Bu Blogda Ara

1 Nisan 2014 Salı

Not Defteri / Nisan 2014







Yaşamın somutluğunu reddetme pahasına özgürlüğü ve kurtuluşu soyut bir temsili sistemde ararız. Semboller üzerinden isimler, isimler üzerinden tutkular ve davranışlar şekillenir. Tecrübeler bile simgesel düzendeki konumlarımız ve mesafelerimizle ortaya konulur. Verimliliği deneyimlenebilir bir materyal olmasıyla 'iş', bilimin konusu olabilecek 'çalışmak' ve bir kendilik hali olarak 'emek', meta rejiminin asli konusu olsa da, benim meselem olabilir mi?

Fikri mülkiyet gibi emek de kutsaldır ama niye kutsal olduğunu derinlemesine irdelediğimizde kendimizi inkar eden bir konumda bulabiliriz.. Eşyaların insanları tutsak kıldığı böyle bir dönem, dünya için olağanüstü, doğa için kendi varlığına yabancılaştırıcıdır. Görünür haliyle toplum, ucu açık soruları bağrında potansiyel olarak taşır. Oysa, cevaplarını ertelediğimiz tüm unsurlarıyla kabul edilemez bir zaman dilimini paylaşırız. Memnun olmadığımız bu düzeni kurmak ve idame ettirmek için işbölüşümü içinde yaşadığımızın çok da ayırdına varamayız.. Abartarak takdir ederiz ama doğal bir insan etkinliği değildir üretmek. Yaşamanın yerini çalışma, vicdanın yerini hukuk gaspetmiştir. İşin, işçinin, ezen ve ezilenin, sömürünün, talanın ve ilerlemenin olmadığı zamanlardaki gibi bir dünya imkanıysa hâlâ mevcuttur; yeter ki iste!





***





Ali Dayı bugün ne giydi?


Marks'la aynı mezarda gömülü olan Helena Demuth'u tanır mısınız?

Ercan Kesal gibi yürek burkan, ağır sarkastik gözlemler değil, insan psikolojisine ait masumane yazılar yazan Alper Hasanoğlu, pazar günü Marks'ın gayrı meşru evladı Friedrich'in doğumuna yol açan süreçten bahsetmiş. Bazılarımız hayata kendilerinden önce yazılmış bir hikayenin tüm ağırlığı ve önlenemez sakatlığını yüklenerek mağlup olarak başlar. Yetimler yurdunda büyüyen çocuğun hikayesi tam bir dramdır. 2011'de 12.İstanbul Bienali'nde sanatçı Milena Bonilla, ufuk açan bir eser olarak Marks'ın mezar taşını sergilemişti. Orada ​hizmetçileri Helena Demuth'un, Karl Marks ve eşi Jenny'le aynı mezarda gömülü olduğunu görürüz. Vefakar Helena, Marks'ın küçük kızı Tussy'nin biyografisinde anlattığı gibi aileye ikinci annelik yapan kimsesiz bir emekçiydi. Aile içinde 'Lenchen!' diye anılırdı. Hem Jenny -pek bilinmese de- hem de Marks iki yıl arayla onun kollarında ölmüşlerdir. 1890 yılındaki cenaze töreninde Engels, hüzünlü bir konuşma yapmıştır. (Gözatmak isterseniz, mezar taşının fotografı ve konuyla ilgili teferruat 12. Bienal eleştirimizin yer aldığı aşağıdaki linkte vardır.) Soru şu; libidinal enerjinin bir kategorisi olan Marks'ın bu önlenemez davranışı, insani zaaf olarak mı yoksa doğal bir gerçek olarak mı görülmelidir? Bu sorunun ne yazık ki 'doğru' cevabı, toplumun kuruluş mantığıyla ilgili eğri hakikati dile getirmenin ötesine geçemeyecektir.

http://en.wikipedia.org/wiki/Helene_Demuth


***










Avrupa'da bu hafta sonu çeşitli etkinliklerle William Shakespeare'in doğumunun 450. yılı kutlanıyor..


Avrupa'da bu hafta çeşitli etkinliklerle William Shakespeare'in doğumunun 450. yılı kutlanacak. (26 Nisan 1564 – 23 Nisan 1616) Cumhuriyet Kitap'ta Efdal Sevinçli de Türkçe'de Shakespeare'in Osmanlı döneminden bu yana yapılan çevirilerinin kaynakçasını yayımladı. Makalenin başlığı 'Özdemir Nutku'nun çevirileri eşliğinde Shakespeare'in Türkçe yolculuğu'. Arşiv bilgisi olarak önemli bir derleme. Cum. Kitap 17 Nisan 2014 sayı 1261 Ne yazık ki bu önemli derleme net ortamında mevcut değil.
William Shakespeare'in 'iyi', Adolf Hitler'in 'kötü' olduğu konusunda fikir birliğimiz var. Ancak onların 'kim' bizim 'ne', zaaflarımızın ve akli merkezimizin neresi olduğu hakkındaki kanaatlerimizse belirsizliğini koruyor!


Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.

Shakespeare 66. Sone, çeviri Can Yücel


http://www.youtube.com/watch?v=E1cPZGpih08
http://shakespeare.mit.edu/
http://www.shakespearesbirthday.org.uk
http://www.dergahyayinlari.com/?q=node/142&page=2





***





Tarihe ait olan bugüne de aittir.. 

Karaköy'deki Galeri Mana'da bu günlerde Yunan ve Romalılardan kurtulma senaryoları masaya yatırılıyor. Modern mitler, arkeolojik buluntular, Çin'den buraya uzanan antik model sütunların hikâyesini serginin küratörü Christiana Perrella ve Arnavut sanatçı Adrian Paci konuştu..
http://www.radikal.com.tr/kultur/tarihe_ait_olan_bugune_de_aittir-1188285

Hayatın illüstrasyonu 
Yuvarlanıp Gidiyoruz llüstrasyonlarıyla tanınan Beril Ateş yeni sergisinde insanlara dayatılan seçimleri ve sonrasını sorguluyor.
http://www.radikal.com.tr/kultur/hayatin_illustrasyonu_yuvarlanip_gidiyoruz-1188458

'Şu rezil dünyada' bir nefes..
"Kötülüğün her seferinde içimize işlemediği başka bir zamana sığınmak isterdim" diyen ressam Aslı Işıksal, Ankara Atlas Sanat Galerisi'nde açtığı 'Kötülük Çiçekleri' başlıklı serginde 'yeni bir nefes alanı oluşturmaya çalışan' günümüz bireyinin naif dünyasını deşifre ediyor. http://www.radikal.com.tr/hayat/su_rezil_dunyada_bir_nefes-1188250

Asık suratlı bir felsefem var!
Ressam Bahadır Baruter 'Evim Evim Güzel Evim' başlığı altında hazırladığı çarpıcı ama ürpertici resimleriyle bir kere daha 'aileyi' didik didik ediyor. "Evin içinde hep karanlık, zayıf bir nokta vardır" diyen Baruter'le bu hafta açılacak sergisi öncesi bir aradaydık
http://www.radikal.com.tr/hayat/asik_suratli_bir_felsefem_var-1188732


Hepimiz hayatımızın lideriyiz!
Sakıp Sabancı’nın mirası ve kişiliği, 10. ölüm yıldönümü vesilesiyle Kutluğ Ataman’ın yorumladığı büyük bir Türkiye mozaiği halinde SSM’ye taşındı. Ağırlığı iki tonu bulan ‘Sakıp Sabancı’ isimli eserde 30 bine yakın insanın portresi kullanılıyor. Yapıtta Güler Sabancı ve Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer’in de imajları kullanılmış.

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kultur-sanat/66049/_Hepimiz_hayatimizin_lideriyiz_.html




***





Hatırladığımız gibi söylersek: Kropotkin, kurumların, bireyler, yurttaşlar üzerindeki baskılarının ortadan kalkması gerektiğini söylerken, gerçekte olması gerektiğinden daha mükemmel insanlardan bir toplum arzuladığımızı zannediyorlar. Sanki bir melekler konfederasyonu. Hayır, bin kere hayır! Biz yalnızca insanları olmasından daha fazla çaresizliğe maruz bırakıp, devleti arkasına alarak kötülük işlemeye meyilli insanların oluşabileceği bir baskı rejimine dönüşmesini, insanların eliyle yaratılan bir canavarın gıdası olmalarına karşı çıkıyoruz diyor.




Evgeny Bronislavovich Pashukanis  23 Şubat 1891 de doğdu Eylül 1937'de öldüğü zannediliyor. Stalin terörünün husumetine uğrayan ilk kuşaktan kalan son mohikandı. Önlenemez şekilde yükselişi, davranışlarının kapalı guruplarda tekrar nüksetmesi, teorilerinin otoriter rejimlerde metastaz yapmasıyla Sovyet diktatörlüğünün tarih kitaplarından adı kazınmış kıyıda kalmış bir örneğidir. Etkinliğini, anlamından yoksun bırakan bazı kişiler, kendi çıkarlarını herkesin çıkarı gibi gösterebilmek için her zaman yardım isterler ve isteyeceklerdir. Hayatı incelemeye değer..

http://en.wikipedia.org/wiki/Evgeny_Pashukanis


Evgeny Bronislavovic Pasukanis 10 Şubat 1891 tarihinde, Kalinin yakınlarındaki Starica’da, Litvanyalı bir köylü ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Hukuk okudu ve 1912 yılında Bolşevik oldu. Stucka’nın hukuk danışmanlığını yaptı. 1920 yılında emperyalizm üzerine bir çalışma yayımladı. 1924 yılında ise temel eseri olan Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm’i yayımladı. 1929 yılında, devletin sönümlemesine ilişkin görüşlerini inkar etmek zorunda bırakıldı. Devrim sonrası ortaya çıkan en seçkin hukukçu olarak değerlendirilen Pasukanis, Moskova Hukuk Kurumu’nun yöneticiliğini ve Komünist Akademi’nin başkan yardımcılığını yaptı. Adalet Komiseri Yardımcısı olarak, Başkanı olduğu Komünist Akademi Hukuk Bölümü üzerinde önemli etkisi olan, SSCB için yeni bir ceza kanunu tasarısı hazırladı. Ancak kaybolması ve yerine Vysinskij’in getirilmesi, Stalin’in görüşleri için önemli bir engel olan bu ‘‘liberal’’ tasarıyı boşa çıkardı. Devletin sönümlenmesi konusundaki en etkili kuramcı olmayı sürdüren Pasukanis daha Ocak 1937’de, Pravda’da, doktriner nedenlerle şiddetli biçimde saldırıya uğramış ve Nisan’da ‘‘halk düşmanı’’, ‘‘yıkıcı’’ vb. Olarak damgalanmıştır. Daha sonrasındaysa beklendiği üzere ansızın kayboldu. Vicdanın yerini alan güdük bir zümresel hukukun yazılmasına nedn olduğu için işlevini tamamladıktan sonra ortadan tümüyle kalkması hayret verici değildir. Verdiği hizmetlere istinaden sonunun kurşuna dizilmek olduğunu tahmin edebiliyoruz.

Pasukanis, kitabının 2. baskısına yazdığı önsözde "Marksizm hukuk genel kuramı eleştirisi(nin) henüz başlangıç aşamasında" olduğunu söylüyordu. Almanca baskıya önsözde de, kitabını "burjuva hukuk biliminin metafizik, biçimsel-mantıksal veya en iyi ihtimalle tarihsel-evrimci yönetime karşı, maddeci-devrimci bir diyalektik yöntem geliştirme görevinin yerine getirilmesi yolunda alçakgönüllü bir girişim" olarak tanımlıyordu. Ne yazık ki, bu alçakgönüllü girişim, Sovyet Devrimi'nin aldığı yönelim nedeniyle hem siyasal hem de hukuksal bakımdan kadük kalmış ve bugün dahi Marksist hukuk genel kuramı eleştirisi henüz başlangıç aşamasını aşamamıştır. Proletarya Diktatörlüğü paradigmasını gözönüne alırsak aslında Pasukanisin hukuk kuramını eleştirmenin temelde geç kalınmış bir Marksizm eleştirisi olacağı da apaçık ortadadır.
Evgeny B. Pasukanis'in Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm çalışmasının yetmiş beş yıl sonra yeniden okunması, çağdaş Marksist yazının sürekli kendi içine/üzerine kapanarak, tamamen kapalı bir dile ve hava geçirmez bir tartışma alanına sıkışmasının sakıncalarını bertaraf edecek; Marksizm'de incelenmesi gereken, örneğin hukuk gibi, büyük ve gerçek sorun alanları olduğunu ortaya koyarak hatırlatması bakımından yararlı olacak; bunun yanı sıra, hukuk alanında çalışan ve düşünsel olarak hukukun deli gömleğine girmeyi sürekli reddeden, ancak hukukçu olma pratiklerinin zorlaması altında bunalan hukukçuların, eleştirel bir hukuk kuramı üzerinde çalışmalarının önünü açabilecek bir girişim olduğu iddia ediliyordu..





***




Emeğin bileşiminde sermaye vardır; üretimin temelinde biriktirilmiş emek ve artı değer vardır. Eğer 'emek' bir değerse, mübadelede özdeşliğin para ya da başka bir enstürmanla sağlanmasının hiçbir hükmü yoktur. Tahrif ettikleri gibi Kapital'in sola yamanabilecek eşitlikçi alternatifi ya da Ekonomi Politik'in sosyalist kuramı olmaz; özü itibariyle bunlar burjuva bilimidir. Emeğin tahakküm altına alınma süreci üzerine pek düşünmeyen politik felsefenin sadece özgürlük ve eşitlikler üzerine kafa yorması çok da anlamlı değildir. Ya en acımasız maddi koşullardan yola çıkıp düşünceyi oluşturursunuz ya da afaki bir düşünceden hareketlenir maddi koşullar üzerine ahkam kesersiniz. Yerli temsilcilerinin aksine Deleuze, "ben metafizikçiyim" der. O, idealizmine sahip çıkarak her fırsatta teorisini doğrulamış bir düşünürdür.. Ne ki, Eleştiri, sadece sözle davranış arasındaki uyumsuzluktan rahatsız olmaz; tutarsızlıklar da eleştirmenin asli konusudur..





Sanat, Hayat, Devrim, Marksizm' başlığıyla bu hoş cümleyi yayımlayan e-skop'cu arkadaşlara Deleuze'ün ne demek istediğini sorabiliriz: Bu "Marks'ınki kadar iyi'"denilen 'para' kuramı, Marksın hangi eserinde mevcuttur? Sakın ismine aldanıp 'Kapital!' demeyin; böyle bir kuram orada da yoktur! 


http://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-sanat-hayat-devrim-marksizm/1903


'Entellektüel' Skop, Deleuze'den bir alıntı yapmış : '(..) Devlet ancak ötesiyle, tek dünya piyasasıyla ve berisindekilerle, azınlıklarla, oluşlarla, "insanlarla" ilişkili olarak düşünülebilir. Ötede hüküm süren paradır, iletişim kuran odur ve bugün bizde eksik olan, bir Marksizm eleştirisi değil, Marks'ınki kadar iyi olacak ve onu sürdürecek modern bir para kuramıdır" diyor. (1)  Oysa Marks, Grundrisse'de Proudhon'a verdiği uzun cevapta ifade etmiştir: " (..) ürünün değişim değeri ürünün yanında parayı üretir. Paranın varlığından ileri gelen karışıkların ve çelişkilerin, paranın biçimini değiştirerek ortadan kaldırılması nasıl olanaksız ise değişim değeri, ürünlerin toplumsal biçimi olarak kaldığı müddetçe, paranın kendisini ortadan kaldırmak da olanaksızdır."


