Bu Blogda Ara

1 Mayıs 2014 Perşembe

TASLAK - Not Defteri / Mayıs 2014



Düşünce silsilemizin neresinde olağandışı bir hata yaptık da olağan zamanları özler olduk..
Mustafa Ata / Resim Sergisi
Zamanın Bedeni

Kırk yıl çölde dolaştıktan sonra Şeria Irmağının kurumuş yatağında bekleyen kahinler gibi ürkek ve huzursuzlar. Emredici buyruğa kulak verdikten sonra dönüp ölenlere bakıyoruz; sonsuz korku duymak, hiç duymamaktır!





Acılardan haz alanlarla uzlaşmaz müştereklerimiz vardır. Lanetlerin ve tiradların efendisi, henüz günah keçisi olmaya devam ediyor;  ancak seyrelmişliğiyle giderek az rastlanan, seremonisiyle de özlenen bir sınıf olmak üzeredir burjuvazi.

Riyakarlığı 'sanat' mertebesine terfi ettiren burjuvazinin kültürü tabii ki eleştirilmelidir. Ne var ki, geçmişteki varlığı 'sömürü' kelimesiyle hatıra gelen bu sınıf, incelmiş gelenekleri, zarif seçimleri olan ilerici bir katman olarak hatırlanmak üzere gün geçtikçe biraz daha kaybolmaktadır. Yaşam, diyalektik olmadığı gibi ötesi de umut verici değil. Özgürlük vaadiyle seçilenler, başına buyruk bir talimatı yerine getirirlerken bile siyasetin tüm katmanlarında gördüğümüz gibi zamanın tüm sınıflarını ve hayatın bütün derslerini kendi leyhlerinde hunharca provoke edebiliyorlar. Moderniteye çağrı çıkartan uygunsuz özne, kendi kapasitesini aşan etik bir taleple zaruri olarak ilişki kurmaya zorlanmakta. Bugünkü renkli hayatın ve toplumsal refahın sermayesi, bizatihi serbest piyasanın çelişkilerinin doğurduğu eklektik bünyede gittikçe arsızca çoğalıyor. Yeni sınıf, eski kültürün yerini alan meta rejiminin ürünleriyle, paranın kolaylıkla satın alabildiği eşyaların istilasıya başa çıkamaz oldu. Sanatçının üretim faaliyeti, tarafı/mensubu olduğu sosyal tecrübelerin kışkırtıcılığını ve çatışmalı ruhsal alanın yaratıcılığını terkederek bütünüyle eğlence sektörünün ekonomisine endekslendi. Artık hakikati bulmak değil, icat edilmiş bir hakikatin çevresinde dönen hikayenin pervanesi olabilmekti maharet. Meşru müdafadır dersek abartmış oluruz; mevzilenmek, hatta biraz da konuşlanmaktır belki. Kapitalizm, madde üzerindeki zorbalıklarını tüm eşya dünyasının yanılsamalarında estetik bir haz olarak analojileştirirken zerafet için ehil kişilere müracaat eder. İtiraf etmek gerekir ki biblolaştıkça revaçta olan bir fetişler ticaretiyle karşı karşıyayız. Kültürün alıcısından beslenen bu yeni ikameci yapının zenginliği, müşterisinin geri kalmışlığına borçludur. Küratörler sadece uzman, müzayedeler fırsat simsarları, müteşebbisler salt birer işletme değillerdir; taraf olma sorumlulukları, kültürde merkezi belirleme tavırları hayatidir. Sanatçısından, galericisine, gazete editörüne, koleksiyonerine; kişisel seçimleriyle Türkiye kültürünün bütünü ve hayat tarzıyla ilgili beklentinin geleceğini şekillendirmektedirler. Seçimler ve kazançlar, daha sonraki kazanç ve oluşumlar için risk teşkil etmektedirler.


"Yeşu, Eriha'nın yakınındaydı. Başını kaldırınca önünde kılıcını çekmiş bir adam gördü. Ona yaklaşarak, "Sen bizden misin, karşı taraftan mı?" diye sordu. Adam, "Hiçbiri" dedi, "Ben RAB'bin ordusunun komutanıyım. Şimdi geldim." O zaman Yeşu yüzüstü yere kapanıp ona tapındı. "Efendimin kuluna buyruğu nedir?" diye sordu. RAB'bin ordusunun komutanı, "Çarığını çıkar" dedi, "Çünkü bastığın yer kutsaldır." 


Kendimize ait düşüncemizi imtiyazlı ortaklıklarla, saçak altlarında değil, mümkün mertebe dışarıda kalabildiğimiz durumlarda, sağnak ve saldırının yarattığı huzursuzluk iklimlerinde geliştirebiliriz. Tarzımız konformizmle anılsın istemiyorsak eğer, muhafaza ettiğimiz düşünsel kurallara karşı çıkan 'öteki' olmayı yeğleyebiliriz. Cemaatler içinde bugüne kadar sırtı sıvazlanmış okumalardan ayrılmak mecburiyeti vardır; 'eleştiri' Yeşu'ya görünen kılıcını çekmiş adam gibi dışarıda olmalıdır. İtiraz etmeliyizdir. Kamu karşısında dik durabilen şahsi düşünceyi olağan eksen kaymalarını sarsmak pahasına giriştiğimiz meydan okumalarla, dostluklarımıza darbe vuran şiddetli karşılaşmalarla ancak belki yeniden yaratabiliriz. İsmiyle bir nesne olmayı kabul etmeyenler, gösteri dünyasına teslim olmayı kendine yediremeyenler bugün azınlıktadır. Siyasal yaratıcılık ve hayalgücü kapasitemize yönelik bu ekonomik saldırı nihayetinde direniş rezervlerimizi mağdur, gelecek kuşaklardan beklentimizi, ümitlerimizi mağlup etmektedir. Şeria Irmağının kurumuş yatağında çakılı kalan kahinler gibi tedirgin ve huzursuzuz. Pazardaki bu tekinsiz gelişmeyi ve gidişattaki kültürel tehlikeyi görüyorsanız Mustafa Ata'nın sergisini gezin. Resimlerin adlarına, konularına dikkat edin. Yaşamdan çok ölüme yakın duran hikayelerin içindeki kavgayı, içimizdeki insan'ı görmek için; gidin.. 
İnsanın insana baktığı yer kutsaldır!

http://www.galeriidil.com.tr

Mustafa Ata: “Zamanın Bedeni” adlı sergi, aynı adlı ve eşzamanlı olarak yazar ve düşünür Emin Çetin Girgin’in sosyolojik ve eleştirel bir dille ele aldığı kitap nedeniyle hazırlandı. Bildiğim kadarıyla sanat kategorisinde Türkiye’de bu içerikte bir kitap yazılmadı. 




***




Politikacılar varlıklarını bulanık ortamlara borçludurlar. Modern toplumlar, gittikçe herkesin kendini temsil ettiği doğrudan katılımla siyasetin paranteze alınabileceği üzere bir umut yaratmaktadır. Burjuva demokrasilerde otoriter makam askıya alınmakta, 'erkil' şiddete tepki vermekte ve öznenin doğrudan katılımıyla politikacının son karar mekanizmasından dışlanmasına doğru evrilmektedirler. Sosyalist demokrasilerin olmadığı dünyamızda 'burjuva' demokrasilere alternatif köylü despotluklarıdır.. Biri evrimleşirken diğeri radikalleşmektedir.

Vicdanın ölçülerinin, hukukun kıstaslarına denk gelmesi, bir gün siyasi talep olarak tartışılmaya başlanabilirse eğer herkesin kolaylıkla uyum sağlayabileceği bir 'neden' ve mantık için bir ölçü birimi olur!






Paris komünü 17 Martta başladı. Kronstadt ayaklanması 17 Mart'ta yenilgiye uğradı. Gezi isyanının ilk günü, Paris komününün süngülerle ezildiği 28 Mayıs'tı. Tarih tekerrürden ibarettir derler; oysa asıl benzerlik iktidarların güç kullanma istençleridir. 


Katliamlar ortaktır. Hak arayan, hesap soranlara verilen cevap, mutlaka doğrudan 'şiddet' içermektedir. 


Paris komünü 17 Mart'ta başladı. Kronstadt ayaklanması 17 Mart'ta yenilgiye uğradı. Gezi isyanının ilk günü, Paris komününün süngülerle ezildiği 28 Mayıs'tı. Tarih tekerrürden ibarettir derler; oysa asıl benzerlik iktidarların güç kullanma istençleridir. Katliamlar ortaktır. Hak arayan, hesap soranlara verilen cevap mutlaka doğrudan 'şiddet' içermektedir. Tarihte üzerinden çok zaman geçmesine rağmen unutulmayan üç isyan vardır. Aralarında tek ortak nokta, iktidarlara karşı olmaları değildir. Saf demokrasi talepleri de örtüşür. Tarihsel olarak görev tanımıyla birbirlerini izlerler. Bunlardan biri, monarkların hüküm sürdüğü Fransa'da 1871'de gerçekleşendir. Diğeri, Rus devriminin olduğu 1917 tarihinden sonra;  ihtilalin milliyetçi ve seçkinci kadrolarına karşı Petersburg'un yanıbaşındaki Kotlin Adasının limanı Kronstadt'tan yükselen 'herkes için eşitlik' sesleridir. Militan, kalbini delip geçen etik bir taleple ilişki kurmaya zorlanmıştır. Maruz kalınan hakikat vicdani olsa da, isyancıların son talep ettiği 'iktidar' değil, iktidarsızlıktır! Doğruyu, adıyla çağıranlara karşı tüm isyanları bastıran iktidarlar aynı araçları ve propaganda yöntemlerini kullanırlar. Kendini matematiğe kaptırmış, halkı rakkamlardan ibaret bir küme olarak değerlendiren iktidarlar neden bu kadar kibirlidirler? Tarihte her siyasal eylemin anlatısı, yeniden formlaştırılır; aktarım, kullanıcılar tarafından sil baştan şekillendirilir. Onun nasıl bir algı içinde konumlandırılacağına, evrensel değerlere sahip 'ortak akıl' karar verir. Tarihsel deneyimler galipler ve hakim sınıflar tarafından büyük birer anlatı biçiminde sonradan destanlaşır. Memurları haline gelen yurttaşların manipülasyonundan kopan her gerçek, herkes tarafından görülebilecek anlamlı bir öyküye, tüm engellemeleri aşarak er geç birgün mutlaka ulaşacaktır. Geleceğe ait olasılıktan bugüne dair bir kesinliğe geçtiğimizde 'ifşa' , engellenemez güncel bir tutku olur çıkar. 

Geçen hafta twitter'da 'ekoloji' diyen @AhmetdSoysal'a şunu yazdık: İnsanın merkezde olmadığı bir dünya tahayyül et. Hegel, dünyanın nasıl olması gerektiğini öğrenme konusunda felsefe sahneye her zaman geç çıkar der. Düşünmeye cesaretin olsun!


Deleuze'ün bir birliktelik fikriyatı olarak ortaya attığı Rizom kavramını Gezi pratiğiyle birlikte ucundan/kıyısından olsa da biraz hatırlamakta yarar vardır. Merkezin olduğu yerde çoğulluklardan bahsedilemez, kitle insan toplumu da olsa tek bir gövdeden oluşan bir çoğulluk durumu yoktur.  Dinler, ideolojiler ya da kanaatler; düşünmek birleştirmez, ayırır. İlerici yahut muhafazakar; insan merkezli her oluşum bir yanlışın doğrulanmasıdır.  Geçenlerde Twitter'da Ahmet Soysal'a önerdiğimiz onun da hasmane bir refleksle itiraz ettiği gibi merkezin olduğu yerde her şey hiyerarşiktir; hiyerarşinin imkanları otoriterdir. Çevre, ekoloji diye tasniflediğimizde 'ben/İnsan' merkezli analojiler veya göbekten birbirine muhtaç mağduriyetler, külliyen bağımlılıklar, faciayı yaratan tiksintiler olmaksızın düşünmenin yolu kesilmektedir. Gezi, birlikte olmanın hazzı ve müştereklerin rasyonalitesini hatırlamamıza vesile olmuştur. Para denilen sermayeden ziyade kapitalizme karşı insanların doğuştan gelen zenginliklerini hatırlatarak biyolojimizin cevherinde saklı duran bilincimizi kabuğundan sıyırmış, örtüyü açmış ve hakikatin bilgisini kışkırtmıştır. Twiterda söyleyemedik aslında Hegel, Tüze Felsefesi'nin önsözünde özetle şöyle yazar : Var olanı kavramak felesefenin görevidir; çünkü var olan akıldır. Bireye gelince; her birey kendi zamanının çocuğudur. Herhangi bir felsefenin çağdaş dünyasının ötesine geçeceğini sanmak Rodos'un üzerinden zıplamak kadar aptalcadır. Dünyanın nasıl olacağını öğretme konusunda felsefe her zaman ortaya geç çıkar. Minerva'nın Baykuşu, uçuşuna ancak gündüzün bitmesinin ardından dünyanın üstüne karanlığın gölgesinin çökmesinin ardındane başlar. Kant'ın ünlü cümlesini 'ben'lerini hakikatin, insanı doğanın merkezine koyan arkadaşlara bir kez daha hatırlatarak bu paragrafı bitirelim : Sapere aude!

Bugünkü sosyal iletişim ağları toplum bilincine uygarlık referanslarını gösterirken, absürd siyasetler kolaylıkla dünyanın maskarası olabilmektedirler. 

Politikacı doğal olarak olumsuzlamayla varlık alanını açar; insanlar perişan halde olsalar bile ölü/diri ayrımına tabi tutmadan maharetle kullanır. Soma'dakini farklı, Rabia'dakini farklı bir malzeme olarak görme eğilimindedirler.. Politik söylem, kavramları şekilden şekle sokarak amorflaştırır. Normalde dünyanın her yerinde tutarlı bir anlatı içine yerleştirilemeyen herhangi bir olayla karşı karşıya kalındığında sorunlar çıkar, siyasetin vicdan üstünden kurduğu çok katmanlı dengeler bozulur. Ne var ki, tarihi, diyalektik bir gelişim olarak gören Batılı insan'a karşı Türkiye, herkese parmak ısırtan olağanüstü sıradanlıklara sahiptir. Milletin seyrettiği mecliste, karnavallarda sergilenebilecek seviyesiz mizah, siyasal bir stareteji olarak politikanın içine sinmiştir. Vicdanın ölçülerinin, hukukun kıstaslarına denk gelmesi, siyasi talep olarak tartışılmaya başlanırsa mantık için bir ölçü birimi olur! Normalde, hayatın olağan akışını inkıtaya uğratan bir olay patlak verdiğinde travma yaşanır. Felaketin şifrelerini okurken, taraflarca hangi fotografın ya da kişinin nasıl simgeleştirileceği yahut imajların ne tip jammerlarla nasıl engelleneceği muarızlar arasında yoğun bir mücadele konusu olur. Bunlar sadece Geziye mahsus değildir; kara propaganda tüm iktidarlar tarafından muhaliflerine yoğun olarak uygulanmıştır. Camiye ayakabıyla girdiler retoriğinde ya da isnat edilen pornografik kışkırtma çağrılarının hepsinde hangi ideolojik yorumun baskın çıkacağı mizanseni, planı programıyla mutlaka önceden tahayyül edilmiştir ve bizim söyleyeceğimizin gerisi teferauattır vesaire vesaire.. Her projenin altından bir Amerikan piyonun çıkması kaçınılmazdır. Nitekim bu hafta Edward Snowden sonunda açıkladı : Casus olarak eğitildim!
ABD'nin küresel izleme politikaları ile ilgili gizli belgeleri Guardian gibi mecralara sızdırarak büyük bir tartışma başlatan NSA'nın eski sistem analisti Snowden, sadece 'alt düzey analist' olmadığını, casus olarak eğitildiğini açıkladı. Savunma İstihbarat Ajansı'nda eğitim gördüğünü ve denizaşırı ülkelerde Merkezi Haberalma Örgütü (CIA) ile NSA için casusluk yaptığını söylemesi dünyadaki demokratik tadilatların, tüm plan ve projelerin aynı merkezden yönledirildiğinin delaleti ki Snowden'den bunu zaten bekliyorduk. Amerikan NBC TV kanalından Brian Williams'a yaptığı röportajda anlamadığımız şu : tavrının ne kadarı özerk?    


