Bu Blogda Ara

1 Nisan 2014 Salı

Mustafa Ata'nın, Zamanın Bedeni Sergisi


Sanata, 'eleştiri' diye bir kategori ya da övücü/yerici bir doğruluk fragmanı eklemenin gereksiz olduğunu düşünüyoruz.. 

Mustafa Ata'yla Aralık ayında bir nehir söyleşi yaptık. Resimlere bakarken kültürel şartlanmanın alışagelen istibdadına karşı kanaatlerimizle bir direnme mevzisi oluşturduk. Bu fikir mübadesi, daha sonra Zamanın Bedenini adlı serginin alt yapısını inşa etti. O gün orada konuştuklarımızı kaleme aldık. Zamanın Bedeni sergisi ve kitabı böyle ortaya çıktı. O günkü bu performansa neden olan tabii ki sanatçının eserleridir. Bu bir sanat eleştirisi mi; hayır! Batı'nın 'güzel' dediği, aslında çirkin zanaatlarının, insan haksızlıklarının, hayvani talanın o muhteşem, o heybetli tarihi, modernizmle salgın bir virüs gibi dünyayı istila eden -kültür endüstrisini yamacına almış- emperyal sömürünün o ihtişamlı yalanı, pırıltılı fetişleri ve sahte kahramanları olmasa ciddiyetle oynanan bu masum oyun anlamsızlaşırdı. Sanattan haz almak adına bu yalana ve mirasa gönülden inanmasak sanat tarihi denilen kavram hayli itibarsızlaşırdı. Buna rağmen Hegelci bir kavrayışla baktığımızda her iyi/kötü, güzel/çirkin, zengin/yoksul, katil/maktul mercek altındaki karmaşanın yarım parçası. Yazarın  'resme' değil, sanatçıyla beraber onun işaret ettiği yöne bakmasının daha doğru olduğuna inanıyoruz. Ama kesin olan bir şey varsa o da büyük fotografta yer alan bütün eserlerin, baktığımız resimlerin ve tüm konuşmalarımızın anbean hayatın eleştirisini olduğu gerçeğidir. Sanata, 'eleştiri' diye bir kategori ya da doğruluk fragmanı eklemenin gereksiz olduğunu yazılarımızda hep söylemişizdir. Mimesis zaten yeteri kadar eleştirel ve sanat aşkına yaşamdan emanet alınarak yorumlanan yahut tekrarlanan kareler kafi miktarda sarkastiktir. Dünya dediğimiz tecrübeyi yaratan nesneler, bilincimize bağlı olmanın ötesinde onu belirleyicidir. Sanat ve eleştirisi dahil tüm kurumlar dönüşmek, bilincimiz değişmek, zaman ilerlemek zorundadır. Farklılık toplumun yararına mıdır? Bu iyi bir şey midir? Toplum yekpare olmayan bir kavramdır ve soyuttur; kişiler ve eylemleriyse somut. Dediğimiz gibi 'iyi/kötü' afaki olgulardır; yaşam dediğimiz; sadece biz aksini iddia etsek de hiç de diyalektik olmayan bir tecrübeden ibarettir.


Burjuvazi ya da kısaca 'insan' ; kendi yıkımını Ata'nın eserlerinde estetik bir haz olarak yaşamaktadır!


"Altamira mağarasında duvara çizilen biçimin, hangi gerekçeyle çizildiği çok önemlidir. Bugünün tecrübesinin ardındaki gelenek ve bilginin desteklediği hayal gücünüz ne ise duvara çizeceğiniz biçimin anlamı da o kadardır.." Mustafa Ata'nın, geçen yıl onur ödülünü aldığı Tüyap Fuarı'nda yaptığı konuşmayı hatırlayalım. Sanatçı, devamında şöyle ifade ediyor endişe ve sıkıntılarını :

"Türkiye’de sanatsal ticari dönüşümün bugün geldiği noktayı sanatçılar için büyük bir tehlike olarak görüyorum. Oluşturulan bu ortam özellikle genç sanatçıları tecimsel sanat üretmeye yönlendirmektedir. Bunlar özgür yaratmanın önünde büyük bir engeldir. Bu noktada o kadar ileriye gidilmiştir ki, neredeyse estetik ideolojiyi, aracı kurumlar saptamakta ve toplumda alt yapıyı hazırlayarak tüketime sunulmaktadır. Başta sanatçılar olmak üzere galericiler, müzayadeciler ve koleksiyonerlerin; geleceğe dair bugünden soru işaretleri yaratan bu gidişe, topluma doğru mesajlar vermek adına daha ahlaki bir yola davet edilmesinden yanayım. Özellikle kapitalist sistemin acımasızlığı her alanda olduğu gibi sanat pazarı dahil bütün öznelerde kendini göstermiştir. Sanat tarihine bakıldığında biçimin (figürün) değişebilirliği rahatlıkla görülebilir. Burada önemli olan figürle sanatçının kuracağı ilişkidir. Biçimin ölümsüzlüğü önemlidir. Doğu sanatlarının biçimi anlamın gerisinde bırakma özelliği, onu yok sayma anlamına gelmez. Geçmişinde çevresiyle nesnel ilişki kuran bir sanatçının soyutlamalarında anlamın güçlü olma ihtimali çok daha yüksektir. Rönesansla gündeme gelen insan ve çevresini tanıma bilinci işlerimin sınırlarını belirleyen etkenlerin başında gelir. Özellikle bugün geldiğim noktada yaşadığım coğrafyanın sosyo-kültürel değerlerini gözardı etmemeyi daha çok önemsiyorum. Başlangıçtan bugüne işlerimde görülen biçimsel değişimler, nesnelerin değişebilirliğiyle özdeştir. İnsandan yola çıkarak, Doğunun geleneğinde varolan kaligrafik plastik değerlere daha çok ilgi duyuyorum. Gauguin’le başlayan sanatta yüzeyde olma düşüncesi Matisse ve Mondrian’la sanat tarihinde gündeme oturmuştur. Bu elbette beni başlangıçtan bugüne yakından ilgilendirmiştir. Burada renk, biçim ve çizgi ve devamında yüzeyde olma fikri, öznedir. Bu özellik sanatçının yapısal değerleriyle birleştiğinde ortaya ilginç sonuçlar çıkabilir. Bu noktada biçim anlamın gerisinde kalabilir ve bu sanatsal bir ideolojidir. Bunu oluşturmak yüksek bir deneyim ve bilgi birikimi gerektirir. Bu noktada da güncel ticari dolanıma kapalı olmayı doğru buluyorum. Bu kapalı olma hali bir sanatçının içe dönüklüğü olarak algılanmalıdır. Altamira'da duvara çizilen biçimin, hangi gerekçeyle çizildiği çok önemlidir. Gelenek ve bilginin desteklediği hayal gücünüz ne ise duvara çizeceğiniz biçimin anlamı da o kadardır. Bugünle o dönem arasındaki fark nedir? Özde değişen bir şey yok sanırım. Aradan geçen binlerce yıllık bilimsel ve teknolojik gelişimler ve bilgi birikimi geçmişe oranla belki hayal gücümüzü daha fazla geliştirmiştir. Öte yandan nesnel gerçekleri belki daha iyi görmekteyiz. Yunan ve Anadolu mitolojisi hayal gücünü kullanarak mükemmel örnekler vermiştir. Bazen dolaysız yaklaşmak yerine dolaylı yaklaşım çok daha zengin anlatım biçimleri sunabilir. Belki bu yolla nesnel gerçeğe daha kolay ulaşabiliriz. Ekonomik gücünü türlü yollarla çevreye göstermeye çalışan tüm aracı kişiler toplumu yanıltmaktadır. Bugün bizi taciz eden bu ilişki biçimleriyle savaşmak zorundayız. Sanatçı, galerici, müzayedeci ve koleksiyoner birbirlerine ödünler veren estetik kuralları belirleyen yeteneksiz bu kişi ve kurumlar ivedilikle yetkililerce revizyona tabi tutulmalıdır. Bugün yaşamın her alanında ahlaki değerleri içinde barındıran ve üreten bireylere ihtiyaç vardır. Genç, yaşlı, deneyimli, deneyimsiz yalnızca bedensel rahatlarını düşünen, kendini hiçbir biçimde riske atmayan, sorgulamayan….. yüzyüze olduğumuz insanlarla aynı dünyada yaşıyoruz…. Bu noktada bizi kim ya da kimler değerlendirecek? " diyor..

Sanat'ın öznesi, nesnesine karışmıştır. En aykırı çağrılarında, en anarşist manifestolarında, en isyankar ya da putkırıcı / özgürlükçü taleplerinde, doğrudan demokrasiye en açık davetlerinde bile ait olduğu küresel nizamın normlarını, örtülü çıkarların standartlayla dile getirir. Herkes oynanan oyuna dahildir; kimse çemberin dışında kalmaz!