İnsan hayret ediyor. Marks'ın üç ciltlik Kapitali ve Grundrisse dahil tüm sermaye hareketleri eleştirilerinde böyle bir 'para' kuramı ve iddiası yoktur. 3 Ciltlik Kapital'in amacı ve alt başlığı hüküm sürmekte olan  'siyasal iktisadın eleştirisi'dir. Kapital 2/58'de Para'nın ne olduğunu zekasının tüm bonkörlüğüyle açık seçik beyan eder: "Değerin, artı değer doğurması, sürecin yalnızca başlangıcı ve sonu olarak ifade edilmemekte, göz kamaştırıcı para-biçimi ile apaçık ortada durmaktadır". Sömürünün kaynağı olduğunu beyan ettiği artı değer, apaçık Para biçimiyle ortada dururken Marks, kendi kuramını inkar edercesine alternatif bir 'para' kuramını nasıl ve ne hikmetle icat edecektir!  Deleuze'ün herhalde kastettiği Fransız yurttaşı Proudhon'un Mutualizmi, karşılıklı yardımlaşma ya da takas ekonomisi üzerine Marks'ta olacağını tahmin ettiği bir anti kapitalist yaşam enstürmanıydı. (Bk.2) Deleuze'e sorma imkanına sahip olmasak da Sanat, Hayat, Devrim, Marksizm' başlığıyla bu hoş cümleyi yayımlayan e-skopcu arkadaşlara beğendikleri bu cümlenin ne anlama geldiğini sorabiliriz.


Marks, Sayfa 170 Grundrisse'de "Açıkça para sistemi, gerçekte eşitlik ve özgürlük sistemidir. Sistemin gelişmesine engelleyici olarak çıkan şey onlarda içkin bozukluklardır" der.. Deleuze'ün, EPEK'teki Biottigelli'nin olduğu kadar Grundrisse'de Sovyet Devlet Enstitüsü'nün yazdığı resmî önsözleri okuduğu kesin. Bu abuk iddiaların biliyoruz ki, kaynağı onlar. Ancak, bu iddianın peşinde gidenlerin kitabın tamamını ve ekonomi politik kurama ait Marks'ın diğer eserlerini okumadıkları ortada..



Kapitalizm, komünizm, Sovyet yahut Nasyonal Sosyalizm ya da Faşizmin izlediği politikalar mutlaka farklıdır; ne ki, hayata geçirdikleri ekonomik uygulamaların detaylarına baktığımızda eşyanın üretim biçiminde, paranın emeği satın alma şeklinde, çalışmanın mecburiyetinde ve ülkelerin sanayileşme amaçlarında; kısaca artı değeri yaratan emeğin sömürüsünde bir farklılık göremeyiz. Bugün için eşya üreten her rejim artı değerle birikim ve büyüme sağlar. 'Ekonomi biliminde hiçbir duyulmamış buluş yoktur' diyen Marks, artı değeri ısrarla bir matematik metaforuyla açıklar; 'para, sermayenin büyüme difransiyeli!'


Alman İdeoloji'sinde Marks şöyle söyler : (..) 'üretimin düzenlenmesiyle yani insanın kendi ürününe karşı yabancı tutumunun kalkmasıyla arz ve talep ilişkisinin gücü hiçe iner ve insanlar, değişimi, üretimi ve karşılıklı ilişki tarzlarını yeniden denetim altına alırlar.' (s 61) Marks'ta, Engels'in de gayet güzel dile getirdiği gibi 'düzenlenme' ediminde; işin amelinde proletarya diktatörlüğünün zoruyla üretimin merkezileşmesi vardır. Gotha'da ifade ettiği  'genç yaşta üretken emeğin eğitimle birlemesi' ya da nasıl olacağını bilemediği 'sınıf farklarının ortadan kaldırılmasıyla, bu farklardan doğan her türlü toplumsal ve siyasal eşitsizliğin kendiliğinde ortadan kalkması' (s33) vardır. Ama Para'nın ortadan kalkması yönünde çekingen de olsa bir teşebbüs, üstü kapalı da olsa farklı bir mübadele etiğine doğru seğirten işveli bir formülasyon yoktur. Eşyanın tabiatı itibariyle üretim biçimini aşan böyle bir uygunsuz teklifi onun ağzından işitmek imkansızdır. Deleuze'u Guattari'yle birlikte yanılgıya sürükleyen şey Marks'ın Ekonomi Politiğin Eleştirsine Katkı'da yer alan 'Paranın Ölçü Birimi Üzerine Teoriler adıyla açtığı başlıktır. Aslında sorun biraz da 'teoriler' kelimesinin yanlış seçilmiş olmasına bağlıdır. Birinci Kısım'da geçen Sermaye'nin bölümlerinin incelendiği bu kısım sadece kendinden önceki iktisatçıların para üstüne yaptığı analizleri kapsar. Bu hatalı başlıktan 1957'de önsözü yazan Emile Botigelli garip bir çıkarsınım yaparak işgüzarca 'Marks'ın para teorisinin en ayrıntılı açıklamasını bulmaktayız" diye yazar. Ne var ki Marks'ın yaptığı sadece paranın ve buna bağlı sermayenin -ne olacağına değil- ne olduğuna dair kapsamlı bir analizdir. EPEK'e 1859'da yazdığı girişte Engels'in vurguladığı gibi "Ekonomi politik, çağdaş burjuva toplumunun teorik tahlilidir ve bu bakımdan (tüm para kuramları ecg) gelişmiş burjuva kurallarını varsayar". Marks, Kapital'in 3. cildinde de 'Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci' başlığında, geçmişin tahlili yapar, olmuş olanın analizlerini sürdürür. Bottigelli'nin 1957'de yaptığı bu amacını aşan aymazlığın evvelki kaynağı 937'de Grundrisse'ye önsöz yazan Markizm-Leninizm Enstitüsü'dür. Burası devlet güdümündeki propaganda işlevi olan bir Rus kurumudur. Marks'ın özgün yapıtının el yazmaları, Engels'in düzeltmesiyle Neue Zeit'in 18 Aralık 1857 ve 29 Kasım nüshalarında yayımlanır. 1858'de ikinci defa redakte edilip tekrar yayımlanan makaleyle de, yine yazının orijinali uyumsuzdur. Bu saklanabilecek bir durum değildir; bunu tespit eden SSCB'li uzmanlar, Grundrisse 1/17. sayfasına şerh olarak düşerler) Marksizm, bulunduğu döneme ait hakları gasbetilen emekçiler için sömürünün kaynağına ışık tutan bir politikleşme aracıdır; geleceğe ait şaşmaz bir tasavvur, apokaliptik bir çağrı değildir. Günün rasyonelitesi içinse sanayileşme ve ilerlemedir; eşitsizliğin ortadan kaldırılmasının imkansızlığını bilerek üretimde farklılık ve özgürleşme değil, bölüşümde, paylaşımda farklılıktır bk. s28/35/50 Gotha'da sonradan 'bunlar eski martavallardır' dese de paranın olamayacağı tahayyülü, ancak yıllarca önce Belçika'da kaleme aldığı elyazmalarında (Saint Simon'un Glob'undan biraz kopya çekmiştir) görülür; orada hülyasını kurduğu yeni toplumu tanımlar. Alman İdeolojisi kitabında 'bugün bu işi, yarın başka işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirmen olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağı yaratır' cümlesini kullanır. Ne var ki cennetvari metaforlar, gençliğinde yazıp daha sonra "farelerin kemirici eleştirsine terk ettiği" (deyim kendisinin) bu kitapla sınırlıdır. Bilir ki Marks 'fikirler, belirli tarihsel durumu aşamazlar. Onlar sadece bu duruma uygun düşen fikirleri aşabilirler. Gerçekte fikirler hiçbir şey gerçekleştiremezler'. Taşıdığı bilimsel yöntem dolayısıyla Marksizmin toplumun hareket yasalarına ulaşmada ayrıcalığı olduğunu söylerler. Ancak Marks'ın (siyasi tahlillerini değil) ekonomik teorilerini okudukları meçhul olan Sovyet yöneticiler bunları rasyonel bir tarzda örgütlemek yerine kendilerinin kolhoz, solhoz vd. icat ettikleri yerel örgütlenme tarzlarıyla yetinmişlerdir. Marks'ın karmaşık tahlillerinden bir kabul yaratma zahmetine girme gibi bunları yeni formlarda pratikte uygulama telaşında zaten hiç olamamışlardır. Deleuze'ün aradığı bu tür uçuk fikirler 18. yüzyılda İngiliz ve Fransız işçi hareketleriyla serpilmiş, pratikte 1871'de ortaya çıkmıştır. Fransa'da Pierre-Joseph Proudhon gibi bazı düşünürlerle bağlantılı olarak mülkiyet karşıtı tezlere eklenerek anarşistlerse sahiplenilmişlerdir. Marks'ta karşılıklı yardımlaşmayı, doğadaki sembiyoz ya da cemaatlerdeki mutualist ilişkilerin net ve çok da doğru konumlandığını söyleyemeyiz. 1843'te Paris'e göç ettiğinde Hegelci felsefeyi siyaset aracı olarak kullanarak pratiğe geçirmek, işçi emeği retorinin zenginleştirmesi ve özel mülkiyetin yerini sosyalizme bırakması fikri Fransızlardan ilhamla gelişir. Önce Hegel'in asistanı Gans'ın üzerindeki etkisi, Feuerbach katkısı ve sonra Paris'te Proudhon vd. tartışmaları anlamlıdır. Dersini çalışan bir öğrenci gibi defterlerinde bolca Buret'den alıntı yapar. 1844 Elyazmalarında gördüğümüz üzere Marks'ın ekonomiye girişinde önemli bir hocadır Eugéne Buret. "Fransız ve İngiliz sosyalistlerinden başka Alman sosyalistlerinden de yararlandım" der. Adam Smith'in 'sermaye biriktirilmiş emektir'i aynen kopyalar. Öncelikle felsefecidir ve ekonomiye Engels'in etkisiyle girmiştir. 'Olduğu ve Olması Gerektiği Gibi'nin yazarı Weitling, Marks 'dogmatik soyutlama' dediği sosyalizme mesafeli dururken ilk proletaryanın kuruluşundan bahseden yazardır. (1) Bu dönemle birlikte yeşeren kanaatlerinde bir ucu Darwinci rekabete dayanan emek/sermaye mücadelesinde sanki güçlünün kazanacağı, zayıfın eleneceği, diğer ucu Saint Simon'a çıkan mekanize bir toplum bir öngörüsü hakimdir. Bir adaya düşen Robinsonu eleştirisinde "Uydurmacılığa düşmeksizin bir başlangıç durumuna göndermede bulunmak olanaklı değildir. Öyleyse ne önsel olarak tanımlanmış bir insan özü sözkonusu olabilir. Ne de yeniden bulunması gerekecek bir ülke" der. Gerçekçidir. "İşbölümü sayesinde, faaliyet ile maddi faaliyetin, keyif çatma ile çalışmanın, üretim ile tüketimin farklı farklı bireylerin payına düşme olasılığı, hatta olgusu ortaya çıkar. Bunların birbirleriyle düşmemelerinin tek yolu bizzat işbölümünün kendisinin ortadan kaldırılmasıdır" demesine karşın bilir ki, muhayyel fikre rağmen gelecekte insanlar kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak maddi yaşamlarının yeni biçimlerini de üreteceklerdir. Buna bağlı kolektif yaşam anlamında komünizm, onun yakın gelecek düşüdür ama insanlığın nihai ereği değildir. (1844/67) "İnsan, öteki canlıların yanında, tümel olarak üretim etkinliğinde bulunma ayrıcalığına, kavram oluşturabilme kapasitesine sahip, ürettiği üzerine düşünebilen tek varlıktır" Kapital 1/348-49 sayfalara bakma imkanımız olursa 1844'te bu söylediklerinin 20 yıl sonra devamını nasıl getirdiği görülebiliriz.


"Metaın doğrudan doğruya para olduğunu, ya da metaın içerdiği bireyin özel emeğinin doğrudan doğruya toplumsal emek olduğunu iddia eden dogmanın doğru olabilmesi için, elbette ki, bir bankanın buna inanması ve işlemlerini buna uydurması yetmez. Tam tersine, bu gibi durumlarda, pratik olarak eleştiren, iflastır. Gray’ın yapıtında gizli kalan ve bizzat kendisinin göremediği şey, emek-paranın kulağa iktisat terimi gibi gelen içi kof bir sözcük olduğu ve bunun da, paradan kurtulmak ve şöyle bir iyi niyetli arzuyu ifade ettiğidir: paradan kurtulmak, ve parayla birlikte değişim-değerinden kurtulmak, ve değişim-değeri ile birlikte metadan kurtulmak, Gray’dan önce yazmış olsunlar, Gray’dan sonra yazmış olsunlar, bazı İngiliz sosyalistleri, bunu lafı dolandırmadan ilan etmişlerdir. Ama, parayı kötülemenin ve metaı da göklere çıkarmanın sosyalizmin özünü teşkil ettiğini, büyük bir ciddiyetle iddia etmek ve böylelikle sosyalizmi, meta ile para arasındaki zorunlu ilişki gibi ilkel bir bilgiden yoksun kalmaya mahkum etmek, Bay Proudhon’a ve onun okuluna düşecekti". (K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 112) 1858

"Metalarda bulunan emeğin bu ikili niteliğine ilkönce işaret eden ve eleştirici bir yaklaşımla inceleyen ben oldum" diyen Marks (K1/56) emeğin iki yönlü niteliğini; kullanım ve değişim değerleri arasındaki farka dikkat çeker. Diyalektik materyalizmin karşısındaki düşünürler ticari sistemi ehlileştirmek adına doğal bağlar kurmaya çalışırken, o, tarihten neş'e içinde ayrılabilme imkanından bahseder. Bir sonraki kuşakta Kropotkin'in içinde hayat bulduğumuz ekonomiye indirgeyerek anlamaya gayret gösterdiği doğa gözlemleri, sonuçları itibariyle Darwinden daha isabetlidir. Mutualizmde Proudhon'un kooparatifler, takas bankası, federasyon, karşılıklılık sistemi, özgür ortaklık, gönüllülüğe dayanan sözleşme tekliflerinin yanısıra kategorilerinde emeğin, adı para olmayan çeşitli evraklarla takası, kredi ve para reformu gibi konular bulunur. Mülkiyet olanaksızdır, çünkü despotluğun anasıdır diyen 1840 tarihinde basılan Proudhon'un kitabı herkesi etkilemiştir. 1846'daysa Marks, kendisine Sefaletin Felsefesi adlı yeni kitabını eleştirmesi için gönderen Proudhon'a Felsefenin Sefaleti yazılarıyla uzun bir cevap verir. Özellikle 'para' konusunda alternatif bir söylem icat etme mecburiyetleri olduğunu sananlara bu kitabın ikinci bölümünda (s85) şöyle söyler : "Para, birşey değildir; sadece toplumsal bir ilişkidir. Para ilişkisi, neden işbölümü vb. türünden herhangi bir başka ekonomik ilişki gibi bir üretim ilişkisidir? Eğer M. Proudhon bu ilişkiyi doğru dürüst hesaba katmış olsaydı, parayı bir istisna, bilinmeyen ya da yeniden kurulmayı gerektiren bir diziden kopmuş bir öge olarak görmeyecekti. Bu ilişkinin, bireysel değişimin tekabül ettiğinden ne fazla ne eksik, belirli bir üretim biçimine tekabül ettiğini fark edecekti. Fakat o ne yapıyor? O, parayı bir bütün olarak gerçek üretim biçiminden koparmakla işe başlıyor ve ondan sonra da hayal ürünü bir dizinin ilk öğesi yapıyor". Bunları demesine karşın fabrika düzeninin çıkmazlarını görerek nasıl tanzim edilebileceği iddiası taşımadan "bu üretim biçiminin yerine yenisinin konulması gerekir" arzusunu da belirtmekten geri durmamıştır. (1/499) Çünkü ona göre, "Üretken emekçi olmak, bir şans değil, bir talihsizliktir". Bu gerçeği paranteze alan Mutualistlere göre hükümet müdahalesinin olmadığı bir serbest piyasa ideali olabilir. Emek değer teorisinin hakkını vererek kâr, kira ve faizi kaldırarabiliriz diye düşünürler. Ücretlendirme yolları konusundaki kanaatleriyle Proudhon'un 'karşılıkçı bankacılık' önerisi, Josiah Warren'in görüşlerine denk düşerek Amerika'da önemli bir taraftar kitlesine sirayet etti. Zaten 1. Enternasyonel oraya kaçırılarak can havliyle taşınmamış mıydı? Amaç, meta fiyatlarının üzerindeki kabartılmış emek maliyetlerinin gene üreticileri tarafından artı değere el konularak aşağıya çekilmesidir. Şirketler için işçilerin rekabeti yerine, firmaların ücretleri arttırarak işçiler için rekabet ettikleri bir düzen sağlanabilirdi. Hevestir, itikattir, rüyadır ama bu sadece Proudhon'un ürünü, afaki bir düşünce sıçraması, eşitsizliğe karşı bir özgün bir feveran değildir. Özgürlüğün ve mülkiyetin korunmasını özel sözleşmelerle sağlama taraftarı olan başta damadı Tembellik Hakkı yazarı Paul Lafargue'nin de içlerinde olduğu Fransız devrimcilerinin kanaatleridir ve asıl ilhamlarını merkezinde olmasalar da kıyısından hayata geçirdikleri Paris Komününden alırlar.