Dışarıdaki Arap Baharlarının, yerleşik muktedirler tarafından itelenmelerle anlamsal arka planı çizilmişti. Araya sıradışı fragman Gezi girdi. Biliriz ki, Marks'ın dediği gibi şeylerin büyük kısmı, ruhun ihtiyaçlarını karşıladığı için değerlidir. 

Liberal entellektüelleri arkasına alan yeni sermaye, büyük bir ağırlık ve postmodernizme doğrudan katılım sağlayabileceğini düşünüyordu. Libya, Suriye, Mısır vd. çürüyen yönetim mekanizmasının onarılması, köhnemiş rejimlerin alaşağı edilmesi konusunda yerel burjuvazide olabilirlik hissiyatı oluşturmuştu. Kabul edilebilir öykü, tüm anlaşmalı kişi, kurum, aygıt ve cihazlarca baskılanmıştı. Arap Baharları'nde sahne, emperyalizmle olan müştereklerin rasyonalitesinin kitlelere mağduriyetler üzerinden açıklanması üzerine inşa edilmişti. Mutevazı şartlarda telafi edilecek oryantel tenakuzların, küçük hamlelerle düzelticek modern çelişkilerin hileli abartmalarla manşetlere taşındığını gördük. Irak'ta Saddam gibi Libya'da Kaddafi, Mısır'da Mübarek, Suriye'de Esad Ortadoğu politik yapılanmalarının ürettiği sıradan despotlar, evrensel yasanın tedbirlerini ihlal eden diktatöryel kurumlaşmalar tüm İslam coğrafyası için bir istisna hali değildir.   Halk/Devlet uzlaşmazlığı, ABD menşeili ideolojik alanda 'özgürlük'ün meta değeri üzerinden dolaşıma sokulduğu, tüketim toplumunun isyan ve hüznü kışkırttığı bir vitrin rekabeti üzerinen kurulmuştu. Politik organizmalara hükmeden propagandist araçlar için siyasal ekonomi gibi felsefe de, otoriterliği kamufle eden bir "ikna" mekanizmasıdır. Ve bunun sonucunda yeşeren kaotik iklimde özgürlük taleplerinin demokrasiye ve akla davetiye çıkartarak olabildiğince alengirli bir dilde kullanılması hiç şüphesiz bir riyadır. 

Siyaset evrensel gerçeklerle savaşıyordu .. Politikacı, en aşina olduğumuz vasıflarımızı yüceltip hakikatin üstünü hayali bir mağduriyetle örtmeye çalışıyordu ki..


Siyasetin eski ve yani tüm faiileri, bugünkü politik kimliklerde meydana gelmiş bu zihinsel sakatlıklardan, temsillerdeki defodan, organizmadaki teknolojik geriliklerden, ideallerdeki erozyon ve zafiyetlerden tamamen sorumludurlar! Bu yaratıcı şenlikte bir gizemden çok daha fazla mucize vardı. İnsanların kendini gerçekten evinde, dostlarıyla bir düğünde hissettiği yer tam da orasıydı! Sevginin varoluşu ürettiği Gezi'de ortak zenginlik nedir'i tartışmak, bu kapasiteye ulaşmış olanlar için zihin açıcı bir tecrübe oldu; kötü, kötü olarak kaldı ama bu deneyim iyilerin soluk almasına neden oldu..   

Ne Lobna Allamiyi unutacağız ne Berkin'i. İnsanlar kendi akıllarının eseri olacak bir dünyada kendi yaşamlarını seçmek, ortaklıkların imkanını görüşmek, kışkırtan rekabetlerin değil uzlaşacağımız müştereklerin ve ekonominin getirdiği kirlenmelerden arınmanın imkanlarını konuşmak için elverişli bir platform kurmuşlardı Gezi'de.. 

Gezi hareketi, bütün bu yaderk oluşumun dışında kendi küllerinden doğmuştur. Gençliğin eylemiyle kazandığı ve tecrübe ederek kazandırdığı politik bilinç, siyasete kattığı mizah, getirdikleri ya da götürdükleri; bu konuda hemen her şey tüm taraflarca otopsi masasına yatırıldı. Bizim burada işaret etmeye çalıştığımız şu : İnsanlar akıllı varlıklar ; ancak bu aklı devreden çıkarıp kendilerinin ölümünü isteyen siyasi taleplerleri uygularken hiç tereddüt etmiyorlar. Bu güne kadar yaşamın somutluğunu reddetme pahasına özgürlüğü soyut politik bir sistemde aramışlardır. Ezber böyleydi. Şeyh Bedrettin, Paris komünü, Kronstandt ya da arşivlere kaydedilen tüm yenilgiler ve diğerleri .. Bugün Türkiye'nin üstünde bir hayalet dolaşıyor : Gezi'den sonra soru şu: Peki, kitleler için iktidar ve hakikati, siyasetin bize verebilme kudreti var mıdır? Ya da şöyle soralım; insanların doğal bir hakikat olmayan 'politika'ya gerçekten ihtiyaçları var mıdır?  Gezi, bize bu soruları sorma kabiliyetini bahşetmiştir..


http://www.youtube.com/watch?v=-Um6haULEnI&feature=youtu.be&ocid=socialflow_twitter






"En ateşli demokrata mutlak iktidar verin; en geç bir yıl içinde azılı bir despota dönüşecektir"

Mihail Aleksandroviç Bakunin 30 Mayıs 1814 doğdu, 1 Temmuz 1876'da öldü. Siyasal kehanetleri vardı. Marks'ın yaşadığı dönemde en büyük gerçek rakibiydi; tarih, Marks'tan çok onu doğruladı. Yarattığı muhalefet nedeniyle 1872'de Enternasyonel'in kurumsal yapısını New York'a göndererek Avrupa'daki faaliyetlerini sonlandırdılar.
30 Mayıs bugün Bakunin'in doğumunun 200. yıldönümü.
























1872 yılına geldiğinde Mark'ın önderlik ettiği Enternasyonel dağılmak üzeredir. 254'ü İngiltere'de olmak üzere toplam 385 üyesi kalmıştır. Genel sekreter yaşlı matbaa işçisi Alman Johann Georg Eccarius'tur. Maddi durumu yetersizdir ve Enternasyonel komitesinden aldığı aylık 60 şilin parayla yaşamaya çalışmaktadır. Yaşayabilmek için para karşılığı örgütün faaliyeterini basına sızdırır. Bu durum üyeler arasında hoşnutsuzluğa yol açar.  Zaten Komün yenilgisinden beri işler iyi gitmemektedir; Engels bu günlerde annesine yazdığı mektupta liderlerinden olduğuğu şaisı yayılan Komün için 'Marks olmasaydı bu hiçbir şeyi değiştirmezdi diyor.' Tüm bunları onun sırtına yıkmak adil olmayacaktır!' 1864'te Londradaki St. Martin salonundaki ilk toplantıdan beri sekreter olan Eccarius'un yerine İngiliz John Hales seçilir. 1872 Eylül'de La Hayde'ki son Entarnasyonel toplantsıının son anlarında Engels sahneye çokar. O anda salonda olan Marks'ın yazdığı bir teklifi okumaya başladı. Gerisi teferruattır; o yılın Eylül ayında Marks'ın 'devletin yerini alacak enternasyonel komitesi' düşü bir daha dönmemek üzere New York'a sürgüne yollanır. Neden Bakunin'dir. Londra'da yaşayan Engels, Milano'daki arkadaşı T.Cuno'ya yazdığı mektupta Bakuninden yaka silker. Tarih, 24 Ocak 1872'te bazı iddialarda bulunuyordu.. "Biz ise, tersine, şunu diyoruz: sermayeye, her türlü üretim araçlarının birkaç elde toplanmasına son verin, o zaman devlet kendiliğinden yok olacaktır. Aradaki fark özdedir: Önce bir toplumsal devrim olmadan devletin kaldırılması saçmadır; sermayenin kaldırılması işte bu toplumsal devrimdir ve tüm üretim tarzında bir değişikliği gerektirir. Madem ki Bakunin için ana kötülük devlettir, o zaman devleti -bu devlet ister bir monarşi ya da herhangi bir başka şey olsun- kötülüğü canlı tutacak hiç bir şey yapılmamalıdır. Dolayısıyla her türlü politikadan tamamen uzak durulmalıdır. (..) bütün otoriteleri defetmek, monarşik devleti kaldırmak ve onun yerine Enternasyonalin örgütünü koymaktır esas" İşin özü şudur : Marksizm üretim anarşisiyle suçladığı kapitalizmin tüm kurumsal yapısını merkezi bir diktatörlüğe bağlıyarak onarmak istemektedir. Bakunin'in ise derdi daha iyi/fazla üretimle refah toplumu sağlamak düşü değildir; doğrudan devletin himayesinden uzak tutmaya çalıştığı bizatihi şahsi özgürlüklerdir. Bu konuda Mrkçı düşünceyle aralarında aşılmaz mesafeler vardır. Bir diktatörlük tahayyülün çerçevesini ve Engels'in niyetini ifşa eden bu mektup yaklaşık 50 yıl sonra Markscı düşüncenin himayesinde devletçi kapitalizmi inşa eden Leninci Rus emperyalizminin Komitern aracılığıyla daha sonra hangi ilkelerden yola çıkarak nasıl mesnet bulabildiğinin belgesidir. Marksı Leninden ayırmak isteyenlere sunulacak bir belgedir. Ve Bakunin'in bu yüzyılda hayat tarafından doğrulanacak görüşlerini göstermesi bakımından mektubun tamamı Nostradamus kehanetleri kadar önemlidir. Bk Seçme Mektuplar 2/60 SY 


http://en.wikipedia.org/wiki/Mikhail_Bakunin
http://en.wikipedia.org/wiki/International_Workingmen%27s_Association




Marks Grundrisse'de belirtir : Sermayenin oluşumu tabii bir durum değildir; icat edilen saatle birlikte ilerleyen merhametsiz tarihsel bir semptomdur. Eleştirmenler beğenmişse bu cümleyi akılda tutarak SALT'taki 'saat'i biz de belki sıkılmadan izleyebiliriz! 


Her zamanki telaşe üslubuyla Zeynep Oral öyle bir yazmış ki bakmadan geçemiyorsunuz! 

"Muhteşem! Olağanüstü! Yaratıcı! Çarpıcı! Vurucu! Şaşırtıcı! Baştan çıkarıcı! Hipnotize edici! Büyüleyici!
SALT Beyoğlu’ndaki “The Clock” - (Saat ) adlı olaydan söz ediyorum. (Film, video, eser, iş , “kolaj”, gibi sözcükleri beğenmedim, ondan “olay” dedim.) 24 saat boyunca hiç aralıksız izlenebilecek, daha doğrusu yaşanabilecek bir olay, yaşanması gereken bir deneyim. Eğer bugüne dek görmediyseniz, benden söylemesi son 3 gününüz kaldı: Bugün, yarın ve pazar günü. 25 Mayıs son gün.
Evet evet, İsviçreli babadan, Amerikalı anneden doğma (1955) dünya vatandaşı sanatçı Christian Marclay, bir büyücü! Ses, müzik, gürültü, plastik sanatlar, fotoğraf, film, video sanatları arasında gide gele, bunları birbiriyle ilişkilendiren bir sanatçı. 2010 tarihli sıra dışı eseri “The Clock” Venedik Bienali’nde büyük ödülle taçlandırılmıştı.
Zamanın durmaz ilerleyişi
Sinema tarihindeki binlerce filmden aldığı minicik parçaları, yeniden düzenleyerek 24 saatlik yeni bir kurgu gerçekleştirmiş sanatçı"


https://www.youtube.com/watch?v=6cOhWtyXGXQ
Grundrisse 28,30,145






***




Emeğin sömürüsü ve daha iyi iş koşullarına yönelen toplumsal eleştiri, sadece burjuvazinin değil, proletaryanın da hunharca meta üretme gayretinin doğal bir faaliyet olmadığını da farketmelidir..


Seçkin sahipler ile yarım akıllı talipler arasında sağlıklı bir ilişki kurulamamaktadır. Haz vermekten başka amacı olmayan tüketimin amacıyla,  toplumsal sömürünün kuşatıcı etkinliği olan üretimin amacı arasında bariz bir nesep farkı yoktur. Emeğin sürekli yüceltilmesi, sömürünün çeşitli hal ve tarzlarda sosyalist toplumda da süreceğinin delaletidir. Marks, keyifle çalışmaktan bahseder. Alman İdeolojisinde s 60 "Toplumsal güç, yani işbölümünün koşullandırdığı çeşitli bireylerin elbirliğinden doğan on kat büyümüş üretici güç, bu bireylere biraraya gelmiş kendi öz güçleri gibi görünmez, çünkü bu elbirliğinin kendisi de, gönüllü değil, doğaldir; bu güç, bu bireylere, kendilerinin dışında yer alan, nereden geldiğini, nereye gittiğini bilmedikleri, bu yüzden de artık hükmedemedikleri, tersine, şimdi insanlığın iradesinden ve gidişinden bağımsız, bir dizi gelişim evrelerinden, aşamalarından geçen, insanlığın bu irade ve gidişini yöneten yabancı bir güç gibi görünür" der.. 

Üretim olarak iktidar çarkı akılcı hizmet ya da yönetim becerileriyle işleyen bir alelalade mekanizma değildir; sınırsız tehdit, ceza, korkuyla çalışan olağanüstü bir makinadır. Marks'ın tesbiti kafamızın üzerindeki malzemesi farklı bir vizyon ekranı işaret eder : "Düşünceler, şeylerin insan zihnine havale edilmiş tercümeleridir" İktidarın yurttaşı üzerindeki olumsuz kanaati onu yalnız mutlak reddedişi ya da ürküşü olarak addedilmemelidir ; onu kendine zor sorular soran bir aparat olarak yeni biçimde yaratır. Bio iktidarın mutlak egemenlik dürtüsü, kamusal işleyişi en ince ayrıntısına kadar akli ve idari anlamda olağanüstü bir şekilde rasyoneştirir. Marks, Lenin, Stalin çizgisinin ortak paydası anarşiden kurtarılmış üretim planlaması, eşya ideolojisindeki tedarikin düzenli akışı ve mal/finans disipliniyle oluşturulacak istikrardır; sıkıntı da buradadır.



