayan hayal dünyasını, yaratıcı etkinliğinin özgürlükçü taleplerini görememişlerdir.. Gerçi Marks, Londra'dan 12 Nisan 1871'de ayaklanmanın en ateşli günlerinde Ludwig Kugelmann'a yazdığı mektupta ' 18.Brumaire'ün son bölümünde eğer yeniden okursan göreceğin gibi Fransa'daki devrim girişiminin bürokratik ve askeri makinayı şimdiye kadarkinden farklı olarak artık başka ellere geçirmeye değil, ortadan kaldırmaya dayanacağını belirtiyorum.' diyerek tahakküm edenin değişmesini değil, tahakküm ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını öngören bir sav ileri sürüyordu. 'Sosyalist devlet yapısında eski kurumların yer almayacağı' varsayımını Troçki, sanki kendisinin bir başka tezi varmış gibi kendi yararına edilmiş bir cümle gibi İhanete Uğrayan Devrim kitabında aktarır. Bu savı daha sonra 'Proletarya Diktatörlüğü' gibi absürd bir tezle inkar etmeden önce -Paris komünarları- 'Eğer yenililirlerse bunun nedeni yalnızca soylulukları olacaktır' diyebilme erdemini gösterebilmiştir. Paris komüncülerinin hiç bir gününde gündemlerinde olmayan bu cümle yıllar önce yine Paris'te yeğen Napolyon'un hükümet darbesinin ardından çıkmıştır. Marks' göre her devlet, onu elinde bulunduran bir sınıfın hakimiyeti mekanıdır.. Burjuvazi Napolyonla hükümet darbesi yapmışsa proletarya da yapabilir diye düşünmeye başlamıştır. Akıl dışı şiddetin kaynağı Fransız ordusunun zorbalığıdır. Ona 1851'in son günlerinde yaptığı askeri darbeyle Louis Bonaparte'ın 18. Brumaire'i ilham vermiştir. Aslında Marks'ta olan her davranışın köklerini 1789 kalkışmasının teorisyenlerinde buluruz. Jean-Paul Marat'nın Fransız devrimi'nde burjuva devrimci politik duruşu belirtmek için kullandığı ' Hürriyet İstibdadı' kavramından ilham aldığını da söyleyebiliriz. Marat şöyle der : 'Hürriyet zor kullanarak yerleştirilecektir. kralların istibdadını ezmek için, hürriyetin istibdadını kısa bir süre uygulamanın zamanı gelmiştir."
'Marks, politikaları bakımından doğrudan doğruya Louis Blanc'ın mürididir!' diyen muarrız Mihail Bakunin devam ediyor: "Eğer proletarya yöneten sınıf olacaksa kimi yönetecektir? Madem ki burjuvaziyi ortadan kaldıracak, o zaman proletarya diktatörlüğü kimin üzerinde tahakküm kuracak? Muhtemeldir ki, geriye kalan köylülerin ve azınlıkların üzerinde... Madem ki aristokrasi kökenli devleti ortadan kaldıracak ve halkın devleti olarak hizmet verecek, o zaman neden en sonunda bu devleti ortadan kaldırmak hedeflensin ki? Marks'ın teorisine duyduğumuz derin nefreti defalarca ifade ettik. Bunun ardında yönetici azınlığın despotizmi saklıdır. Tüm hakimiyetler kitlelerin boyun eğmesi ve bunun sonucunda şu ya da bu azınlığın yararına sömürü demektir... Orada kaçınılmaz olarak tahakküm ve dolayısıyla kölelik vardır. Marksizm, kitleleri özgürleştirmek için önce köleleştirmeyi öngörür.. Bu saçmadır!"
Peygamberler 'emir' cümleleriyle tebliğ ederler; filozoflarsa kesinliği olmayanı -apriori- önerirler. Marks, tüm tarafları ve kurtuluşçu argümanlarıyla hristiyan retoriğini kullanarak katastrofik/teolojik bir teori yaratmıştır. Mark dışında peygamber edasıyla okurlarına emrivaki yapmış başka bir filozof yoktur.