Deleuze, "Devlet ancak ötesiyle, tek dünya piyasasıyla ve berisindekilerle, azınlıklarla, oluşlarla, insanlarla ilişkili olarak düşünülebilir. Ötede hüküm süren paradır, iletişim kuran odur ve bugün bizde eksik olan, bir Marksizm eleştirisi değil, Marks'ınki kadar iyi olacak ve onu sürdürecek modern bir para kuramıdır" diyor. Oysa, Marks'ın bir para kuramı yoktur. Deleuze'ün cümlesini stayişle paylaşanlara ancak şunu söyleyebiliriz: Üretime dair bir teori ancak ekonominin belirleyici olduğu insan mitini kesin olarak yerin dibine gömdüğünde para, herkesi rahatsız eden bu rezil görünümünden kurtulabilecektir.  

Deleuze'ün cümlesini okuduktan sonra, onun sorusunun afaki cevaplarının Marks'ta olmadığını söyleyebiliriz. Althusser'in ferasetle ifade ettiği gibi, "Marks, paranın doğasının toplumsal bir ilişki olarak bilinmesinin paranın görünümünü, varlık biçimini ortadan kaldırabileceğine asla inanmadı. Çünkü, bu görünüm, mevcut üretim tarzı kadar zorunlu olan onun varlığının ta kendisiydi". Burada Diyalektik materyalist düşünceyle arasında mesafeyi koruyarak Kapital'in önsözündeki cümleyi bir kere daha hatırlamamızda yarar var. Fransızca baskıya önsözde beklentisi şudur: "Böylece bu kitap, işçi sınıfına daha kolay ulaşacaktır. Bu benim için her şeyden daha önemlidir". Marks'ın beklentisi Kapital'in sıradan işçi tarafından okunmasıdır. Baktığımızda görüyoruz ki Kapital'i, imkanları sınırlı işçiler değil, Deleuze gibi aydınlar bile okumamışlardır. Buna çok da hayret etmemek gerekir. Eleştirmen Semih Gümüş de Radikal Kitap'ta geçen haftaki yazısında açık yüreklilikle "Kapital’in birinci cildini birkaç yılda bitirmiş, ikinci cildini yarılamış, sonrasını bırakmıştım" diye yazıyordu. Ancak Kapital'i okuduğu şüpheli olsa bile Deleuze'ün Ruslara bağlı bir devlet kurumu olan Marks, Engels, Lenin Enstitüsü'nün yazdığı önsözü okuduğu kesin; çünkü aymazlıkla yalnızca onlar ne olduğunu belirtmeseler de Grundrisse'nin önsözünde öyle bir Para kuramı olduğunu onlar iddia ederler. Ama Deleuze, başkalarının yazdığı böylesine ucube bir iddianın olduğu önsözle yetinmeyip bizzat Marks'ı okusa; eğer Grundrisse'nin ilk cildinin 77. sayfasına gelebilseydi görecekti ki, Karl Marks şöyle yazmıştır: "(..) değişim değeri, ürünlerin toplumsal biçimi olarak kaldığı sürece, paranın kendisini ortadan kaldırmak imkansızdır". Durum bundan ibaret.. Zaten ucube önsöz yazarlarının sayfa 14'te "Sermayenin en tamamlanmış biçimi komünizm" gibi tanımları SSCB'nin neden yıkıldığına delil teşkil edecek yetkinlikte.. Geçiyoruz.. Alman İdeolojisiyle başladık onu tamamlayalım: Rusya'da ihtilali yapan Lenin ve Bolşevikler bu cennetvari sosyalizm düşünden haberdar değillerdir. 1846'da tamamlanan sayfalar yayımcı bulamaz. 'Farelerin kemirici eleştirisine terkettik kitabı' diye yazar Engels'e. 1930'larda David Riazanov, Engels'ten Eduard Bernstein'a kalan evrakı metrukede defter halinde bu yazıları bulur. 20'li yaşların seçimiydi ve 1845/46 yıllarının umudu ve Saint Simon'un etkileri, Almanya'daki Genç Hegelcilerin haleti-ruhiyesiyle kaleme alınmıştı; teorisini yazdığı değil ama belki Para'nın olamayabileceği hayalinin kurduğu tek kitap buydu. Ama 'para' hakkındaki tüm ütopik hayallere verdiği derlitoplu cevap Grundrisse'in ilk yüz sayfasında kapitalist üretim biçimini, tüm ilişkileri, para ilişkisine dönüştürme becerisi olarak açıklar. Kısaca üretim biçimini değiştirmeden paranın bir kuramla diskalifiye olabilmesi ihtimali yoktur. "Bütün siyasal devrimler, miyadı dolmuş eski makineyi kıracakları yerde, heyulayı yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar." demesine rağmen Marks'ın zannedildiği gibi üretim biçiminin değişikliği konusunda da ne yazık ki bariz bir kuramı yoktur. Marks'ın Gotha'da dile getirdiği sosyalist/komünist 'devlet kapitalizmin tüm enstürman ve kurumlarını muhafaza ederek merkezi yönetim (proletarya diktatörlüğü) ile üretim anarşisinin önüne geçmeyi hedefleyecek kadar ancak bir çözüm üretebilmiştir. Hepsi bu! Zaten, Gotha'da sanki Deleuze'ün kıracağı potu önceden kestirmişcesine 'Sosyalist toplumu eşitlik alemi olarak düşünmek, eski özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganına dayanan tek yanlı bir Fransız anlayışıdır diyordu. 25 Temmuz 1867'de Marks, Kapital'in Almanca ilk baskısının önsözünde, "Yalnızca yaşayanlardan değil, ölülerden de acı çekiyoruz" diye yazmıştı. Ne denir!


Deleuze, Müzakereler, sayfa 172
(1) http://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-sanat-hayat-devrim-marksizm/1903
(2) http://dwardmac.pitzer.edu/anarchist_archives/proudhon/dana.html
1844 Elyazmaları s 54 ve 85
İlk baskılarla karşılaştırmalar
Felsefenin Sefaleti s 47 3. Baskı 1979
Alman İdeolojisi  6. Baskı 2008
Gotha ve Erfurt Programının eleştirisi 5. Baskı 2010
Kapital Cilt 1 1978, 2. Baskı
Kapital Cilt 2 8. Baskı 2011
Grundrisse 1/77



Not/ Kropotkin, 1896'da Paris'te verdiği bir konferansta para yerine teklif edilecek emeğin mübadele araçları için şunları söyler: 'Emekçi, ücret sistemine tabi kaldıkça, iş gücünü satmak zorunda olduğu kişinin kölesi olarak kalır. Bu alıcı ister özel şahıs olsun, ister devlet sonuç değişmez'.  Günümüzde devlet karşısında bireye daha fazla 'özgürlük' arayanlar, kapağı çok da okumadıkları belli olan Marksist teoride arıyorlar. Buna sadece yetersiz okumaların yarattığı muğlak perspektif kırılması diye bakamayız. Aynı saygılı üslup daha fazla insan, daha az devlet diyen anarşist, liberterlerde de vardır. Hepsinin 'emek' tanımı benzer olduğundan sonunda ulaşacakları değerlerin de yakın olması kaçınılmazdır. Kapitalizm, kendini bu tür radikal yamalarla tarih boyunca onarmıştır. Devam edelim: Marks'ın emeğin değerinin paradan farklı mübadele araçlarıyla ödenmesi fikrinin müellifi olarak Proudhon'un tezlerini bir nebze olumladığı iki yazısı vardır. Bunlar Proudhon için kaleme aldığı ilk yazı (1844'te Kutsal Aile Sayfa 43-85sayfalar arası uzun bir bölüm) ve Proudhon'un ölümü nedeniyle Ocak 865'te Sozial Demokrat gazetesinde çıkan son yazılardır. Proudhon hakkında yazdıklarına bakıp onu küçümsediğini zannetmemek gerekir. 5 Mayıs 1846'da gönderdiği mektupta birlikte çalışmayı teklif etmiştir. Proudhon'un verdiği cevap ve marksist teorinin geleceğiyle ilgili öngörüsü müthiştir. Marks'la Engels'in yanında adı tarihe geçecek 3. kişi olmayı yeğlemediğini belirtir. Bakunin'le olduğu gibi aralarında 'özgürlük' tanımında köklü aykırılıklar vardır. Ütopik kuramlara Marks'ın yaklaşımını 'para' hakkında masalsı formülasyon beklentileri olanlar okusalar, pasajlarda taleplerini belirten özne, kendi çaresizliğini, evrensel mağduriyet olarak şenlendirmekten belki de imtina edecekti. Ranciere, Badiou, Baudrillard, Negri ve hatta Zizek kadar Deleuze'ün Marks'a zaman ayırdığını zannetmiyorum.

Not 2 / Şurası bir gerçektir ki, Marksistler, Marks'tan eleştirisinin özünü değil  biçimini almışlardır. Kapitalizmin yaşadığı büyük değişimlere karşı ne emeğin ne de sermayenin yapısal değişimlerine uygun katkılarda bulunulmamıştır. Oysa Marks hiçbir döneminde sabit bir düşünce kompratmanında yol almamıştır. Örneğin Kapital'in ilk cildindeki emek sürecinin analizi, ikinci ciltte üretim şemasına, üçüncü ciltteyse azalan kar oranlarıyla (Kapitalist Üretimde Kredinin Rolü'yle 3/27) hisse senetleriyle özel mülkiyetin genel mülkiyete dönüşmesi gibi birbirine tezat analizleri geliştir. Şayet yaşasaydı farklı toplum tasarımlarına yelken açacağı muhakktı. Bunun izlerini Engels'e ilettiği vasiyetinde ve başta kızılderililer olmak üzere farklı evrimlere gebe toplulukları not aldığı etnoloji defterlerinde görürüz.

Ayrıca etnoloji defterlerinin Türkçe yayını için bk: http://kitap.radikal.com.tr/Makale/marxin-dusunce-dunyasina-bir-seyahat-395806


http://www.kavramveduyum.com/2012/11/anti-odipus-kitab-uzerine-bir-gorusme.html

http://www.kavramveduyum.com/2012/11/kapitalizm-ve-arzu-deleuze-ve-guattari.html









***



.Ermeni tehcirini yapan Osmanlıdır ama Osmanlı Genel Kurmay Başkanı, Alman Bronsart von Schellendorf'tur..


24 Nisan 1915'te Ermeni ulusunun sürgüne tabii tutulması,  Alman devletinin, İngiliz/Fransız hasımlarıyla mücadelesinin sonucudur. Tek kurban yoktur; tüm halklarıyla Anadolu insanı birinci dünya savaşının topyekun mağduru ve muhatabı olmuşlardır. Bu katliamı biz yaptık diye özür dilemek ne kadar yanlışsa da, yerinden yurdundan edilen insanların torunlarını anayurtlarına geri çağırmak, özlük hakları ve kültürel miraslarını iade etmek, hepsinden önce mezalimin asıl faiili emperyalizmin maskesini alaşağı etmek için işbirliği yapmak da o kadar doğru olacaktır. 




Bugünkü nüfusun içindeki oranlarına baktığımızda 'doğru' gibi gelse de o günün gerçeklerinde yapılan sürgüne yıllar sonra ''soykırım' demek siyasi bir tercihtir. 24 Nisan 1915 : Ermeni sürgünü ve bir ulusun yaşama mücadelesi olarak Çanakkale savunması; kitlesel kıyımların ardındaki emperyal tahayyülü görmeden yapacağımız tüm değerlendirmeler eksik kalacaktır. İrade bizim değil, Almanya ile müteffiklerin savaşlarının doğurduğu şiddete bölgede olmanın zaruretiyle gayri şahsi bir katılımdır. Osmanlı ordusunun Genelkurmay Başkanı sıfatıyla, Ermeni tehciri üzerinde belirleyici rol oynayan Osmanlı Genel Kurmay Başkanı, Bronsart von Schellendorf'tur; günümüzde araştırmacılar tarafından Ermeni sürgünün öncülerinden kabul edilir. Araştırmacılar, Alman general Bronsart'ın, Ermenilerin sınır dışı edilmeleri için doğrudan emir verdiği raporları gösteren arşiv kayıtlarını açıklamışlardır. Dahası, hâlâ üniversitelerde kitapları okutulan Parvrus Efendi'nin, Almanya'nın Çarlık rejimin devirmek için Lenin ve yoldaşlarına verdiği lojistik desteğin hikayesini İttihat ve Terakki'nin Bolşevik Teorisyeni Aleksandr Halpland'ın biyografisinde okuyabilirler. Ne Sovyet İhtilali, ne Ermeni tehciri, ne de Osmanlı'nın parçalanışını, Alman emperyalizminin genişleme tarihinden ayrı olarak değerlendiremeyiz. Demokratikleşme talepleri haktır ama herkesin bildiği sermayenin alan açma, köhnemiş statükoları yıpratma, revizyona tabi tutma taktikleri sır olmaktan çıkmıştır. Aldatmaca, insanlığın rakipleşerek ilerlemesini sağlıyorsa, o parlemontalardan beklenen inayet de buğulu tarihte aynı bonkör gelişimi sağlayabilir. Ermeni sürgünü konusunda gelecek yıl iç dinamiklerin zorlamasıyla şayet akılcı ve tarihsel bir açıklama yapılacaksa, ırkçı mülahazalara girmeden bunun esas müsebbiplerinin hâlen durumdan pay çıkartmaya çalışan ve zulümden nemalanan siyasetleriyle emperyal staretejistler olduğunu unutmamamız gerekir. 

http://www.gallipoli-1915.org/pasalarin_kacisi.htm
http://de.wikipedia.org/wiki/Friedrich_Bronsart_von_Schellendorf
http://de.wikipedia.org/wiki/Otto_Liman_von_Sanders





***





Dünyayı bu kötü gidişten, lanet baskı ve düşmanlaşmanın, yaşanılır bir tabiata dönüştürmenin formülünü eğer toplumdaki iyiliğin içinde bulamıyorsak,  o halde kötülüğün içinde mi aramalıyız? 




***



Artık sanatla ilgilenen hiç kimsede yapılanlara onlar kadar saygı ve umut duyma ihtimali yok. Bir örnek : 1945 Sonrası Türk Sanatı / Değerli sanat tarihçi Sevim Eti hocanın eseri

http://dergi.mo.org.tr/dergiler/4/382/5597.pdf






***





Sanatatak, 'Barış Mengütay, çağdaş sanat üzerine mizah dolu yazılarına bir yenisini eklemiş' manşetiyle yayımladı.. Bu yazı bizce mizahi bir eleştiri ya da birilerini tiye alan sınırlı sarkastik bir bakış değildir. Ciddi bir durum ilanıdır. Olağan hali devam ettirmek isteyenlerle birlikte meraklı okura da sanat eleştirisi tekniklerini gösteren dünya genelindeki uygulamalardan yola çıkan bir anlama kılavuzdur. Eğer bir sorun varsa, yanlış takdir edilmenin inanılmaz zarafetine, yanlış takdim edilmenin mahcubiyetine sitemkar göndermeler yaparak hâlâ inancını koruduğu belli olan yazarın üslup sorunu değil, bu sanat eleştirmenliği denilen kurumun tartışılması gereken yapısal sorunudur. Sanatçı finans kapitalden ayrıcalıklı muammele görmek ister; entelektüel kurum, medya, galeri ve müzayedeleri yönlendiren kültür endüstrisinden, müzelere payanda olan spakülatörlerden, sanata yön veren uluslararası manipulatörlerden iltimas bekler. Bizi öfkelendiren şey, bu tür yazılardan çok, bu yazılara ihtiyaç duyan meta-sanat rejiminin geleneksel komisyonerlerinin 'iş' kaygıları ve kapitalizmin 'dünya' tahayyülümüzün önüne -böylesine kötü kotarılmaya açık- çektiği sınırlar olmalıdır..