Karl Marks, 1858'de kendi için düşünme amaçlı notlar tutmuştur; ölümünden çok sonra Grundrisse ismiyle yayınlanan bu defterinde kapitalist üretim mekanizmasını çeşitli mekanik ve entelektüel organlardan oluşan büyük bir otamat olarak tasvir eder. Hem makina hem de onun sahibi insan çift karaktere sahiptir. Üretimin ile tüketimle özdeşliğini Spinoza'nın 'Determinatio est negaito/Belirleme, yadsımadır' tümcesini alıntıyarak kuvvetlendirir. Hegel'in önce köle efendiye bağlıyken süreç zarfında köle efendiye tabi olur açıklamasını geliştirir. "Üretim yalnızca özne için bir nesne yaratmakla yetinmez; nesne için de ona muhtaç bir özne yaratır" Bu organize işbirliği içindeki herkes gibi işçi de üreterek önce kendi ürününe sonra kendi faaliyetine yabancılaşır. Olması gereken fabrikalarda çalışmanın özneyi tutsak edici, organik hayatın referanslarını hiçe sayarak insan ontolojisini ölümüne farklılaştırıcı girişiminin teşhiridir. Çünkü sermayenin oluşumu tabii değil, icat edilen saatle birlikte ilerleyen merhametsiz tarihsel bir semptomdur. Özgürlük, çalışmayla gerçekleştirilecek bir sahiplik, mülk alınacak bir bir dünya parçası değil, reddetme düşüncesiyle başlayacak pratik bir süreçtir. Hannah Arendt'in ilan ettiği gibi, 'insanlar özgür olmak istiyorlarsa, feragat etmeleri gereken kendi egemenlikleridir' Kapitalizmle aradaki mesafe korunmaz ve görünmez olmuştur. Oysa aksine sosyalizm ancak doğaya dönerek gerçekleştirilmesi mümkün olan insan özgürlüğünü doğaya karşı bir ilenmeye, fiziki şartlara karşı düşmanca, ölümüne bir mücadeleye, gezegene ait bir yıkıma dönüştürerek sanayileşmeyi 'elektrik Blanquiden bile daha devrimcidir' diyerek abartmıştır. İşçi sınıfının anavatanı diyen sonraki kuşak Taylorizmi olabildiğince içselleştirmiştir. Çalışma etiğinin idealleştirilmiş imgesini pazulu işçi afişlerinde görürüz. 1 Mayıslarde 'emek' yüceltilir. Tarih bize göstermiştir ki, 'meta' rejimlerinin solu/sağı olmamaktadır. Ömür boyu ölümüne çalışma karşılığı vaat ettiği ücret, ancak iktidarlara huzur hakkı sağlamaktadır. Kapitalizme alternatif bir dünya kurmak istiyorsak bunu Aydınlanma etiğini sürdüren fikri külliyatta bulamayız. Eşya idealizminin militan savunucularından sömürünün bütünüyle kaldırılmasını talep edemeyiz. Sakatlanmış bilincin erdem adına tezahhürü, endüstri toplumunda tüm çalışanların işbölüşümüdür? Her biri ayrı bir paranoyanın tecellisidir.  Organize olmuş uygar devlet, yurttaşlarından kurumlarına yaratıcı katkılarla sahip çıkılmasını bekler.  Eğitim ve çalışma vaaz edilerek 'üretimin saklı mekanına' yönlendirmelerle kölelik rejiminin en iyi şartlarda sürdürmesini talep eder. Hafta tatili, izin, uyuma vs. olarak 'boş zaman' adıyla kodlanan şey çalışmanın artık zamanıdır. Marksizmin temel paradigması üretim anarşisini ortadan kaldırararak, herkesin birbirine sorumluluk zinciriyle bağlandığı; çalışanların istikrarlı ve sorumlu (ve zorunlu) bir katılımcı olduğu istikrarlı ve bundan dolayı da güvenli bir toplum tezidir. Aslında 'sınıf partisi' değil sadece tüm iktidarı ele geçirmiş monark, totoliter idare ve umumi iradenin cisimleşmiş tezahürüdür. 'Özgürlük' görünen neden olsa da insanları proleterleştiren, tepedeki karar mekanizmasının emek/sömürü şehvetini cürümleştiren 'istikrar' hakeza tüm diktatörlüklerin sonucudur. 

 Ancak biliriz ki çalışmak, insan için doğal bir etkinlik değildir!



***



İtalyan Sanatçı Monıca Mazzone "The Perfect Universe" İsimli Sergisiyle 31 Mayıs - 21 Haziran Tarihlerinde Merkur 'de

Türk resminin ustalarından Mustafa Ata'nın Zamanın Bedeni adlı sergisi Galeri İdil'de 

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kultur-sanat/75633/Mustafa_Ata_eserleriyle__Zamanin_Bedeni__nde.html






***





Kara propaganda denilen tam da bu; olayın sorumlusu değil de ezeli bir mağduriyetin horlanan mağduru gibi bezginliklerini etik bir dille aktarıyor; sanki dışarıda kalan 'öteki' kendisi.. Malul şahsiyet, tam anlamıyla gerçekleri tepesi üstü dikiyor!




Maden kazası 301 ölümle sonuçlandı. Acılar paylaşılıyor, Soma'ya yardımlar toplanıyor.. İyi kahraman ya da kötü efendi ; halk kendini en zayıf ve çaresiz hissettiği anda ortaya çıkar! Sağlıklı toplumların kurtarıcıları olmaz! Latince bir deyiştir mutatis mutandis ; değişmesi gereken mutlaka değişecektir. Tarih hataları telafi ederek, eksiklerini onararak ilerleyecektir. Ne var ki, burada hayatlar mevzubahis; yarının bugünden farkıysa 'bilgi' ; öyle olduğunu farzedeceğiz.. 

1978 yılında Almanya'da Krupp firması tarafından inşa edilen dev tekerlekli ekskavatörün fotograflarını basında gördük. Yürüyen dev bir fabrika. "Bagger 288" adlı maden makinasının resimlerine bugün çok daha dikkatle ve biraz da hayretle bakıyorum. 300 metre uzunluğunda, 45 ton ağırlığındaki binlerce maden işçisinin işini yapabilecek bu muazzam madencilik makinesi tek kişiyle müthiş bir çalışma kabiliyetine sahip. Soma faciasından sonra madenlerde kullanılan mekanize sistemlerler, başka bir deyişle robotlar gündeme geldi. Kıran, parçalayan çeşitli türde robotlar, kömürü el değmeden madenden dışarıya çıkartabiliyorlar.


http://www.radikal.com.tr/ekonomi/yeralti_dunyasinin_robotlari-1192608
http://www.radikal.com.tr/ekonomi/iste_dunyada_maden_kazalarinda_can_kaybi_olmamasinin_sebebidunyada_robot_turkiyede_kazma-1192298


Soma işletmelerinde patron, 'sorumluluk işletme müdürünün' diyor. Müdürün eşi, suçu üstümüze yıktılar diye açıklama yapıyor. Görevli amirler ve maden mühendisleri dahil onlarca insan tutuklanıyor. Peki gerçek mesuliyet kimde. İşi ücreti karşılığı yapanda mı, parayı koyup borsada şirketin hisseleri alan satanda mı? Vatanı olmayan sermaye mi, burjuvazinin kiraladığı emek mi suçlu? Yoksa yalnız denetliyiciler mi?

Günah keçisi diye bir kavram vardır geleneklerde; suçu başkası üzerine yıkarak vicdanları temizleriz..

'Kimin Öldürdüğü Bilinmeyen Ölüler' kısmında Eski Ahit'in yazar. Birebir değil mealen şöyle der:

Tanrınız RAB'bin mülk edinmek için size vereceği ülkede, kırda yere düşmüş, kimin öldürdüğü bilinmeyen birini görürseniz, ileri gelenleriniz ve yargıçlarınız gidip yerde yatan ölünün çevredeki en yakın yerleşime olan uzaklığı ölçsünler. Ölüye en yakın şehrin ileri gelenleri işe koşulmamış, boyunduruk takmamış bir kurban alsınlar. Kurbanı toprağı sürülüp ekilmemiş ve içinde sürekli akan bir dere olan bir vadiye getirsinler. Orada, derede kurbanın boynunu kırsınlar. (..) Ölüye en yakın şehrin önemli adamları, derede boynu kırılan kurbanın üzerinde ellerini yıkasınlar. Sonra şöyle bir açıklama yapsınlar : 'Bu kanı ellerimiz dökmedi, kimin yaptığını gözlerimiz de görmedi. Ya RAB, fidyeyle kurtardıklarını bağışla; dökülen suçsuz kanından bizleri sorumlu tutma!' Böylece kan dökme günahından bağışlanacaksınız. RAB'bin gözünde doğru olanı yapmakla, suçsuz kanı dökme günahından arınacaksınız.


Günah/sevap insanlara ait kavramlardır. Avrupa'da varolan maden teknolojisi ya da şeylerin idaresinde genel olarak insansız bir yönetim mümkün müdür?

http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/192567/avrupada-varolan-maden-teknolojisi-insan-degeri
http://www.radikal.com.tr/ekonomi/iste_dunyada_maden_kazalarinda_can_kaybi_olmamasinin_sebebidunyada_robot_turkiyede_kazma-1192298


Bir 'baba' edası, ancak cezalandırıcı kuvvetle desteklenirse ayakta kalabilecek arkaik bir mirastır. Devletin, bir toplum işletmecisi olarak kılıca ve baruta ihtiyacı yoktur. İsyanı bastırmaktan önce, 'neden' onarılmalıdır. Şiddet araçları istenirse dışarıda bırakılabilir.. Sosyal medyadaki hareketlenme takip edilebilir. Kolektif ağlar kaza mahalini haber verir. Arşiv kayıtları yanlışın tekrarını önlemek anlamında hatırlatıcıdır, telafi edicidir. Eleştiri kaale alınırsa onarıcıdır; yamayıcı işlevi vardır. Bütün bunlar için alıngan olmayan bir rasyonaliteye ihtiyaç vardır. Bireyden azad edilmiş bir tertibat, öznesiz bir mekanizma mütaahhit, 'yüklenici' olarak devletin reflekslerini devralabilir. Şeyler, insanları yönetirken vicdan ticareti yapmazlar. Teknoloji çağında bu imkan dahilindedir; otomasyon insanın insan tarafından sömürüsünü asgariye indirebilecek iyi bir şeydir.


Akşamdan hazırlanmıştık; sabah duyduğumuzdan fazla acıya uyandık! Soma'da hayatlarını kaybeden madencilere rahmet, yakınlarına metanet diliyoruz. Tarih boyunca emek, zenginler için çok güzel hayatlar yaratmıştır. İşçiler içinse sadece yoksulluk ve acılar.. Kamunun refahı için çalışan mağdurlara referans olarak gösterilecek tarihsel bir siyaset, tüketim toplumunda aklın bir tutunma noktası yoktur.






Sanatçı Zeynep Günsur, metrodaki performansıyla Soma faciasını protesto etti




Siyaset, Tarkovsky'nin kült filmi Solaris'te anlattığı gibi gücü eline geçirmiş evrensel bir ruhu akla getiriyor. İradesini teslim etmiş garibanlara musallat olan olağanüstü hikayelerden fazlasıyla esinleniyor. Bazı insanlar, yaratıcı tarafından bunun kendilerine tanınan bir imtiyaz olduğunu kabul etmiş, ettirmiş..



1862 İngiltere, 1906 Fransa, 1907 ABD, 1960 Çin, 2014 Soma.. Psikanaliz, aradığı gerçeklik imgesini, ancak travmanın ortaya çıktığı o uygunsuz anda yıkıntıların arasında bulunabileceğinin farkındadır. Enkaz, kurgu gibi inşa edilmiş hakikatin ilk halidir. Tarihi paranteze alırsak insanlık mücadelesini iyi adamlarla kötülerin savaşı diye de okuyabiliriz. Bu son tahlilde kolay ve doğru bir yoldur. Ambulansta 'çizmelerim sedyeyi kirletmesin' diyen madencinin namevcut mevcudiyetini bir kere daha düşünmemiz gerekir. En teveccüh gören kanaatçilerden, en despotik fikriyatçılara; hazır vicdanlar kabarmışken ölümüne çalışmanın koşulları herkesi bir nebze etkilemişken sokaklarda sürünenleri, namus cinayetlerini ara verip unutabiliriz. Bankamatiklerde uyuyan çocuklar, eğer iş bulurlarsa ölümüne çalışanlar, trafik terörü, siyasi manipülasyon, üslup zaafiyetleri, kin, haset, rekabet vd; teyakkuza geçiren bilgi, kanıksandıktan sonra aleladadedir. Savunmaya kol kanat geren payandalar, maddenin gerçeğinden kopmuştur. Demokratik tepkilerini dile getirenlere yöneltilen geleneksel anlayışızlık; tartışılabilir. Gelişmiş standartlara bakıyoruz; bambaşka bir dünya. Vicdan böyle zamanlarda daha da kanayan bir yara.. 

Onun dikkati, kendi ezberine nakşedilmiş olandan farklı bir nüshaya odaklanmış. Ancak Zizek'in tefsiri, apokaliptik düşüncenin her köşesine sirayet ettiği bir 'emek' tanımını bizde yeniden çağırıştırmakta. Kardeşi kardeşe kırdırarak ve kefaretler ödeyerek gerçekleştirdiğimiz 'ilerleme' düsturunu doğrulamakta; bu mudur istenen!  

Slovoj Zizek, Acı Çeken Tanrı'da İslam Arşivlerine Bir Bakış adlı bölümde Habil Kabil örneğini değerlendiriyor 5/27'den aldığı ayette 'Derken nefsi onu kardeşini öldürmeye itti de nefsine uyarak onu öldürdü ve ziyan edenlerden oldu' cümlesini alıntıyor. Ölümü isteyen yalnızca Kabil değildir. Habil'in kendisi de bu önlenemez fiilin parçasıdır. Başka negatif hadiselerde, örneğin benzerlerin savaşında da itidal tavsiye edenler çeşitli vesilelerle Nisa Suresi 92. ayetini hatırlatıyorlar; buna rağmen yanıbaşımızda süren din savaşlarını, sen daha fazla semirirken aç uyuyan komşunu unutma diyorlar. Habille Kabilin kavgasını paylaşarak sürdüren bizler kimiz? Ortak olduğumuz cürümün kuşatması paradigmadır; durum harika değil keşmekeştir? Nereden geldik; aidiyetimizle yüklendiğimiz borçların kefaretini mi ödüyoruz? İnsan mıyız toplum muyuz; güruh muyuz, çokluk muyuz? Suça çağrı çıkartan elebaşlarından kamuyu onarıcı, yaratıcı hayaller beklemek ne büyük acziyet.. Hegel'in 'diplomatik durum' diye tabir ettiği sıkışmışlık sürüyor. Sözcüklerin ikiden çok anlamı var. İfadelerin hiçbir mânâ yüklenmediği boşlukta tutuşturulmuş aklımızla gidiyoruz;  bir kere daha postulatlarımıza göz atıp, felaketlere neden olan bilgimize yabancılaşarak yeniden bakabiliriz. Müştereklerimizin yepyeni kelimelerini icat edebilmek için mahcubiyetin askıya alınmasını önerebiliriz. Hegel, kullandığımız formların aklımızın eseri olduğunu söyler. Nesneler değil ama ilişkilendirdiğimiz düşünceler zihin haritamızın tarafından denetlenir ve yönetilir. Düşünce, maddeyle ilişkilendirilme mecburiyetindedir; tahayyül etmeden, olay idrak edilip aşılamaz. Hegelci  'aufheben' ; ötesi yapılamaz ya da olumsuzu olumluya çevirecek hayal bile kurulamaz. 