Olağan sayılarak sol literatüre eklenen bu otoriter talep, Marks'ta evrimleşen eğilim Lenin'le demokrat kesimlerde meşrulaşmış, bu şiddetin doğurduğu karşı şiddeti bir cehennemden cennet kurulacağı vaadiyle iktidarda tek zorba kalana kadar sırtlanılmıştır.. 1871'de komünün asıl ilham kaynağı Blanqui'nin 'Cours d'economie industrielle' adlı kitabında fabrika düzeninden önceki işbölümü için ' Tek efendiye bağlı değillerdi' diyorlardı. Marks'ın Kapital1/352'de kaynak gösterdiği halk kahramanı, zorba devrimci Blanquie, Marat'nın yukarıda 'Hürriyet zor kullanılarak yerleştirilecektir' cümlesinden yola çıkarak ortaya atmıştır ki, 'Proletarya Diktatörlüğü' kavramının da sözcük olarak ilk mucididir. Muhteviyatını oluşturmasına, içini doldurmasına rağmen, kavramın orjinal telif sahibine Marks'ın borcu vardır. Marks da bazılarının zannettiği gibi barışcı, bir evrimci değildir. 'Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir.' demekte yeis görmez. Yıllar içinde epriyen çağrı, yanlızca zorbanın yer değiştirdiği bir sosyalizm karikatürüne dönüşmüştür. Eksik parçayı tanımlayamayan hipotezin dönüşmesi de kaçınılmazdı : 'Proletarya sınıf olarak kendi hakimiyetini ortadan kaldıracaktır.' Bir emir midir, talimat ya da telakki midir anlaşılmaz. Hayal meyal mefkure 'rastgele!' der. Feuerbach kaynaklı 'Bilinci belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen yaşamdır' deyişi maddeci bir öngörüdür. Hem diyalektik, hem de materyalist zemin bütün sürrealizmiyle 'realist bir bütçe!' diyor. Herkese ihtiyacı kadar' metaforu bile ince hesap kitap işi. Komünizmin temeli ekonomiktir dendiğini biliyoruz. Ürün, artı değer üretecek. Ekonomi, iş olacak ama sorumluluk sahibi işçi olmayacak ; 'bu aynı zamanda bir sınıf olarak proletaryanın yok oluşudur.' ; kafa karıştırıcı bir idrak. 1875'de olgunlaştırdığı teorisine Gotha'da 'devletin proletarya diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder' diyerek son şeklini verdi.. Marks'ın ruhunu bedeninden ayırdı deyip, şiddetin çağrısını, darbenin vebalini Engels'e ve 2. Enternasyonel'e yıkmanın hiçbir anlamı yoktur. Marks, burjuvazinin tahakkümünü yıkmak için proletarya adına vesayet alan Hegel'in, Marks'ın eserlerini hatmetmiş küçük burjuva entellektüellerin tahakkümünü istiyordu; saltanatı ele geçiren zorbanın meleğe dönüşeceğini varsayarak. Bu davet çalışan işçilerde değil, öğrenci ve aydınlar arasında iltifat buldu. Zorbanın meleğe değil ama zorbalığın mesleğe dönüştürülmesi kolay oldu. 'Proletarya Diktatörlüğü' kavramını eldeki belgelere göre ilk dile getirmesi Aralık 1851'deki 5 Mart 1852'de New York'taki Joseph Weydemeyer'e yazdığı mektuptadır. Şöyle yazıyordu : ' Bana gelince, modern toplumda ne sınıfların ne onlar arasındaki savaşımın varlığını bulmuş olmanın onuru bana aittir. Benden çok zaman önce burjuva tarihçiler bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini ortaya koydular. Benim yeni olarak yaptığım şudur : 1) Sınıfların varlığının, üretimin gelişimindeki belli tarihsel aşamalarla ilişkili olduğunu , 2) Sınıf savaşının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını, 3) bu diktatörlüğün yalnızca bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma bir geçiş olduğunu göstermekten ibarettir. Bülent Somay şöyle söylüyor : ' Bu tür tartışmaların sonunda gelip bağlandığı (ve Stalinistinden neo-liberaline kadar tüm otoriter zihniyetin bayıldığı) son soru/meydan okuma şudur: “muhalefetteyken her türlü sansüre karşı çıkmak kolay. Sen (ya da senin zihniyetindekiler) iktidara geldiğin(iz)de mutlaka, ama mutlaka bir sansür uygulamayacak mısını(ız)?” Buna en iyi cevabı veren, topu topu 72 günlük ömründe, bir yandan Prusya ordusunun saldırılarına direnip, bir yandan da koca bir başkentin toplumsal ve ekonomik örgütlenmesiyle uğraşırken, hiç üşenmeden Paris’te