Mustafa Ata'yla herhalde en temel ortak paydamız 68'li olmak. Başka bir dünya olabileceğinin tahayyülüne inanmış genç bir kuşaktık. Dünyada aynı anda değişik coğrafyalarda beliren gerilim yüklü öykünün Istanbul'da geçen kısmına hepimiz kendi hesabımıza, farklı bedeller ödeyerek katıldık. Kitaplardan öğrenilen mefhumu, hayatın m/eziyetlerini önce biz tecrübe ettik; bugün aramızda olmayanlarla birlikte yazılan bir tarihin asli tanığıyızdır. Augustine, "socialis est vita sanctorum / azizler birlikte yaşar" der ; arkadaşlarımız, kardeşlerimiz, aramızdan ayrılan genç fidanlar, canları pahasına bugün demokrasi tarihimizin yazılmasına sağladıkları katkılarla böyle bir mertebeye yükselmişlerdir. Yaşanacak kıyametin habercileri oldular. Sabra ve Şatilla'da yapılacak katliamı onlar Filistin'deki bir kahin edasıyla yıllar önceden haber verdiler. Ata'nın SABRA VE ŞATİLLA / SABRA AND SHATTILLA 1982 resminde ortaya koyduğu vicdana vakitsiz şehadet edenlerden olduk. Ardından 'özgürlük' sözcüğünün sonsuzluğu değil, sınırları ifade ettiğini ; içerikteki özgürlüğün dilde ve biçimde kuşatılmışlığını gördük. Emredici tahakküme 'akıl' çaresiz kaldı. Büyük anlatının kelimeleri, adalet/eşitlik tanımlamalarımız, erk'le aramızdaki bitmez mücadelede toplumsal hayallerimize sığınaktı; insan'a duyulan inancımız, tabiata sevgimiz bireysel kaygılarımıza korunak oldu .. Kelimeler çoğu zaman, anlaşmanın değil, başkaları üstünde iktidar yaratmanın ya da çözmenin/çözülmenin sözcü(k)leriydiler. İnsanlar, kelimeleri temsile soktuklarında, sabit yapılar hakkında bir şeyler anlatmaktan ziyade, bu sözcüklerle kullanageldikleri dar kapıları, eski yapıları güncelleştirerek mahfuzlaştırırlar; alışkanlıkları tanzim etmeyi yeğlerler. Dilin imkânlarının yazıya dökülemeyecek denli zalim, acımasız ve çaresiz durumlarında, sembolleri beceriyle kullananan çeşitli disiplinler, bir hayat formu olarak farklı seçenekleriyle yaşlı bedenin inşasını yeniden kurgularlar. Özenle düşünülmesi gereken, 'kimler' aracılığıyla, hangi telos/ereğin hizmetine yeni bedenler işgücü olarak 'neden' sunulmaktadır? Disiplinleri zamanın emrine vererek senkronize edenlerin, uyum ve eşgüdümle başka neleri onardıkları, hangi fikirleri restorasyondan geçirdiklerine dikkat edilmelidir. Kendi gören yoktur aslında. Her gösterenin muhatabı, soyut gösteriden ziyade diğer bir gösterendir; aslın esası istenç ihlalidir. Kelimelerin, neyi sakladıklarını, neyi inkâr etmek istediklerini anlamak için muhatabın yüzüne, gözlerine bakarız. Sözcüklerin nasıl mazerette bulunduklarını, cürmü hangi biçimiyle meşrulaştırıp karşısındakini hangi tehdit ve rüşvetlerle ikna ettiklerini ya da gözdağı verdiklerini izlemek, avcının iz sürmesine benzer. Bir şeyleri savunurken, doğruyu söylerlerken bazen telaffuz etmediklerinin ipucunu verebilirler; ancak daha fazlası hep perdelenegelmiştir. Yüzyüze 'eylem' ise dolaysızdır. Gezi'de yahut şu an olduğu gibi, fırtınanın ortasında, çalkantı dönemlerinde, bu güne kadar bilinip de söylenemeyen, hep cevapsız kalan, beynimizin derinliklerinde saklı duran soruların önünü kesen muhatabının bize biçtiği hudut aşıldığında, önümüze erk'in 'ar' diye koyduğu sınır çıkar; damar çatlayabilir.. Kendi kudretini (potenza), mizahi gücünün kabiliyeti ve gençliğinin farkındalığıyla gezegenin bütün iktidarlarına dayatabilme noktasına kadar büyütüp geliştirebilecek potansiyele sahip birey, benzerleriyle yüz yüze, omuz omuza geldiğinde ufak bir kıvılcımla yepyeni gevşek, muğlak özgürleştirici sınırlar arzulayabilir. Dedenin tahamülle gizlediği, metanet sahibi olmayı yersiz bulan toruna ağır gelebilir. Eldeki 'bilgi', hayatın akışkanlığına uyum göstermediğinde yeni 'hukuk' taleplerinin de apansız zuhur edebileceğini gördük. Haymarket'te Wall Street'te, Paris'te, Hamburg ve Madrid'de, Atina Tahrir'de, Roma'da Öfkeliler, uygunsuz isyanlar, nedenin tek, kitlenin benzersiz olmadığı direnişler örgütlediler. Bizi teğelledikleri gerçek'ten önce, yaşamak için oksijen isteriz; serotonin, endorfin gibi 'özgürlük' yapısal değerlerimizdir. Fiziksel beden buraya aittir ama kimyasal bedenler, organizmalar haymatlostur ; ruhlar pasaportsuzdur. İyilik 'evet' ama kötülük ve eziyet sürdürülebilir bir şey değildir. Verdiği tepkiyle İnsan, her yerde aynı insandır..

Adorno, Minima Moralia'da Varoluşun kötü olduğunu gördükten sonra, sırf varlığından dolayı onu bariz hakikat ilan etmek en büyük hakikatsizliktir diyor!.. 'Bugün' sahi mi, kabus gerçek mi?

Lanetlenen putlar, metafizik cehennemden geri alındı.. Nesneler, maddi varlıklar olarak değil, kurtarıcı manevi moral değerler olarak kamusal göstergelere dönüştürüldü. Tüketiciler ayrıcalıklarını, modern ritüellerle ruhlarına kattıkları nesnelerle kazanmaktadırlar. Marka, ürünün kullanım değeriyle değil, eşyanın imajıyla, fetişin mitolojisiyle şeyleşen toplumsal bireyin rozeti olmuştur. Emeğin kutsallığını öne çıkaran ideolojilerin, emeğin ürettiği eşyalar rejiminde zihinsel tutsaklığını sürdürmesi olağandır.
Siyasi alanda kategoriler sabitlenmiştir. Yeni bir düşünsel keşif için organik bileşenler eksiktir. Müfredata alternatif radikal muhteviyatta, makinaların arzını, hibritleşerek kendine yabancılaşan öznenin iki adım ilerisini sorgulayabileceğimiz cesaret yoktur. Binlerce yıllık bilimsel ilerleme, günümüzdeki teknolojik gelişmeler ve bilgi birikimi; geleceğe dair umutlarımızı tüketmiş, geçmişe oranla belki hayal gücümüzü daha da fazla yaralamıştır.

Eşitlik, Adalet, Barış dense de sadece eşitsizliğin, adaletsizliğin, savaşların insanları bütünleştirici, uygarlığı geliştirici etkisinin olduğunu biliyoruz. Toplumun ilerlemesi için, aranan huzur gereğinden fazla can sıkıcı geliyor insanlara! Benjamin'in dediği gibi aslında her uygarlık temelde bir barbarlık eyleminin nihai sonucu olarak filizleniyor.. ​Üretim rejiminin ve şehir hayatının kurumsal şiddetini olağanlaştıran sanatın martavallarından, bizi tutsak kılan mülkiyetinden silkelenmeliyiz! Yeryüzünde her türden tahakküm biçimi, erk'i ve muktediri korumak için şiddetini evrensel meşruluk formunda ulvileştirmek mecburiyetindedir. Korkularımızı bir ceket gibi sırtımızda taşıyoruz. Sürekli eşitsizlik, hiyerarşi, kaygı yaratan ikameci kültüre uygun mesafelerde durmak yeterli gelmekte. Sanat, 'güzel' in ve hazzın ötesinde politik ve ekonomik bir komplo aracı yahut yerine göre uluslararası hiyerarşi tezgahında kullanışlı bir vasıta. Parodi olduğunu bile bile öznenin küçük ve büyük fotograftaki pozisyonuna, toplumsal işbölüşümündeki amacına bakarız. Yönetici aklın hileleri, zihnin itirazlarını çoğu zaman baskılamaktan acizdir. Konuşanı belki engelleyebilirler ama düşünen dil susturulamaz. Seçtiğimiz ajitatif yöntem, mevcudiyetimizin ötesinde kalıtımsal aidiyetimizi, parametrelerimizin değişmezlerini göstermektedir; huzursuzluk bulaşıcıdır. İhtiyar Gepetto, kiraz ağacından kukla yaparken ağacın konuştuğunu işitir ve elindeki materyali ufak bir çocuk olarak kuklaya çevirir ; Pinokyo hikayesi, günümüzdeki siyasi müsamerede sık başvurulan, politik metaforlarıyla kullanışlı bir temsildir. Rasyonel olandan yola çıkan zihin, cinas ve mecazlarıyla, sitemi gizleyen soyutlamalarla benzerlerinden ayrılır. Alegori dersek; imalatın düz, pürüzsüz zeminleri, hukukun mülkiyeti, siyasetin polemikleri, akabinde denizin, toprağın, gökyüzünün, hayvanların ve ağaçların yerini alan şey'lerin kudreti, komşuların hadsiz tecessüsü, satıcıların dizüstü imgeleri, insanların tepetaklak olmuş muvazenesi, kültürün simultane tercümesiyle şehvetle senkronize olduğumuz bulunduğumuz an'dır!.. Gereken kapasiteye sahip olmadan güç sahibi olma yanılgısıyla 'yapabilirim' dediğimiz hatalı kararlar, sonrasında müşgül kalınacak anlar olmuştur. Protest vicdan, özneyi, geçiciliği içindeki tepkisi, manzaradaki hazırlıksız olağanüstü haliyle iskan eder. Mahiyeti itibariyle şekle bürünen sözcükler, başkaldırıdan kışkırtıcı bir biçim, risklerin alındığı sıradışı formlar yaratmıştır. Semboller dondurulmuş, şemalin içi önceden doldurulmuştur. DİRENİŞ/RESISTANCE 1983 81 x 100 cm., tuval üzerine yağlıboya dediğinde, resimde, verdiği isimlerin hakimiyeti başlamıştır. Baktığımız pencereyi, içerdeki cendereyi yaratan Ata'nın ardındaki fikirlerdir. Değerleri yaratan huzursuzluk hali sirayet edicidir. Oysa ona ait mesajın mülkiyetini, pazarda mübedeleye girenin temellük etmesi, ürününü ne kadar kendinin kılabilir? 'Arzu' adına söze el koymak isterler.. Bu acaip değildir; oyuna katılma, koleksiyoner tarafından söze girme, iddia makamına müdahil olmadan çok, teamülü paylaşmadır. Muazzam sanat, herkes içindir. Ya da, YANILTICI ÖZGÜRLÜK/ DECEPTIVE FREEDOM 1985 ile bir maruzatın olabilirliğini müzakere ediyordur. Yaratıya neden olan rehber; ilke. ​Türkiye ise acı deneyleri olan bir ülke. Oğuz Atay diyor ya 'bu ülkenin ruhu nerede?' diye. Hepimizin içinde, anılara sinende değil mi! Panayırda sergilediğimiz şuuru, gerçeğin çölünde ya da savaş meydanlarında kazandık. 12 Eylüllerde, Martlarda gecenin karanlığında ipe çektiklerini sabah mezarlarına gömdüler; bahar mezarlarına gömdüler. Şahitlikler yaptık; uzun zamanlar yaşadık. Kayıpların ardından, harabeler arasında başımızı ellerimiz arasına alıp acı acı düşünük; yalnız ve mağdur! Kimse, olaylar yaşanmadan iyi/fena değildir. Bizim için can alıcı haz, hakikatın çekirdeğinde saklı olan cevher; gerçeğin sökün etmesi gereken yer. Apaçık olan şey'lerin düzenindeki derin kaos, dışarıyla, içerinin, distopya ile ütopya arasındaki sınırı muğlak kılmıştır. Refah toplumu yaratmak, her ideolojinin vaad edilmiş cenneti. Eşya/meta örgütlenmesindeki kriz, emeğin gücü, üretimin kilitlenmesi, mal yokluğu vd. meselelerinden değil. Tam tersi; Negatif diyalektiği doğuran süreç, sanatsal üretim, zulüm, ideoloji dahil her şeyin fazlalığını arama refleksinde mevcut.. Müsebbip, Lacan'daki eksik parçadır. Kastrasyonun aksine yeryüzündeki renkler/seslerdeki artık değeri ve sömürüyü yaratan kapitalizmin hastalıklı bedeni eksilerek değil, metastazlarla çoğalarak yaşamanın sırrına erişmiştir.. Sivil simyacının bulamadığı zehrin panzehirini, bir suç örgütü düzeninde örgütlenmiş mavi yakalı, beyaz önlüklülerin işe koşulduğu kimya sektörü bulur. Cüretkarlığı, fikri müstehcenliğin para ettiği bilinciyle şeytanileşir. Sermaye müteşebbistir, tutkuludur. Gedikler, krizlerle onarılır. Aradığımız iyi/güzeli, mal çokluğunun yarattığı şey'lerin idaresinde, başkalarının acısına ya da hazzına şahit olmakla yetinenlerin sanatında, değişim değeriyle hülyaların ortada uçuştuğu bu kasırganın içinde bulmak mümkün müdür? Bu muydu istenen? "Akşamüstü eleştiri yapmak hakkı / 'Bugün bu işi, yarın başka işi yapmak, canınız istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirmen olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak' diyordu ilk manifestosunda. Şayet bu talebin peşine düşersek durumu beyhude yere ömür tüketmek, aylak aylak gezmek olarak mı tanımlamak gerekir? Böyle dersek hata etmiş oluruz. Çünkü uğrunda milyonların öldüğü sosyalizmin hedefi bu durumu ve keyf veren müreffehliği yaratmaktır. Böyle bir hayat için başta insanın üretim/tüketim ve sorumlulukta ahlaki bir dönüşüme uğraması, bilinç düzeyinde bir sıçrama yapması gerekmektedir. Çünkü Karl Marks, 'Alman İdeolojisi' kitabının 60. sayfasında sınıfsız sömürüsüz, işbölümü (dolayısıyla mesleklerin) olmadığı ütopik toplumun yaşam tarzını böyle kelimelerle tanımlıyor. Politik güç ile iktidarın şiddeti arasındaki bağ, herkesin 'olmaz!' diyemeyeceği başlangıç cümlesindeki masumiyeti, postulattaki niyeti unutturmuştur. Toplum; ​silsile halinde farklı (şiddet, kâr, iyilik/kötülük vd. her tarzda örgütlenme kabiliyetine haiz) iktidar​ların egemenlik alanıdır. Yekpare bir ​organizma değildir. Hatalı bir teorik temelde örgütlenmiş toplumun planlanmış yaşamı, doğru bir biçimde idrak edilemez. Çokluk, farklılıklarını, temayüllerini, spesifik ​üretimini, kültürel istihsalini​ ​ korur. 19. Yüzyılda sirklerde ucube bedenlerin sergilenmesi gibi bu tecimsel bir aksiyondur. Sanatçının hayal kırıklıkları, bizzat nifak sokan kültür endüstrisi tarafından meta değeriyle üretilip, uygun koşullarda palazlandırılır. İrili ufaklı özerk iktidarların yan yana gelmesi, iletici/taşıyıcı öznelerle ilişkisi, münakaşası, ​toplumun koordinasyonu ve ​ herkesin herkesle savaşındaki ast üst hiyerarşisinin nedeni -varlığını normal kabul ettiğimiz, rekabetini olağan zannettiğimiz- ekonomidir.​ Müstahsil, tahsilatını, birikimini, kazancını barıştan değil, bu eyleyici savaştan edinir. ​Her amaç sahibinin müracaat mevkiindeki halk, namı diğer Tüketiciler, tuttuğu her şeyi altına çeviren Midasın torunları gibilerdir. Tek farkla; Midas dokunduğunu altına çevirir, modern insansa harabeye.. 'Levililer dışında hiç kimse bulunduğunuz yere yaklaşamayacaktır!' (Çölde Sayım 18/4) Ekonomik imtiyazların Rab tarafından seçkinlere verildiği, sorumluluklarla görevlerin 12 oymağa paylaştırıldığı Buluşma Çadırı'nda namuslu düşünceler; çaresiz fısıltılar ve usandıran tekrarlardan başka şeyler değillerdir!