Anlamış ama yanlış anlamış!




"Her bir cümleniz, olabildiğince çok özne ve olabildiğince çok nesne içeren ve bu özne ve nesnelerin karmaşık biçimde ilişkilendirildiği ve okuma süresinde ortalama bir insan zekâsının asla çözümleyemeyeceği bir kavramsal matris biçiminde olmalı. Her manifestoda en az bir kaç metafor kullanılmalıdır. Bu metaforların belli uzmanlıklar gerektiren alanlardan seçilmesi, olası anlaşılma risklerini ortadan kaldıracağı gibi, sanat dışı disiplinlere hakim olunduğu izlenimi vererek saygınlığını besleyecektir."




http://sanatatak.com/view/Manifesto/813





***








Özgül Tanyeri / Operaya Adanmış Bir Hayat!
http://www.ozgultanyeri.net



***




Bugün son yolculuğuna uğurlanacak Gabriel Garcia Marquez’in külleri, hem doğduğu ülke olan Kolombiya’ya hem de uzun yıllar yaşadığı Meksika’ya savrulacak..

Gapito öldü!


Belki de Tanrı, uygun kişiyi tanımandan önce yanlış kişilerle tanışmanı, onu tanıdığında minnettar olman için senden istedi. Belki de tam tam tersi!.. Kendini çok zorlama, en güzel şeyler onları en az beklediğinde olur. Yaşanan her şeyin bir sebebi, sıkıntılarının, tahammül etmen gereken bir nedeni,  ateşte kavrulsan da hayatı bilgeleştirecek, başkalarına nazaran sana farklı bir tecrübe kazandıracak bir işlevi mutlaka vardır.. Olmalıdır!


'Bitti' diye üzülme,  'yaşandı' diye sevin!...






Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü artık bildiklerimi bir çantaya kilitlemek zorundayım. Mutsuzlukla!. 


'Eleştirmenlerin benim hakkında ne söylediği umurumda değil; zaten yıllardır onları okumuyorum. Kendilerini yazarlarla okurların arasında konumlandırmaya çalışıyorlar. Bense hayatım boyunca okurlarıma bir eleştirmenin aracılığı olmadan doğrudan ulaşabilmek için son derece yalın ve kesin bir üslupla yazmaya çalıştım. En önemli şey ilk paragraftır. İlk paragraf için aylarımı harcamışımdır. Bir kez istediğimi elde ettim mi, gerisi arkadan gelir' diyor ve  ekliyordu 'Yazarların birer megolaman olduğu, kendilerini toplumun vicdanı, evrenin merkezi gibi hissettikleri sıkça söylenir. Doğrudur da!' ..

1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığında üç ülke, kendi yazarları olduğunu iddia ediyordu. Üçü de haklıydı. Kolombiya'da doğmuş, Meksika'da yaşamış, ömrü boyunca sevmiş ve Küba için çalışmıştı.. Birkaç sene önce yakalandığı lenf bezi kanseri nedeniyle sağlık durumu kötüleşti  ve inzivaya çekilme kararı aldı. O gün Gabriel Garcia Marquez, yakın dostlarına bir veda mektubu gönderdi.. 1927 doğumlu edebiyatçı çaresiz ve hüzünlüydü : Veda başlıklı mektubu, çeşitli dillere çevrildi ve o günlerde internet üzerinden yayınlandı..


Gitme vakti gelmişse durmanın,  zaman geçmişse  dönmenin ve aşk bitmişse 'yeniden' demenin  hiçbir anlamı yoktur!..


Bu mektuptan sonra öykü ağırlaştı ve uluslararası romancının kanserine demans hastalığı eklendi.  87 yaşındaki yazarın yakın arkadaşı Plinio Mendoza,  yazarın insanları tanıyamadığını söylemişti.


Mendoza, son zamanlarda Marquez’in insanlarla konuştuktan sonra ancak onları hatırladığını söylüyordu : Gabriel’in hafızası zaten çok iyi değildi. Bazen nerede kaldığımı ve ne zaman geldiğimi sorardı, ama bazen de 30 yıl önceden bahsederdi diyordu..


Alzheimer hastasıydı. Öldü söylentilerine rağmen Gapito  düne kadar hâlâ yaşıyordu. Ne var ki, Yüzyıllık Yalnızlık'ın yazarının yakalandığı Alzeimer hastalığı nedeniyle geçirdiği zamanlar bitti ve 17 Nisan'da bugün acıları dindi. Nobel ödüllü Marquez'i  birkaç yıl önce önce kaleme aldığı veda mektubuyla bugün bir kere daha saygıyla hatırlamakta yarar var..



Parça parça gelen ölümün yaşlanma ile değil,  unutma ile geldiğini öğrendim! 








Galeri Nev'de Selçuk Demirel son dönem işlerini sergiliyor. Bir serginin amacı galerici için farklı, koleksiyoner için farklı, bizim gibi elleri ceplerinde dolaşan sıradan seyirciler ile galeri mekanını ele geçirdiklerini gözlemlediğimiz entellektüel etkinliklerden nemalanan hayal tacirleri ya da monden burjuvazi içinse farklıdır.  




Adına 'hayat' dediğimiz biyolojik etkinlik, herbirimizin farklı meslekler içinde yeniden bedenlendiğimiz bir ticari evrimleşmenin, ekonomik doğanın faaliyetlerine indirgenmiştir. İlerleme kavramını donanmış Tarihe başvurma yaklaşımımız imkansız, durağan, nüfuz edilemez bir dışarısı olduğunu varsayar. Eğer adına 'tarih' dediğimiz ve içeriden baktığımız olgunun kurucusu dehşetse ya da 'tarih' şiddetten ibaretse, 'barış' adına, bu 'tarih' yazılımını paranteze almak vakti gelmiştir. Tarihi yapan ana unsur harf ve rakamlardır; onları Selçuk'un yaptığı gibi araçlarından yoksun bırakmayı düşünebiliriz. Özgürleşmek için düşünmek, önce bir 'demek' isteme çabasıdır. Tarihi başlatan şiddetse, tarihin sonunu getirecek olan da herhalde savaşların neticesinde ortaya çıkacak yıkım ve ilkel toplum olacaktır. Kadastrof bir kehanet ya da toplumsal maluliyet; belki de bir daha dönmemecisine mezuniyet.. Özetlersek; 'tarih', insanlık macerasının bu merhalede içinden geçtiği herhangi bir koridordur. Devamının nasıl olacağını zaman gösterecektir. Kant'ın dediği gibi; (iyi ve kötüyü) düşünmeye cesaretin olsun!

http://www.selcuk-demirel.com/galerie.php?cat=1#


Dimidium facti qui coepit habet: sapere aude: incipe!

Sapere aude (Latince: "Bilmeye cesaret et!") Tarihte Epistles'in 2. kitabında Quintus Horatius Flaccus (8 Aralık MÖ 65 - 27 Kasım MÖ 8) tarafından kullanılan Latince deyiş. Horatius'un kullandığı haliyle  'sapere aude; incipe!" Kendi aklınla düşünmeye cesaret et!" Immanuel Kant, 'Aydınlanma nedir?' adlı denemesinde Aydınlanma çağının felsefesini Horatius'un bu repliği ile özetler






***






Japonya’dan Türkçe uyarı: Nükleer felaket olacak!


http://webtv.radikal.com.tr/turkiye/7327/japonyadan-turkce-uyari-nukleer-felaket-olacak.aspx





***





Kayıp bir ressamın evrak-ı metrukesi
İsmi kaybolmuş bir sanatçı İzzet Ziya ; yaşasaydı, ne kadar değişirdi, yeni biçime nasıl uyum sağlardı, kestirmek güç. İyi eğitimli bir saray ressamının, çini mürekkebiyle ve ucuzcu gazetelerle serencamı hayli ilginç elbette

http://kitap.radikal.com.tr/Makale/kayip-bir-ressamin-evrak-i-metrukesi-395819






***






Geçmiş zamanı kim icat etti?


Geçmiş ya da gelecek zaman diye bir zaman dilimi var mıdır? Kendimizi ortaya koyuşumuzda yöneldiğimiz hedef, 'şey' olarak sonsuz talep ya da sürekli hâl üzerine olduğumuz çağrı, libidinal imkanlarımızın menzilinde mi? Makul insanların makbul olmayan durumları onayladığı, aykırı olanlara toplum kotasında külfetli de olsa yer açıldığı ekonomik örgütleniş 'unutmamak' üzerine kurulmuştur. Mülki servetin üzerine korkunun gölgesi uzun zaman önce düşmüştür. Gökkubbe altında hepimiz sadece bir nebze eşitizdir. Hayalgücünün her yeri işgal ettiği zeminde aldığımız tedbirlere inat, edindiğimiz nesnelere yer açarken bize kalan yaşam alanlarımızı daraltırız. İnsan sadece beyin denilen ekran üstünde güdümlendirilmiş, eylem alanları sınırlı, sorumlukları iptal edilmiş bir yokluk mudur? Burada bir kesinlik, zaafiye ve tebliğ yoktur; şayet olsa umut olmazdı!



İllustrasyon: Ufuk Suçsuzer




Zeynep Direk "Anıları silmek kendine de başkasına da zarar vermektir, çünkü kimliklerimizi öyküler anlatarak ve birbirimizin öykülerinin doğruluğunu sınıyarak kuruyoruz. Birine ilişkin anıları yok etmek hem benim hem de onun kendi kimliğimizi doğrulama imkanımızı ortadan kaldırmaktır. Anının kendisi silinmiyor, silmek ona erişim imkanını ortadan kaldırmaktan başka bir şey değil. Dosyanın indeksini, onun yerini belirten şeyi yok etmek. Bir şeyi evde saklayıp veya bilgisayara kaydedip ona erişim yolunu unutmak gibi" demiş. Fukuşima'ya baktığımızda 'unutma/unutturma' diyebiliriz ama köktenci bir yaklaşımla bakarsak nükleer santral yapımına da sevkeden yoksunluğun insan bedenini tahrip ve tehdit edeceğini düşündüğümüzde yaşatan şey, öldüren nedendir; görürüz. Biliriz ki, 'Şeytan sizi yoksullukla korkutur, size hayasızlığı emreder' deyişi tarihsel değil, kadim bir olgudur. 'Görünmez el' metaforunu hatırlamayan, hayatın tanzim ediciliğinden şüphesi olan felsefeci Zeynep Direk vesile oldu; onun gibi olmasa da bu kendilik halinde bir düşünme eylemidir!



Agamben'in 'İnsan ve Hayvan'ını okuyorum; görüyorum ki, dünyaya sancılı bir barınaktan, fasit bir merkezden bakan Heidegger'in anlamadığını demokrat Zeynep Direk'in anlaması mümkün değildir! Ne var ki, bugün ne olduğunu anlamak ve insan olmanın zafiyetini anlamlandırmak için her zamankinden daha çok felsefe yapmaya ve düşünmeye ihtiyaç var. Böyle bir dünyanın gizemini 'ben kimim?' sorusunu sormadan çözmek mümkün değildir. Korkma; saçmalamaya cesaretin olsun! Bu imkan tabiatta sadece insanda mevcuttur..


Tarihin başlangıcından itibaren hayata dair bir anlam yaratmak için anılarını biriktiren sadece insanoğludur. Hakikati ararken gerçeği sınadığımız yere bakalım. Doğada yer alan hiçbir canlı türünde yeniden canlandırmaların yarattığı yanılmalarla nefsin bulunduğu yerden dehşetengiz çıkışına, ruhun doymak bilmeyen iştihana dair böyle bir emare bulunmaz.. Hatırlama refleksi ile anıları birbirine karıştırmamak gerekir. Her biriktirme eylemi gibi bunun da asıl irtibatı ve anlamı -asıl tartışılması gerekeni- mülkiyet kavramının mevcudiyetindedir. Gustav Landuaeur'e yeniden keşfeden aydınlardan Simon Critchley'le devam edersek "İşbirliği ve başkalarıyla dayanışma üzerine kurulu bir hayatın olanaklılık koşulu öznel bir dönüşümdür. Başkalarını öldürmeyi bırakıp kendini öldürmektir" der. Hayatın emrivaki bir dayatmayla bizi seçime zorlayan dramatik zorunluluklarını ve hiçbir çözümü olmayan ahlaki ve politik ikilemlerini kabul etmek zorunda mıyız?  Ya da önümüze konulan seçeneklerden birini tercih etmek durumunun dışında farklı tasavvurlarımız olabilir mi?  Tabii bu bir bilinç sorunuysa bilincin katmanları, toplumsal öznenin bilinçaltı/bilinçüstü merhaleleri de var. 


Freud, nevrozlu kişinin 'hatırlamak' yerine düşüncesinin takılarak yinelendiğini söyler. Bunu öznenin geçmişte baskı altına alınarak engellenmiş duygularına,  üstünde tahakküm kurmaya yönelik düşüncelere karşı şahsın direncine bağlar. 'Aktarma' ; Freud buna Almanca olarak Übertgagung (Transference) olarak adlandırıyor. Bu hastanın geçmiş yaşamında içe atmış olduğu, nesneler ve kişilerden kaynaklanan duygu ve düşüncelerinin psikanalizde olması istendiği gibi yön değiştirmesi olarak değerlendiriyor. Analistin bu oyuna katılmayı reddinin yanısıra hastanın beklentilerine cevap vermemesinin kişide durumunu katmerleyecek  'ikinci nevroz' vakasını yaratacağını söylüyor. Sandor Frenczi, şefkatli temasla analizanın (hastanın), analisti (doktoru)  annesi, babası veya kardeşi yerine koyması neticesinde 'Aktarma Nevrozu' aracılığıyla çatışmanın kökenine inilebileceğini ve bilinçdışı denilen kabuğun biraz aralanabileceğini, davranışların bilinçli kılınabileceğini söylemeye teşebbüs eder. Düşünme eylemi, kültürel alana hapsedilmiş komik bir fantazidir; kabul. Ancak bir yasada, kullanma talimatı, prospektüs, mevzuat ya da bir risalede ortaya konulan 'talimat', toplum sözleşmesi olarak bir hakları kullanma kılavuzu değil, ayan beyan, kozmosa ait olan biyolojik varlığın yeryüzündeki mevcudiyetini tehdit eden emredici bir hükümdür. Tebliğ edilen vukuua gelendir; bu, tanrısal bakışlı 'insan' için çaresizliği ve tüm tedirginliğiyle elemli bir bekleyiştir.

Vicdan her şartta kendini temizleme kabiliyetine sahiptir. Zeynep Direk'in unutmayalım dediği anılar, vicdanda değil, hatırlamak edimi olarak 'akıl' üstünde, serebral kortekstte tutunur. Var ve yokeden ego denilen benliğin, nefs diyebileceğimiz çaresizliğin lağv, kimliklerin ilga edileceği  'hiç' hükmündeki namevcut çağrı, mistik olamayacak kadar fiziksel bir nidadır; bu sese kulak vermenin tam sırasıdır. 'Anıları yok etmek, kendi kimliğimizi doğrulama imkanını ortadan kaldırır' diyor. Tam da budur sorun; 'doğrulanması istenen enkaz, hicap duymadan kutsadığımız insan zekasının ve emeğinin mahsülüdür. Zaman bilmek değil, bildiklerimizi unutarak, aklın yıkıcı teşebbüsünden vazgeçip nedamet getirerek tekrar doğaya katılma zamanıdır! Agamben'in 'İnsan ve Hayvan'ını okuyorum; görüyorum ki, Heidegger'in anlamadığını Zeynep Direk'in anlaması mümkün değildir..