tiyatrolara nasıl bir sansür uygulanacağını da tartışan ve sonunda hiç bir sansür uygulanmamasına karar veren Paris Komünü’dür. Belki Komün’ün ömrü 72 gün değil de 72 ay ya da 72 yıl sürseydi, bir gün komünarlar da bir tür sansüre razı olurlardı; ama mesele bu değil: önemli olan elinde mutlak bir iktidar varken bunu kullanmamayı seçmiş olan insanların var olmuş olduğunu bilmektir. Geleceğe tek umudum(uz) bu bilgi işte, başka bir şey değil..' diyor.. Somay önemli bir soru soruyor ; ‘yeter artık, bıktım’cılar hem perfeksiyonistler , hem de nedense üzerlerine yıkılmış hissettikleri-zannettikleri bir tarihi misyonu, mesela solun ağırlığından yorgun düşmüşlerdi diyen eleştirmen Fatih Özgüven, güncel meydan tarışmalarında Somay'ın söylediklerinin devamında işe yarar örnek bir cümle kuruyordu.. Aradığımız özgürlük, adalet ve iyilikse, unutmayalım ki 'kötülük' ekonomide gizlidir. Devam edelim : Her konuda Stalin'i eleştiren Troçki de emek sömürüsü konusunda İHD'nin 406. sayfasında Rus diktatörüne destek verir ve 'Gerçekte sosyalizm ancak kapitalizmde olduğundan daha yüksek bir emek verimliliği temelinde üzerinde kazanabilir' lafına 'Bütünüyle doğru!' diyerek ilerlemenin dinamiğini yaratanın emek birikimi olduğunu savunur. Öznelliğin zenginleştirilmesinin çaprazında ihtiyaçların giderilmesi yer alır. Kapitalizmin sunduğu varolan tatmin tarzlarından kurtulmak, emeğin hakimiyetinden özerkleşmiş çalışan bedenlerin ancak insan faaliyetlerinin tek efendisi olmasıyla gerçeklenebilir.
Gençlik eseri Alman İdeolojisi'nde 'mesele emeği özgürleştirmek değil, önemli olan onu kaldırmaktır' dediğini unutuluyor. Temenni edilen emektir ancak pratikte kaldıransa özgürlük! Marksçı sosyalistlerin umurunda (farkında?) olmadığı Marks'ın bu cümlesine bir dil sürçmesi denilebilir mi? Marks'ta olmayıp sadece bizde olan kapitalizmin günbegün tecrübesi bu cümleye dirayetle sahip çıkılmasının lazım geldiğini söylüyor.
Gençlik eseri Alman İdeolojisi'nde 'mesele emeği özgürleştirmek değil, önemli olan onu kaldırmaktır' dediğini unutuluyor. Temenni edilen emektir ancak pratikte kaldıransa özgürlük! Marksçı sosyalistlerin umurunda (farkında?) olmadığı Marks'ın bu cümlesine bir dil sürçmesi denilebilir mi? Marks'ta olmayıp sadece bizde olan kapitalizmin günbegün tecrübesi bu cümleye dirayetle sahip çıkılmasının lazım geldiğini söylüyor.
Aksini zaman zaman ifade etmiş olsa da Marks'ın ya da aynı mülahazayı sürdüren Darwin'in temel hatası toplumların ilerlediği tek lineer çizgi, deneylenebilir tek bir doğru olduğu varsayımından yola çıkarak tezlerini sürdürmeleridir. Azgelişmişliği, gelişmişliğin alt kategorisi olarak görmeleri, toplumlara standart bir kültür olgusunu dayatmalarıdır. Tarih kadar coğrafya da göstermiştir ki şartların evriminin, toprağın yarattığı kültürlerin arasında sayısız nüans ve zaman ile mübadelenin değiştiremeyeceği çok farklar vardır... Foucault'un dediği gibi 'Sorun hiç de öyle önceden var olan bir olasılıklar kümesi içinden seçilecek bir siyasi duruşu tanımlamaya değil, yeni siyasallaşma tasarıları hayal etmek, önermektir. Eğer siyasalaşma eldeki hazır seçimlere ve kurumlara geri çekilmek demekse, o zaman güç ilişkilerini ve iktidar mekanizmalarını meydana çıkarmanın gerektirdiği çözümleme için harcanan çabaya değmez. Proletarya diktatörlüğü, kaldırma vaadiyle ele geçirdiği güç ilişkilerinde zorbaca kararlılık ve sürekli iktidardan yana öldürücü bir tedbirdir. Yani kısaca toparlarsak, üretim araçlarının mülkiyeti gibi kışkırtıcı ama çözüm üretmeyen bir talep, emeği soğuran makinanın el değiştirmesi gibi şiddete dayalı basit bir el çabukluğu değil; tahakkümü doğuran asli nedeni, insan zihnindeki teknolojinin, makinaların saltanatına karşın tüm organik dünyada şahsi iktidarlar ve hasılatlarını yaratmayacak üre(t)menin sırrını keşfedebilmektir.