Kralın gücü, kral olmasından ileri gelir; proletaryanınsa, proleter olmasından.. İktidarın ihtirası ve gücün kudreti, çağların teorik potansiyeli, ona ihtiyacı olanların pozisyonundan ve sivil bireyin aczinden doğar. Hikayeler, toplum olarak örgütlenmiş hapishanede neferleşen öznenin avuntularını karşılar. Bilinçaltı; kaygılı, muğlak, pürtelaş içinde, bilinçten daha fazla irrasyonel bir alandır..

​Süblimasyon, sosyal bakımdan bastırılmış yahut yasalar tarafından engellenmiş isteklerdir. İnsanlar tarafından doğru olarak kabul edilmeyen arzular, sıradışı talepler, sistemin kabulune uygun mecralara yönlendirilir. İfade biçimleri anlamında sanat, siyaset, ticaret, yargı gücü, hizmet sektörü gibi çokluğun işbölümü içinde yapılan tüm meslekler; özneyi mamur eden arzlardır. Kendilik halimizi saklar, özneyi (ve süblimasyonu) paranteze alırız. Kişiyi perdeleyen kimlikler, meslek seçimleri, bireyi onere eder. İşe yaramanın sağaltıcı gücüyle terapi yaparken, güdüleri nedeniyle insanın toplum tarafından dışlanmaktan kurtulması için de vesile olur. Kazanılan çevre, arkadaşlar, para ve itibar da cabası!​

Biz içerideki kasırgayı dışarıdan seyreyleriz ; hangi çehrenle bakarsan bak içeride farklı patalojik dengeler, sosyolojik müteredditlikler, itibari endişeler, psikolojik süreçler yaşanır.. Koleksiyoner, yaşamındaki eksik parçayı seninle tamamlar. Mesafeli durman gerektiğini düşünebilirsin. Yerkürenin bütün iktidarları 'çirkin, bütün muhalifleri 'güzel'dir! Neden, içinden geçtiğimiz hayatsa, sanat bu ortamın sonucudur. Buna rağmen, biliyoruz ki, temsilde yer alan herkes bir nebze şikayetçi.. Hiç birimizin ötekine kendi hayatını önerecek bir durumu, efsunlanmış bir mesajı ya da çağrısı, gaipten gelen bir bilgeliği yok.. Yok da tarihi ve devrimleri pratikte yapan en çok eleştirilen küçük burjuvalar ; çünkü Rus, Türk devriminde de onlar esas önder, Hitler, Mussolini'yi de iktidara taşıyan, yanında çalışan kadrolar onlar. Bu, eğitimin neyi nasıl öğrettiğiyle ilgiliden çok, hayatın 'burjuva' karakterini kutsamak zorunda olduğumuz bir mecburiyettir. Trajedi, üniversitelerde tersyüz edilip öğrencilere sosyal bilim diye kötü bir tahrifatla aktarılmaktadır. Emrivakilerden, savsaklamalardan, kültür ile kendi maddi yaşamlarını üreten insanlar kategorisine sıçrayamayız. Buna rağmen kötü espriden çok hakiki dram, hanutçuların ağına düşen rantiye sınıfa ücreti karşılığında ezberletilen çakma sanat tarihi seminerlerindedir. 'Bilme' adına musallat edilen trajedinin cemaatci, dar grupcu açıklaması olsa da akılcı bir izahı yoktur .. Aydınlanma çağrısı totaliterdir. İktisat ilminin en komik mutemedi T.Veblen'in dediği gibi "zenginler, zenginliklerinden zevk almaları için, bu zenginliğin toplumca bilinmesini isterler." Demek ki, eserin yüceliğini, pazarın manipülatif yasalarında, sömürü düzeninin kodlarında, mefkûrenin toplum içindeki itibari gücünde, burjuvazinin şımarıklığında, markaların haşyetinde ya da bohemin pejmürde yalnızlığında aramamız gerekiyor ; kültürümüzde, bilgimizde, toplumun suretinden doğan sosyal tarihimizde altyapı ya da herhangi, başka bir yerde değil. Masamızdaki yemeği, köşe başındaki kasabın, bütün malları tezgahında toplayan marketin veya çeşit çeşit ekmek üreten fırıncının kadirşinaslık duygusundan yemiyoruz. Her gösterinin ardında bezirganların cirit attğı puslu bir simulasyon belirir. Adam Smith'in benzer paragrafı vardır ; sonuçta demek istediği, toplumda yapılan bütün iyi/kötü işler aramızda paylaştığımız işbölüşümü sonucudur. Kapitalin 49. sayfasında "İster mideden, ister hayalden çıkmış olsun değişmez" dedikten sonra dipnotta Nicholas Barbon'un cümlesini paylaşır : "Şeylerin büyük kısmı, ruhun gereksinimlerini karşıladığı için değerlidir" . 86. sayfada sürdürür : "Oysa metanın tahlili, aslında onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip bir şey olduğunu göstermiştir" Buna karşın beklentilerimiz karşılanmak zaruretindedir; bariyer koyan düzenlemelerin 'hukuk' olduğu yerde, bu, baştan kaybedilmiş garipsi bir mücadeledir. Filozoflar, zihinlerinde olan netameli özü, varlık ve varoluşlarının katmanında eritmek için yerli yersiz 'bu şey nedir?' sorusunu sorarlar. Negri'nin tespiti doğrudur : "Sanat, yalnızca var olan toplumsal düzenin normlarını ve hiyerarşilerini ifşa etmekle kalmaz, aynı anda bir zamanlar, tamamıyla olanaksız gibi görüneni büsbütün gerçekçi kılarak yeni bir düzen icat etmenin kavramsal araçlarını da bize sunabilir." Sunmalıdır da! Filozofun izini sürdüğü 'bu', obsesyona uğramış ruhun gereksinmelerini karşılayan hayattır ; yani 'bu', bu andaki o'dur!