***





Yer Istanbul'un Bebek semti; Orhan Veli'nin 'Rumelihisarına oturmuşum; oturmuş da bir türkü tutturmuşum' dediği gibi bütün ciddiyetiyle gayri ciddi, rüzgarlı ve güneşli pazar günü.. Ada çayını içerken gözüm ekranda. Yandaki camide müezzin, öğle ezanına başladı. Zizek, "Her şey sarpa sardığında sadece komedi işe yarar; kendilerini çok ciddiye alan entelektüellerden nefret ederim" diyor..



Zeynep Direk, söylediklerimize 'sınırsız sorumluluk' diye cevap vermiş. Sadece kendi derdini, herkesin şahsiyetiyle irtibatlandıran herhangi bir yazarın, tüm sorumlulukları almak gibi gayri mütenasip ahlaki bir sorunu yoktur. Konunun derinliğine uygun düşen derbederlikle bu hakkı yerine getirmek adına başladık; amaçsız bir pazar sohbeti olarak Mayıs'ın geldiğini müjdeleyen çiçeklenen begonvil ağaçları arasında, sürdürelim. Yer çay bahçesi; mevkii Bebek. Sonuçta 'yani!' demeyin. Baştan söyleyeyim, buradan sonrasının tutarlı bir mesaji ve yazının bir amacı yok; sadece tek başına kahve içerken Direk'in aksine eldeki malzemenin ona doğru kanat çırpmasına karşın tutarlı olmak vevesesi taşımayan sıradan bir gevezelik!..


1845'de Engels'in İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu'nu yazdığı günden beri burjuvazi cephesinde değişen birşey yoktur. Tarih boyunca modern zahitler, servetlerini bir günah gibi saklasalar da, canlı emek'ten gaspettikleri sermayelerini bir erdem gibi cansiparane yardımlaşarak korumuşlardır. Oysa, ilk sanayici olan Avrupalı muhafazakarların kitaplarında,  Yasanın Tekrarı'nda şöyle yazar : "Ücretle çalışan, gereksinimi olan, yoksul bir kardeşinize ya da kentlerinizin birinde yaşayan bir yabancıya baskı yapmayacaksınız. Ücretini her gün, güneş batmadan ödeyeceksiniz. Yoksul olduğu için güvencesi odur. Yoksa sana karşı RAB'be haykırır ve sen de günah işlemiş sayılırsın." 


1 Mayıs zorlu birgün. Semptomlar, sadece bir ismin yarattığı sembolik bir tanım değildir; paranoid reflekslerle şartlandırılmış ve bu doğrultuda kodlanmış toplumun her kademesine yönelik bir bildirimdir aynı zamanda. Tarih kitaplarının ve ilk edebi metinlerin kaynağı kutsal kitaplardır. Çocuklukta kurtulmuş ciddiyetiyle bizler, cenneti dünyaya davet ederken, somut ütopyaları ilahi yasanın buyruğuna göre yeniden tanzim etmekten ötesine çıkmayı beceremeyiz. Oysa, siyaset ütopyalarını tüm eskatolijiyle, kapitalizmin üretim modelindeki nizamssızlığını kıyametçi bir kefaret ödemeyle sınırlandıran apokaliptik bir kategori içinde konumlandırmak gerekir. Kapitalde emtiya fiyatları, emek ve artı değer sürecinin çözümlenmesi, işçi ile makina arasındaki çekişmeye ve diğer verilen örneklere değil, 'ücret sisteminin kaldırılması' ile örneklenen modelin çözümüne sızmıştır. 'Kapitalist, bütün metaların ne denli çirkin görünse de, ne denli pis koksa da imanda ve gerçekte para olduğunu, gerçekten sünnetli yahudi olduğunu çok iyi bilir üstelik bu paradan para yapan harika bir araçtır' 1/168. İster eskatolojiden yola çıksın, isterse uluslararası silah/savaş sanayinden; proletaryayı ortaya çıkaran etmenler ve iş olduğu sürece devam edecek olan emek sömürüsü tehditleri, paradan para yapan harika araçların durumu değişmedikçe değiştirmez. Çalışma dediğimiz etkinlik 'doğa' bir insan etkinliği kabul edilemez. Ortak refah için yapılan işlerin çalışanları da 'emek'in bu sıradışı değerlendirilmesinin sömürünün esası olduğunu söylemeye cesaret edemezler. Kötü olan günah keçisi 'iktidar' değildir; işbirliyle insanda bilinç kırılması yaratmış iktisadi eylemdir. Neoklasik iktisadın yaratıcı imhası yoksa eğer uygulamada sıradan insanların ülkeden ülkeye çok durumu değiştirmez. İster komünizm, ister muhafazakar cematçil ya da herhangi parayı doğuran bir üretimin ister işçi ister patronu olarak mensubiyeti. Topyekûn aldatılmışlık duygusundan sıyıramaz bizi. Roma hukuku, inanmışların mağaralarındaki aziz ve azizelerin ahlakıyla birleşti; ortaya kilise yasaları ve Germen imparatorluğunun temelini yarattığı çalışma sorumluluğu ve tarihsel bir kötülük olarak devletin varlığı ve zenginliği çıktı. Emek, Marks için ontolojik bir karakterdir. Kapitalizm gibi sosyalist teori de, çalışmayı bir gereklilik olarak genelleştirir. Bu, eşya fazlasıyla kurulacak refah toplumu modeli zaten kefaret ödemeye hazır marksizmin ta kendisidir. Üretim biçiminin aynı kaldığı sermaye rejiminde Marks sadece düzensiz ( o anarşist der) üretim süreçlerini emeğin firesiz ve bedeli karşılığında satın alındığı bir bir ütopyaya tevil eder. Devletin sönümlenmesinde, üretim sürecinin ve araçlarının tevili söz konusu değildir. Kapitalist sistemi yaratan Birikimin yani tabiri caizse zenginliğin tözü, mübadele sürecinin bizzat kendidir. Doğadaki darlığı ya da ekononinin lisanıyla krizleri insan yer değiştirmeyle aşar. Ancak, doğal sistemin karşısına Marksın insanın ikinci doğası dediği meta rejiminde kıtlıkların aşılması için daha fazla soyutlamaların devreye gireceği ikna ve inanç süreçlerine ihtiyaç vardır. İnsanın doğadan alınan her şeyin yeniden bize vermesi için doğaya iade edilmesi gibi ekonomiden alına her arsızca koparışlar yine taraflar tarafından rencide edilen sistemin onarılması için ekonomiye iade edilir. Marks, bir geleneği sürdürür : 'ekonomik evrim' modeli, yerel toplumların örneklenemez tarihlerini gözardı eder. Ekonomi, ideolojik değil Avrupa için mantıksal bir paradigmadır.. Marks'ın Kapital'in ikici cildinden itibaren izini süreceğimiz antropolojik ilgisini tuttuğu notlardan oluşan Etnoloji Defterleri’nde tanık oluruz. Bu notları Marks'ın vasiyeti ve Etnoloji Defterleriyle toparlamaya çalışarak Engels' vasiyet ettiği konu, Marksizm ideolojisini tepetaklak edecek görüşlere sahiptir; yeri geldiğinde açar tartışırız. Şayet bu görüşleri izleyicileri gün gelir tozlu yapraklar arasında keşfedilebilirse takipçileri arasında epistomolojik bir kopuş yaşanacağı kehanet olmaz! Marks'ın mesihvariliği orada okurunu bekler! Descartes'tan itibaren tekamülün yerini alan Evrimci düşünce kilise dogmalarının yerini almak iddiasıyla mücadele vermiştir. Tek hatlı, evrensel ve kaçınılmaz bir sürecin dayattığı ilerleme endişelerini imlemiş ve tüm insanlığı, nihaî durağını Avrupa kapitalizminin oluşturduğu bir sürecin farklı basamaklarına yerleştirmeklte tereddüt etmemiştir. Marks'ın radikal sayılan başkaldırısı da ekonominin bu merhalesinde kapitalizmi meşrulaştırıcıdır ve Batı Avrupaya teorik bir kültürel hegomonya sağlamıştır. Burada bir parantez açıp, Engels ve Marks'ın, devlet memuru bir antropolog tarafından kobay olarak incelenen barbar kızılderilileri (!) biraz farkettiğini itiraf edelim. Ne de olsa bakmak ve görmek farklı tanımlardır. Kızılderili rezervasyon alanlarında inceleme yapan kamu görevlisi Lewis Morgan'ın Ancient Society/Eski toplum (1877) adlı yapıtıdır Marksist külliyatın önemli dayanaklarından biri de. Yazarını,'insanlığın tarih öncesini bilinçli bir şekilde düzene koyan ilk bilim adamı' diye selamlarlar. Bu eseri temel kaynak göstererek, verilerini doğru kabul edip değerlendirirler. Engels, Marks'ın ölümünün ardından vasiyeti diyerek 'Ailenin Özel Mülkiyeti ve Devletin Kökeni'ni yazar. 'İrokualar Konfederasyonunu, yerlilerin , barbarlığın aşağı aşamasını aşmamış durumda bulundukları zaman, erişmiş bulundukları en ileri toplumsal örgütlenmeyi göstermişlerdir.' der. Morgan değil ama böyle mutevazı bir kaynağın özeti durumundaki, başka kaynağa gerek duymadan yoğun antropolojik tezler yaratmaya çalışan Engels'in kitabı, doğa ile uyum içinde yaşayan yerli hak konusunda özürlü tanımları olan, eksik bir kitaptır. İlkel, köleci, feodal, sosyalist toplum diye ortaya konulan verilerin kaynağı Morgan'ı ise zaten kimse tanımaz. Bunu Engels şöyle anlatır : '1888 Eylülünde New York'tan dönerken Lewis Morgan'ı tanımış olan Rochester çevresinden seçilmiş eski bir kongre üyesiyle karşılaştım. Ne yazık ki Morgan hakkında bana pek bir şey anlatamadı. Söylediğine göre Morgan, Rochhester'de yalnızca irdelemeleriyle uğraşan kendi halinde (emekli kamu görevlisi) bir kimse olarak yaşamıştı. Mark şayet yaşasaydı, Morganla başlayan ilkel toplumun modern ortaçağ fragmanlarına kadar bir ilerleme sağlar mıydı?  Konu Engels'in durumu tam kavrayamamasıyla solda bir muamma olarak kalmıştır.



Fellini'nin 'Amarcord' filmi geliyor aklıma; hatırlıyorum! Ecevit Zonguldak milletvekili. Maden ocakları, grizu faciaları, işkence tezgahları, idam sehbaları..  Bir yanda sefillik bir yanda sefahat.. Yalnız unutulmamalı ki o dönem, Engels'in 1840'larda İngiltere'de İşçi Sınıfı'nın portresini çizdiği gibi son derece insanlık dışı sefalet koşullarında, Türkiye'de emekçilerin yaşama tutunmaya çalıştığı yıllardır. Varoşlardan fabrikalara otobüslerlerle taşınan yoksullar, çelik sanayi, savaş endüstrisi ve sendikasız çalışma hayatının en kötü koşulları... Emperyalizm, beyhude savaşlara hep düşman yaratarak hazırlanmıştır.  Psikanaliz sadece uzmanlar, psikiyatrlar, psikologlar tarafından mı gerçekleştirilir? Sıradışı ressam M.Sadık Altınok'un 1970'li yıllarda gördüğümüz füzenle kraft kağıt üstüne çizdiği harika portreleri hatırlarız. Ruhun derinliklerine, tarihin dehlizlerine yolculuğa çıkartır bu desenler izleyicisini. Her biri farklı dramları yansıtan sürükleyici suretlerdir. Altınok aynı Altınok mu, aynı seriye devam etti mi bilmiyoruz! Ama dışarıda bırakılmanın dehşetini kuşanmış yüzleriyle öfke dolu emekçileri kırkyıl sonra da hâlâ hatırlıyoruz. O görüntülere rastlayanların hafızasına acziyetleriyle yaşamak için sırasını bekleyenler, makus kaderine hazırlananlar tüm trajik görkemiyle yoksullar nakşedilmişlerdir. Kötü verilmiş bir sınavın sonucu yaşanan her yıkım ardından iktidardakilerde bir toparlanma gayreti görülür. İsimler değişir; mekanizmalar gevşetilir, zapturapçı mülkiyet hukuku demokratikleşme sıçrayışıyla yaralarını sarmak isteyenlere bahşedilen dönemsel ödünlerle tarih yazar. Sanatta kurumlar dönüşmüş, bilincimiz deforme olmuş, zaman kötü biçimde farklılıkları körükleyerek ilerlemiştir. Ne var ki her yaratıcı etkinlik aynı zamanda onarıcı bir faailiyettir. Soldan gelen gerçek eleştiri, kapitalizmin yüzüne su serpmiştir; çoğu sendemelerinde dengesini bulmasını sağlamıştır. M.Sadık Altınok, Yüksel Arslan ya da Diego Rivera; devrimci tenkitler, liberter burjuva demokrasilerinde öfke nöbetleri oluştursa da sanatın aşkın katkısı, kültür endüstrisinde aşağılık kompleksleri yahut eleştirisi sermaye sistemlerinde kalıcı diktatöryel kurumlar yaratmadı. Aksine güvenlik açıklarını onarmasına yardım etti. Finans kapital, kendine çeki düzen verdi. Yıpranan kurumlarını gözden geçirdi. Çalıştırdığı insanların emeğine el koyduğu kısmını gevşeterek, emekçinin gaspettiği parasını geri almak üzere de olsa bir kısmını çalışanlarına geri vererek uzlaşma imkanlarını hayata geçirdi. Kabuk değiştirdi; dünyanın tüm rejimlerinde ırk, din, ülke ayrımı yapmadan farklı bedenlerde pervasızca yeniden doğdu. Solu bünyesine katmak başarısını gösteren siyasal sistemlerin ömrü uzadı. Sovyet Rusya gibi eleştiri hakkını katleden rejimler ya da sürdürülemez kötülüğün müsebbibi faşist diktatörlükler yaşayamadı. Günümüzde Çin'in ekonomide yaptığı sıçrama gibi sosyalizm adına acı tecrübeler, tarihten ders alanların tahammüllerinin sonucu tartışılabilir zaferleri de beraberinde getirdi. Zalimler için yaşasın cehennem! diyenler bugün özgürlüklerine sahip çıkabiliyorsa, kendi aramızda diyaloglar kurabiliyor ve konuşabiliyorsak eğer, bu eleştirel düşüncenin başarısıdır. Değişen dünyada vasatlık çürüme, muhafazakarlık imkansızlık, normallik ölümdür. Müşterilerine sunacakları bayalığı pazarlamaya çalışanlara karşı sanatçı duruşuyla direnenler de vardır. Yapılması gereken tek şey, kitlelerin demokratik etkinliklerini yasaklamak değil, M.Sadık Altınok gibi düşünceyi kışkırtanların, özgür toplum hayallerini hepimizden önce kuranların önünü açmaktır;  insanlık için daha fazla 'eleştiri' diyebildiğimiz akli mertebelere sıçramaktır.