'Bütün tarih, sınıf mücadelesinin tarihidir' diyen sağ siyasetçi F. Guoziot'nun cümleleri Avrupa'da yankılanırken Marks, 30 Kasım 1846'da, Brüksel'de bir akşam yemeğinde doğal işçi önderi amale Wilhelm Weitling'i kıstırmıştı.. Terzi çırağı Kant'ı, Hegel'i, Saint Simon'u bilmiyordu. Uygun şartları bulduğunda bir küçük burjuvanın tüm emarelerini gösteren felsefe doktoru, Hegel uzmanı Mağribinin elinden kurtulmak zordu. Weitling'in cahilliğini yüzüne haykırarak yönelttiği o soruyu şimdi biz Marks'a soruyoruz : 'Söyleyin bize! Vaazlarınızla öyle bir gürültü kopardığınıza göre, faaliyetinizi hangi zemine dayanarak meşrulaştırıyorsunuz? Gelecekte neye dayanmaya niyetlisiniz?' Ezen, ezilen çelişkisi dünyanın kuruluşu kadar eskidir ama Marks'ın eserlerinde, Engels'in İngiliz İşçi Sınıfının panoramasını çizdiği sefaletini dile getirdiği toplum bugün yoktur. Geriye 'diktatörlüğü doğuran gerekçelerden çok bugüne Marks'ın o gün yönelttiği şu soru kalıyor : 'Gelecekte neye dayanmaya niyetlisiniz? Diktatörlüğe mi? Artık herkesin buna karnı tok.. Tahakkümden yana mısınız, değil misin? Şayet yanaysan ne olursan ol, tahakkümü gerekçelendiren nedenler, perdeleyen araçlarla bugün ataerkil vesayet sürsün, emek sömürüsü devam etsin istiyorsundur.. Vattimo'dan esinlenen Kaan Arslanoğlu'nin telaffuz ettiği 'Yumuşak Diktatörlük' diye pembeye boyalı bir kavram yok... Ne doğumda ne ölümde kimse senin temsil edemezken, yaşarken başkalarına eziyet kadar, senden yoksun teoriye teslimiyet de çaresizlik.. Tez ya da apriori olabilir ama pratikte iktidarın özü yoktur; hükmü, yuvası, sığnağı vardır. İşlevseldir. Hükmedenle hükmedilen arasındaki tesis, direnç noktasına kadar mesafeye, göreceli kabule bağlıdır. Temsilin araçları olan krizlerin doğurduğu felaketlerle yüzleşmeler, rastlaşmalar ve restleşmeler kaçınılmazdır. Şahsi tecrübelerine, kişisel hikayelerine, emek güclerine, birikim ve zekalarına hakaret edilenler avamdır, güdülemeyen çokluktur. Kendine sosyalist diyenlerin Marksın pek beğenmediği Paris komünarlarının tarihini ilk elden, günlüklerden, tarihin açık arşivlerinden yeniden okumaları gerekir. 1871 isyanını Marks'tan, Marks'ı Lenin'den, Lenin'i Stalin'den okumak iptidai ve kötü bir bulaşıcı alışkanlıktır. Kahramanların mahiyeti bulanıktır. Sosyalizm ideali, kişilerin hükümeti, şeylerin idaresi, üretim işlemlerinin yönetimi arasında pay edilmiştir. Bireyin emeği değiştirmeye çalıştığı sistemden farksızdır; ilk günkü gibi kişisel emek, üzerinde tasarruf kurulabilecek toplumsal emektir. Akan zamanın, değişen hakikat alanlarında zemini dönüştürdüğü bir inşa, aksi istikamette bir bilinç, aklı özgürleştirici mantığı ve rasyonel bir talebi yoktur. İdeolojinin, daimi doğrular icat eden norm'larının bataryaları, angarya bagajlarıyla topluma maliyeti zannedildiğinden daha büyüktür. 'Filozoflar dünyayı sadece değişik biçimlerde yorumladılar. Oysa asıl sorun onu değiştirmektir' demesine rağmen, diktatörlükle engellenen pratik, dillere destan bu mottoyu geliştirecek entelektüel araçlara sahip olamamıştır. İnsanın bilinç düzeyinde radikal bir dönüşüm, kirletilmiş doğasında bir değişim olmadan, ütopyanın adıyla çağrılan sisteme ne ad verirsek verelim -umulan- özgürlük, adaleet ve eşitlik olmayacaktır. Gökyüzündeki cennetin, yeryüzündeki tasviri Marksizm değildir. Refahçı bir zihniyetle merkezi iktidarı güçlendirme, yabancı düşmanlığıyla (zenofobi) siyaseti, despotizmle ekonomiyi kontrol altına alma talebiyle kendini sınırlayan Marksizmin 'sol' olduğu konusundaki büyüyü, iktisattan ibaret tefekkürü, diktatörlükleri kaldırmak için zaruri diktatörlük şiarına yönelik kuramsal ezberleri bozmanın vakti gelmiştir..