Bir eleştirmen ona 'her şeyi insanda arayan ressam' diyor. Söylenmemiş bir şey kalmasa da bu zamanda , Mustafa Ata'nın elinde 'sanat', tekrarı mümkün olmayan bir eylem, bedenindeki sanatçı ise, zarafeti olan, benzeri bulunmayan duyarlı bir şaman, çağdaş bir eylemcidir..

Mustafa Ata şöyle diyor: “Sanatın işlevi, nesnel gerçekle, 'insan' arasındaki estetik ilişkide soru sormak, yanıt aramak, öneride bulunmaktır. Topluma, ahlak değerleri üstüne, bir dünya görüşü önermektir. Bunu yaparken sanatçı, yaşadığı coğrafyada kültürel, sosyal ve tarihsel koşulların oluşturduğu dünya görüşünü dikkate almalıdır. Doğu ve batının sunduğu dünya görüşü ve yaşama biçimi, tarih boyunca çoğu zaman çatışmayı da beraberinde getirmiştir. Biri diyalektik filozofiyi önerirken, diğeri metafizik dünyadan sözeder. Biri nesnelerin değişmezliğinde ısrar ederken, diğeri değişebilirliği, bir başka deyişle sarmal gelişimi onaylar. Her iki yaşama biçiminin getirdiği ahlaki öneriler, tarihsel süreçte dünya sanatına baş yapıtlar kazandırmıştır. İşte bu noktada sanatçıya düşen görev nedir? Sanatçı, bu soruyu kendine daima sormalıdır.”

En yakınındaki kişi, Gönül Karakar onu anlattırken, "Maddi dünyayla zorunluluk ilişkisi kuran Ata, kanımca ömrünü başkalarını mutlu etmek amacıyla yaşadı. Bedeninin içindeki kasvet, onun yaratıcı ateşidir. Dışavurum burada başlar. Bir yazısında Milena, Franz Kafka’yla ilgili şunları söyler: 'Hayır, o anlayamaz bizim tanımak zorunda kaldığımız dünyayı. Yabancısıdır yaşamın. Esenliğe kavuşamayacaktır hiçbir zaman. Çünkü sığınacak, başvuracak hiçbir aracı yok elinde. Bizim korunabileceğimiz şeyler onda olmadığından hırpalanıyor ya böylesine. Giyinik insanlar arasında çırılçıplak dolaşan biridir o'. Seksenli yılların sonlarına doğru figürün taşıdığı atomik gizem, rengin bedenin içinde infilakıyla son bulur. Artık kişiliksizleştirilmiş, herhangi bir karşılaştırmaya anarşistçe karşı çıkarcasına 'hiç'leştirilmiş ve eşitlenmişlerdir" diyor. Ata'nın resimlerinde ifade ettiği tarzından öte yerleştiği boşlukta, hedefte/destinasyonda Karakar'ın işaret ettiği tedrici bir kıstırılmışlık var. Kuşatmayı yaramayan Turgut Uyar'ın Sonsuz ve Öbürü'nde söylediği gibi hazin.. " .. en değerli vakitleri bana ayırdınız ; sağolunuz efendim. Gökyüzünün sonsuz olduğunu bana öğrettiniz ; öğrendim! Yeryüzünün sonsuz olduğunu öğrettiniz ; öğrendim! Hayatın sonsuz olduğunu öğrettiniz ; öğrendim! Zamanın boyutlarının sonsuzluğunu ve havanın bazan kuşa döndüğünü öğrettiniz ; öğrendim efendim! Ama sonsuz olmayan şeyleri öğretmediniz efendim. Baskının zulmun kıyımın açlığın, bir yerlere kıstırılıp kalmanın susturulmanın aşk mutluluğunun ve eski hesapların, aritmetiğin bile.. Bunları bulmayı bana bıraktınız.. size teşekkür ederim" diyor sanki... Ata'nın resmi hakkında Karakar'ın yaptığı tasviri, eğer Uyar'ın dizelerine aşinaysak bir yabancı olarak kıstırıldığı, emanet gibi ilişkilendirildiği bir dünya olarak tasavvur edebiliyoruz. Labirentin içi, kaderimizi tayin eden oyunun sınırlarını yıkmak özlemiyle anarşist bir tahayyülle dolu. Yüce adına yapılan her bildirim, yerüzüne indiğinde insan elinin temasıyla mecrasından çıkıp, yaratıcısından uzaklaştıkça ciddiyetinden koparak sakilleşip karikatürleşebiliyor. İnsan, kendi yıkımını Ata'nın eserleri aracılığıyla estetik bir haz olarak yaşamaktadır. 

Neron'dan Caligula'dan Sade'dan devreden biyolojik referanslara sahip insiyaki irade; Deo juvante​ / Tanrı'nın yardımıyla! ..

Birilerinin tashihine, hayatımızda musahhilere çağrı olduğunda, birlikte olması gereken çetin ve en sert deneyimleri tecrübe ettiğimiz zor zamanlarda, karamsarlaştığımızda insanı/toplumu ayakta tutan umut ilkesi kendiliğinden devreye girer. Ahlaki alana mütemayil insanı rehabilite eder sanatçı. Ata'nın ifadesiyle, düz zemini parçalayan, bir anda 'zen' gibi giriştiği savaşvari eylem, bu saptamayı kuvvetlendiriyor. GİZEMLİ GÖVDE, YÖNETİCİ, IŞIK FORM, KURALSIZ OYUNLAR, HABERCİ, KÜÇÜK BİR HİKAYE, BOŞLUKTA DOĞUM, ATIN ÖLÜMÜ.. Aristoteles' göre, 'görülen' şey renktir. Bazen karanlık bazen de aydınlık olan şey de doğası itibariyle bir ve aynıdır. Sanatçı, bir yaratıcı olarak resimlerine adını koyduğu isimlere tesadüf edeceğimiz o katastrofik an'a kadar kendi Altamirasında ilerlememize, renkten renge girecek vicdanımızla yüzleşmek adına izin vermiştir.

Düşünmek için yalnız nesnelere değil onu aktarabilmek, hatta kavramsallaştırmak için imgelere, buğulu hayallere, gölgelere, hikayelere de ihtiyacımız vardır. Çünkü, imge olmasa, kafanızda tahayyülünü kurabileceğiniz bir imaj, kanaatlerinizi dile getirip ifade edeceğiniz vizyonlar, savunabileceğiniz somut fikirler de olmayacaktır; bu herhangi anda zihin diye tabir edilen ekrandaki görüntünün kaybıyla yıkılabilecek hassas bir dengedir.. Demanstan mustarip toplumda belki de insanı helak eden 'kader', yerinde teslimiyet gösterilmesi gereken makrobiyolojik bir yazılımdan başka bir şey değildir.

Somerset Maugham'ın 'kendini gerçekleştiren kehanet' konusunda anlattığı hikaye, benzerleri sıkca islam tasavvufunda dile getirilen kaderci bir örnektir ; Baudrillard'ın ilgisini çekip Batı'da da bilindiği için onun başka bir versiyonunu tekrarlayalım :

"Halife Bağdat'ta sarayının balkonunda otururken başveziri büyük bir heyecanla koşarak gelir ve şunları söyler : "Az önce saraya gelmek için büyük meydandan geçiyordum, yürürken bana birinin baktığını hissettim, döndüm ve tam arkamda Ölüm'ü gördüm!'
-'Ölüm'ü mü gördün?' der meraklanan Halife...
-'Evet O'ydu, hemen tanıdım...Simsiyah giyinmisti, boynunda yine siyah bir atkı vardı... Gözlerini gözlerime dikti. Sanki korkutmak istiyor gibiydi... Çok eminim beni arıyordu. Ne olur izin ver ; hemen gitmeliyim buradan! En iyi atı alacağım ve doğru Semerkand'a gideceğim... Hemen yola çıkarsam akşama varmadan Semerkand'da olurum...'
'-Gerçekten Ölüm müydü gördüğün, emin misin?'
-'Çok eminim der vezir. Şimdi seni nasıl görüyorsam O'nu da öyle gördüm. Senin sen olduğundan nasıl eminsem, onun da 'ölüm' olduğundan o kadar eminim. Ne olur izin ver hemen gideyim...' Vezirini seven Halife çok ikna olmamasına rağmen ona gitmesi için izin verir. Vezir, atını eyerler ; dörtnala şehirden çıkar. Karanlık basmadan ölümden kaçarak Semerkand'a ulaşmak niyetindedir.. Veziri gittikten sonra Halife'nin içi hiç rahat etmez ölümü çağırtır. Sana bir şey sormak istiyorum, der.
-Benim başvezirim henüz gençtir, sağlıklıdır ve bildiğim kadarıyla çok namuslu ve dürüst bir insandır. Bu sabah saraya gelirken onu çok korkutmuşsun... Neden öyle baktın ona.. Ölüm sakin bir sesle cevap vermiş:
-Ben onu korkutmak istemedim. Onu korkutacak bakışlarla da bakmadım. Meydanda kalabalığın arasında tesadüfen yanyana geldik, onu aramıyordum. Ama birdenbire karşılaşınca şaşırdım ve ona bakarken şaşkınlığımı gizleyemedim. O, gözlerimdeki şakınlığı gördü...
-Neden bu kadar şaşırdın? diye sorar Halife...
Ölüm cevap verir : "Onu burada, Bağdat'ta göreceğimi hiç sanmıyordum. Semerkand'da olacağını sanıyordum ; çünkü onunla randevumuz bu akşam hava karardığında Semerkand'daydı.. Senden atını alıp acele etmesinin nedeni buydu."

Semerkand hikayesini okuduğumuzda Azrail adlı meleğin soğuk nefesini yüzümüzde hissederiz. Tekinsizlik, hikayeden çıkar bulunduğumuz mekana siner. Bu durum kişiye ikircikli bir his tattırır. Gündüz mubah sayılan bazı şeyler karanlıkta korkutucu olabilir. İnsan, öznedir de, özne kendi nesnesine ve zamanına sahip midir? Soruyu tersten okursak, özne, nesnesinin aracısı mıdır? Gerçekten kişi bedeninin sahibi, kendi ruhunun efendisi midir? Araya, birilerinin girdiğini düşünüp rahatsız oluyorsak, psikolojide modern insanın yabancılaşmasındaki tekinsizlik nedir? Onun için de konunun erbabı Freud'a kulak vermek gerekecektir. 1919'da yazdığı iki makalesi bugün hala temel başvuru kaynağıdır.