Sosyalizmin tarihini okurken sanayileşmeni son üç yüzyılında değişik ülkelerden alacağımız karotlarla Marks'ın izini sürmek doğaldır. 1800'leri sonunda Osmanlı topraklarını ve Avrupa'nın doğusunu demiryoluyla donatan Almanlar, yüzyılın başında treni ve teknolojiyi kendi topraklarına İngiliz müteşşebbislerinin himayesi ve teşebbüs azmiyle getirebilmişlerdi. Çindeyse Mao Zedong’un ardından bir saray darbesiyle yönetimi ele geçiren halefi Cüce Ping, serbest girişim ve ihracat öncülüğünde büyümeyi benimseyen bir ters devrimle dönüşümü başlattı. Çin Halk Cumhuriyeti, muazzam miktarda deformasyon ve tarihinden gelen otoriter temayülle küresel ihracat piyasalarına aktif bir bağlılığı birleştiren “devlet kapitalizmi” diye adlandırabileceğimiz bir ekonomik model icat etti. Partinin çelik çekirdeği, ülkenin sarsılmaz iradesi, merkezi ekonomiyle ilgili kararlarını alışageldik  otoriter bağnazlıktan yana kullanmadı. Parti, Leninist ekonominin, Stalinist dayanıklı mallar ekonomisinin koşullarından sıyrılmış tek parti yönetimi, siyasi özgürlükler üzerine katı engellere indirgenmiş olsa da, teoride ve pratikte komünist yönetimini yine de devam ettirdi. Ping'in ardılı Jiang Zemin'in 1,3 milyar nüfuzlu ülkede süregiden metafizik hayatın fiziksel korkusunu dehşetle duymaması imkansızdır. Sonuç itibariyle siyasi muhalefeti bastırmaya devam etti; kapalı şehirden devreden efsanelere mütemayil görünümünü korudu. Batı'nın göçeden sermayesinin taleplerine uygun ekonomik reform programını emekçiler aleyhinde hayata geçirdi. Odesa müthiş öyküleri olan bir limandı fi tarihinde. Ejderhaları, fenerleri, bilgeleri, efsaneleri olan Çin'in nasıl yaptığından çok Rusya'nın devrimden önce Avrupa sanayisinin arka bahçesi haline gelmiş endüstriyel pratiğini geçen doksan yılda nasıl yok edebildiği meselesine kafa yormuyoruz. Batı düşüncesinin kendi kara geçmişinin ak pak sayfalarını kolonilerdeki potasiyel emek sömürünün insanlık dışı hikayeleri olduğunu bilir ama tarihini yaratan bu eşitsizliği telaffuz etmekten imtina eder.  Gördüğümüz gibi sorunun bizzat kendisi olduğu gibi çözümü de ucu açık bir süreç. Bizim yapmamız gereken ne yapmak istediğimiz 'doğru' olarak adlandırabilmek. Günümüzde kapitalizmin her krizinde çare olarak Marksa dönmek genel bir temayül olmuştur. 1 Mayıs'ın yaklaştığı şu günlerde Geziyle başlamış olan İşçi sınıfının 63 yıllık Taksim macerasının nedeni enteresandır. 1977'de 37 kişinin ölümünü yaşamış bir kuşağın mensubu olarak Ayşe Hür'ün yazısını, hatırlatıcı bir pazar anlatısı olarak hüzünle okuduk. Ne ki, maddi, gayri maddi emek arasına sıkışmış entelektüel dünyanın, mütenasip olmayan koşullarını ortadan kaldırmak için gelecekte eleştirilerini fabrikalardan başlatmak gereğini hiç akla getirmemeleri nasıl bir körlüktür bilinmez. Marks'ta hatta ve hatta Kroptokin, Bakunin'de olmayan Negri'de olabilir mi? Müceddittir söylediklerimiz; aramızdan kara kedi geçecek kadar sersemletmiştir dostlarla mutabakatımızı. Toplumsal sözleşme vicdanlara değil de an be an değişecek hukuk yasalarına tabiyse böyle mukavemetleri aşağıda da doğal karşılamak, halk içinde mubah kabul etmek gerekir. Olmayanlara karşı yerli entelijansiyanın temayülü ve ilgisi, yokların dünyasında hiçlere takdiri nasıl sağlanabilir! Temiz yüreklilikle itiraf ettiğimizde bile bilgiyle kuşatılmış entel camiada kalan mutlak değer sinizmdir. Güç elde etmeye yönelik safiyetleri, zannederler ki, her an bozulmaya yatkın muvazenelerine ve iyi niyetlerine halel getirmez!   :http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/isci_sinifinin_63_yillik_taksim_israri-1188829


Kimin Öldürdüğü Bilinmeyen Ölüler


Eski Ahit'te Yasanın Tekrarı bölümü 21'de şöyle yazar : Tanrınız RAB'bin mülk edinmek için size vereceği ülkede, kırda yere düşmüş, kimin öldürdüğü bilinmeyen birini görürseniz, ileri gelenleriniz ve yargıçlarınız gidip ölünün çevredeki kentlere olan uzaklığını ölçsünler. Ölüye en yakın kentin ileri gelenleri işe koşulmamış, boyunduruk takmamış bir düve alacaklar. Düveyi toprağı sürülmemiş, ekilmemiş ve içinde sürekli akan bir dere olan bir vadiye getirecekler. Orada, derede düvenin boynunu kıracaklar. Levili kâhinler de oraya gidecek. Çünkü Tanrınız RAB, onları kendisine hizmet etsinler, O'nun adıyla kutsasınlar diye seçti. Kavga, saldırı davalarına da onlar bakacak. Ölüye en yakın kentin ileri gelenleri, derede boynu kırılan düvenin üzerinde ellerini yıkayacaklar. Sonra şöyle bir açıklama yapacaklar: 'Bu kanı ellerimiz dökmedi, kimin yaptığını gözlerimiz de görmedi. Ya RAB, fidyeyle kurtardığın halkın İsrailliler'i bağışla. Halkını dökülen suçsuz kanından sorumlu tutma.' Böylece kan dökme günahından bağışlanacaklar. RAB'bin gözünde doğru olanı yapmakla, suçsuz kanı dökme günahından arınacaksınız."






****





Bir sanatçı hakkında yazılan tüm yazıları, yapıcı/yıkıcı eleştirileri okusanız bile onun hakkında henüz birşey öğrenmiş olmazsınız. Necmi Sönmez'in Manzoni yazısını okuduktan sonra, not defterine bunları yazdım. Bir de gizemli Banksy sorunu var. Onun için de 'söyleyeceklerimiz aynı' diyebilir miyiz?

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/necmi_sonmez/manzoninin_diskisi_altindan_kat_be_kat_degerli-1186886




Mistifikasyon yok; doğrudan bir Banksy eleştirisi bu.. Telekulak çetesini teşhir etme fiili, ucu Edward Snowden'e kadar uzanabilecek bir tartışmanın yapılması gereken konusudur. 


İngiltere'de dinlemeden sorumlu istihbarat servisi GCHQ'nun Cheltenham'daki merkezine birkaç kilometre mesafede bir gecede beliriveren duvar resminin Banksy'nin son eseri olduğu düşünülüyor..





Pazar günü farkedilen duvar resminde kara gözlükler takmış üç adam bir telefon kulübesini dinlemek için çeşitli aletler kullanırken görülüyor. Duvar resmini daha şimdiden yüzlerce kişi ziyaret etti. Banksy henüz resmin kendisine ait olduğunu ilan etmiş değil ama uzmanlar, “Banksy’nin bütün özelliklerini taşıyor” diyorlar. Bristol’daki 1loveart adlı sanat galerisinden Vince John “Yüzde 70-80 Banksy olduğunu düşünüyorum. Kesinlikle Banksy’nin stili ve onun eserlerindeki gibi yardımcı karakterler de var. Tabi GCHQ ve faaliyetleri hakkında bir mesaj veriyor ki bu da tam onun yaptığı türden bir şey” diye konuştu.


http://www.radikal.com.tr/hayat/banksyden_telekulakcilara_selam-1186796






***





Nisan 2011'de Guadalajara/Mexico'da düzenlenen AIAP Dünya Genel Kurulu'nda, UPDS'nin teklifiyle Leonardo da Vinci'nin doğum günü olan 15 Nisan, "World Art Day" (WAD) olarak ilan edildi. Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) Başkanı Bedri Baykam'ın genel kurulda yaptığı sunum konuşmasının ardından oybirliği ile kabul edilen "Dünya Sanat Günü"nün (WAD) bu seneki Türkiye kutlamalarında Onur Ödülü ressam Kayıhan Keskinok'a verildi. Keskinok'a verildi. Bu ödülden dolayı UPSD'nin çalışmalarını takdirle karşılıyoruz. Ne var ki yaşlı ressamlarla birlikte zorlu şartlar altında hayat mücadelesi veren yaşayan ama varlıklarından henüz haberdar olmadığımız yalnız sanat yaparak yaşamaya çalışan sanatçıların da bulunması, hatırlanması, hatırlatılması önemlidir. Bedri Baykam, böyle bir ödülün gelecek yıl düşünüldüğünü söyledi. 


https://tr-tr.facebook.com/dunyasanatgunu.upsd





***





Kabzımal tavrıyla satıyorum, satıyoruum ; saaat.. ttııım!! Olur mu böyle edepsizlik; tabii ki olmaz! Sanatçılar ve galericilerden, müzayede evlerine karşı sert açıklama!

Sazanlar, çakallar, kurtlar, güvercinler, kirpiler, bülbüller.. Kaçın kurası şefkatli tüccarlar, mağdur ressamlar, gaddar eleştirmenler.. Dar alanda kısa paslaşmalar .. Laterna, bando, mızıka eşliğinde global dalaşmalar, gazetelerin kültür sayfalarında yer bulan entelektüel sataşmalar ...Biz herkesin herkesle savaşına dönüşmüş paranın, çamurun ve kanla terin karıştığı yerde emek üstünden hazzı arayan zarif kültürel burjuvazinin tekelindeki doğruyu arama mücadelesi zannederiz. Oysa Marks, 'Her şeyin özeti para'dır der.. Meraklılar 'nerede?' diye soracaklar: Grundrisse 1/143

http://www.radikal.com.tr/hayat/sanatcilar_ve_galericilerden_muzayede_evlerine_karsi_sert_aciklama-1186118

"Ne yazık ki işin olumsuz bir tarafı var. Geçen hafta UPSD ve Sanat Galericileri Derneği ortak bir bildiri yayımlayarak, müzayede evlerinin sanatçı ve galericilerin varlığını tehdit edercesine uyguladıkları fiyat politikalarına ve vahşi kapitalizmin “serbest piyasa ekonomisi efendim” mazeretiyle yaşama geçirdikleri sorumsuz tavra tepki verdiler. İşin özeti şu: Sanatçıların eserleri gerçek değerinin beşte, bazen ondabirini müzayedeye konuluyor. O anda sanatçı ve galericisi, koleksiyonerlere karşı zor duruma düşürülmüş oluyorlar. Örneğin, bir sanatçının belli bir dönemine ait eserleri, geçen birkaç yılda kendisi ve galericisi tarafından ortalama 100 TL’ye satılmış olsun. Müzayedecilerin, o işlerden birini açık arttırmaya koydukları zaman yıllar içinde oluşmuş fiyatın makul bir ölçüde altından başlatmaları normaldir. Eser satılsa da satılmasa da belirlenen bu alt limit, sanatçının o eserine zarar vermez. Aynı eser, beş misline satılırsa bu her eserinin o fiyata yükseldiğini göstermez. Ama 100 TL’lik bu esere onda biri gibi akıl almaz bir öngörüm fiyatı konulur ve bunu katalogda adeta sanatçının tescilli gerçek değeriymişçesine sunulursa, o zaman sanatçıya,  galericisine ve eski koleksiyonerlerine büyük haksızlık edilmiş olunur. Müzayedeciler sanat piyasasına doğrudan el atıp aynı sanatçıdan 20-30 işi  “piyasaya”  sürerek, sanat üretene saygısız bir tavırla, sanatçıları yok etme pahasına eserleri ortaya salt  “ticari ürün”  gibi sürüyorlar."  Böyle diyor UPSD  ve Sanat Galericiler Derneği başkanları ortak açıklamalarında. Sanatçılarla çalışan kurumlar ve sanatın tüm muhattapları, kurulan ilişkiler, verilen zararlar ve ticari çıkarlar için 'her ne bahasına kazanç' diyememeli ve ilkeli olmak zorundadırlar. Çağdaşlık ve demokratikleşme sürecinin emekçileriyle sağlanan doğrudan irtibatlar tüm dünyada normal bir karşılaşma değildir. Sanat ve sanatçıyla kurulacak sıradan ticari dostlukların bile sıradışı davranış ve ihtimamlara ihtiyacı vardır. 

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/60707/Sanatta__iyi__Kotu_ve_Cirkin_.html






***




Artemisia Gentileschi, 17. yüzyıl başında yaşamış gerçek bir tarihsel figür; egemenlerin yazdığı sanat tarihine geçmiş az sayıdaki kadın ressamdan biri.






Metis Yayınları'ndan çıkan kitabında İtalyan yazar Anna Banti, 1600’lü yıllarda -gerçekten- yaşamış bir kadın ressamın, Artemisia Gentileschi’nin hayatını anlatmış. Ortaçağın erkek egemen dünyasında hem bir kadın hem de bir sanatçı olarak ayakta kalma mücadelesi veren Artemisia,  bu sıradışı “biyografik” romanda sanatı ve tutkularıyla canlanıyor. Sözleri ve eserleriyle erkek ve kadınların hayatta eşit hakları olması gerektiğini ilk haykıranlardandır. Erkek egemen bir kültürde ruh eşitliğini savunan ilk kadınlardandır. Ölüm tarihi bazı kaynaklarda 1653, bazılarındaysa 1656 olarak gösterilir.  Metis,Müge Gürsoy Sökmen ekibi Türkiye ve dünyada düşünce, ifade özgürlüğü zeminindeki çalışmalarını böyle nitelikli bir kitapla ileriye taşıyor. Freud'u onaylarcasına kendi eksik ve yoksunluklarını gönülden onaylayan kadınlar ile onları ne bahasına olursa olsun kurtarmak isteyen modernizmin çok da değiştiremediği erkeklerin dünyasına sıradışı bir katkı sağlamalıdır A
rtemisia Gentileschi’nin hayatı..






***




"Uzun uzun baktım ona. Bir daha baktım ve bir daha baktım. Şimdi ben sanat eleştirmeni veya bir koleksiyoner veya heykeltraş veya adı her ne ise o değilim. Bu eserlere bakmak, dokunmak, koklamak, izlemek, incelemek benim zaptedemediğim duygularımın birer sonucu. Ben sanatsever bir adamım ama aptal değilim. Aptal yerine konmak ise hiç haz etmediğim bir şey. Evet bu ülkenin sıradan insanının sanata olan ilgisinin az olduğunu kabul ediyorum ama “Bunlar hiçbirşeyden anlamaz nasıl olsa” mantığı yapılan her türlü taklitçiliğin şiddetle karşısındayım. Sanatta esas mesel "Özgün" olmak ise ne yazık ki medya tarafından şişirilmiş çalışmalar bundan nasibini alamamış, sanatçılar ise anlayış olarak eksik; bir kez daha bu acı gerçeği yutkundum." Burçin Özgün'ün  rastlantı sonucu gördüğümüz blogunda bunlar yazılı. Yazar Özgün, gerçekten de özgün bir bloger. Okuyun!

http://bozgunodasi.blogspot.com






***






Kutsal olan ölüm değil yaşamdır; ne ki!

Kendime dönüp baktığımda, bu dünyayla çok uyumlu olduğumu söyleyemem. Hatta seçim hakkım olsa, böyle adaletsiz, kötülerin sürekli kazandığı, iyilerin mutlaka kaybettiği böyle bir dünyanın doğal bir unsuru, kurucu irade tarafından vücuda getirilmiş olan değiştirilemez eşitsizliğin ayrılmaz parçası olmak istemediğimi de.. Ütopyalar yalandır ve her türlü siyaset, herkesin bildiği yalanın mütemmidir. Gene bilirim ki, insan ne yapıyorsa yapsın mutlaka bir yanlışı icra etmek, ona taraf olmak durumundadır. Siyasal mücadelenin, ne için verilirse verilsin kapitalizmin bir işlevini yerine getirerek sistemi onardığını ve modernizme yaptığı katkıları görmezden geliyoruz. Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı gibi, şayet 'ölüm' dışında bir seçim hakkı olsa, arkama bile dönüp bakmadan başka yıldızlara doğru bir yolculuğa tereddütsüz çıkabilirdim. Ama 'intihar' dediklerinde düşünmeden 'olmaz!' derim. Öfke dolu bu karşı çıkış belki de bu dünyadan kendi iradesiyle zamansız ayrılanlardan çok, onları ayrılmak zorunda çaresiz bırakanlara duyduğum kızgınlıktan dolayıdır. Bu yüzden İntihar ve İntihar Girişimi adlı kitap dikkatimi çekti. Kavramlar, Yaygınlık, Müdahale, Önleme ve Öyküler. Yazanlar Kamil Alptekin, Veli Duyan. Yayınevi: Yeni İnsan ..


http://kitap.radikal.com.tr/Makale/intihar-mercek-altinda-395481






***




Utku Varlık, güzel hikayeler, yaşanmış tecrübeler anlatıyor. Takip edin!