(1) Marks'tan Leipzig'deki Wilhelm Liebknecht'e mektup 6 Nisan 1871 P.İ.S. s 155
(2) Engels'ten Torino'daki Carlo Terzahhi'ye Ocak 1872'de yazılan mektup. P.İ.S. s 164
(3) Marks'tan Lahey'deki Ferdinand Domela Nieuwenhuis'e 22 Şubat 1881 tarihli mektup P.İ.S s165
***
Siyasetin hayatımız üzerindeki pervasızca hakimiyetine meydan okumayı amaçlayan bir politik eleştiri her şeyden önce mutlaka güler yüzlü ve mizah yüklü olmalıdır.. Mizahi duruşu elden bırakmayan sanat tarihi hocası A. Sinan Güler'in feraseti bu konuda başarılı bir örnek..
Sevgili Türkiyæ; Siyasi argümanlarına, dengelerine, insanlarına ve söylemlerine sesleniyorum; hepsi bu kadar mı pseudo olur? Çare, Ciguli!
— A. Sinan Güler (@asinanguler) 29 Mart 2014
***
Oysa, devletler bir toplum işletmecisi olduklarında emrindeki savaşçılara ya da zorun bekçileri olan şiddete temayüllü silahlı koruyuculara ihtiyaç duymazlar. Bugün teknolojinin ulaştığı bu merhalede karşılıklı yardımlaşmanın ve toplumsal dayanışmanın, paylaşımcılığın onarıcı etkisi ağlar üzerinden sağlanabilir. Gelecekte mutlaka, makinalarla mücehhez bir mekanizma devletin zorla işleyen aparatlarının yerini alacaktır. Teknik bir iştir bu. Şeyler insanları yönetirken vicdan ticareti ve nepotizm (eş dost kayırmacılığı) yapmazlar. Bugün yaşadıklarımızsa geçmişin bakiyesinin çağdaş dünyaya hâlâ sızıyor olmasından başka şey değildir.. Seçimlerimizle abad ya da perişan oluruz; oysa ihya ettiğimiz her halükarda rejimin bireyi görünmez kılma staretejisi, iradesini tamamıyla teslim etmiş olan öznenin kölelik ve bağımlılık sözleşmesidir.
Bunlar gerçekleştiğinde, seçtiğiniz kral yüzünden feryat edeceksiniz. Ama RAB o gün size karşılık vermeyecek. Ne var ki, halk Samuel'in sözünü dinlemek istemedi. "Hayır, bizi yönetecek bir kral olsun" dediler; "böylece biz de bütün uluslar gibi olacağız. Kralımız bizi yönetecek, önümüzden gidip savaşlarımızı sürdürecek."
Halkın bütün söylediklerini dinleyen Samuel, bunları RAB'be aktardı.
RAB, Samuel'e, "Onların sözünü dinle ve başlarına bir kral ata" diye buyurdu.

Hayatı bir üreme pratiği değil de, 'bir üretme pratiği' olarak onayladığımızda, mülkiyet kavramı üzerinden milletler ve devletleri, barış yerine savaşları, emeği satın alan iş'i ve dolayısıyla sömürüyü; evrensel vicdan yerine hukuku, ahlakı ve bölgesel inanışları onaylarız...
Laik bir anayasası olmayan İsrail Devleti'nin Kuruluş Bildiregesinde aşağıdaki pasaj yer alır; oradaki şu cümleyse önemlidir: "İsrail peygamberlerince tasavvur edildiği gibi, hürriyet, adalet ve barış üzerine dayalı olacak." İsrail devleti kuruluşu itibariyle bir şeriat devletidir; muarızları gibi hâlâ laik olamaması Ortadoğu'daki uzlaşmazlığın ve taraflara sirayet eden tüm sıkıntıların asıl nedenidir.