İnsanca, pek insanca! 

Patron 'TKİ, Soma’da kömürü kendisi çıkarırken tonunu 130-140 dolara mal ediyordu. Biz ihaleye girip, tonun TKİ’ye yüzde 15’lik rödovans payı dahil 23.80 dolara çıkarma taahhüdü verdik. Gerek biz, gerekse diğer özel şirketler kâr etmesek bu işe girmezdik. Kârlılık için bizim mühendis ve işçilerimiz uzaydan gelmedi. Sadece işi iyi planlamak, özel sektörün çalışma tarzı devreye girdi o kadar.” diyor. Sükunetin muhafaza edilmesini vaazveren bir İtalyan atasözü oyun bittikten sonra bütün taşların aynı torbaya konulduğunu söyler. Eni sonu belli bir hayat; cehennemde durum berbatken, dünyada vaziyet harika diyenler mide bulandırıyor.. 

Kasemir Maleviç'in beyaz tualde siyah karesi gördük ki sadece geometrik bir soyutlama değilmiş. Tarih öncesini yaşayan ülkelerde hayatın berbat zamanlarında tekerrür eden somut bir olgunun eskimeyen resmi olarak da kabul edilebilir.  

Varlık, kültür ve uygarlık; önemli olan esiri olduğumuz farklılıkları neden sonuçlarıyla beraber tanımlayabilmek.  İstemin illaki basiretli olmak gibi bir durumu yoktur; eksikleri bilerek aşmak için ötekinin müdahalesine, çabasına, hatta olumlu/olumsuz varlığına, lafına ihtiyaç vardır. Yürürlükte olan etkin 'akıl' değil, hakikatin üzerini örten iptidai bir formuyla karşı karşıyayız. Gösterinin bir yerinde şaka gibi bir kurguyla karşılaştığımızda Maleviç'in resmindeki gibi hayattaki dengeyi arıyoruz. Zenginle fakir, işçiyle patron, siville devlet, doğayla makina, makyajla kamuflaj.. Ölüm işin fitratında var, bunlar sınavdır, insanlar iyi/kötüyü öğreniyor deniyor. Bu lisanı anlamamız zor. Fakat, eğer tabir 'iyi'ler üzerinden bir tasniflene öngörüyorsa, cehennemin varlığı kötülüğün önünü kesemiyorsa, değerli olan yaşarken hataları öğreten tecrübe değilse, öğrenmekten kasıt nedir?



***





Arşiv değeri olan bir kitap var ki araştırmacıların edinmesi yerinde olur.

 İş Cinayetleri Almanağı 2013, Birumut Yayıncılık Hizmetleri

www.birumutyayinlari.com



İsrail dölü olmak ne demek? Bloğunda Haymi Behar yazmış.

"Böyle bir iddia var, başka türlü de duyulabiliyor, her ihtimale karşı meraklısına Türkiye'de "İsrail dölü" olarak doğmak ne demek anlatayım istedim: Doğduğunuz, vatanım dediğiniz, canınızdan çok sevdiğiniz, askere gidip vergisini verdiğiniz ülkenizin devlet kurumları tarafından yabancı muamelesi görmek demek. Belki de hayatınızda adımını atmadığınız İsrail'in hükümetinin iyi kötü tüm yaptıklarından sorumlu tutulmak demek."

http://blog.radikal.com.tr/sayfa/israil-dolu-olmak-60013
Not/ Bugün gösterilen tepkilerin İsrail hükümetinin politikalarına duyulan öfkenin neden olduğunu bilerek yazarın diğer yazılarını da okumanızı öneririm. Paylaştıklarını okudukça Haymi Beharların bulundukları her ortamda küçük sitemlerle, laf sokuşturmalarla günah keçisi yapılmalarının üzüntüsünü daha fazla duyacaksınız. Konu sadece onlar değil, tüm ötekilerin ortak sorunu. 


Açık Radyo, Cuma Adlı Adamlar;  

Programda her cuma saat 11'de Halil Turhanlı ile Ömer Madra sanat, çevre, felsefe, kültür gibi çeşitli konularda konuşuyorlar. Güncel siyaset dışında her şey var!

http://acikradyo.com.tr/stream
https://itunes.apple.com/tr/podcast/cuma-adl-adamlar/id505846811?mt=2






Olağanüstü zamanlarda yaşıyoruz. Bugün sanatta üzerinde durmamız gereken hizipsel istismarlar ya da tekrardan doğan yorgunluklar, okuru bezdiren apartmalar yahut üretenler arasındaki küçük farklılıklar değil, bizatihi gündemi meşgul eden eleştirideki sahte faaliyettir..


Sosyal medyada bir arkadaşımız şöyle bir cümle paylaşmış : 'Bazı insanlar hakkında yazmak zordur. Kelimeler yetmez. Yazar yazar silersiniz.' Gerçi biz çalakalem yazdığımız için yazıları hatası günahıyla gelecekte düzeltilmek üzere erteleyerek blogda eşzamanlı yayımlıyoruz. Ne var ki, yolladığı basın bildirisinden sonra sabah gördüğümüz cümleyi tekrar okuma ihtiyacını hissettik. Ucundan değineceğimiz konu Şükran Moral! 


Biyografisine baktığımda 'Terme 1962' yazıyor. Demek ki 1979'da 17 yaşındaymış. 12 Eylül öncesinde öğrenci derneği tarafından güzel sanatlara giriş kursları yapılıyor. Elinde klasörüyle geldiği zaman ayağında postalları, günün koşullarına göre üstünde siyasi tercihlerini gösteren kıyafeti vardı. Posta idaresi mi tersane miydi tam hatırlamıyorum ama ekmeği ve hayatı için kendi başına bir mücadele veriyordu. Sanattan önce tanıştığı siyaset, kişiliğine nüfûz etmişti.  Kararlı bir edayla 'ben ressam olmak istiyorum' dediğinde Şükran'ın tahmin ediyorum sanatla ilgili ilk tanıdığı kişiler oradaki bizlerdik. Onun performanslarına anlam ve amaç kazandıran çok genç yaşta tanıştığı siyasettir; politik tavrındaki kararlılık kategorik bir üsluba dönüşmüştür. Bugün onu eleştirenler, fikir sahibi olmadıkları o ergenlik döneminin Türkiyesini bilemiyorlar. Bugüne kadar tutarlılıkla sürdürdüğü tavrındaki o hiç yaşlanmayan meş'um hakikati es geçiyorlar.


O gün politik sanat vülger bir propoganda unsuruydu. Çağdaş sanat, bugün demokrasinin önsözüdür, kapak resmidir. Eleştiri, Batı uygarlığının şifresidir. Çok daha zekice, şiddete dayalı tüm baskı mekanizmalarıyla hesaplaşmak için bir yöntem, bir söylem imkanı sağlar insanlara. Dünyada hiçbir ferdin bilgisi ya da ürettiği değer şahsi gayretinin ve yeteneklerinin eseri değildir. Hayat kolektiftir! 

Kamusal alanda neyin yapılabilir, neyin kabul edilebilir olduğuna dair belli kıstaslar vardır. Demokrasiyi topografik engelleri aşarak yaşatmanın tek yolu bu kabul edilebilirlik sınırlarını muğlaklaştıran taşkınlıklardır. Aykırı düşünce, ezberi kendi kurumsal gövdesinden, mahallelinin temellük ettiği devlet aygıtdan ve görüneni, çoğunluğun tekrar edegeldiği fikri mekanizmalarından ayıracaktır. Mesafe koymak, şahsi olanla tabi olmak zorunda olduklarımız arasındaki espası korumak ister. Farkındalık aynı zamanda bir ayartma ameliyesidir. Gelenekler tarafından belirlenen her yasa, her toplumsal temayül bir aşama gelir dayanır ki, orada vazgeçilmez bir taraf tutmayı diretir. Sapkın, Lacan'ın dediği gibi ötekinin arzusunun bir aracıdır. Alışıldık yoldan sapma ya da siyaseten zındıklık; düşünceyi, radikal inançsızlık öncesinde bir tercih çıkmazına sevkeder. Sanatçılar, tehlikeli değillerdir ama gereğinden fazla sinir bozucudurlar; densizlikleriyle irite ederler. Tarihsel bir sapağa gelindiğinde ana akımdan koparak kategorik bir kırılmayı da sadece onların aşındırmaları gerçekleştirecektir. 
Kadının emek piyasasına katılımı, işçi tarihinin geçmişi kadar eskidir; ancak kadın ücretli emeğin öznesi olmakla özgürleşmiyor. Aksine ekonomik sorumlulukları, çalıştırdığı sektörler, tensel tüketimi, siyaseten değerini artıyor. Yahut biyolojik eşitsizlikler. İlerleme, teknik olarak becerikli, üstün olmanın ötesinde, kadınla erkeğin eşitliğinde insan olarak doğada güçlü ve yeterli olmanın arayışına doğru meyledebilir. İlişkilendirildiği yücelikle alakasız kültür biçiminde faaliyetinin ürünle ilgili tanımı, kadının hayat tarzı olarak zuhur buldu. Ölümün katiyeti, böyle bir yaşam uğruna unutuldu! Buna rağmen kim, kimi ne adına eleştiriyorsa kelimeleri buğulu, nihai amaçları beliriz bu hayatta şimdi için değerlidir. Müdahaleyi doğru yapmak, kanayan yara üstünde operasyon gerçekleştirmek istisnasız her bireyin doğrudan katılacağı sıradan ve gündelik bir etkinliktir. Voltaire'in dediği gibi: 'inan bana dostum, her hatanın bir değeri vardır!' 


Sonsuz sorumluluk talebine dayanan etik bir ilerlemenin işgüzarlığı, Aydınlanma felsefesinin en karanlık bölgesini oluşturur. Hegel, 'sınırı düşünmek onu aşmakla aynı şeydir' der. Doğru mudur? Sınırı düşünmek, zihnimizde onaylayıp yeni sınırlar inşa etmek değil midir?


Yüce sanat, maddi kültürün eleştirisini yapmaz. Sadece ortamın beslendiği eşitsizlikleri ayna gibi yansıtır. Ölen işçilerin ardından 'yüz karası değil ekmek parası' diyor madenci aileleri. Ey, orta ikiden evlenerek, dövülerek ayrılan çocuklar! O, alışagelen düşünce formunu perçeminden yakalamasa, bu gelişmişlik mertebesinde henüz bu tartışma yaşanamazdı.

Şükran'la telefonda konuşurken kendisine şunları söyledim. Senin yaptığın işler hakkında genel bir kanâât sahibi olsam da yetişme koşulları nedeniyle yaptığın işleri başından sonuna kadar izlemekte güçlük çekerim. Oysa hakiki bir performans, yalnızca yıpranmış kuralları, çürümüş ahlaki formları darmadağın etmekle kalmaz. Kendisine ait şartların belirlediği hayatta yeni duvarlar ve değiştirdiklerinin yerini alan koşullara paralel ahlaki değerleri de ambiyansı içinde kabul ettirmeyi başarır. Yeni sınırlar yaratarak sen bunu yapıyorsun. Olayın nosyonu, ifşa ettiğin sırların mefhumu, bizi sarstığı gibi çok kişiyi de rahatsız etmeden bu çarpıklıklar tartışmaya açılamaz. Ahlak, gerçekle değil, toplumsal ben'in şizoid hakikatıyla kurulan bir temas olduğunda, mutabık kalanacak demokratik uzlaşma imkansızlaşır! Sana duyulan tepkide parantezde tutulan neden budur!


Soru şu; suçlamak, ruhun sakatlanan parçasını mı onarır, yoksa bedenin toplum içindeki itibarını mı telafi eder. İmkansız, etik bir taleptir ve her zaman bir 'neden' vardır; ama hangisi? 

Dünya savaşını başlatan bir Sırp milliyetçisidir. Bolşeviklerin bozulan istikrarının suçlusu Troçki, Osmanlının yıkılma nedeni Enverdir, Vahdettindir. Sorumlu, hep bir başkasıdır. İnsanın insanı, güçlünün zayıfı, erilin dişiyi, Adem'in Havva'yı, onun yılanı suçlaması eski bir gelenektir. Günah keçisi, çok kullandığımız bir kelime; kaynağını Eski Ahit'te buluruz. Bir şeyin bedelini başka bir şeyle ödermenin aracı olarak 'kurban' kullanışlı bir semboldür. Herhangi bir sorumluluk ya da toplumsal günahtan kurtulmak adına yeri gelir hayvan, yeri gelir iktidarlarımızı tehdit eden 'suçlu' ; yasanın emrettiği ritüellerle sarıp sarmalanır. Bazı günahsızlar, bazı günahkarların kefaretini öder. İnsanın temizlenmesi için kan akıtılır; kötülüğün yenilgiye uğraması simgesel olarak da olsa sırayı bozanlar için bir tehdit unsurudur. 
Gabriel Tarde, 'İnsanlar, toplumların içinde yaşamaz, toplumlar, insanların içinde barınır' der. Beynimizin derinliklerine sinmiş tecavüz imgesine eşlik eden bir linç kültürü vardır; korkular beslenirken, suç ve ceza aracılığıyla toplum yönetilir. Şeytanın varlığı, şiddetini gerçekleştirmek zorunda olan iktidarların masumiyetlerinin delilidir. Geçmişte suçlanan kadın, onu yıllarca sömüren erkeğini tecrit ederek onun iktidarını bugün elinden almak istemektedir. Oysa 'iktidar'ın yarattığı bizatihi onun tarafından kazılmış bir 'çukur' ya da hiçbir kurbanın bedeniyle doldurulamayacak bir boşluktur. 

Marksın dediği gibi 'ortam ve koşullar insanları yarattıkları kadar, insanlar da kendi gerçeklerine uygun yaşayabilecekleri ortam ve koşuları yaratmak için çabalarlar' 

Toplum, bireylerin toplamından fazlasına delalet eder. Tarihten delil getirelim, ya da gündelik haberlere bakıp mütalaa yapalım: Kim ne derse desin, son tahlilde 'akıl', kendi yaptığı yasaların boyunduruğu altına girmeye mecburdur. Şükran aslında hiçbir şey yapmıyor; sadece normları yaratan garip iktidarımızı rencide ederek dünyanın ufuk çizgisine bakıyor ve tarihin gidişatına uygun eşitlik taleplerini dile getiriyor. Kadın cinayetlerinden, çocuk gelinlere; değişmek, değişebilmek, değiştirebilmek için morale ihtiyacımız var!


Şükran Moral, yeni sergisinde çocuk gelinlerin dramına odaklanıyor..