Hegel, 'sentez' der ama, doğanın diyalektiğinde ne 'düşman' vardır ne de insani düşünce olmadan zuhur eden bir 'antitez'. Eserlerine baktıkça 'neden' ile bu nedeni şevke getiren mübadele edilebilir 'sonuç' arasında anlamlı bir çizgi olamayabileceğini farkederiz. Mustafa Ata üzerinden gerçekleşmiş bu tür bir okuma, akademik dünya için hata mıdır, saflarındaki üretim zaiyatı mı, yoksa cevabı kendi olan ağır bir ders midir? Bilinmez! Ne ki bilinen, doğanın olmadık zamanlarda sırayı bozan , görülmeyeni görebilen, duyulmayanı duyan benzersiz hercai ruhlara zemin hazırlayabilme yeteneğidir. Durugörü sahiplerinin sezgisinin, sanayi toplumunun bilgisi, rasyonel mantığın tutarlılığıyla açıklanamaması, adına 'sanat' dediğimiz müphem alanı; tellallara, komisyonerlere, tacirlere, medyumlara, kerameti kendinden menkul eleştirmenlere bırakarak renklendirmiştir. Ne mutludur ki, acımasızlığıyla bilinen bu dünyanın kuytularında, farklı cenahlarında tekinsiz varlıklar barınabilmektedir aramızda ..

Bu kadar hareketli bir dünyada sanatçılar konu bulmakta niye zorlanırlar anlamak mümkün değil. Çıplak gerçeği anlatsalar, en büyük hakikatı zaten ifşa etmiş olacaklar. Sıradan sanatçının ya da geniş zaman kipinde tutunmaya çalışan öznenin çaresizliği, görünür olmak için her tür herzeyi acı veren bir oyuna dönüştürerek şefkat arama zavallılığıdır ki, bu izleyiciye kurulan sinsi bir tuzaktır.

Hegel üstüne yapılacak her okuma, yeni bir söz yaratmak isteyenler tarafından tahrif edilmiş, yerli yersiz kullanıla kullanıla yorulmuş, basite indirgenmiş, üç sözcüğe sıkıştırılmış bir yinelemedir. Diyalektik yürüyüş, biri olumlu, biri olumsuz iki kavramın çatışmasından olumlu bir kavramın elde edilme sürecidir dedik. Yaygın yapılan hatayı tekrarlarsak bu Hegel'in tez-antitez-sentezden oluşan üçlü basamağıdır diye sürdürebiliriz. Mantık Bilimi'nde Hegel bu süreci kendine yakıştırılan diyalektik bakışı tashihleyerek anlatır. Hareketinden çıkan Düşünce, bir tez olarak alınırsa, henüz gerçekleşmemiş bir olanaktır. Kendini gerçekleştirmesi için, kendi dışında ona paralel uzanan ikinci bir alan olmalıdır ki, gerçeği hasat edebileceğimiz zemin doğadır. Doğa, aynı zamanda düşünce kavramının da antitezidir. Bu iki zıt kavramın çatışmasından kültür ürünleri doğar. Kültür bakir bir bileşim değil, şüpheli bir oluşumdur. Hele modern zamanlarda bireyin ruhu toplumdan ayrıldıkça daha da tekinsiz filmler vizyona girer. Freud, Tekinsizlik (The Uncanny) çalışmasını, 1919'da yayımlar. Hofmann’ın 'Kum Adam' adlı hikâyesine kendinin işe yarayacağı gibi yeniden gibi bakar. Ondan önce 1906 yılında 'Tekinsizin Psikolojisi'ni Ernst Jentsch yazmıştır. Freud, Jentsch'in görüşlerini eleştirerek girer, kendi lisanı ve tespitleriyle tekinsiz kavramını zenginleştirir. Şöyle yazar : "Almanca bir kelime olan unheimlich, tanıdık, bildik, yerli anlamlarına gelen heimlich, heimisch kelimelerinin bariz bir şekilde zıddıdır ve bilinmediği, tanıdık gelmediği için 'tekinsiz’in kesinlikle korkutucu olduğu sonucuna varmak bizi cezbeder. Elbette, yeni ve tanıdık olmayan her şey korkutucu olmak zorunda değildir, ancak bu ilişki tersine çevrilemez. Sadece diyebiliriz ki alışılmışın dışında olan şeyler kolayca korkutucu ve tekinsiz olabilir. Alışılmışın dışında ve tanıdık olmayan şeylerin, tekinsiz olması için bunlara bir şeylerin eklenmesi gerekmektedir. (..) (Jentsch), tekinsizlik hissinin oluşumundaki en temel faktörü zihinsel belirsizliğe bağlar; böylece tekinsiz, daima olması gerektiği yerde olup olmadığının bilinemediği bir şeydir. Çevresi ile daha iyi özdeşleşmiş kimseler, bu ortamdaki nesneler ya da olaylarla ilgili tekinsizlik hissini daha az duyumsayacaklardır." (1) Ama daha önce de dediğimiz gibi zihnin bulanık yolculuğunda denizde bulunacak nice cevherler, o belirsizliğin bekaretinde atlasta keşfedilecek kıtalar vardır. Mustafa Ata, tüm tedirginliğiyle negatif ve pozitife aynı uzaklıktan dünyanın boşluklarını tanımlar. İLKSİZ VE SONSUZ, KIZILAĞAÇ'TA FIRTINA, ARİS gibi eserlerde bilinçaltında çalışarak, çatışan fikirleri, aykırı yönleri ve figürleri birarada tutabilmektedir. Kefaletini ödeyerek yaratılacak bir sentezden çoğunu, gerçeği kendi şeffaflığıyla göstermeyi yeğler. Mısırdan çıkan Yakupoğulları ahalisinin dönüş yolunda Esavoğullarıyla karşılaşması gibi mağdurun, tarihindeki unutulmuş mağduriyetlerle, kendi geçmişiyle ansızın yüzleşmesidir bu. Musanın, Freud, Dostoyevsky gibi, tekinsiz cümleleri tekrarladağında, insanın güven olmaz zihinsel katmanlarında dolaştığını farkederiz..

(1) http://web.mit.edu/allanmc/www/freud1.pdf


İnsan bilincinin çok açık seçik olduğunu iddia edemeyiz. İşlemleri muvazaalıdır. Zihin, puslu ve buğuludur. Her ideoloji son safhada akıldışı, tamamlanamaz, eksik bir deneyimi önerir. İdeallerin peşine düşmüş prototip, sürekli değişen dünyada sabit hakikatı icat etme telaşındadır. Bazı yenilikçi fikirler, bazılarının ipini çekmek, ipliğini pazara çıkarmak ister ki, bu kötü bir şey olarak betimlenmemelidir!

Doğada hiçbir şey eksik değildir. Eksik, sembolik biçimde organlaştırılmış bir toplumda, azanın yerine getirilemeyen ödevinden doğar. İnsanın doğadaki aşırı performansına paralel, daha fazla iktidar isteyen ademoğlunun iğrenç sahnelerine alternatif bir dünya yaratmak için 'sanat'ın ' imkanı ve olağan koşulları nedir?' Bunu sorgulayan sanatçıların ayrıksı, 'tekinsiz!' gösterisine her zamandan çok 'şimdi' ihtiyaç vardır.

Platon’un Menon'u bilinen bir örnektir. Diyalog, Sokrates'in köle Menon’la konuşmasıyla başlar. Menon, 'Erdem öğretilebilir mi? sorusunu sorar. Sokrates ise 'Bir şeyin ne olduğunu bilmeden, onun nasıl elde edileceğini bilebilir miyiz?' der. Aradığımız ne ise o, ilelebed bulunan Yüce'nin mekanında, bireyin realitesiyle seçebileceği en kısa yolu belirler. Aradığımızın adını bilmesek de şayet var olduğunu ve müspetliğini düşünüyorsak hedef koymadan yol alamayız. Darwin'in tezlerinden önce evreni maddeleşmiş bir fikir biçiminde algılayan Hegel, tarihin ve düşüncenin gelişiminin, varlıkların birbiriyle karşılıklı etkileşiminden doğduğunu söyler. Buna diyalektik süreç adını verir. Diyalektik, iki kutbun; 'negatif' ve karşısındakinin varlığıyla ilerleyişini sürdüren 'pozitif' çatışmasından doğan bir yürüyüştür. -Tarihi, vareste tutarsak- İnsan, bilgide kendinin dışında olan, kendisinin yaratmadığı ve insandan bağımsız olan bir dünyayı ta en başından tecrübe etmektedir. Tarkovsky'nin Solarisi gibi, bu doğal dünya, bütünüyle bir zihin eseridir. Belli ki felsefe, Solaris'teki gibi canlı bir tanrının, gücü eline geçirmiş tiranların musallat olmalarına benzer tüm olağanüstülüğüyle kurucu yaşama tasallut olan Grek hikayelerinden fazlasıyla esinlenmiştir. Yeryüzünde olan ve işleyerek kullandığımız tüm bilginin nesneleri ve dolayısıyla bütün bir evren mutlak bir öznenin vücuda gelişidir. Hegel, Tin, Geist, İde şeklinde tasniflediği tinsel varlığın özüne, insan aklı tarafından nüfuz edilebildiğini ileri sürer. Çünkü Mutlak, insan beyninin materyalinde, günah/sevaplarını oluşturan eyleminin sonuçlarında, tabiatın her teşebbüsünde, mananın maksadında 'madde' olarak zuhur eder. Regülasyon, bir anlamıyla düzenleme, müdahale demektir. Tüze Felsefesi'nde Hegel'in tez, antitez, sentezden oluşan triosu, (aynı hatayı Marks da sürdürür) kurtuluşçu, mesenik müjdeyi doğrulayacak postulatı, monadcı görgüsüyle imal etmemize izin verir. Kapasitesi 'iktidar' sağlayacak kadar geniştir. Doğru'da karar kılınabilecek 'sentez'in imkanı büyüktür. İlerlenerek ulaşılacak cennet metaforuna götürecek vasıta ise el yapımı diyalektiktir. Kralın gücü, kral olmasından ileri gelir; proletaryanınsa, proleter olmasından! Bir Hegel mahdumu olan Marks, ideolojinin heryerdeliğiyle Hayat'ı kontrol altına almayı teorisinin mesnedi yapar. Sonra organize edilebilecek iktidarı, merkezi bir tasavvur olarak görür; amacı kendi olan tabiatın tecrübesini, Aydınlanmanın karanlığında boğmasıyla sonuçlanır. Teknolojik bağlantıların sempatik ağları olsa da, endüstrinin yarattığı ilişkilerin onarıcı bir sentezi, düşünmeye cesareti olan Aklın tahrifatının sonu yoktur. Muhteris 'insan', kendi yarattığı dünyevi muhteviyatın, öteki hayatlara mahal vermeyecek kadar esiridir. Panoptik bakış, görülmeden gören, iktidarın ya da tanrının bakışıdır. Atölyesine girdiğimizde Mustafa Ata'nın, kanıksadığımız zulmün her yerdeliğini, acının, eşitsizliğin monadını dile getirmek için bu bakışı tersine çevirerek bize eserleriyle bir ekran kurduğunu görüyoruz. Semptomu, hadisenin şikayet edildiği müşfik merciie iade ediyor. Sözü, renge, şekle tevil ediyor. Haberin hedefi olan toplumu suçlamadan, itibari bir bildirimde bulunuyor. Algıdaki yarılmayı gideriyor. Akıldaki sökülmeyi yamamak istercesine, nedenle sonucu yaratının aynılığını, cürmün sahibi insanın benzerliğini, suratsız yüzlerde, elbisesiz bedenlerde irdeliyor. Metamorfoz yaratma becerisi, her eserde, çizerin temayülü gereği başkalaşıp formlaşıyor. Sorunun çarpıklığı bu form, kılık değiştirmelerde flulaşarak kaybolmuyor. Tedirginliğindeki panoptik bakış, kendini onaylayan kehanetiyle iradeyi ele geçiren tanrıya bir siteme dönüşebiliyor. Yüce'nin, alçaklığın evrensel tarihinde 'insan' ile hatırlanması ne yaman bir çelişkidir!