...Yahudiler nesiller boyunca eski ata topraklarına yeniden yerleşmek için uğraştılar… çölleri yeşerttiler, İbrani dilini canlandırdılar, köyler ve şehirler inşa ettiler, kendi ekonomisine ve kültürüne hâkim olan, barışı seven fakat kendini savunmayı da bilen, canlı bir toplum meydana getirdiler…
İsrail Devleti, Yahudi göçüne açık olacak… tüm vatandaşlarının menfaati için ülkenin kalkınmasına hizmet edecek; İsrail peygamberlerince tasavvur edildiği gibi, hürriyet, adalet ve barış üzerine dayalı olacak; din, ırk veya cinsiyet farkına bakılmaksızın
tüm vatandaşlarına sosyal ve siyasi haklarda tam eşitlik temin edecek; din, vicdan, dil, eğitim ve kültür hürriyetini garanti edecek; tüm dinlerin kutsal yerlerini koruyacak; ve Birleşmiş Milletler Anayasasının ilkelerine sadık olacaktır.
72 Devlet
Ilan Sztulman
Barış ve iyi komşuluk teklifiyle elimizi tüm komşu devletlere ve onların halklarına uzatıyoruz ve kendi toprağında yerleşmiş olan egemen Yahudi halkıyla işbirliği ve yardımlaşma bağları kurmak için onlara çağrı yapıyoruz.
(İsrail Devletinin Kuruluş Bildirgesinden)
http://mfa.gov.il/MFA_Graphics/MFA%20Gallery/Documents%20languages/Turkish/ISRAIL%20HAKKINDA%20GERCEKLER.pdf
***
Görüneni entelijansiya kabulde zorlanıyor. Çünkü, soyutun bulanıklığı işlevsel; kavramın anlam karışıklığının bir nedeni var. Kaosun keşmekeşinden herkes memnun. Sorun, Batı uygarlığının kendini yeniden üretememesi.. Amaç, yıkımın perdelenmesi . Çöküşün gizlenmesi hüner ister. Hegel, 'gerçek olan hakikattır' der. Bugün hakikat perdeleniyor. Her doğan ölümlüdür ; ahir zaman bilgisi çürüyen cesetten bir öncesini gösteriyor. Greenwich zamanın efendisi değil; sermaye kendini yenilemiyor, bilgiyi yeniden üretemiyor .. Bilge'nin ömrünü doldurduğu bugün, tek çıkış yolu kalıyor meczubu oynamak, yani şarlatanlık. Onlar da öyle yapıyorlar. Simurgların konduğu doruk artık bir göçük. Sürekli söylüyoruz; artık ne gerçek bir öğreti, ne bir bilgi, ne de öğrenilmesi gereken bir ders kaldı ortada; kültür endüstrisi çöken rejimine payanda, görüntülerini temizlemek isteyen şirketler yalanlarına ortak arıyor.. Ünlü sanatçılar, uyanık küratörler, akil eleştirmenler, ruhsuz sanat tarihçileri, oryantal kültür editörleri kendini meşrulaştırmaya çalışan sermayeye, kültür hamisi bankalara, sanat rejimi kralla soytarılarına emanet.. Marks'ın Kapital'in önsözünde dediği gibi : Niye gülüyorsun? Anlatılan senin hikayen!
Ilan Sztulman
Barış ve iyi komşuluk teklifiyle elimizi tüm komşu devletlere ve onların halklarına uzatıyoruz ve kendi toprağında yerleşmiş olan egemen Yahudi halkıyla işbirliği ve yardımlaşma bağları kurmak için onlara çağrı yapıyoruz.
(İsrail Devletinin Kuruluş Bildirgesinden)
http://mfa.gov.il/MFA_Graphics/MFA%20Gallery/Documents%20languages/Turkish/ISRAIL%20HAKKINDA%20GERCEKLER.pdf
***
Sanat 'barış'ı anlatacak!
Bu yıl 4.’sü gerçekleştirilecek Uluslararası Çanakkale Bienali’ne katılacak sanatçı listesi belirlendi. “1914-2014: 1. Dünya Savaşı’nın 100. yılı” temasının kullanılacağı bienalde Almanya, İrlanda, Avusturya, Rusya, Romanya, Lübnan, İtalya, Ermenistan, Bosna Hersek, Filistin, Fransa, Slovenya, Sırbistan, Yunanistan ve Türkiye’den 37 sanatçı eserleriyle yer alacak.
Uluslararası Çanakkale Bienali bu yıl 27 Eylül - 2 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek. Genel sanat yönetmenliğini Beral Madra’nın üstlendiği bienal 1. Dünya Savaşı’nın sonuçlarına görsel sanatlar üzerinden yaklaşacak. Bienalin kurucu direktörü Seyhan Boztepe, yönetici küratörü ise Deniz Erbaş.