Şükran Moral ’in B[R]YZANZ isimli kişisel sergisi, 18 Mayıs 2014’te Oldenburg’deki Edith Russ Haus für Medienkunst’te izleyiciyle buluşuyor. Serginin başlığı B[R]YZANZ sanatçının işlerine de vurgu yaparak kaos, rebel anlamında kullanılıyor. Sergide sanatçının video enstalasyonu "Tales to a Young Girl" ve heykel enstalasyonu "Çocuk-Gelin" isimli iki yeni işi ile beraber, "Hamam" ve "Bordello" gibi önemli işleri de yer alıyor. Şükran Moral son iki işinde daha önce ele aldığı küçük kız çocuklarına dayatılan evlilikleri bu kez de birebir yaptığı kız çocuğu heykeli ve Türkiye haritası şeklinde olan kanlı bir yatak ile çarpıcı ve sert bir dille eleştiriyor. Küratör Claudia Gianetti.. Sergi, 31 Ağustos'a kadar devam edecek.







***









Operaya Adanmış Bir Ömür / Soprano Özgül Tanyeri, La Boheme, Çekoslovakya 1967






***




Şekispir'den Shakespeare'e: Üstadın Anadolu macerası..



Önceleri Şekispir, Şekspir ya da Şekspiyer diye anılmaya başladıysa da 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra artık ülkemizde de Shakespeare diye biliniyordu. Onun bu topraklardaki macerası yaklaşık 140 yıl önce, Osmanlı'nın son döneminde başladı.

Shakespeare'in tiyatro yapıtlarının Osmanlı'daki ilk çevirmeni Kütahyalı Hasan Bedrettin Paşa ile arkadaşı Manastırlı Mehmet Rıfat olmuş. 1870'lerde bu ikili (İngilizce bilmedikleri için) Othello'yu Fransızcadan çevirmişler. Zeynep Avcı, BBC Türkçe'de yazmış. Doğumunun 450. yılında okunması ve arşivlenmesi gereken iyi bir yazı




***




Onay AKBAŞ Resim Sergisi, Dalga / Wave Açılış / Opening : 15.05.2014, 18:00 p.m (15.05.2014 -14.06.2014)

Yaşam, her gün yeniden biçimleniyor - yeniden kırılıyor, çarpıtılıyor ve değişiyor. Her kırılmayla başka şeyler parselleniyor hafızamıza. Ve çoğalıyor içimizde yıkılanlar, yabancılaşanlar çoğalıyor. Böyle bir süreçte sanat kendimizle ve yaşamla yüzleşmenin kulvarında soluklanıyor. Bu yüzleşmeyi, yaşama ilişkin görsel okumalarını, kendine özgü bir resim diline dönüştürerek kendini biriktiren Onay Akbaş da grotesk imgeleri yetkince kullanan bir ressam. Alışılmış, klasik biçimleri ve biçemleri reddederek, yeni bir resimsel paradigma yaratarak kendine özgü biçeminin sürekliliğini yeni bir dalganın gerçekliğinde yeniden boyutlandırıyor. Son yapıtlarının içinden geçen dalga- gerçeğin katmanlarının içinde, değişerek kendi kalan bir varoluşu, grotesk bir sorgulamayla sunuyor. (Basın bülteninden)



***


Fransız ekonomist Thomas Piketty, kapitalizmin sürdürülemez olduğunu söylüyor ve zenginleri servetlerinin büyük bir bölümünü devlete vermeye davet ediyor. Devletlerin de radikal bir reformla halkın yaşam standartlarını yükseltmesi gereğine işaret ediyor. Siz' diyor, 'daha az kâr ederek de yaşayabilirsiniz' ; munis olmamızı istiyorsanız, eğer bizim öfkemiz sizin işinize gelmiyorsa o zaman biraz akıl! Pikkety, sosyalist falan değil; kapitalizmin revizyonunu isteyen sıradan bir akademisyen; normal bir burjuva ekonomist. Ama haklı!


1971 doğumlu Fransız ekonomist Thomas Piketty'nin kitabı Türkçeye henüz çevrilmedi ama yarattığı sansasyon bu hafta konuyla ilgili köşe yazarlarının gündemini belirledi. Piketty’ye göre, bir ülkede sermayenin getiri oranı, ekonominin büyüme oranından fazlaysa toplumsal servet, imtiyazlı bazı seçkinlerde bloke olur. Eşitsizliğinin artması sonucunda sermayenin getirisi, ülkenin büyüme hızını aştığında patronun çocuklarına kalan miras, ülkelerin evlatlarına bıraktığı kültürel servetten, kişi başına düşen milli hasıladan fazla olur. Piketty, güncel liberal iktisatın, Marksist iktisat teorisi eleştirisi temelinde reforma tabi tutulmasını öneriyordu; dünyada haklı bir yankı uyandırdı. Bunu açıkça belirttiği üzere, kapitalizmi sürdürülebilir kılacak, sermaye rejimini revizyona tabi tutacak iktisat politikaları önermek için yapıyor. Marks da pratikte zaten bunu yapmamış mıydı? Malumdur ki, Kapital okunarak sosyalist bir devletin ekonomik örgütlenmesini planlanamaz. Böyle bir yol haritasının işaretleri yoktur Marks'ta. O sadece sermaye rejiminin nasıl işlediğini ve sistemin dinamosu olan artık değere burjuvazinin nasıl el koyduğunu, -biraz da İngiltere'de mücadeleler sonunda çıkartılan fabrika yasalarıyla- sistemin nasıl rehabilite edildiğini incelemiştir. Mao'nun SSCB ziyaretinde Kapital'i okumadığını itiraf etmesi Stalin'in dışışleri bakanı Molotov'un anılarında yazılıdır. Bugün çağdaş dünyada zenginle fakir arasındaki bariz farkın açısı kapanmaya yüz tutsa, orta sınıf güçlense de dünyada doruktakilerle tabandakiler arasındaki uçurumun aşılmazlığı tüm haşmetiyle devam ediyor. Yardımlarla, vicdan sahibi varsılların inayetini dilediğimiz, efendilerin tükenmek bilmeyen ihtiraslarını tecrübe ettiğimiz bir süreci yaşıyoruz. Teklif var, ısrar yok diyen Piketty, bu durumun sürdürülemez olduğunu söylüyor ve kitleleri ihtilale değil ama devletleri radikal bir reform için düşünmeye davet ediyor. 
http://kitap.radikal.com.tr/Makale/kapitalizmde-reform-mumkun-mu-396819





***








Hannah Arendt'in, Nazi savaş suçlusu Karl Adolf Eichmann'ın davranışlarındaki sıradanlığı tespiti, kötülüğün sıradışı olduğunu zannedenler arasında geniş bir infiale neden olmuştu. Bugün de insanlar Vefa'nın İstanbul'da, Kronstad'ın St. Petersburg'da bir semt adı olduğunu bilirler. Şiddet ve Medenilik kitabının yazarının Galatasaray Üniversitesiyle başlayan seminerleri devam ediyor. Marksizmi romantikleştiren Fransızlara istinaden katılımcıların şiddetin organik nedenlerini doğrudan Etienne Balibara'a sormalarını öneririm! Eril ya da kısmen değil, şiddeti, bütünüyle rafa kaldıran bir siyaset, doğası itibariyle mümkün müdür? Her kuvvetin asıl ölçüsü, başa çıkabileceği dirençtir; kendi karşısındakiyle birlikte mevkini dengeleyebileceği güçtür. 'Fikirler, belirli bir tarihsel durumu aşamazlar. Onlar sadece bu duruma uygun düşen fikirleri aşabilirler' demesine rağmen umut hala sanki ondaymışçasına davranıyorlar. Hakikati ararken her sorunun cevabını Marks'ta bulmaya çalışanların çaresizliğine  müsamaha yerine doğru adresi göstermek gerekir. Bir mihenk olmadan, doğadan bir kalkış bereketi, bir kanat hamlesi almadan cinsleri birbirlerine rakip olarak konumlandıran bakış açısını onaylamıyoruz.



Adına 'ekonomi politik' denilen bakış, teoride insanı emek gücünün siyasi sahipliğiyle ilişkilendirerek onurlandırır. Pratikteyse birey olma zekası, iktidarların ölçme değerlendirme konsültasyonlarında semptom olarak rahatsızlık yaratır. Kol gücü, aklın kuvvetinden ayrılmak istenir. İlişkisiz bireyin devletin organ ve cihazlarıyla aşağılanmasını temayüldendir. İtiraf etmek gerekir ki, eğilimine bakmaksızın her hükümet için 'halk' öncelikle adetsel bir topluluktur. Hayatı rekabetleri kışkırtarak sadece iktisadi bir varlık olarak değerlendirenlere karşı argümanlarımız gittikçe zayflamaktadır. Rakamlardan oluşan istatistiki bir dünya vardır; bireyin devlet içinde ekonomik imtiyazları, şiddet karşısında özgürlükler ya da yoksulun toplumsal mülkiyetten aldığı hizmet daha da artabilir. Ne var ki, eşyalardan ibaret fabrikalaşmış doğamızda devrimlerin değiştireceği dünyaya ait yepyeni bir tahayyül imkanımız kalmamıştır. 


Zihinsel bir icattır. Örneğin hayvanlar için 'değer' anlıktır; ertelemezler. İnsanoğlu, mülkiyet üzerinden ürettiği 'güç' kavramına tutsak olmak, bağlanmak ve boyun eğmek zorunda bırakılmıştır. Tabiata ait etkinlikleri doğrudan nesneleştirirken kullandığımız 'emek'in bir nedeni olan 'iş', soyut düşgücüyle çalışır. Marks, 'Canlı emeğin bunlara el atması, ölüm uykusundan uyandırması, yalnızca olası kullanım değerleri olmaktan çıkartıp gerçek etken değerler haline getirmesi gerekir' diyor. (K 1/199)  İnsanın çalışmak ve üretmek zorundalığı, yasalarla denetlenen ahlaki deformasyonu, şedit bir ilkeden hareketle toplumsal örgütlenişi diyalektik denilen yanılsamanın tarihselliği içinde anlaşılır olabilmektedir. Teoloji her fedakarlığın geri dönüşümü olduğunu söyler; idame eden aklın menzili, ilerlemenin vecheleri vardır. Ne var ki doğa, bir amacı var gibi davranmaz. İnsan olmanın hedeflerini yaratan dehşete, iş'in toplum içindeki şiddetine karşı doğadan insaf ve merhamet dilemek yeterli olur mu? 


"Yeryüzüne barış getirmeye gel­diğimi sanmayın. Barış değil, kılıç ge­tirmeye geldim. Çünkü ben oğulla babasının, kızla anasının, gelinle kay­nanasının' arasını açmaya geldim." Matta 10/34


İsa'nın tekrar ettiği Musa'nın Pisga Dağı'nda ölmeden önce söylediğidir (Yasanın Tekrarı 33/9) Demiyor muydu 've şanlı kılıcındır. Düşmanların senin önünde küçülecek ve sen onları çiğneyeceksin (33/29) Öyleyse Şiddet, dünyada kurucu bir faktör olduğunda doğanın kendini yenilemesi gibi statükoyu değiştiren etmendir; biyopolitik ibra budur. Hayatın ürününü yaratma, tanrısallığın zuhuru, maddeyi ortaya koyma şekli olarak 'doğuş', şiddetin ardından çıkan kendinden bir nedendir. Ölüm ya da Kıyamet; geleceğimizin bir yerinde, orada duran, bizi bekleyen kader. Sonu kesin olan hayata ölmek için başlarız; öleceğini bilen tek canlı insandır. Bilgi mutlaktır. Korunaklı yapılarda yuvalanmış imtiyazlı an'ların, zamanın yıpratmasına tabi olan maddenin huzurunu aksak bir şiddetle, tekinsiz bir dönüşüm talebiyle gelen 'ölüm' ortadan kaldıracaktır. Yeni bir oluşum için topluma politik bir istek gönderdiğimizde kontrol edilemez bir geleceği hışmı, gölgesi ve tırpanıyla davet ederiz. 

Konu İstanbul'da bir dizi konferans verecek olan Fransız düşünür Balibar..
 Günümüzün en önemli felsefecilerinden Etienne Balibar İstanbul'da. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan "Şiddet ve Medenilik" isimli kitabındaki görüşlerini Siyaset, Şiddet ve Uygarlık sempozyumunda  tartışılacak. Zeynep Direk, Ahmet İnam'ın düzenleyicileri arasında olduğu konferansa Türkiye ve Fransadan geniş bir katılım var. 20. yüzyıldan sonra, savaş ve aşırı şiddet olayları karşısında siyaset hâlâ mümkün mü sorusunun gündeme geleceği sempozyum 7-9 Mayıs tarihlerinde İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde, 10 Mayıs’ta Galatasaray Üniversitesi’nde gerçekleşecek. 11 Mayıs Pazar günü Etienne Balibar, Cezayir Lokantası’nda "Günümüzde şiddete rağmen siyaset imkanı" başlıklı bir panele katılıyor.


"Günümüzde şiddet çoğu zaman aşırı biçimler alıyor. Bunun üzerine düşünmek şiddet, siyaset ve medeniyet üzerine düşünmek demek. Geleceğin belirsizleştiği, içine kapanma ve nefret eğilimlerinin arttığı bir dönemde, şiddete başvurmanın cazibesine kapılmaya yol açacak tarihten devraldığımız iblislere teslim olmamak nasıl mümkün olabilir? Bunun için güvenlikçi ve otoriter reflekslere, değişime direniş üzerine düşünmek ertelenemez bir ihtiyaç. Aynı zamanda bu kopma anları bir bellek çalışması gereğini gündeme getiriyor. Bu kopuş anlarını, Étienne Balibar'ın "aşırı şiddet" olarak tanımladığı duruma teslim olmadan nasıl aşabiliriz?"