Kodlamaları çözdükçe hayat, gittikçe daha fazla sözle ifade edilen bir şeye dönüşür; edebiyatın çağrısı, çağdaş sanatın protest yanından çok hikayeci biçimlerini kışkırtır. Soru şu ; alınıyor, satılıyor da, çağdaş sanatın bize sağladığı içerikler üzerine ne kadar tartışabiliyoruz?

Artistin ürünü, düşünceyi kamçılmaktan ziyade sermayenin patalojisini güçlendirir. Bütün muhkemliğiyle seçkinliğin iktidarını kuvvetlendirir. İmgeleri, soyluluğu palazlandıran tahayyülleri pazara sürerek, öznenin ruhunun da finans kapitalin refikler ve refikalarınca ele geçirilebileceğinin mesajını verir..

Eseri, merkeze alarak müzakereye mi, yoksa bir eşyayı üretebilmenin sefil koşullarını sindiremediğimiz bir mübadeleye mi zorluyor? Popüler kültür konusu, özne ve tüketim kavramları ekseninden yola çıkılarak ana problem biçiminde değil, iktidar, iktidarını işleme ve kendini gerçekleştirme süreçleri ekseninden hareketle sanatçının bir alt problemi olarak anlaşılabilir. Sadece sahip olma teşviğini yaratarak, nesnesini arzulatıyor, zaten tedavülde olana imkan mı sağlıyor? Eserin üzerine sindirilmiş sahte güncellik bir olay beklentisini mi, olmayan bir ihtiyaca davet mi? Haz veren alameti, sıradışı gerçeği, malı mülkiyetinden, malzemesini bilgisinden ayırır. Üreticisinin imajı, tüketicisinin arzusu, mimarinin iştahıyla dolaşıma giren sanat, bu safhasında meta değeriyle bir mânâ ifade eder. Dünyanın bu yıkıcı yaratıcılığının, kapitalizmin nahoş biçimlerinden arınarak sürdürebilmesi için hararetle (değişimin fevkinde, kullanım değeriyle) sanata ihtiyaç var; ama 'sanat' dediğimiz ne? Politik tutkuların yeniden keşfi, entellektüeller için bir araç mı? Kant'ın 'amaçsız amaçlılık' ilkesini hatırlayıp ters çevirelim. Bir tablonun amacı dünyayı değiştirmek değil, sermaye sahibine ulaşmaktır. Eserin, meta olarak dolaşıma girmekten öte bir amacı yoktur. Müspet ilimlerin kuşkuculuğunu kullansa da, burjuvazi, hoyratlığıyla menfi bir tavır içindedir. Modernitenin kamusal yapılarını öz'e ait değerler, metabolizmik bir gerçek olarak varsaymak, bunu rasyonalite diye görüp onaylamak, edilgen bireyi bu morfoza uğramış sistemin kurbanı, adaletsizliği çoklu yapıların asli unsuru halini tüm olağanlığıyla kabul etmek demektir. Bu yaklaşım, sermayenin hayatımızı kabusa çeviren olağanüstü gücünü tasdik etmemizi onaylar. Görüntünün ardındaki elim hakikat, inkar etme eğiliminde olduğumuz mevcut hâlin, meş'um gerçeğin defosudur. Kapitalizmin olguları, nesnel gerçeklerden müteşekkirdir, diyemeyiz. Muhayyerdir, beğenmediğimiz uygarlığı sahibine, satıcısına iade edebiliriz de denilemez. Müşterisi olduğumuz Kapitalizmin Aydınlanma çağı, içeriksizleştirilmiş amblemleriyle, amaçsız amaçlarıyla histerikleşen kitleleri galeyana getirir. İşaret fişeklerini ateşler; mütemadiyen, usanmadan yanıltıcı yön levhalarını kullanır ; sözü imâlaştırır. Hegemonya, toplumbilimsel tahakkümlerini ideolojik zorla değil, mahiyetini bozduğu kurallarla, anomaliye uğrattığı kültürel önderlikle, malumatfuruş liderleri kiralayan oligarşik yapılanmayla sağlar. Tahrif edilen hal marazidir ve artık orjinalitesini kaybetmiştir. Burada ürkütücü bir yalnızlıkla karşılaşırız. Freud, Hegel'i tersyüz ederek topluma ya da Marks'ın, 'işçinin ürününe' dediği yabancılaşmayı, insan varlığına yabancılaşmaya indirger. 'The uncanny', koşulların planladığı, taammüden katıldığımız oyunda bugün sıkça kullanılan bir terimdir. Onun tanımına göre yabancılaşma, olağan halden, olağanüstü, mübalağlı münasebetlere sıçrar. 'İyi saatte olsunlar!' sanki, 'düşündüğüm her şey hayal de olsa gerçektir' cümlesini doğrular. Cansız objelerin hayat bulması, defalarca tekrarlanan hadiseler, mucizevi rastlantılar, zaman ötesi tesadüfler, hiptonize edilmişçesine uykuda yürümek, gaipten seslere açık trans hali, delilik, şüphe,histeri, cinsel karakterlerden emin olamama, canlı canlı gömülme korkusu ve hatta kafkavari devlet ya da arkadaşlar... Kapitalizmin tüm nevrotik halüsinasyonları, örgütlü kurum ve komisyonları özneyi çepeçevre sarar. Bu yaşamın ters yüz edilmiş hali, haletiruhiyelerin olağan imkanlarının şey'ler aracılığıyla duygu dünyasındaki matrisidir. Altamira mağarasının duvarına çizilen resimle, bugün malikanelerin salonunu süsleyen 'eser' arasındaki fark, tahayyüldeki 'merkez' algısıyla eşyanın 'iktidar' vehmidir. Korku yalnız, bedeni değil, hasılatı düşünen aklı da yerinden eder. Marks'a dönersek, "gerçek eleştiri cevapları değil, sorunları çözümler" diyor. İnsan, bugünü hakkıyla, öfkesi ve isyanıyla, eleştirisiyle yaşamazsa hangi gününü namusuyla/erdemiyle yaşayacaktır ; yaşarken hangi karbon kopilerle geleceğe iz bırakacak? Pragmatik yaklaşım, her şeyin normal seyrinde davranışçı bir çizgi izler. Analizleri, eleştirel yaklaşımın aksine, tarihsel bir açıklama tarzına sahip değildir ve aşırı deneyci bir perspektifi vardır. 'The Abject' diye ruhbilimcilerin bize emanet ettiği tanıma dönersek, maddesini, şeklini/rengini göremediğimiz, sosyal davranışlarda elbise biçemediğimiz 'ruhun' bilimi ve iştirakleri nedir diye sorabiliriz. Dokunarak anlamanın imkansızlığında, davranışları, belirsiz temaslar ve sezgilerle kavrarız. Betimlemenin uçuculuğu içinde aynı tepkiyi vereceğimiz aşağılık, iğrenç addedilerek reddedilen duyguların bizi absorbe ettiği şeyler olabilir. ‘The Abject’, psikanalist Julia Kristeva’ya ait bir çomak sokma, istenmeyeni, dışa atılanı kurcalama tanımı. 1980'in başlarında Powers of Horror/Korku'nun Gücü adlı denemesiyle kavramsallaştı bu terim. Kristeva'nın metnini doğru ve eksiksiz okumak lazım.(2) Kişinin kendisiyle özdeşleşmesini istemeyerek uzaklaştırdığı, reddettiği herhangi bir şeyi 'The Abject' olarak vasıflandırıyor. Burada 'reddetmek' kelimesindeki anlam, içerdeyken bizi rahatsız etmeyen, dışarıya çıkıp yüzleştiğimizde irite eden şey'lerden, toplumdaki 'berbat' addedilen eleştirel ifrazata kadar genişliyor. Varolduğunda değil, geciktiğinde, varlığı ifşa yahut dışarıda olduğunda rahatsızlık yaratan, derinlemesine algılarsak ucu açık bir mefhum. 'The Abject' denildiğinde tecrit edilenleri, karantinaya alınanları, ötelenip toplumdan cezalandırıp diskalifiye ve hunharca tasfiye edilenleri anlıyoruz. Yaratıcı bir katılımla söylersek, toplumu tek bir varlık, kolektif bir beden/akıl diye düşünürsek, 'The Abject', her zaman bir sanatçıdır. Hangi kimliğini kullanıyorsa o nüfuzuyla oyuna siyaseten duhul olması mutlaka gerekendir. Öteleneni öteleyenin foyasını ortaya çıkarmak için delilik alametleri gösteren temsillerin performans kabilinden seyircilere armağan edilmesi ya da ahlaksız kapitalizme onurlu bir alternatif sistem önerisi midir bu; belki! Huzursuzluk gösteren her sanatçı gibi benzer kavramlar, Mustafa Ata'nın da misyonunu yasallaştırıyor. Kant'a kulak verirsek, akıl, kendi yaptığı yasalar olmazsa, başka akıl sahiplerinin yaptığı yasalara uymak zorunda kalacaktır. Çünkü hiçbir yasanın olmadığı yerde, hiçbir şey, sanatsal eleştiri bile kendi oyununu sürdüremez. Sermaye ve Emek; Marksist teoride iki hasım, biri varken diğerinin yaşaması mümkün olmayan iki düşman, birbirine rakip iki kutup gibi ortaya konulur. Kapital'de Marks, meta için 'Donmuş insan emeği' der. Bu tanımın ardından sermayenin organik bileşimini verdiğinde, onun 'canlı' ve 'ölü' emekten oluştuğunu görürüz. Ölü emek, hammaddeler, makinalar, üretim mekanı ve üretim araçlarıdır. Canlı emek ise işgücüdür. Canlı ve ölü emeğin birleşmesinden, 'kapital' meydana gelir. Sermaye eşit emektir. Kapitalist toplumda da 'sermaye' eşit emektir, sosyalist ya da komünist toplumda da 'sermaye' demek emektir. Sermayenin adını değiştirmek, vasfını değiştirmez. İktidarı oluşturan her toplum modelinde sermayenin gücü, himayesindeki emeği fabrika düzeninde çalıştırmasındandır ; mecburluğun doğurgan kıldığı insanın yaşam etkinliğini satın alma kudreti tartışılmaz; sanat dahil. Politik olanı, hem nimetlerini paylaştığımız iktidarın bir parçası, hem de ona bir direnme biçimi olarak öznelliğin üretilmesi şeklinde düşünmeliyiz. Hayal Bilgisinden sınıfta kalmış olmamız, taciz edilen el/kol etkinliğimizin, refleks biyopolitiğimizin pek çok alanında ince bir muhasebe gerektirir. Hümanistlerin özlediği eşitlikçi, sosyalist toplum, hayatın 'hayat' olarak örgütlenmesi değil, eşya fazlasını yaratacak bir plantasyon, bir fabrika düzeni biçiminde inşa edilmesidir. Eşya için şeyleştirilen bireyin görev taksimiyle çalışmaya zorlanmasının yanılgısını taşır.