Bu yılki bienale katılacak sanatçılar Gülçin Aksoy (İstanbul), Maja Bajevic (Paris-Saraybosna), Nigol Bezjian (Beyrut), Bashir Borlakov (İstanbul), Songül Boyraz (Viyana), Harold De Bree (Lahey), Klaus vom Bruch (Berlin-Münih), Ergin Çavuşoğlu (Londra-İstanbul), Ersan Deveci (İzmir), Nezaket Ekici (Berlin-İstanbul), Reha Erdem (İstanbul), Ayşe Erkmen (Berlin-İstanbul), Aladdin Garunov (Moskova), Douglas Gordon (Londra), Murat Gök (Diyarbakır), T. Melih Görgün (İstanbul), Güven İncirlioğlu (İzmir), IRWIN (Ljubljana), Khaled Jarrar (Ramallah), Grigor Khachatryan (Erivan), Anne Kodura (Berlin), Sıtkı Kösemen (İstanbul), Raziye Kubat (İstanbul), Radenko Milak (Belgrad), Jehane Noujaim (Boston), Pınar Öğrenci (İstanbul), Ahmet Öktem (İstanbul), Marilena Preda Sanc (Bükreş), Antonio Riello (Milan-Londra-Asiago), Anri Sala (Paris), Hans Schabus (Viyana), Tunca Subaşı (İstanbul), Erdal Sezer (Çanakkale), Panos Tsagaris (New York-Atina), Astrid Walsh (Dublin), Viron Vert (Berlin-İstanbul), Akram Zaatari (Beyrut) olarak belirlendi.
Bienalde ayrıca özel proje olarak A.S. Bruckstein Çoruh’un küratörlüğünde Eva Beierheimer ve Miriam Laussegger’ın “Shadow, Speak You Too” yerleştirmesi yer alacak.
Bu yılki bienalde başlık olarak “Filistin’den Somali’ye, Irak ve Suriye’den Orta Afrika’ya, yakın ve uzak coğrafyalarda süregiden savaş ve yıkım döngüsü bağlamında”, kentin antik çağ belleğiyle de ilintili, Platon’un “Şavaşın sonunu yalnız ölüler görür” sözü kullanılıyor.
4. Uluslararası Çanakkale Bienali, daha önceki yıllardaki gibi, eski Ermeni Kilisesi, Korfmann Kütüphanesi, Er Hamamı (Seramik Müzesi), Çimenlik Kalesi, Arkeoloji Müzesi, Yahudi (Palamut) Depoları gibi kentin tarihi ve anlamlı mekânlarının yanı sıra, Çarşı Caddesi, Kordon ve İskele bölgesi, Halk Bahçesi gibi kamusal alanlarda gerçekleştirilecek.
Çanakkale Belediyesi’nin ana destekçisi olduğu Uluslararası Çanakkale Bienali’ni Çanakkale Bienali İnisiyatifi (CABININ) adlı sivil toplum girişimi düzenliyor. Bienal, Uluslararası Bienal Vakfı’nın dünya bienalleri haritasında da yerini aldı.
Mahreç, Cumhuriyet gazetesi, Mehmet Keskin'in haberi..
4. Uluslararası Çanakkale Bienali’nde Ayşe Erkmen, Klaus vom Bruch, Douglas Gordon, Ergin Çavuşoğlu, Reha Erdem, IRWIN gibi ünlü sanatçı ve kolektifler eserleriyle barışa odaklanacak.
Bu yıl 4.’sü gerçekleştirilecek Uluslararası Çanakkale Bienali’ne katılacak sanatçı listesi belirlendi. “1914-2014: 1. Dünya Savaşı’nın 100. yılı” temasının kullanılacağı bienalde Almanya, İrlanda, Avusturya, Rusya, Romanya, Lübnan, İtalya, Ermenistan, Bosna Hersek, Filistin, Fransa, Slovenya, Sırbistan, Yunanistan ve Türkiye’den 37 sanatçı eserleriyle yer alacak.
Uluslararası Çanakkale Bienali bu yıl 27 Eylül - 2 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek. Genel sanat yönetmenliğini Beral Madra’nın üstlendiği bienal 1. Dünya Savaşı’nın sonuçlarına görsel sanatlar üzerinden yaklaşacak. Bienalin kurucu direktörü Seyhan Boztepe, yönetici küratörü ise Deniz Erbaş.