Etienne Balibar’ın, konu üzerine görüşleri, Selek ve İnsel'in katkılarıyla Marie-Claire Caloz-Tschopp tarafından derlenerek “Şiddet, Siyaset ve Medenilik” adıyla bu ay İletişim tarafından yayımlanmıştı. Balibar, Şiddet ve Medenilik adlı eserinde, siyasetin şiddetle kurucu ilişkisinin hukuk, kurumlar ve ideoloji tarafından düzen içine sokulamadığı; aşırı şiddetin normalleşmiş şiddete dönüştürülemediği söylüyor. Yazar, siyaseti şiddet karşıtı olmak olarak tanımlayabilecek farklı gelişmişlik stratejilerini karşılaştırıyor. Bunu yaparken emeğin mülkiyeti üzerinden Marx’ın ve dolaysıyla Marksistlerin siyaset ve şiddet ilişkisi konusundaki tavırlarını eleştiriyor. Ki, bu günümüzde olağanüstü cüretkar bir çabadır. Gene bir Fransız düşünür Jean Baudrillard'ın Üretimin Aynası eleştirisi kendine sağlanan önemli bir kredidir. Balibar bu meseleyi, Hegel’den Clausewitz’e uzanan bir soykütüğü içinde değerlendirir. Alman Carl Schmitt’in egemenlik kavramını sorgular. Gerçi, Nazi Almanyası'ndaki konumuyla Carl Schmitt'in katkısı zarar vermekten öteye geçmeyebilirdi ama bu katkının Balibar tarafından hangi amaçla nasıl kullanıldığı önemlidir. O, isyanın kötü yola sapması riskinin, yeniden isyan etmemek için hiçbir zaman yeterli bir neden olmadığını söylüyor. Etik bir refleksten hareket edersek, siyasetin trajik cephesinin bir trajedi siyasetine dönüşmemesi için nerede durmamız gerektiğini belirsizdir. Mefhumlar, katı değil uçucudurlar. Biri el koyana, mülkiyetine geçirene kadar 'güzel' ama teğellendiği gerçeğe şu anın değeriyle yamanmış, emanet bir şiar üretici olarak kalmaya mahkumdurlar. Vefa'nın İstanbul'da, Kronstad'ın St. Petersburg'da bir semt adı olduğunu hatırlatmalarını ya da katılımcıların bunu doğrudan Balibara'a sormalarını öneririm. Benjamin'in dediği gibi şayet kapitalizm bir din ise, kilisesi, patrikleri, otoriteye meydan okuyan mezhepleri meşrudur. Ufuk değil, yol/yöntem endişenin konusudur. Onun kopya çekeceği tek kaynağın hem Eski hem de Yeni Ahit olacağını bile bile çağdaş siyasetin araçlarını ve mevcudiyetinin nedenlerini düşünmemiz için vesiledir. Ne Troçki, ne de emrindeki Tatarlar 1921'de öldürdüğü denizcilerin lanetinden kurtulamamıştır. Vicdani sınırın yerini alan siyasi sınır esnektir; eylemin doğrulanması imkansızdır. Étienne Balibar, bugün siyasetin önündeki esas sorunun inanç etiği ile sorumluluk etiğinin demokratik olarak nasıl paylaşılabileceğine kafa yoruyor. İmgeyi ve ideolojiyi tartışmaya açan güncel çağrının refleksleriyle davranmak, müştekilerin söz düzenine uymak, sırayı diyalektik bir bağda kurmaya yetmiyor. Yapabilir ama yapmıyor; Zeynep Direk'in yoğunlaştığı konu sığ. Balibar'ın konuşmasının ardından bizim de söyleyeceklerimiz olacak; sonunda 'şiddet' belki kurucu bir hakikat ama 'siyaset' doğal bir gerçek değil!' diyeceğiz. Aşikar olanı demeden, biyolojik sürecin eksilerini gizlemeden önce, insanın mücadelesinin doğanın evrimine karşı tarihin diyalektiğini yarattığını hatırlatıp; dönüp, yeri geldiğinde devam edeceğiz..
www.exil-ciph.com
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/70319/NASA_nin_son_kesfi__Kurtulus_komunizm.html

Daire'nin ardından Mixer Sanat Galerisi'ne yapılan taciz!
http://www.radikal.com.tr/hayat/tophanede_sanat_galerisine_saldiri-1191316
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/70331/_icki_iciliyor__diye_sanat_galerisine_saldirdilar_.html

Ayşegül Çinici Yazıcı'nın 13 Mart'ta duyurusunu yaptığı Plato Sanat / T.C Plato Meslek Yüksekokulu'nda açılan Seçkin Pirim sergisini görmek istediğimiz halde imkan bulamadık. Geç de olsa bilgileri buradan paylaşıyoruz.
Müzayedeler Krizi,toplantı konuşmalar dökümü
http://bedribaykam.blogspot.com.tr/2014/05/piramid-sanat-muzayede-krizi-dokumu.html
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kultur-sanat/69409/_Sanatci__kole_konumunda_.html

Bugün Çin'in dünyada süper güç olmasının nedeni milyonları aşan proletaryasının sömürüsüdür. Çinliler, İngiliz işçilerinin 1800'lerdeki kabus romanlarına konu olan şartlarında çalışıyorlar. Batı'da işçi hakları konusunda sağlanmış çağdaş hak ve imkanlara sahip değiller. Avrupalı patronlar artık üretimlerini, bedavaya yakın satın aldıkları emek sömürüsüyle Çin'de gerçekleştiriyorlar. Bu da sermayenin Çin'e akmasına, farazi de olsa ülkenin zenginleşmesine olanak yaratıyor. Çağdaş sanatta Arap şeyleri gibi Çinli tüccarlar da revaçta. Peki, ekonomik olarak gücü ellerine geçirenler çeşitli kategorileri olan tarihi tam da istedikleri gibi yazabilirler mi? Aşağıdaki makale bir mali durum incelemesi ama bu sorunun cevabı konusunda okurda bir kanaat oluşturacak gibi..

Niceliksel veriler Çin’in ABD’ye hızla yaklaşmaya ve hatta geçmeye başladığını düşündürüyor. Ne ki hegemonyacı düzeyine çıkabilmek için (savaş kazanmanın dışında) başka özellikler de gerekiyor. İngiliz hegemonyası başını çektiği sanayi kapitalizmine dayanıyordu. ABD hegemonyası, iki savaş arasında geliştirmeye başladığı Fordist sermaye birikim rejiminin içerdiği teknolojik üstünlüğe, yüksek verimlilik oranlarına, bu zeminde inşa edebildiği askeri kapasiteye, bunların üzerinden yaygınlaştırmayı başardığı kültüre dayanıyordu. Bu açıdan bakınca Çin’in hegemonyacı konumuna ulaşmaktan hâlâ çok uzak olduğu söylenebilir.
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/68153/ABD_nin_Cin_Korkusu.html


Radikal'de 'Güncel Sanat Kafası' köşesini yazan Işıl Eğrikavuk, Rampa'daki 'Karanlık Kütüphane' sergisiyle lanetlenmiş kitaplara dikkat çekiyor.
http://www.radikal.com.tr/kultur/surekli_bir_acil_durum__halinde_memleket-1190587


BB'nin Boş Çerçeve'sini, Hasan Bülent Kahraman yazmış
http://www.piramidsanat.com/?page=yazi&id=22


Hangisi daha değerli? Stephen mı Jane mi?


Stephen Hawking’le 25 yıl geçiren ve her şeye rağmen eleştiri oklarına maruz kalan eşi Jane Hawking, içini Sonsuzluğa Yolculuk: Stephen’la Hayatım adlı kitapta döktü.


Paranın resmi
https://www.facebook.com/photo.php?v=10152484571639175&set=vb.42975714174&type=2&theater



Kayhan Özer'in fotağrafı, Vakıfbank-TFMD Yılın Basın Fotoğrafları 2011 Yarışması'nda "yılın siyaset fotoğrafı" ödülünü almıştı


Başbakan Erdoğan'ın bir markette telefon görüşmesi yaparken görüldüğü fotoğraf, 20 Şubat 2011'de AA foto muhabiri Kayhan Özer tarafından çekilmişti.

http://www.aa.com.tr/tr/haberler/329353--medyada-yer-alan-fotograf-2011de-cekildi




***





Çiğdem Toker diyor ki : Kırk Oğuz Atay olsa, trajedisini anlatmaya kelimelerin kifayet etmediği, “genç ölüler”in değil; “sızlayan kemikler” ülkesinin adıdır Türkiye. “Can çekişmek nasıl bir şey bilir misin Olric. Hayır efendimiz, nasıl bir şey? Ona söyleyebileceğin o kadar şey varken susmaktır Olric.”



Başkalarının hayatlarını berbat etmeden yönetmenin olanağı yoktur; dünyanın her yerinde siyasetçiler, bireyler üzerinde güç kullanmayı devlete mahsus bir hak olarak görürler. Gençlik ve İyi'lik geçici ve temsil edilemez bir istisna halidir.  

Devletlerin ilerlemesi sadece hukukun üstünlüğüne inanan görevlilerin yasayı korumasıyla sınırlı değildir. Toplumun gelişmesi, huzursuz insanların azmi, statükoyu aşmak için verilen mücadelelerin tarihi, aydınların hayatları pahasına yaptıkları eleştirilerin eseridir. Her kuvvetin gücü, üstesinden geldiği direncin sonrasında önerdiği toplum modelinde yeniden aşınmaya tabi tutulur. Tarih, kendini aşmak için yeni utanç verici gerçeklerle yüzleşene kadar 'büyük anlatı' resmi ideoloji olarak kalır. Arşivlere baktığımızda 1972'de TBMM'de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair kanun tasarısına verilen oylamanın sonucunda 273 'evet'e karşılık 48 'ret' oyu kullanıldığını görüyoruz. 118 milletvekili ise oylamaya katılmamış. 
http://www.bianet.org/bianet/siyaset/2130-idama-evet-diyenlerin-tam-listesi


42 yıl sonra bugün Deniz’lerin idamı haklıydı diyen sağduyulu bir kişi bile bulamazsınız!


Bugünkü yazısında Mustafa Balbay o dönemin bilgilerini paylaşmış "Deniz’lerin idamına giden yolda son imza dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ındır. Sunay bu imzayı atmadan önce dönemin Barolar Birliği Başkanı Prof.Faruk Erem, kendisine önemli bir mütalaa göndermişti. Prof. Erem mütalaasında,“İnfazın telafisi imkânsızdır. Anayasanın Meclis’e tanıdığı yetki mahkemelerce verilen ölüm cezalarının yerine getirilmesine karar vermektir. Bu yetki esasında ölüm cezasının yerine getirilmemesi kararının verilmesinde toplanır. Değerlendirmenizi bu yönde yapınız” diyordu. Oysa Cumhurbaşkanı Sunay da verilen karara uymuş ve infaz kararını istem üzerine “ivedilikle” onaylamıştı."
Bu ülke topraklarında insanların özgür ve mutlu yaşamasını ölümüne arzulayan ve büyük bir hayaller kuran Denizlere yaşayan herkes çok şey borçludur!

http://www.cumhuriyet.com.tr/foto/foto_galeri/68493/1/Askolsun_size.html
İstanbul Valisi Mutlu'nun twitter mesajı
http://www.radikal.com.tr/politika/istanbul_valisinden_deniz_gezmis_mesaji-1190469
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/68539/Deniz_lerden_Bugune....html





***







Zizek'in hayatın olağan akışını bozan bir olay patlak verdiğinde, bu travmatik felaketin nasıl simgeleştirileceği, hangi ideolojik yorum ve öykünün baskın çıkarak olayı kitlelere açıklayacağı üzerine ideolojik alanda bir rekabet başladığını iddia etmesine karşın biz mücadelenin farklı ideolojik alanlarda değil, aynı ideolojinin içinde yapıldığını iddia ediyoruz ve diyoruz ki insanoğlu bugüne kadar şu içinde yaşadığımız kapitalizme alternatif bir ideoloji icat edememiştir.










5 Mayıs, Karl Marks'ın doğum yıldönümü. Kapitalizmin her krizinde ona dönüp bakmak her görüşten aydın için vazgeçilmez bir davranış. Marks, arkadaşı Engels'in 3 Kasım 1882 tarihli mektubunda belirttiği gibi yeri geldiğinde 'Eğer marksizm buysa, ben marksist değilim' diyebilmiştir. Kapitalizmin neden olduğu adaletsizlik, eşitsizlik ve emek sömürüsüne kızıp bizim de yerli yersiz ona başvurmamıza ya da cehennemden kurtuluş için marksist olmamıza gerek yoktur. Çünkü onun, şeylerin imalatına odaklanmış sanayi toplumunun artı değeri üretmesi konusunda farklı bir önerisi olmamıştır. 

Farklı bir üretim talebi ve paraya alternatif bir mübadele olgusu yoktur. Mülkiyetin ruhu aynı kalmak üzere tüm değerle, işölümünün yarattığı kategoriler ve meslekler önerdiği toplum modelinde korunur. Baş eseri Kapital'in alt başlığı siyasal iktisadın eleştirisidir.Tek hatlı, evrensel ve kaçınılmaz bir süreci dayatır. Burjuvazi tarafından ket vurulan istihdamın ve ilerlemenin önünün kesilmesi konusunda endişelidir. Tüm insan topluluklarının farklılıklarının öncesini inkar edercesine gelişimlerinin sonrasını da aynılaştırır. Nihaî durağını Avrupa kapitalizminin oluşturduğu bir sürecin farklı basamaklarına yerleştirmekte tereddüt etmez. Marks'ın radikal sayılan başkaldırısı, sömürü erk'inin yerini değiştirdiğimizde sermaye rejimini meşrulaştırıcıdır. Bu durum, sanki Marks akıl almaz sömürü düzenine, emek hırsızlığını yaratan fabrikalara, paranın esir aldığı ekonomiye kökten karşı çıkıyormuş gibi bir umut yaratmıştır. Gerçi kendisi Bakunin gibi inançsızlara verdiği cevapta 'sermayenin kaldırılması tam bir toplumsal devrimdir ve bütünüyle üretim tarzında bir değişikliğe yol açar' dese de üretimi finanse eden bir sermaye olmadan fabrikaların nasıl çalışacağı belirsizliğini her zaman korumuştur.  Batı Avrupaya teorik kültürel hegomonya sağlamıştır. Aksine Marks bunları yapmadığı gibi, soldan gelen eleştirileriyle sağın toparlanmasına, kapitalizmin kendini revize etmesine, sistemin ehlileşerek yaralarını sarmasına, emperyalizmin güç biriktirmesine ve adına kapitalizm denilen insan doğasına aykırı icadın yenilmez olmasına neden olmuştur.. Marksizm, kapitalizm dışında 'iş' ve 'emek' kuramına aykırı bir teori değil, emek sömürüsü rejimini sağaltıcı, sanayi endüstrisini kuvvetlendirici, zorunlu çalışmayı kolaylaştırıcıdır. 'Çocukların çalışmalarının yasaklanması büyük sanayinin varlığıyla bağdaşmamaktadır. Gerçekleşmesi olanaklı olsaydı gerici bir adım olurdu. (..) genç yaşta üretken emeğin eğitimle birleştirilmesi bugünkü toplumun dönüşümünü sağlayacak en güçlü araçlardan biridir.'  Gotha'da dile getirdiği eleştirisinin temelinde ilerlemenin engellenmesi, serbest piyasanın üretim anarşisi ve finansal krizleri yaratan merkezi planlama ve önderlik yoksunluğu bulunur. 'Sosyalist toplumu eşitlik alemi olarak düşünmek eski 'özgürlük, eşitlik, kardeşlik' sloganına dayanan tekyanlı bir anlayıştır' der.  Kısaca eşya fazlasında mutluluğu arayan bir refah toplumu ideolojisidir de bunun amacı hayal ettiğimiz demokrasi midir?; buna 'evet' demek mümkün değildir. Zaten 1. Enternasyonelin dağılma nedeni de bu durumu önceden görenlerin zamanında yaptıkları gerçekçi eleştirilerdir. Disiplini her şeyin önüne koyan marksizm, karakteri itibariyle Almandır. Fransızlar ise onu romantikleştirerek sulandırırlar. Sulandırırken de 'özgürlük' vurgularını, insan haklarını, felsefedeki diyalektik arayışlarını öne çıkarırlar. O, bundan hoşnut değildir.  Ölümünden önce en yakınındakileri, damadlarını suçlar : 'Son Proudhonist olarak Longuet ve son Bakunist Lafargue; şeytan görsün yüzlerini!' 
11 Ocak'ta 1883'te Longuet'in karısı olan büyük kızı Jenny ölür. 14 Ocak'ta hizmetçisi Lenchen ile Engels, çalışma odasına girdiklerinde Marks'ın son nefesini verdiğine şahit olurlar. 17 Mart pazar günü cenazesi kaldırılır. Mezarı başında 11 kişi vardır. Eski mücadele arkadaşları Lessner, Lochner, Engels, damatları Longuet'le Lafargue, Alman İşçi Parisi'nden Liebknecht, kimyager Schorlemmer ve biyolog Ray Lankester ve adı bilinmeyen üç işçi..