***




Bu ayın konuları : 1598’de Roma’da, Pisalı bir ailede doğdu. Usta ressam Orazio’nun kızı. Çağdaş Sanattan Nefret Edenler Kulubü, İzler Sergisi/ Kızıltepe, Cem Erciyes, Ali Artun.. Utku Varlık, Lenin'in paltosu, Taylorizm, Fordizm vd.. Siyaseti sevmem!, UPSD ve Sanat Galericileri Derneğinin basın açıklaması, Ufuk Suçsuzer, Kurşun Askerler: Dinar Bandosu, A. Sinan Güler ve Ciguli prensipleri, Nedir Bu Performans adlı kitap, Daire'de Ahmet Duru, Sadece sanat piyasası değil hayatımız balon diyen Yeşim Akdeniz, Siyah/Beyaz Galerisi, Buket Acartürk'ün Karıncaları.. Siyasallaşmış bir din ile mahallenin delisi.. Twitter demokrasisi ve özgürlüğün meczupları.. Musa, İsa, Spinoza, Marks, Troçki, Freud; bu Yakupoğulları gerçekten korrkunnççç adamlar muhabetleri vesaire vesaire ..











Mardin-Kızıltepe’de “İzler” Sergisi




Mardin’in Kızıltepe ilçesi, 18 Nisan ve 18 Mayıs 2014 tarihleri arasında “İzler” adlı bir resim sergisine ev sahipliği yapıyor. Movapark’ta gerçekleşen bu sergi, son yıllarda Kızıltepe’de dikkat çeken dinamik bir sanat ortamının bir başka etkinliği olarak izleyicilere sunuluyor. Mardin’in Güneydoğu’da bir sanat merkezi halinde yükselişi, belli ki bu kentin hemen yanı başındaki Kızıltepe’yi de bu merkeze eklenen sanat alanlarından biri haline dönüştürmekte. 

Şu belirtilmeli: Kızıltepe’nin sanattaki yükselişi, birtakım sponsorların sanat-kültür projeleriyle ve bu anlamda buraya ayırdıkları büyük finansal paylarla açıklanamaz. Söz konusu sanat ortamını kuran nedeni, Kızıltepe’de yaşayan, üreten ve özellikle de sanat eğitimi veren sanatçıların, aynı zamanda da entelektüel bir çevrenin çabaları ile açıklamak hiç de yanlış bir saptama olmaz. Bununla birlikte böyle bir yapı öncelikle Mardin’de ve yakın çevre kentlerinde yaşayan sanatçıların zaman zaman buradaki sergilerde yer alması adına bir cazibe noktası da yaratıyor. Öyle ki geçtiğimiz yıllarda Kızıltepe’de açılmış bazı sergiler, yalnızca yakın çevre kentlerinden gelen sanatçıları değil, yurtdışına kadar uzanan bir coğrafyadan gelen sanatçıları da kapsamıştı. 

İşte “İzler” adlı sergi, yine Kızıltepe merkezli olarak organize edilmişse de Mardin’den Şanlıurfa’ya, Kars’tan İstanbul’a vb. kadar uzanan geniş bir alanda yapıt üreten sanatçıları içinde barındırıyor. Sergide yer alan sanatçılar şunlar: Ali Asker Bal, Erdal Arslan, Ferhat Dalmış, H. Kübra Ergin Halhallı, Leyla Keskin, Murat Özbakır, Sait Toprak, Seyfettin Arslan, Emre Zeytinoğlu ve Şerif Kino. Basın Bülteni ali asker bal  aliasker.bal@gmail.com



Sergi Açılışı: 18 Nisan 2014, Saat: 18:00

Adres: Movapark, Şanlıurfa Mardin Yolu Üzeri, Havaalanı Bitişiği, Mardin - Movapark’ın Açık Bulunduğu Saatler: 10:00-23:00 






***




Senin ideolojin yaşamak için insan öldürmeyi, birilerini köleleştirmeyi, siyasetini hayatın merkezine koyup rakiplerini düşman olarak değerlendirmeyi öngörüyor mu? Travmalarından muhteşem hikayeler çıkartıyor ve onları çevrene gizemli bir mağduriyet edebiyatı, kuşatılmışlığının tarih bilinciyle aktarabiliyor musun?  Yaşadıklarını histerik bir ses tonu ve garip bir coşkuyla anlatabilir, gözünü kırpmadan yalan söyler ve yalan olduğunu pekala bildiğin söylemlere fazla kurcalamadan inanır mısın? Eğer bunları yapıyorsan 'normal' bir insansındır. Ama şayet değilsen, topluma uyum sağlamak için bir psikiyatristin koltuğuna oturup bilinçaltına doğru keyifli bir yolculuğa çıkmanın tam da zamanıdır!... 





***






Markalar ve amblemler, içlerine gerçekten giren bir ruh olduğundan dolayı inandığımız değerlerin fetişleri haline dönüşmüşlerdir.






***






İnsan, davranışlarının saçmalılığını ve onbin yıllık tarih içindeki geçmişi iki ya da üç yüzyıla dayanan kurumlarının acaipliğini sorgulamıyor. Modern Batıya özgü olan şey, insan toplumuna aitmiş gibi bir tarih yazılıyor. Buna karşın kendi sefaletlerini onaylayan yoksullar ile onları ne bahasına olursa olsun kurtarmak isteyen politikacıların davranışları ilerlemenin temel dinamiğini oluşturuyor. Tüm dünyada rezaletlerini sistem araçlarına çeviren çok uluslu müteşebbisler, yerel burjuvalara rahmet okutan bir kültürsüzlüğü sergiliyor. İlerleme kavramının kaynağı emperyal bilinçtir; kendini gizleyen dünyadaki iktidarın merkezi savaş endüstrisidir. Bugün siyasette herkesin kendisine yonttuğu çağdaşlaşma anlatısı, amacı meçhul bir hiciv tiyatrosu olarak karşımıza çıkmaktadır.






***




Başkalarının hayatlarına burunlarını sokmadan yeni dünyayı yaratabilecek olanlar, kendi benliklerinin bir ucundan diğer ucuna seyahat etmiş ve kendi kanlarının ta dibine kadar dalmış olanlardır der Gustav Landaur. Kapitalizmin Landaur gibi bıkkınlarının, Aydınlanmacı mezmurlardan bütünüyle terk-i diyar ettiklerini sanmayalım! Bütün özgürlükçü söylemlere sahip çıkan sol, sivil toplum hülyasındaki haysiyet ve karizmasını Karin katliamlarına Gulaglara, Lenin ve Stalinlere değil, Marks'tan çok delifişek, azılı düşmanı Bakunine borçludur. Amacın yerine aracı koyan siyasal iklim, habitusun normal formunun ne olduğu konusunda kafa karışıklığı yaratmıştır. Kim olduğuğumuz ya da şapkadan kimi çıkaracağımız meçhuldür. Ne ki sistem öyle bir dinamik yaratır ki kurbanla katili arasında sinerjik bir sempati oluşturmaya yönelik bir oyunmuşçasına özneyi bitmez tükenmez bir toplum sözleşmesinin şartları içinde olduğu hal üzerine köleleştirir.  


Geleceğe ait bir olasılıktan çok, bugüne ait bizden kendimizi daha fazla feda etmemizi istemeyen bir kesinliğe ihtiyacımız var. Hegel, tarihin hareketini oluşturan fikirlerin diyalektiğidir diyor. Ağır gündemi sürekli belirleyen onlar. Kanaatler ve düşmanlar an be an değiştiğine göre, dünyada insanca yaşanabilecek bütün vakitleri, siyasetin arzusunun tatmin edildiği zamanlara çevirmenin de çok anlamı yok!



***




En basit kelimeleri, en ağdalı tariflerle kavramsallaştırmak. Ya da anlaşılmaz olmaya çalışmanın dayanılmaz ağırlığı! 


Muhayille, sözcüğü, tahayyülden, yani hayal etmekten gelir. Türk Dil Kurumu kelimeyi yerinde olarak 'hayal gücü' olarak tanımlar. 1970'lerde Sosyal Yayınları'ndan çıkan Materyalist Felsefe Sözlüğüne baktığımızdaysa Muhayille karşısında şu açıklamayı görürüz. "Muhayille : Realiteden alınan, fakat tekil (paricular) bir anda verili realitede karşılaşılamayan izlenimlerin konversiyonu temeli üzerinde, insansal bilinçte yeni duyum ya da düşünce imajları yaratma yeteneği." Bu cümleyi okuduktan sonra halkla aydınlar arasındaki aşılmazlığın nedenini daha iyi anlıyoruz.







***






Böyle hayranlara can kurban!!









Radikal Gazetesi köşe yazarı Cem Erciyes, Çağdaş Sanattan Nefret Ediyorum başlığıyla bir yazı yazdı. E-Skop'ta Ali Artun, Erciyes'in yazısına "Kısacası, siyasette olduğu gibi, sanatta da, dönüşümün enerjisi, onay ve hoşgörü değil, inkâr ve nefret." diyerek bol referanslı bir destek sundu. Dönemleriyle fazlaca çakışan, onunla her noktada mükemmelen buluşan kimseler çağdaş değildir; çünkü tam da bu yüzden onu görmeyi başaramaz, bakışlarını onun üzerinde tutmayı beceremezler (Agamben)." diyerek!

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cem_erciyes/cagdas_sanattan_nefret_ediyorum-1182843
http://www.e-skop.com/skopbulten/sanat-nefreti/1889



Çağdaşlık konusunda ahkam kesen bu arkadaşlar, her zaman önden giden kahramanları izleyen fener alayı gibi müstemleke ülke kültüründe önemli bir görevi ifa etmektedirler. Bir de literatürde 'kataskopos' diye bir kelime vardır. Kendi aklıyla düşünmesi gereken sanat eleştirmeni Erciyes'le birlikte Entellektüel Skopculara da öneririm. Verdikleri bir dizi ismin referansının yarattığı ağırlıkla başkaldıran aydınlarımız aslında bu tür hafif meşrep isyanlarla başeğdiklerinin pek de farkında değillerdir. Bizim ne söylediğimizi merak edenler yalnızca kapitalizme değil, onun türevi olan marksizmle de nasıl hesaplaştığımıza şahit olmamışlarsa burada senelerdir yazdıklarımızı cümle cümle okuyabilirler. Tatlı sularda çağdaş sanat hakkında sevgi/öfke nöbetine tutulan heveskarlara Deleuze, Agamben, Jameson'u bırak, sen ne düşünüyorsun asıl onu söyle diyoruz! İnsan, yalnızca ve yalnızca eleştiri yetisi aracılığıyla, toplumsal etkinliğini ileriye doğru taşımak üzere huzur hakkını iptal eder. Önce amacını sapta ; sonra çağdaş'ın karşısına sen sitemden başka ne koyuyorsun onu söyle! Anlıyorum kafan karışık ama bu durum, her zaman akıldan çok vicdan üstünden felsefe yapan hissiyatçı münevverlerimizin algısının açık olmasını da engellememeli..







***







Karikatürcü Selçuk Demirel, meslek hayatının başlarında kendine örnek aldığı Tan Oral gibi çizerleri fersah fersah geçmiş tutarlı bir düşünürdür. Ustalarını aşmakla kalmamış, kendini de inanılmaz bir azimle yoktan var etmiştir. Üstüne araştırma yapacak meraklıların ne demek istediğimizi anlamaları için Selçuk'un çizgilerini ilk defa gördüğümüz Karikatürcüler Derneği 1974 albümüne bakmaları gerekir..








Le Monde, New York Times gibi dünyanın önemli gazete ve dergilerinde çizimlerine sıkça rastladığımız Selçuk Demirel Galeri Nev ve Fransız Kültür Merkezi'nin ev sahipliği yaptığı iki ayrı sergiyle İstanbul'da. Sibel Oral röportajı 




Toplumsal hareketler, sosyal medyada isyan, internette savaş... İstanbul'da yeni açılan kişisel sergisi nedeniyle Pınar Öğünç, Lübnanlı sanatçı Rabih Mroué ile konuştu. Nasıl bir tarih yazılıyor şu an?







***






Eleştirmen Sezer Tansuğ'un son günleri..


Sezer Bey'in yazılarında, doğrudan ifade edilmeyen, ancak satır aralarına gizlenmiş ciddi bir gerilimin ve sancının varlığını hissetmeye başladım. Kendine göre tarif ettiği bir yerliliğin peşinde, yerlilik temeline dayalı bir eleştiri tarzı geliştirmeye çalışan, ancak bu eleştiriyi mevcut sanat ortamında uygulayacak bir zemin bulamadığı için hırçın, yalnız ve anlaşılmamış bir adam..



http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=3577






***




Portekizli kaşifler, Batı Afrikalı kabililerin putlarını 'yapay/sahte' anlamında 'feitico' olarak adlandıyorlardı. Feitoco kelimesi Avrupa dillerine 'fetiş' olarak eklendi. Endüstri çağında kelimenin yapay/sahte anlamı kaybolarak, tutkuları olan modern özneyi ele geçiren arzu nesneleri için kullanılan genel bir kavrama dönüştü. Bugün 'fetiş' tüm biçimleriyle kapitalizmin şeyler dünyasıdır. Bazen biçimiyle, bazen mübadele değeriyle son tahlilde hepsi 'meta' olan bu ürünler varlığımızı ele geçirme yetisine sahiptirler; gereksinimiz olmayan ihtiyaçlar artık modern insanın vazgeçemediği aparatlar, yeni uzuvlarımız şekline dönüşmüşlerdir.. 






                                         




Hayatın yeterince somut ve fazlasıyla pratik olduğunu göremediğimiz evvel zamanlar, önceki dönemlerdeki kurtarıcı ideolojileri, vaadettikleri cennet motiflerini tahayyül et!  Tavşanla kaplumbağ, leylekle tilki ya da ağustos böceğiyle karıncanın masalı gibi kafa karıştıran hikayeler ve dünyayı değiştirmesi istenen öğütler, eylemler artık yok.. Taylorizm/Fordizm ya da ortaya atılan eşya fazlasıyla 'yaşanılır bir dünya kurabilmek' için yola çıkan mesihçi teoriler de; dünyayı istimlak eden yaratıcı akıla hakikaten ihtiyacımız var mı? 


İnsanlar, kendi emeklerini pey olarak sürdükleri bir sistemde giderek daha fazla kendilerini köleleştiren bir gerçeği bugün maddeten üretiyorlar. Bundan dolayı insan, ürettiği somut biçimin dışında ruhsal ve ufki bir hakikat yaratamaz.  Ve kendini tecrit ederek sapkın kültürünü dışarıdan izleyen masum bir seyirci gibi davranamaz. Hicap duymadan yakınabildiğimiz bu durum itiraf etmeliyiz ki hiç de ahlaki değildir...


Seçkin iplik fabrikatörü, büyük sosis sanayicisi, saygın kundura boyası tüccarı olabilsinler diye çalışanlardan bahseden Marks, devam eder: 'Ama makina, işçinin karşısına daima onun sırtını yere getiren ve devamlı olarak onu gereksiz kılan bir rakip gibi çıkar; o işçiye düşman bir güçtür.' Buna rağmen İnsan aşılmak üzere kendi tarihini yaratır der ; tarihsel evrimin yarattığı kapitalist sisteme toplumsal rasyonilete olarak bakar. Sermayenin dehasıyla örgütlediği üretim sürecini normatif bir olgu olarak değerlendirir. Marks'ın Kapital'i yazdığı sırada saha kenarında Frederick Winslow Taylor adında bir şahsiyet oyuna girmek üzere hazırlanmaktadır. Amerikalı makine mühendisi ve endüstriyel idâre uzmanıdır. Endüstriyel verimliliği artırmak icin sistematik bir şekilde çalışan ilk kişi olarak bilinir. İşletme Yönetimi'nin babası olarak kabul edilen Taylor'un geliştirdiği ilkeler endüstri mühendisliğinin temellerini oluşturur. İşyerlerinde daha hızlı tempo ancak kolektif disiplinin sağlayacağı tekrarlara dayanan bir metod, ürüne karşı standart bir uygulama ve emekçinin çalışma koşullarına adaptasyonuyla gerçekleşeceğini söyler. Piyasadaki kitlesel talebe karşılık olarak seri üretimin standartlarında fabrikadaki askeri disiplin kaçınılmazdır. Kendi dışındaki uluslararası pazarın organize davranışlarına uyum sağlayan Taylorcu bu gelişme, endüstri devrimiyle Avrupa'daki farklı tecrübelerin işbirliğini geliştirmiş ve karşılıklı yardımlaşma üzerinde sembiyoz yapılar oluşturan kolektif üretim bandının zihinsel yapılarını birleştirmiştir. Makina dişlisi gibi çalışmak zorunda olan işçinin yerine ikame etmekte zorlanmayacak tedarikçi sistem pratikte aradığını bulmuştur. Taylor'un yöntemi, fabrikanın seri imalat sürecinde sürecinde emeğini temellük ettiği insanı yabancılaştırarak her türlü beceriden, üretim bilgisinden ve zihinsel faaliyetinden koparır. Taylorist ideoloji, patronu vefasızlaştırır, işçiyi vasıfsızlaştırır ; her türlü küçük parça işi yapan emekçiyi değersizleştirir. Her halükarda standartların adaptasyonu ve işbirliğinin yürütülmesi yalnızca şeylerin idaresiyle gerçekleşebilirdi. 