Sistemini, zor'un örgütlenmesine bağlayan Marks'ın ya da başka bir ütopistin, artı değer, ter ve kanla çirkinleştirilmiş emeğin sömürülmesine getirdiği bir gerçek ve nihai çözüm yoktur.

Geldik "kişiliksizleştirilmiş, herhangi bir karşılaştırmaya anarşistçe karşı çıkarcasına “hiç”leştirilmiş ve eşitlenmişlerdir" cümlesinin muhtevasına. Karakar'ın söylediği bu durumu yaratan aynı paragraftaki 'çıplaklık'tır. Özgürlüğü, toplumculuktan çok toplumun ta kendisi olmak olarak tanımlayan Bakunin için tüm formalarından arınmış çıplaklık, toplumsal eşitlenmenin esasıdır. Çünkü münasebetleri kuran, eşitliği bozan giyinikliktir. Başkalarının özgür iradesini kaldıran müdahale hep bir 'emir' sözcüğü içerir. "Her emir, özgürIüğün suratında patIayan bir tokattır!" İncir yaprağının evrimi, modern insanın devinimine parelellik gösterir. Giyinmek, güç göstererek 'varlık' olma halidir. 'Kuşanmak', var olma halimizi kanıtlayan sembolik zırhlar edinmektir. Tüm sosyal maskelerin ardındaki oligarşilerde ve despotizmlerde, (merkezi sol, liberal sağ vd.) kapitalizmin tahripkar karakteri, travmatik doğası ve kâr hırsı, üniformaları, resmi apoletleri, seküler markalarıyla 'giysi' olarak sömürü sanatının, baskıcı, sindirici ve ahlaki rengini/biçimini belirlemektedir. Tulumu içindeki işçi gibi, sıradanlığı içinde özne ise her sömürü toplumunda yalnızdır ; ama, yanlızlığın idrak ve bilgisiyle 'muhkem' değildir. Karakar'ın Mustafa Ata için yaptığı saptamadaki Giyinik insanların arasında çıplaklık, güçsüzlüğün değil, aydınlanmış özgür bilinçteki liyakatın eseridir.

(2) Julia Kristeva, Powers of horror, Korku'nun Gücü

http://www.csus.edu/indiv/o/obriene/art206/readings/kristeva%20-%20powers%20of%20horror%5B1%5D.pdf


Mustafa Ata, "Erki elde tutma adına başlangıçtan bugüne toplumlarda varolan şiddet ne yazık ki ülkemizde sıkça başvurulan kendini kabul ettirme yöntemlerinden biri olmuştur. Bu davranış biçimine duyarlı olma durumu, insan olmanın biricik koşuludur. Buna karşı durabilmek sanatçının görevidir" diyor. Ata'nın paragrafına katılıyor ve onun bıraktığı yerden biz devam ediyoruz..

Teknolojik ağların çeşitlenmesi, eşzamanlı heryerdelikle iletişim imkanlarının artması, fikirlerin yaratıcılık, bilgi aktarımında kolaylıkla kullanıma sokulması, artık öznenin çaresizliğini şeklen de olsa değiştirmiştir.


Siyaset çok fazla öfke barındırmasına karşın, çok az seçenek içeriyor. Devletleri kuran ilke 'şiddet'i, modern dünyada dahi olağan sayıyoruz. Toplumsal sözleşmenin yapısındaki vesayet, özneye vaadedilen temsili sistemi 'oyun'laştırmaktadır. Oysa, demokrasiyi yakın hedef haline getirecek tahayyül, sanatçıların hayal gücünden üremek zorundadır. Dünyanın geldiği bu zıvanadan çıkmışlıkta, ilerlemeye değil geri dönmeye, öğrenmeye değil, bildiklerimizi unutarak geçmişimizden özgürleşmeye ihtiyacımız var; lakin önümüzü kesen 'diyalektik', doğaya liyakatımızı gölgeleyen ezberimiz.

Konuya bir kere daha girmeden önce Mustafa Ata için düşünceyi tetikleyen, ezberleri provoke eden kişi olarak genel bir tespit babında şunu söylememiz lazım: Monark yönetimlere karşı özgürlük taleplerinin önce sizler tarafından seslendirilmesi, farkın farkında olmanızdandır. Sanatçının ardından sıradan insan aynı farkındalıkla aydınlanır; ne ki, toplumun temel dinamikleri aydınlanmaya rağmen sömürü üstüne kurgulanmışsa, bu labirentler rejiminde sürdürülemez bir ilerlemedir.. Şair "ama sonsuz olmayan şeyleri öğretmediniz efendim!' diyor. Eski hesapların sırtımıza vurduğu yükü, bugün bir kez daha geldiğimiz yaşın olgunluğuyla gözden geçirmeliyiz; oysa, yaşadığımız hayatı ve sendromlarımızı, üretimimizi örgütleyen kültür rejimi tafsilattaki aymazlıkları göstermemiş, çelişkileri öğretmemiş, sistemdeki tutarsızlıkları bulmayı bize bırakmıştır. Teşekkür değil, ancak eserler aracılığıyla itiraz edebiliriz! Onun resminin merkezinde zaten 'insan' var ; agrandize ettiği figürlerle görünür kılmak adına bildirgesini ve vurgusunu bilerek abartıyor. Feveran ettiğimiz politik irrasyonalitenin, muvazenemizi bozan tüm dertlerimizin aslında basit cevapları var. Eşitsizlik ve hiyerarşi, kaygı yaratan sermayenin organik ve kültürün soyut, inorganik bileşimleri emeğin mübadele edilebilir 'değer' olmasıyla çok önceden başlamıştır. Panoptik bakıştan, görülmeden gören Yüce'nin bakışıdan insan ürker. Tanrının yokluğu kaostur. Gezi'den speküle olduğu kadarıyla sapkın fantazileri, paronoyak denilebilecek netlikte çarpıklıkları siyaset kullanabilmektedir. Parmenides'in 'düşündüğüm her şey vardır' sözüne nazire yaparcasına suptil hayaller, cinsel fantaziler politik mücadele aracı haline getirilebilmektedir. Kalabalıkların aklını, kafasını karıştıran menfaatler, çıkarsal söylemler, çıplaklığından ürkülen maneviyat tahrip edici kişisel yayınların pabucunu dama atmıştır. Propogandaya vesile edilen böyle akıl dışı provokasyon silahlarından bahsedebildiğimiz ülkede muhtelif rivayetlerden derlenen düşkün kültürün, gayri ahlaki sermayesi muteberdir denilemez. Bir halk, gelecek için, bir insan toplum için, bir lider çokluk için, bir çokluk lider için karar verdiğinde, artık biliriz ki içimizdeki 'ben' pratikte ölür. Beni ifade ettiği varsayılan 'temsili sistem', ben'den ziyade benim sembolümle yaşayıp, emek gücümü absorbe edecek istatistiki bilgilerimle büyümektedir. SONLU SONSUZLUK, /SONSUZ YOLCULUK, KURALSIZ OYUN, ÇELİŞKİ, ELİF'İN YOK EDİLEN KARDEŞLERİ 1984 vd. dediğinde bir hedef gözetiyor ve bakışları, oradaki mağduriyete ve ötekinin üzerinde gücü sürekli artıran, biteviye yoğunlaştıran kuralsız oyunun anlamsızlığı ve ahlaksızlığına yöneltiyor. Toplum, bundan yola çıkıp çoktan akıldışı genel kategoriler oluşturmuş zaten. Ata, hümanizmasıyla evladın psikolojisini avuçlarının arasında tutarken ya da rekabetin dünyasında, anlamakta zorlandığımız rakiplerin kavgasında, muarızların ülküsünde sosyolojik bir yapı söküm gerçekleştiriyor. Verdiği isimler ve resimlerden yola çıkarak onun ürettiği entellektüel 'değer' ile pazardaki 'eder' arasında, üretim/tüketim ilişkisinde sert açının mütekabiliyetini kapitalizmin müzelerinde, kültür endüstrisinin hukukunda, fuarların acıyı pazarlama eyleminde ve sanatın tüketiminin kaçınılmaz şehvetinin kışkırtıldığı her yerde bulabiliyoruz. Sadece Türkiye'nin neşesi, panayır coşkusu değil, dünya, şayet içinde olmasak gerçekten çok eğlenceli bir çadır; tek bir ülke. Her şey karşıtıyla birlikte fazlasıyla olsa da Sanat, 'güzel' demekle açıklanamayacak çetrefilli bir uğraş. Biz nominal değerler üzerinden bir okuma/yazma pratiği ve üretme eylemini sürdürüyoruz. İkna etmeyi becermiş olmalarının nedeni, kabul ettiğimiz 'sanat' paradigmasının olağandışılığını sindirmiş olmamızdandır. Özgür olma buyruğundan doğan malüliyet, bizleri esir almıştır. Normal kabul ettiğimiz bedenden ayrı düşen emeğin sömürüsü ve birikimi başat nedendir. Ürünün iktisata perçinlenmiş doğasından ötürü özgürlük karinesi kalmamış, bilinç kırılmıştır. Bir fikri, vasıl eden tabiattaki köklerinden kopardıktan sonra, onu hayatımızın yapay realitesi içinde, mecburiyetlerin yarattığı ekonomik temasta, farklı bir fikirle ilişkilendirmemiz zor olmuyor. Buna rağmen, önemli olan bizim nerede durduğumuz; yaşamak için hayatta hangi tavizleri verdiğimiz, karşılığında ruhumuzda neyi mübadele ettiğimizdir. Bütün hüner topluma doğru soruyu doğru zamanda sorabilmekte ; kaç kişi kendi kendine kaldığında sorduğu sualleri azap çekmeden namusuyla cevaplandırabilir? Ne yaparsak yapalım herhalde sanatçı, bu rahatsızlığı, irkiltici soruları diğer insanlara sormakta, kendine verilen sorunlu misyon içinde tabii vazifesi olarak addediyor. Eleştiriyi film yönetmeninde değil, filmin içinde aramamız lazım geldiğini ifade eder Jean - Luc Godard.. Mahrumiyet, bize mahrem edilen gölgeli alanın, ekonominin belirsizliğin iklimindendir; sanatçının eserinden değil. İşaret ettiği yöne doğru bir bakışla eşik aşılır. Bunu yaparken hayatta ulaşılabilecek bir 'doğru' vardır yanılgısına kapılmamalıyız. Hegel, günümüzün en çok referans verilen temel aktörü. Onun tez, antitez, sentezden oluşan diyalektiği, tüm sosyalist, ilerici düşüncenin olduğu kadar kapitalist, post modernist bakışın da keşmekeşi; çağdaş dünyanın doğrulanması gerekmeyen kabulu. Bozuk tasarlanmış hayatı, doğru şekilde inşa edemeyiz. Takviyeli Hegel felsefesi, ortak kullandığımız bir yazılım programı gibi işlevsel. Daha iyi bir dünya projesinin imkansızlığıyla aksiyomu bize intikal ettiği tekinsizlikte bırakmak, hayatta ulaşılacak doğruları elle yaratmak becerisini gerektiriyor. İnsanın olgusunu yaratan, hatalı inkişaf etmiş göreceli çarpık şuurundandır. Tarihi, özgürce galipler yazar. 1879'da kaleme aldığı yazısında Engels, Hegel'i eleştirirken içindeki telos/erek, pazarlıklı bir 'hedef' taşımasını yadırgatıcı bulur ve şöyle söyler: "Yanlışlık, bu düşüncelerin doğa ve tarihten çıkarılmayıp, bunların düşünce yasaları olarak doğa ve tarihe zorla yamanması gerçeğinde yatar" diyor. Diyor da..