(1) Gotha, s 39, 51
(2) Seçme yazılar 2/60 Bakuninle aralarındaki farkı anlatır. İki yüzyıl sonra baktığımızda kimin haklı çıktığını fanatikler dışında herkes görür. Buna rağmen liberal ekonomistlerin amentülerindeher dem Marksın vardır. Bu durum anlaşılmaya muhtaçtır ve kapitalizmin yaralarını sarmak için kimin daha verimli olduğunu gösterir.


Not/ İlerleme dedik, dediğimizi açan lirik bir yazıyla sürdürelim : Resmin sahibiyle arasında okunası bir öykü vardır. Bk. YKY Cogito dergisi, Sayı 52 Paul Klee’nin Angelus Novus adlı tablosu için Walter Benjamin’in Tarih Meleği yazısında şunları yazar :  Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarih Meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir.Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek,büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır” 





12 Eylül'ün ardından en güzel kitap kapaklarını İletişimYayınları ve Metis'te gördük. İletişim'in kapakları Ümit Kıvanç, Metis'inki Semih Sökmen imzalıydı. Bu iki arkadaşımız profesyonel yayıncı olmalarına karşın grafiker değillerdi. Buna rağmen son derece kişilikli ve nezih işler ortaya koydular. Konu seçimlerimiz..  



Basın bülteninde yazdığına göre Bilgi Üniversitsi'nde bu hafta bir yayıncılık kurultayı düzenleniyor. Yapılacak altı seanstan birinin başlığı 'Kapak tasarımı; kapak ve ötesi'. Önemli gördüğümüz için kitapla bağlantılı olarak düşündüklerimizi söyleyelim. Eski apartmanlarda, bugünkü gibi ruhtan yoksun girişler yoktu. Binalara adım attığınız anda sahanlığın ardından merdivenleri, basamak ve trabzanları, avize ve aplikleri, modernitenin ürünü asanörü görürdünüz ve daireye girene kadar zihninizi özenli detaylar meşgul ederdi. İyi bir apartman, müze ya da konser gibi tefrişatçısı, kuralları, seramonisiyle kişiyi içine kabul ederdi. Girişteki kanaat, sonrası konusunda insanda bir intiba yaratırdı. Andrei Tarkovsky'nin filmi Solaris'i hatırlatırcasına, mekanlarda insanlar antropomorfik bir sistemin koşullandırmasıyla, görünmez bir elin müdehalesiyle yön bulurlar. Her zaman koridorlardan fazla kapılar, mahiyeti itibariyle gizemlidirler; binanın girişi, romanın ilk cümlesi ya da kitabın kapağı olsun sonrası için saygı ve merak uyandırır. Mimarının malzemeyi, yazarın kelimeyi, grafikerin fotograf, resim ve yazı karakterlerini oldukları yerden temin edip ürününe yerleştirmesi yaratıcılığıyla irtibatlandırılacak şahsi tercihlerinin eseridir. Geçtiğimiz günlerde Reanat Salecl'in Seçme Özgürlüğü adını taşıyan kitabı Metis Yayınları'ndan çıktı. Kısaca özetlersek yazar, 'bizim haklarımız, bize dayatılanları seçmeyle sınırlı' demeye getiriyor. Piyasadaki mallar, siyasal partiler ya da özgürlükler.. Teklif edilenler arasından birini beğenme seçeneğimizle sınırlı da olsa Salecl'in söylediği gibi bunun 'sahte' bir hayat olduğunu düşünmüyoruz. Böyle bir onay kolay bir yaklaşım olurdu. Seçimlerimiz basit elementlerden, harika yaşam formları yaratmaya uzanan bir dizi tecrübenin hazırlayıcısı olabilirler. Doktorlar, kendilerine başvuran ihtiyaç sahiplerini dünyada varolan hastalıklardan birini uygun görerek tedavi edebilirler. Grafikerler, sonsuz renk, font, malzeme imkanı arasında kendi entellektüel birikimlerinin tüm sonuçlarını, hayal dünyalarının zenginlikleriyle bir araya getirerek tasarlarlar.  Sergiledikleri seçimlerle müşterilerine en uygun kombinasyonu yaratırlar. Hayat dediğimiz mucize, Salecl'in teşhis ettiği gibi belki bizi eldeki verilerden bazılarını seçmeye zorlar. Buna rağmen mukayeselerin çaresizliğimizi, içinden çıkılmaz kaderimizi, daraltılmış duvarlarımızı, her seçimimizin bizi kuşatan hudutlarımızı kesinkes belirlediğini söylemek abartılı olur. Öznelerde nesnelerde ; aradaki boşluklar, verilen es'ler, mesafeler, fasılalar tüm ilişkilerde efsunludur. Seçimlerimiz gelişmeye, değişime ve muğlak sınırlarımız yaratıcı, yargılayıcı ve defedici müdahalelere açıktır. Hepimizin küçük katkılar sağlayıp çalışmanın bundan ibaret olduğu basit dünyamızdan, yaşadığımız mekanik hakikat alanından bahsediyoruz. İçinde durduğumuz devasa mekanizmanın rasyonelitesi mucizevidir. Seçimlerimizin impulsif/dürtüsel yaratıcılık imkanları barındıran muhteşem renkli hayatlara açılırlar. Entelektüel dünya kolay etkilenir, tekrarlar ve yayar. Renata Selecl'in düşünme eylemimizde yaratacağı çatlağa karşı seçimlerimizin bireyde eşsiz bir yaratıcılık pratiği barındırdığını ifade edebiliriz. Günah çıkartma rituelleri gibi toplumsal eleştiriye yeltenenlerin şüpheye düşerek bu hâli  görmezden geleceğini hissediyoruz. Her savununun sonunda sentez gerekli midir? Bilmiyorum ama postmodern uygarlığımızın düşünce silsilesinde her şeyi karşıtıyla erozyona uğratmak vardır. İnsan olmanın sorumluluğunu omuzlamış tercihlerimiz, diğer kişilerin muhakeme ve selahiyet imkanlarına şefaatçi olabilir. Yaratıcılık, düşünme, provaktif sanat anlamında seçimlerimiz, yeni kompozisyon ihtimalinin sürekliliğine muvakaat eder. Nietszche, beni öldürmeyen güçlendirir der. Kapitalizmin, sosyalizmden pazar anlamında daha devrimci olması, seçme özgürlüğünün olasılıklarını sürekli artırmasındandır. Renata Salecl'in bizce karamsar olması için hiçbir neden yok; ne var ki, onun seçimi bu!  

http://www.metiskitap.com/catalog/book/5852


İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Türkiye Yayıncılar Birliği'nin birlikte düzenledikleri 6. Türkiye Yayıncılık Kurultayı, 8-9 Mayıs günleri İstanbul Bilgi Üniversitesi Santralistanbul Kampüsü'nde yapılacak.

Herkese açık olan iki gün sürecek kurultayda, "Kitapta Sansür, Otosansür/Fiili Sansür", "Eğitim Yayıncılığının Geleceği", "Kitap Tasarımı: Kapak ve Ötesi", "Akademik Yayıncılıkta Usulsüz Alıntı ve İntihaller", "Yayıncılığa Devletin Desteği", "Kitap Tanıtımı: Reklam mı, İlan mı, Kampanya mı?" başlıklı altı ayrı oturumda konuşmacı olarak katılacak Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilileri, akademisyenler, hukukçular, yayıncılar, eğitimciler, reklamcılar yayıncılığın sorunlarını tartışacaklar. İki yılda bir yapılan Türkiye Yayıncılık Kurultayı'nda alınan kararların büyük bir bölümü Türkiye'de yayıncılık sektörünün temel sorunlarının çözülmesi için önemli bir etkiye sahip. Kurultay sonunda, alınacak kararları içeren sonuç bildirgesi kamuoyuyla paylaşılacak





***





            




Müzayedeler krizi!



Geçtiğimiz günlerde Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) ve Sanat Galericileri Derneği (SGD) ortak bir bildiri yayınlayarak müzayede evlerinin tüm ikazlarına rağmen, keyfi ve sorumsuzca uyguladıkları fiyat politikalarına sert bir dille karşı çıktılar. Konu hakkındaki düşüncelerimiz kısaca şöyle:


Spekülatör ile müzeci, galerici, koleksiyonerler birbirinden çok farklı ahlaki pozisyonları ve 'değer' yaratmak misyonları olan toplumsal yargı odaklarıdır.


Walter Benjamin 'erkenden uyanıp güneşin doğuşunu elbiselerini giymiş halde karşılayan insanlar, gün boyunca başlarının üzerinde bir hâre taşırlar' der. Metafor olarak burada güneşin doğuşu sanat ya da sanatçıysa, 'erkenden uyananlar' olarak imlenen, 'doğan' sanatın yükselişini farkedenler, onu anbean izleyenlerdir. Mesuliyeti alan, riski üstlenen, sanatçıya şahadet edenlerdir. Spekülatör ile müzeci, galerici, koleksiyonerler birbirinden çok farklı ahlaki pozisyonları ve misyonları olan toplumsal yargı odaklarıdır.. Voli vurmak, malı kaldırma, durduğu yerde takla attırmak ise bu oyunun zoraki de olsa kaçınılmaz uzantılarıdır. İnsanlar geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak yeni maddi yaşamlarını, gizemli ortamlarını, kabul edilemez koşullarını da beraber istemeseler de üretirler. Emek, meta olarak pazara girdikten sonra tüm cüreti ve işvesiyle kendisine en yüksek fiyatı verecek müşterisini arar.

Biliyoruz ki işbölüşümü içinde tuttukları mevzi ayrıcalıklıdır.. Dünyada sesini duyurmaya çalışanların, var olma savaşı veren sanatçıların en eşsiz, mutena yol arkadaşları, galericiler ve koleksiyonerlerdir. Ne var ki bu son derece muğlak bir ittifaktır. Çoğu zaman sevgi/nefret sahneleriyle yorulur. Galericisi, inanmış yoldaşı olarak sanatçısıyla birlikte durmuş, yeri gelmiş yormuş ve aldatıcı ötekiliğin sınırlarını çoğu zaman ihlal etmiştir. Payidarın hatırda tutması gerekeni paylaşmak fiilidir.. Marks'ın dediği gibi 'papaza verilen öşür, kutsamalarından daha gerçektir.' (1)  Bundan sonra 'emek' sadece sanatçının değildir; onu ortaya çıkaranın ortak çabası saygıyı hak eder ve ölçülebilir değerin bilinmesini bekler. 

Galericiler, yatırım yapan koleksiyoncuların anlatacak hikayeleri vardır; anılarıyla, müzeleriyle bellek oluştururlar. Çağdaş sanatın koruyucuları, aşıladıkları umut beklentisi, inşa ettikleri ilişkileri, teğellendikleri meta rejimi, beğeni ve seçimleriyle rollerin sürekli değiştiği köle/efendi diyalektiğinin doğrudan failidirler. 



Bugün buradaki karşı çıkış, kuşaklara aktarılacak bu uzun romanda yer alan sanatçısı, galericisi, yayıncısı, koleksiyoneriyle hepsinin ortak hikayesi olacaktır. Gerçi hikayenin acı tatlı anıları vardır ama Adorno'nun dediği gibi taşkın bir sağlık kendi başına uygunsuz bir hastalık halidir. Bu beraberlik, piyasanın standarları içinde ihlallere, tarif edilemez, tanımlanamaz sınırları dışarıdan müdahalelere açıktır. Galericiler ve sanatçılar, dünyamızın aynı zaman dilimini birlikte yaşamış, kavgalarını vermiş, birlikte tarihlerini ve pazarın hengamesinde kullanılacak normları ve geniş zaman kipinde kullanılacak doğruları oluşturmuşlardır. Tam söylediğimiz gibi olmayabilir ama olması ve bilinmesi gereken böyle 'kusurlu' bir dayanışma ruhunun kışkırtıcığıdır. İzleyici, hikaye ister; dram, trajedi, polemik; satılmak için acıları çeken ve öncelikle sözcüklerle mesafe alan sanatın tamamlayıcısıdır. İnsanlara yaraşır varoluşun koşulları yurtta eksikse, sonunda ticari bir ilişki olan kültür endüstrisine bunun tüm hata ve gaflarıyla yansıması kaçınılmazdır. Özel çıkar ile kolektif yarar yeri gelir uzlaşmaz karşıtlıklar, tahamül edilmesi zor ittifaklar oluşturabilir. Kapital'deki teşhis doğrudur:   'İşbölümü, emeğin ürününü metaya çevirir. Ve böylece daha sonra paraya dönüşümünü zorunlu hale getirir. Aynı zamanda da başka bir şeye dönüşme ihtimalini de rastlantıya bırakır (..) Kapitalist, meta değişimi konusunda 'ebedi yasalarla hareket eder (..)  insanoğlunun hiçbir icadı, para kadar kötülük saçıcı değildir.' (2)  Saklı olan değil ama yazılan, kayıtlara geçen 'sanat tarihi' fikirlerin diyalektiğinden çok, ekonominin tarihiyle evrimleşerek moral amaçlarına ulaşır. 

Küratörler sadece uzman, galeriler salt birer işletme değillerdir;  taraf olma sorumlulukları, merkezi belirleme tavırları hayatidir. Kişisel seçimleriyle Türkiye kültürünün geleceğini şekillendirmektedirler. Ülkenin kayıtlarını, görsel hafızadaki yerini siyasilerden daha fazla belirleyicidirler. Zamanüstü  tanıklardır. Olayların bire bir şahitleri olarak ulusal tarihimizi kurgulamakta, işte şimdi, tam da bu anda ileride semboller üstünden tarif edilecek kimliklerimizi çıkartmakta ve  arşivlere aktarılacak 'insanlık' bilgilerimizi tasniflemektedirler. 

Sanatçıyla birlikte ona yön verenlerin ortak eserlerleri oldukları hâl üzerindeliğini hikayelerle korumak savunulabilir bir çabadır ama muhafaza edilebilir bir 'değer' olarak doğmuş/doğacak tüm kurumsal uzantılarda sabitlenemezler. İnsanlar ve eserler aynı rijit meta rejiminin parçasıdırlar. Özne nesne ayrımına mahal vermeyen protokolun mensuplarıdırlar. Artı değerden nemalanan tüm 'emek' hırsızlıkları gibi, kuralsızlığı içinde sıçramalara mahal veren rantın da oyunun parçası olmak zorundalığını kabul etmemiz gerekir. 'Yüksek kültür, vaat ettiği şey var olmadığı için vardır. Kültür ancak, varlık nedenleri sorgulanarak savunulabilir; var olduğu için değil.'(3)  Kapitalizmde 'emek' gasbedilen değerse, öyleyse sermaye rejiminde herkes yeteneğine göre çalacak, pastadan hepsi ihtiyacı kadarını alacaktır da diyemeyiz. Yasanın yetersiz kaldığı yerde yapılacak tek şey, bir arada olmak için toplumsal sözleşmenin kurallarını müzakerelerle oluşturmaktır. Dışarımızdaki savaşa baktığımızda, burası zarafetin en yoğun yaşandığı uygar bir alandır; umutlu olmak için bundan başka neden yoktur!