Marks, Taylorizmin doğumunu 1849'da Brüksel'de işçilere verdiği konferansta kehanetle haber vermiştir : 'Sıradan emekte göreceli bir bolluk yaratan bu gelişmenin kendisi, beri yandan vasıflı emeği yalınlaştırır ve onun değerini düşürür.' Ücret, Fiyat, Kâr sayfa 140


'Yasa, kendisini başka bir biçimde de ortaya koyar. Emeğin üretken gücünün gelişmesi ile sermaye birikimi, yüksek ücret oranına göre hızlanır.'  Marks'ın öldüğü yıl 1883'te ilk ürünlerini vermeye başlar Taylor; kaleme aldığı Atölye Yönetimi'nde Bethlehem Steel ve Midvale Steel adlı şirketlerde yaptığı çalışmalardan örnekler verir.  Her iki kurumda da verimlilik artışı kazanımları tüm taraflar arasında paylaşılmıştır. Şirketlerin kâr artışı yanında daha iyi iş çıkaran işçilerin ücretlerinde artış sağlamıştır. Proletarya, ezilmenin ne demek olduğunu bilerek pratik bir teoriye sembolik özne olması aşılmak üzeredir. Kapital'de gözlemlerini yazan Marks, fabrika düzeninde Taylorizmi önceden haber verdi ve selamladı. İşçi, emek yoluyla Marks'tan sonra uzun yürüyüşüne devam ederek kendinden ürken efendisinin fikrini ve kendisi hakkındaki tasarrufunu çalışmasıyla şenlendirmeyi sürdürdü. Fordizm kavramıyla ise insanlık rejimi Taylor'un öldüğü 1915'lerde tanıştı. Buluş fabrika düzeninde sadece 'üretin bandı' olarak vasıflanamayacak aşkın ve algısal bir dönüşümdü.  İşçilerin standartlarının yükseltilmesi Amerika’da otomobil üreticisi Henry Ford'un geliştirdiği bir yöntemdir. Kavram, literatüre Gramsci tarafından eklendi ve refahcı paylar dağıtarak siyasallaşmanın önünü kesen Keynesci Amerikan endüstriyel yaşam biçimini belirtmek için kullanıldı. Üretici aynı zamanda büyük bir tüketici güçtür ve Fordizm, kârdan işçiye pay verir. Marksist teoride olmayan bu paylaşım, rejimi isyanlardan ve ölümcül sondan kurtarmıştır. Engels'in 1840'larda kaleme aldığı İngiliz İşçi sınıfı, fiziken artık yerlerde sürünen bir yoksullar güruhu değildir. Çünkü sömürü düzenini ortadan kaldıracak işçi sınıfı, hem tüketebilecek bir gelire sahiptir hem de emperyal sistemin ortağıdır. Ahlaki olarak payına düşenden memnun görünür. Burjuvaziye payanda olması, işbirliği içinde kendi sınıfına tur bindirmesi farklı bir kültüre doğru yelken açmasına neden olur. Bu anlamda Fordizm tam da Gramsci'nin işaret ettiği hegemonyanın bir müteşebbisi konumundadır. Fordist bakış, zaman ve iş etüdü uygulamalarıyla performansa bağlı maaş sistemiyle işçi verimliliğinin nasıl artırıldığını pratikte göstermiştir. Emperyal birikim, kapitalist üretim sürecinde nihai tüketimle arasındaki uyum sağlar ve ihracata dayananan bir ağ kurulabilirse sermaye sahibi zümreyle işçi sınıfının refahı beraberce yükseltibilmektedir. Modernist birikim rejimi, devletin makro ekonomik politikalar ile serbest piyasa ilişkilerini düzenlemesine, sosyal refah devletinin toplumsal hizmetleri etkin bir şekilde sağlamasına dayanır. Emek süreçlerinin parçalara ayrılması, işçinin sıradanlaşması ve tümünden niteliksizleştirilmesidir. Ancak Tiller Kızları performansları, Broadway müzikalleri, Andy Warhol'un meta eserleri, linografiler, taşbaskılar, serigrafiler, sanayi çarşıları, paketlenmiş mısırlar da bu olgunlaşmanın, kamuya hizmet veren hizmetin aşkın ürünleridirler..  Sermayenin küresel örgütlenmesinde, imalatın ve paranın mübadele çarkındaki her edim, aynı üretim sürecinin, kozmik ağın, Fordist terminolojiyle söylersek aynı montaj hattının bir parçasıdır. Emperyal çağının modernizminde endüstriyel devrimin ilkeleri halinde sistemleştirilmesi sadece Frederick Taylor'un eseri değildir tabii ki. Sistemi montaj bantlarıyla, otomobillerin seri olarak üretilmesine uygulayan Henry Ford'dur; ama  emek/üretim süreçlerindeki bu büyük dönüşümün rasyonel, dinamik ve popülist yeni bir toplumsal evrimleşmeye; dahası da soykütüğümüzde, sosyal bilincimizde biyolojik bir değişime yol açan kolektif arzudur. Meta halinde takdim edilen bireysel hazdır. Politik 'jouissance' radikallerin, anarşistlerin, faşistlerin katılımıyla üretim bandında başarıya ulaşmıştır. Görüyoruz ki, merkezileşen üretim, proletarya ve ucuz içgücünü istila edip, bedeni içten ele geçirerek yarattığı şehirleşmenin kaçınılmaz sonucudur. Sıradışı bir doğumu olan her üretici güç, bizatihi kalabalıkları oluşturan kitlesi, kitlesinin yaşama mekanlarında örgütlü üretimi  ve öznesinin bitmek tükenmek bilmeyen histerisiyle sıradan bir tüketicisidir. Taşralının normal doğumunu rafa kaldıran, şehirlinin libidinal enerjisine tasallut olan bu hal olağan değildir. Bugün hangi insan, Taylor ya da Fordizmin katı standartlarıyla hayatı disiplin altına alan endüstri devriminin bir mensubu olmaktan mutludur? İnsanlar, kendi emeklerini pey olarak sürdükleri bir sistemde giderek daha fazla kendilerini köleleştiren bir gerçeği maddeten üretmektedirler. Bundan dolayı insan gücü ürettiği somut biçimin dışında ruhsal ve ufki bir hakikat yaratamaz ve kendini tecrit ederek sapkın kültürünü dışarıdan izleyen masum bir seyirci gibi davranamaz. Semiyotik ilişkinin maskesi düşünce o bilinen materyalizmin altındaki suçlanan metafizik yeniden mağrifetleri ve görkemiyle bugün yeniden tecelli eder. Tümüyle bozulmasından ıstırap duyduğumuz kendilik halimizdir ; biyolojik bedenlerimiz ya da fiziki coğrafya; akıl ve bilgiyle istimlak ettiği doğanın ta yanıbaşında uçurumun eşiğine gelen bireyin bilgisi, gelecek tasavvurunu aşan bir merhalenin eşiğindedir.     



http://tr.wikipedia.org/wiki/Frederick_Winslow_Taylor
http://tr.wikipedia.org/wiki/Henry_Ford






***







Meta üretimi ve fabrika düzenine topyekûn karşı çıkmayan Marksizm bakir bir bileşim değil, şüpheli bir oluşumdur. Kapitalizme alternatif olması gayet müphemdir. Endüstri devrimiyle birlikte sermaye rejiminin doğurduğu sistemin eksiklerini onaran, emek/sermaye çelişkisini olumlayan alternatif bir üründür. Dünyanın geri kalan kısmında emperyalizmin kültürel hegamonyasını sürdürmesine yol açan şaibeli bir radikalizmdir. Öyle değil diyenlere, Marks'ın İngiliz Egemenliği Altındaki Hindistan yazılarını ya da Doğu Sorunundaki amaçlara yönelik makalelerini okumasını öneririm.. Olmazsa 'buhar ile elektrik Blanqui'den bile daha devrimcidir' dediği mektuplar ; bu cümle bile Marks'ın nihai beklentisinin ne olduğunu açıklamaya yeter!   


Ufuk Suçsuzer, 'kapitalizm pek çok aşamalardan geçti. Hali ve tavırlarından memnun olmadığımız sistem, geldiği son aşamada çöp yığınlarından tekrar tüketimi keşfetmiş Globalizmdir' dedi ; birlikte konuştuklarımızı özetlersek mutabık olduğumuz metin şudur :

Marks, Kapital'de her ürünü toplumsal bir hiyeroglife dönüştüren şey değerdir der. Münasebetleri güncelleştirirsek bu günün dünyasında canlı emeğin ve düzenli üretimin karşısında, tutarsızlıklarını eleştirdiğimiz post modernizmin muktesabatını ve biyo politik sürecin zihinsel tahribatını görürüz. Ne var ki, muhteviyattaki sendromları, fikriyattaki kaygılı gelgitleri, mizaçtaki feveran histerik davranışları belirleyen bizatihi tüketimin algı ve olgusudur. Zira 'emek' ve 'üretim' sonuçta tüketime tabidir. Yani emeği ve üretimi harekete geçiren tüketmek fiili sermaye rejiminde gayet belirleyici bir rol oynar. Tüketim, global gelişim içindeki aşamada bir sonuç değildir; post modernizmde sıçramanın başlangıç noktası kendi küllerinden doğan yeniden tüketimdir. 


Tüketim burada sadece emeğin yada üretimin tükenmesi olarak kendini göstermez. Üretimi ve dolayısıyla emeği harekete geçiren ve onun hareketlerini, siyasal perspektifini ve etkilerini belirleyen ana unsurdur. Bu belirlenme sürecinde ürün, ölmez otu gibi tükenmeden tekrar kullanıma girer. Fahişelerde aranan tükenmezlik özelliğidir talep edilen. Ürün, defalarca yenilenir, tazelenir ve dönüşüme girerek yeteri kadar tükenmeden pazar denilen güzergahta faklı kategorilerde yeni iş alanları kurarak salına salına seyreder. İhtiyaçlardan musdarip haline gelen bağımlı kitlelerin dinamik çıkarlarına göre demokratikleşmek, eşyalara ulaşmak arzusundaki demos'un aracı  olur;  eşya, burjuva devleti meşrulaştırmanın tercümesine dönüşür. Bu aslında adına kapitalizm denilen, meta rejiminin konusu olan ve herkesi peşinden koşturan şeytani ürünün genel karakteristiğidir.. Refah toplumunun ereği haline gelen ilerleme, bilimsel tedhiş, ekonomik talan, kendinden olmayana türlere ve doğaya yabancılaşma, ekolojik/biyolojik felaket demektir.

Yorgunluk bezginlik ya da biyolojik mesafeler dikkate alınmadan öznenin makyalajlanarak sistem tarafından her an her durumda uygun efektlerle tüketime sunulması gibidir. Katastrofik hayat küresel bir vakadır; imgelerin üstümüzdeki hayaletleri, ruhumuzdaki travmalarları gayri ulusal, küresel mi küresel ben'lerle karşılıklı bağımlılıklar yaratan ilişkiler kurar. Yaşamın bu aşamasında tam olarak tükenmeyen ürün, yeniden kullanım bandına girer. Bu pozisyon, kutsanmış emeği yeniden harekete geçirir. Emeğin üretimdeki rolü post modern kimliği olduğu hal üzerinde serbest bırakmaz; vicdani tetiklemelerle tüketici rolünde yeniden kullanımlara sevkeder. Çöpten alınan aynı ürün ikinci, üçüncü defalar insani referans ve çağdaş teşviklerle yeniden üretilir. Aslında geri dönüşüm adına olan parlatılan söylem, dünyayı kurtarmaktan öte kurulmuş tezgahta ürünün üretilmesi meselesidir ; çarkları çeviren bu defa tüketerek sisteme katılan üretici emektir. 

Şeyler, kasıtlı olarak tam olarak tüketilmeden tekrar kullanılabilir hali ön plana çıkarılarak normlandırılmışlardır. Bu aslında halihazırdaki gerçek olduğu kadar ansiklopedik bilgi/fikir olarak da böyledir. Yani tüketim rotalı ürün tüketilmemiş ya da az tüketilmiş ve tekrar üretim bandından tüketim sunumuna dönüşmüştür. Ya da kazanılmış bir zafer tadında dönüşmüş olduğu fikri vardır.

Özetle, tüketim yeniden kullanılabilinir haliyle, yani dönüşümle aynı kutupta yer alır. Burada paradoks gibi görünen nokta aslında aynı alan paylaşımıdır. Tüketimin post modern hali burada vücut bulur. O artık dönüşümü garantili olan global kartvizitli tüketimdir. İnsan gibi endüstriyel rejime hammadde olan malzeme de geçmiş tarihi, makus kaderiyle birlikte kapitalizmin iştah açan sofrasına meze olmayı sürdürür. Organik olmayan bu süreçte özgürlük adına ya kusacağız ya kapıyı gösterip defedeceğiz ya da başka çare yok içten içe bir müddet daha zehirleneceğiz : Bütün kin ve zafiyetlerimizle müşahade edip görüyoruz ki adına kapitalizm dediğimiz bu akıllı canavarın doğumu gibi ölümü de hayatın hakikiliği karşısında çok da doğal olamayacaktır. 

Ana fikir Ufuk'un; tüketim için söylediklerine katılmamak mümkün değil!








Hem bulunduğumuz şehre sor , hem içinde yol aldığımız kafileye ; emin ol ki biz cidden doğru söylüyoruz .. 12/81






Görüneni entelijansiya kabulde zorlanıyor. Çünkü, soyutun bulanıklığı işlevsel; kavramın anlam karışıklığının bir nedeni var. Kaosun keşmekeşinden herkes memnun. Sorun, Batı uygarlığının kendini yeniden üretememesi.. Amaç, yıkımın perdelenmesi . Çöküşün gizlenmesi hüner ister. Hegel, 'gerçek olan hakikattır' der. Bugün hakikat perdeleniyor. Her doğan ölümlüdür; ahir zaman bilgisi çürüyen cesetten bir öncesini gösteriyor. Greenwich zamanın efendisi değil; sermaye kendini yenilemiyor, bilgiyi yeniden üretemiyor .. Bilge'nin ömrünü doldurduğu bugün, tek çıkış yolu kalıyor meczubu oynamak; yani şarlatanlık. Onlar da öyle yapıyorlar. Simurgların konduğu doruk artık bir göçük. Sürekli söylüyoruz; artık ne gerçek bir öğreti, ne bir bilgi, ne de öğrenilmesi gereken bir ders kaldı ortada; kültür endüstrisi çöken rejimine payanda, görüntülerini temizlemek isteyen şirketler yalanlarına ortak arıyor.. Ünlü sanatçılar, uyanık küratörler, akil eleştirmenler, ruhsuz sanat tarihçileri, oryantal kültür editörleri kendini meşrulaştırmaya çalışan sermayeye, kültür hamisi bankalara, sanat rejimi kralla soytarılarına emanet.. Marks'ın Kapital'in önsözünde dediği gibi : Niye gülüyorsun? Anlatılan senin hikayen!


Yazışma Adresi/ emincetin.okur@gmail.com







***