Bu yılki bienale katılacak sanatçılar Gülçin Aksoy (İstanbul), Maja Bajevic (Paris-Saraybosna), Nigol Bezjian (Beyrut), Bashir Borlakov (İstanbul), Songül Boyraz (Viyana), Harold De Bree (Lahey), Klaus vom Bruch (Berlin-Münih), Ergin Çavuşoğlu (Londra-İstanbul), Ersan Deveci (İzmir), Nezaket Ekici (Berlin-İstanbul), Reha Erdem (İstanbul), Ayşe Erkmen (Berlin-İstanbul), Aladdin Garunov (Moskova), Douglas Gordon (Londra), Murat Gök (Diyarbakır), T. Melih Görgün (İstanbul), Güven İncirlioğlu (İzmir), IRWIN (Ljubljana), Khaled Jarrar (Ramallah), Grigor Khachatryan (Erivan), Anne Kodura (Berlin), Sıtkı Kösemen (İstanbul), Raziye Kubat (İstanbul), Radenko Milak (Belgrad), Jehane Noujaim (Boston), Pınar Öğrenci (İstanbul), Ahmet Öktem (İstanbul), Marilena Preda Sanc (Bükreş), Antonio Riello (Milan-Londra-Asiago), Anri Sala (Paris), Hans Schabus (Viyana), Tunca Subaşı (İstanbul), Erdal Sezer (Çanakkale), Panos Tsagaris (New York-Atina), Astrid Walsh (Dublin), Viron Vert (Berlin-İstanbul), Akram Zaatari (Beyrut) olarak belirlendi.
Bienalde ayrıca özel proje olarak A.S. Bruckstein Çoruh’un küratörlüğünde Eva Beierheimer ve Miriam Laussegger’ın “Shadow, Speak You Too” yerleştirmesi yer alacak.
Bu yılki bienalde başlık olarak “Filistin’den Somali’ye, Irak ve Suriye’den Orta Afrika’ya, yakın ve uzak coğrafyalarda süregiden savaş ve yıkım döngüsü bağlamında”, kentin antik çağ belleğiyle de ilintili, Platon’un “Şavaşın sonunu yalnız ölüler görür” sözü kullanılıyor.
4. Uluslararası Çanakkale Bienali, daha önceki yıllardaki gibi, eski Ermeni Kilisesi, Korfmann Kütüphanesi, Er Hamamı (Seramik Müzesi), Çimenlik Kalesi, Arkeoloji Müzesi, Yahudi (Palamut) Depoları gibi kentin tarihi ve anlamlı mekânlarının yanı sıra, Çarşı Caddesi, Kordon ve İskele bölgesi, Halk Bahçesi gibi kamusal alanlarda gerçekleştirilecek.
Çanakkale Belediyesi’nin ana destekçisi olduğu Uluslararası Çanakkale Bienali’ni Çanakkale Bienali İnisiyatifi (CABININ) adlı sivil toplum girişimi düzenliyor. Bienal, Uluslararası Bienal Vakfı’nın dünya bienalleri haritasında da yerini aldı.
***
Hem bulunduğumuz şehre sor , hem içinde yol aldığımız kafileye ; emin ol ki biz cidden doğru söylüyoruz .. 12/81
Görüneni entelijansiya kabulde zorlanıyor. Çünkü, soyutun bulanıklığı işlevsel; kavramın anlam karışıklığının bir nedeni var. Kaosun keşmekeşinden herkes memnun. Sorun, Batı uygarlığının kendini yeniden üretememesi.. Amaç, yıkımın perdelenmesi . Çöküşün gizlenmesi hüner ister. Hegel, 'gerçek olan hakikattır' der. Bugün hakikat perdeleniyor. Her doğan ölümlüdür ; ahir zaman bilgisi çürüyen cesetten bir öncesini gösteriyor. Greenwich zamanın efendisi değil; sermaye kendini yenilemiyor, bilgiyi yeniden üretemiyor .. Bilge'nin ömrünü doldurduğu bugün, tek çıkış yolu kalıyor meczubu oynamak, yani şarlatanlık. Onlar da öyle yapıyorlar. Simurgların konduğu doruk artık bir göçük. Sürekli söylüyoruz; artık ne gerçek bir öğreti, ne bir bilgi, ne de öğrenilmesi gereken bir ders kaldı ortada; kültür endüstrisi çöken rejimine payanda, görüntülerini temizlemek isteyen şirketler yalanlarına ortak arıyor.. Ünlü sanatçılar, uyanık küratörler, akil eleştirmenler, ruhsuz sanat tarihçileri, oryantal kültür editörleri kendini meşrulaştırmaya çalışan sermayeye, kültür hamisi bankalara, sanat rejimi kralla soytarılarına emanet.. Marks'ın Kapital'in önsözünde dediği gibi : Niye gülüyorsun? Anlatılan senin hikayen!