(1,2) K.Marks, Kapital 1/ 97,123, 147, 209
(3) Adorno K.E 30



Ayca Şen "Badalaris" İsimli İlk Solo Sergisi İle 8-28 Mayıs 2014 Tarihlerinde Merkur'de
Burçak Bingöl, Araba Sevdası, 
Kay Rosen, Galeri Zilberman 
Ekavart, Muzaffer Akyol, Su Akyol

Edward Hopper'le ilgili bir site; Amerikalı sanatçının eserlerini toplu olarak izlemek mümkün
http://www.nga.gov/exhibitions/2007/hopper/introduction/index.shtm



CHP'nin düzenlediği TUSAK toplantısında 'Devletin Kültür Politikası Ne Olmamalı?' başlıklı bir konuşma yapan MSGSÜ Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Burcu Pelvanoğlu, 'Eski Kültür Bakanlarından Sayın Fikri Sağlar'ın kendi konuşmasına başlarken, bu konuşmamı, bir nevi uzmanlığını ortaya koyarak düzeltmesi hayretler içerisinde kalmama neden oldu' diyor.

http://www.radikal.com.tr/kultur/hayretler_icinde_kaldim-1189885





***





1763'de James Watt, İskoçya'da buharla çalışan makineyi buldu. Bu sanayi devriminin ve hâlen sürmekte olan önlenemez hengâmenin başlangıcıydı. Marks, Kapital’de makinalaşmanın ve modern sanayinin doğuşuyla birlikte, ahlâkın ve doğanın, yaş ve cinsiyetin, gece ile gündüzün bütün sınırlarının yıkıldığını söyler. Bugün doğayla girilen mücadeledeki yaşanan kargaşa, tabiatın verdiklerine karşın kazanılan yoksulluk ve süren istilacı savaşlar, dünyadaki zenginliğin yüzde doksanına el koyan yüzde onluk nüfusun eseridir.


Dünyada kadın ve çocuk emeğinin yoğun olarak istihdam edildiği sanayileşmenin ilk dönemlerinde fabrikalarda bir işgünü 16 saattir. Bunu 12 saate çekmek için yıllar süren uzun bir mücadele yürütülmüştür. Altı yaş üstü çocukların sadece gündüzle sınırlanacak çalışma hakkı için verilen savaşlar bile burjuvazinin öfkesine, devlet gücünün şiddetine, kilise ve parlamentosuyla Avrupa sanayicilerinin büyük tepkisine neden olmuştur. Kapital'in 287. sayfasında Hollanda'da yetimler yurdundan alınan 4 yaşında bir çocuğun çalıştırılma öyküsünü anlatılır. Kitabın 278. sayfasından başlayarak anlatılan 'Normal bir işgünü için 14. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar süreçte çıkartılan tüm yasalar örneklerle yorumlanır. Marx, 10 Eylül 1844'te işgünü 12 saate indirildiğinde İngiliz sanayisi için sanki kıyamet günü gelmiş gibi fabrikatörlerin büyük yaygaralar kopardığına dikkat çeker. Feryat eden buruva gazetesi Morning Star sanki tanrıya teslimiyeti ilan edercesine 'Bizim beyaz kölelerimiz mezara girene kadar didinip dururlar, çoğu zaman sessizce eriyip ölürler' diye yazabilmektedir. (269)  Chartistlerin karşı koymasıyla net çalışma saati 8 Haziran 1847'de 11 saate indi. 1 Mayıs 1848'den itibaren de 10 saatle  sınırlandırıldı. (297) Bunlara karşın tarihte çalışma hayatıyla ilgili tüm yasalar egemen sınıfların lehine düzenlenmiştir. Emekçi halkın insanlık dışı yaşam koşullarının ve işgününün kısaltılması için verdiği siyasi kavgaların kazanımları, bugün batıda takdirle çağdaşlaşmanın normları olarak kabul edilir. Oysa demokratik yasaların yürürlüğe konulması için büyük kıyımlar gerçekleşmiş, kuşaklar boyunca mazlumlar tarafından acı bedeller ödenmiştir. Unutmamalıyız ki, bugün kullanımda olan yasaların biçimlenmesi, özlük haklarının resmen tanınması, yalnız işin değil işçinin de devlet tarafından kanunlarla korunması, standartlara kavuşması, çağdaşlık diye bir ölçü biriminin ilan edilmesi, politikacıların erdemlerinin ya da sermayenin ve sanayicilerin vicdanlarının diyeti değildir. Bu durum, işçi sınıfının uzun yıllara yayılmış hak arama mücadelelerinin eseridir.








http://en.wikipedia.org/wiki/International_Workers%27_Day


Zengin İngiliz, yoksulu anımsamış mıydı? Peki ya o hiçbir ulusun övünemeyeceği o hayırsever kurumlar, gerçekten hayırsever kurumlar ne oluyor? Önce proleterlerin kanını emiyorsunuz sonra onlara kendinizi rahatlatırcasına ikiyüzlü bir insanseverlik göstererek sanki hizmet etmiş oluyorsunuz. yağmaladığınız mağdurlara zaten onların olan şeyin yüzde birini geri vererek kendinizi dünyanın önünde kuvvetli iyilikseve olarak gösteriyorsunuz.(..) Doğru, yasa burjuvazi için kutsaldır. Çünkü kendi kompozisyonudur. Kendi rızasıyla, kendi çıkarı ve kendi koruması için yapılmıştır (..) Ama emekçi tam tersi! Emekçi, yasanın kendisi için burjuvazi tarafından hazırlanmış bir sopa olduğunu, çok sık yenilenen tecrübeleriyle çok iyi bilmektedir" Friedrich Engels, İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu; yıl 1845 



Emekçiyi durmadan kendi emek gücünün satıcısı olarak fabrikaya, siyasal gücünün temsilcisi olarak meydanlara getiren şey adına kapitalizm denilen yasanın ta kendisidir. Emek, ancak işçiler toplu haldeyse harikalar yaratır; kâh fabrikalarda, kâh meydanlarda!  Eğer ortada bir kargaşa varsa, bu hunharca talep ettiğimiz malların anarşisindendir. Unutmayalım ki kimse günahsız değil. Sorgusuz sualsiz tükettiğimiz eşyalar, yönelimlerimiz, yönetimlerin toplum üstünde kurduğu ekonomik/politik tahakküm, meta rejiminin insanlık maceramızdaki dayanılmaz ağırlığı bizim seçimimizdir. Yalnız üretken emekçi olmak değil, tüketmek için dünyaya gelen birey olmak da böyle bir çağda şans değil, şansızlıktır.. Zorbalıkların, savaşların, yağmaların tarihin itici gücü olduğu bu dünyada yaşamak için ölümüne çalışmak zorunda olanlar için :

1 Mayıs işçi bayramı kutlu olsun!


1848'deki 'Avrupa'nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor' cümlesini hatırlayın!  Büyük mücaleyele geçen 23 yılın ardından Paris Komünü'nde emekçiler, burjuvaziye karşı ağır bir yenilgi aldı. Barikatlarda yenilen Fransız işçi sınıfı, devrimle birlikte kazandığı 10 saatlik işgünü hakkını tekrar iktidarın öğütme mekanizmalarına iade etti. Fransa'da mecburi çalışma saati, metazori bir kanunla tekrar 12 saate yükseltildi. Marks'ın Kapital'inde koşulların güçlüğü, çocuk ve kadın nüfüsun ayrıca katmerli köleleği, emekçilerin Avrupa'da verdiği mücadele tüm detayları ve müfettiş raporlarıyla anlatılır. İngiltere'de Chartist hareketin ileri sürdüğü taleplerin başında 10 saatlik işgünü bulunuyordu. 1870'lerde 1. Enternasyonel'in New York'a taşınmasıyla hak arama mücadelesi olarak sınıf bilinci ABD'ye sıçradı. 1940'ta Emma Goldman'ın cenazesinin defnedildiği Chicago’'daki Haymarket meydanı, tarihte önemli bir dönüm noktasıdır. Kentaki Luizvil'de 6 binden fazla siyah ve beyaz işçinin birarada yürümesiyle başlayan olaylar bugün bir mayıslarla hatırlanan işçi sınıfı tarihinin başlangıcını oluşturur. O dönemde Luizvil'deki parklar, bahçeler zencilere kapalıydı. O günün basın organları çoluk çocuk, erkek, kadın işçiler ve destek veren halk, sokaklarda hep birlikte yürümelerinin ardından elele Ulusal Park'a girdiklerini yazar. Bölge patlamaya hazır bir volkan gibi kızgındır. Toplanan Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu, 8 saatlik işgünü için 1 Mayıs'ta grev kararı alır. Sendikalar 8 saatlik çalışma saati talebini mitinglerde seslendirirler. 1 Mayıs 1886 günü 340 bin işçi greve başlar. Chicago’da işçiler 3 Mayıs'ta sokaklara çıkarlar. McCormick adlı müteşebbise ait fabrikadan atılan ve grevde olan işçiler büyük bir miting yaparlar. Miting sona ermek üzereyken McCormick fabrika düdüğünü çalarak içerdeki grev kırıcılarını dışarı çıkartır. Grev kırıcılarını protesto etmek için bir grup işçi fabrikaya yönelirler. Fabrika önünde barikat kuran işçilere ateş eden polis, 4 işçinin ölmesine ve onlarcasının yaralanmasına neden olur. 3 Mayıs’ta yapılan bir diğer gösteride 3 grevci öldürülür. Bu olaylar üzerine tepki duyan kitleler her kesimden yüksek bir katılımla 4 Mayıs'ta protesto yürüyüşüne başlarlar. Eylem, akşam saatlerinde Haymarket Square’da son bulur. Bizdeki 1977 Taksim olaylarının bir benzeri yaşanmıştır. Akşamüstü kitlelerin dağılmaya başladığı sırada -ki meydanda 200 kadar gösterici vardır- alanı çevreleyen polis kuvvetlerinin arasında bir bomba patlar ve 15 kişi ölür; 69 kişi yaralandı. Yüzlerce işçi asılsız ithamlarla tutuklanırlar. Bombalı suikastı sendikacıların düzenlediğine ilişkin somut bir kanıt yoktur. Olasılıklar çeşitliydi. Tutuklanan işçilerden sekizi yargılanır. Suikast zanlısı olarak tutuklanan sendikacılar arasından 3’ü ömür boyu hapse mahkûm edilirler. 5 sendikacıdan Albert R. Parsons, August Spies, Samuel J. Fielden, Michael Schwab, Adolph Fischer, George Engel, Louis Lingg ve Oscar Neebe verilen hüküm neticesinde 11 Kasım 1886’da asılarak idam edilirler. Aralarından en gençleri olan Louis Ling, idamlardan bir gün önce intihar etmiştir. Aralarında af dileyip canlarını kurtaranları arşivler unutmaz. Amerikan adaleti, aradan geçen birkaç yıl sonra yargılamanın hukuksuz ve kanıtsız yapıldığını kabul etti. Canı alınan bu insanlarin itibarları adalet tarafından iade edildi. 


Olayların olduğu sırada Marks'ın küçük kızı Tussy ve eşi Aveling 31 Ağustos 1886'da bir dizi konferans vermek üzere Amerika'ya gelirler. Tussy, 'burada sosyalizm çok fazla Alman' diye yazar. 5 Kasım 1886'da Chicago'da Cook Country Cezaevi'nde hüküm giymiş anarşistleri ziyaret ederler. 'Bu adamlar idam edilirse cinayet olur. Ben anarşist değilim ama anarşist olmadığım için de bunları söylemek mecburiyetim' diye gazetecilere açıklamada bulunur. (burada sosyalizmin Alman mı, İngiliz mi, Amerikalı mı olacağı konusunda feminist tarihi ilgilendirecek epey polemikler yaşanır) Amerika'da İşçi Sınıfı Hareketi / The Working Class Movement in America'yı eşiyle birlikte kaleme alır; bilinçlendirme seminerlerine katılır. Chicago'daki idamların üstünden üç yıl geçmişti ki, 1889`da Kautsky'nin liderliğinde Paris'te toplanan İkinci Enternasyonal, Fransız bir işçinin önerisiyle 1 Mayısın tüm dünyada birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlanmasına karar verir. Ayrıca kurultay işçi ve emekçilerin günde 8, haftada toplam 48 saatten fazla çalıştırılamayacakları konusunda mücadele kararı almıştır. Süreç devam ederken 1 Mayıs 1891'de Fransa'nın Fourmies kentinde yürüyüş yapan işçilerin üstüne polis ateş açar; sekizi 21 yaşından genç 10 işçi, güvenlik gerekçesiyle katledilir. Bu olayın ardından 1 Mayıs, Avrupalı emekçilerin ortak mücadele tarihinin kalıcı bir simgesi olur. Fourmies dramından birkaç ay sonra Brüksel’de toplanan Sosyalist Enternasyonal kurultayı, 1 Mayıs tarihini tüm dünyada emek için hak arama ve direniş günü olarak ilan eder. 


Haydmarket olayları derin izler bırakmıştır dünya demokrat kamuoyu üzerinde. 1892'de Kropotkin kendisine hayranlık duyan büyük bir kitlenin talebiyle Amerika'da bir dizi konferans verir. 1 Mayıs 1892 yılında, Londra Hyde Park’da yüzbinden fazla işçinin katıldığı bir miting yapılır. Mitinginde bu defa Marks'ın kızı Tussy'nin yanında anma günü için Amerika'ya gelen yaşlı Friedrich Engels de vardır. General tüm hayatı için mücadele ettiği değerleri ölümünden önce onları savunacak kitlelere emanet eder. Bu tarihten sonra kademeli olarak başta İngilte'deki 'Kanlı Pazar' olmak üzere çeşitli olaylar yaşanır. 1 Mayıslar burjuvazinin kâh delaleti, kâh inayeti ya da hiyanenetiyle işçi bayramı olarak kutlanır; törenler, rituellerle yaygınlaşır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan Versailles Barış Antlaşması'yla ise taraf devletlerin 8 saatlik işgünü ya da haftada 48 saatlik çalışma kuralına uyacağı taahhüt altına alınır. Son kertede batı uygarlığında eşitsizlikleri törpüleyen ve kapitalizmi bugün de yaralarını onararak yaşatan demokratik temayül, zıtların birliğinin, tarafların mutabakatının, yaşamın karşıt iki unsurunun birarada bulunmasıyla süreklilik kazanmıştır.  Avrupa uygarlığı yalan cennetler kurmuştur, yapadır, sahtedir, riyakardır ama bu riyaya bizim de bugün uzlaşma kültürü ve demokrasi adına ihtiyacımız vardır.

1 Mayıs'ın Osmanlı Devleti'nde başlayan öyküsünüyse Ayşe Hür iki farklı yazıda çok güzel anlattı; onlara da buradan ulaşabilirsiniz :
http://www.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/1-mayis-iscinin-emekcinin-bayrami/16051 http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/isci_sinifinin_63_yillik_taksim_israri-1188829

Ayrıca bk: Tussy Marks, Eva Weissweiler Biyografi

Sanatatak, Eduardo Galeano'nun Haymarket'le ilgili sitemlerini yayımlamış. Güzel bir yazı ne ki, teknoloji çağında Afrika atasözüne güvenip tarih yazımına çok da haksızlık yapmamamız gerekir. Tarihe geçen o güne ait arşiv kayıtları şu sitede var. http://www.chicagohs.org/hadc/manuscripts/mantoc.htm
http://sanatatak.com/view/1-Mayis-Kutlu-Olsun/843





***







Ali Dayı bugün ne giydi?

***