"Büyük bir sonsuzluğun içindeki insandan söz etmekteyim. Resimsel öznem tüm zamanları kapsar. Çünkü yeryüzü yaşamı içindeki tarihsel durak beni ilgilendirmiyor. İnsanın ne yaptığı nasıl eylediği ve duruşu önemli. Hayranlık duyduğum bir varlık insan, zaten. Canlılık hep çok ilgimi çekmiştir. İnsan bir enerji, ölüme meydan okuyan tek varlık, her şeye muktedir tek yaratık. Sanat her zaman sanatçının kendisinden yola çıkarak vardığı bir sentezdir (..) renk aracılığıyla figüre kendi yolculuğumu katmaktayım.."

Şüphe, bilgilerinden mütereddit olan mesleklerin kendi durumlarını gözden geçirmelerinin nedenidir ; oynak zemin nezih araştırmalarla sınanır. Özne, uyaranlarıyla kendisinin kurban edildiği ritüelin ayırdında değildir Bilinçli bir tecrübe, bilinçdışı itelemelerle gerçeklenir. Seçkinlerin diğer alanlara ilgisi, sanatın onlar aracılığıyla hayatın her alanına intisap etmesi, çağrının, yurdun sahibi zümrelerin ekonomik ikbal ve imkanlarına denk gelmesi kaçınılmazdır; yaşanılan sonuçlar mukadderdir. 'Bir olayın üzerine tüm hayatınızı adıyorsunuz' diyen Ata, ihitimallerin ve değiştirilemez kurguların farkındadır..

Marks'ın Kapital'i kadar 1848'deki Manifesto da sayfalar boyunca burjuvazinin varlığına övgüler düzen bir metindir. Çünkü devrimin olması için burjuvazinin yarattığı değerler sistemiyle proletaryanın tez ve antitezlerinin mücadelesi gerekmektedir. Burjuvazinin tez'ine karşın, proletarya antitez'ini sunar. Çıkacak sentez, fazla kurcalamadan elverişli bir postulat olarak kabul edilecek sosyalist devrim'dir. Peki Engels'in diyalektiğin yasalarının doğadan çıkartılması savına karşı, yeryüzünün, karşıtların mücadelesinden bir sentez yarattığını söyleyebiliyor muyuz? Hegel'den aldığı biçimiyle Diyalektik Materyalist teorinin, olumsuzlamayı olumsuzlama düşüncesinin sonuçta bir olumlamaya dayandığını ve bunun da farazi bir son (Marks, buna komünist toplum diyor) noktasını hedeflediğini biliriz. Bununla doğadaki evrimin bir ilerleme olarak algılandığını ve diyalektikle doğanın değişiminin insan eliyle olgunlaştırılmasının amaçlandığını görebiliriz. Ne kadar materyalist görünürse görünsün bu doğanın ontolojisine aykırı bilincin yapısal bir deformasyonudur. Dünyanın ontolojik dinamiklerinde, malzemesinin bilgisinde tez/antitez, sentez uzlaşmaları, özdeşlikler, ahlak olmaz. Kant'ın dediği gibi fiziksel yasaların zorunlulukları, ağırlık ve hareketinin doğal kanunları vardır. Ahlak ve özgürlük; siyasetin yasaları, idealler metaforu hasebiyle metafiziktir; iradeyle dönüştürülebilir. Sentezin oluşturulması karşısında, karşıtlıkların korunmasının önemini vurguluyoruz. Bizim burada gerçekleştirdiğimiz düşünme eylemimizdeki gibi, konuşmanın, yazmanın, sanatın sonuca ulaşması mümkün değildir. Dolayısıyla sentez de belirsizdir ; sonuç muhayyeldir. Herkes için mucizevi süreç, metafizik ütopik yalanlardan daha değerli ve son sözü olmayan bir tecrübe sunmaktadır. Disiplin toplumundan, denetim toplumuna geçtiğimizde sözün gereksiz şekilde tekrarlandığı, totolojinin, hakim söylemin kuramsallaştırıldığı şizoid çağda bu söylediklerimizin pratik değeri vardır. Sentez, modernizmin dayatması, diyalektik düşüncenin başarısı değil, aksine kapitalizmin ve (sosyalizm, komünizm, anarşizm adındaki) tüm türevlerinin günahı ve herkesin anlayacağı şekilde ifade edersek tanrının lanetidir. Mustafa Ata'nın yukarıdaki 'varolmanın koşulu şiddet'e karşı çıkış çağrısı önemsenmelidir. Hegelci diyalektiğin sentezde yarattığı algısal 'oluşum', kişinin dünya görüşünü tahrif etmekle kalmaz, modern toplumun kurucu unsuru olarak 'şiddet', iktidarı hedefleyen tüm sınıfların temel paradigması olur. Kendi çıkarını, herkesin çıkarıymış gibi sunan 'çağdaş' insan, şiddeti, toplumsal örgütlenmesinde ve kurumsal yapısında temel 'nomos' (gelenekten, hukuka; geniş anlamıyla) kabul eder. Olgu, hiyerarşiyi yaratan 'şiddet' olunca, kimin, kime muhtaç olduğu ve sermaye/emek paradigmasındaki 'gözü karalık' ve izansızlık, toplumsal yasada belirsizliğini korur. Adına kapitalizm denen rejimsel zaafiyetin eseri bilincimiz, onu yaratan doğaya rakip olmuştur. Sanat, yeryüzünü istimlak edenlerin hukukuna sahip çıkmasına rağmen başkalarının acısına da ortak olabilmektedir. Bu uzlaşmaz çelişki, mahiyeti itibariyle anlaşılır olmak zaruretindedir; çünkü mesajı muhatabınadır. Paradoksu aşmaya, entelektüel sınırları kuvvetlendirerek değil, insanlarla arasındaki herkesin bildiği sırrı, mahremiyeti sorgulayarak, mülkiyetin eşitsizliği provoke ettiği dramatik engelleri kaldırarak başlayabiliriz; cüretkar aklın işi zordur.

Tarkovsky "Olayları tartışıyoruz, sebepleri değil. En önemli şeyden bahsediyoruz. İnsan, varoluşunun sebebini bilmeden yaşıyorsa, bu dünyaya hangi sebepten geldiğini, neden bir süre yaşamak zorunda olduğunu bilmeden yaşıyorsa, o zaman dünyanın bugün içinde olduğu hale gelmesi gerekirdi. Aydınlanmadan bu yana, insan, görmezden gelmesi gereken şeylerle uğraşıyor. Maddi şeylere doğru dönmeye başladı. Bilgi açlığı insanı ele geçirdi. Kadınlar erkekler kadar bilgiye aç değildir. Şükürler olsun" demiş 1984'te İrena Brenza'yla yaptığı söyleşide. Kültür bakir bir oluşum değil, şüpheli bir bileşimdir. Her düşünen insanda olan angaryaya isyan, yazma sürecimizin nedenidir. Goethe, zekice bir cevap istiyorsan, sorunu zekice sor der. Mustafa Ata topluma yöneltiği sorularla bunu başarmıştır.

Ata, resimleriyle olduğu kadar, içinde yer aldığı kuşağın manifestosuyla da burjuvazinin huzur hakkını ihlal ederek hakim söyleme karşı çıkabilme yeteneğine sahiptir. Adorno, 'felsefede haklı çıkmayı istemek, yakışıksız bir davranıştır' der. Müşterekleri olmasına karşın erk'in kudretine yönelttiği eleştirilerle Ata, paranteze alınmış gündem dışı, aykırı kaanatlere yer açmıştır. Sanatçı, eserleri üstünden düşünecek olanlara imkan vermiş, izleyicinin amaç dışı reflekslerine, yakışıksız şüphelenme, sistemden kuşkulanma halinin fikirsel süreçlerine katkı sağlamıştır. Ata eserleriyle insanın çaresizliğine, statükosuyla sanatın evrensel mağduriyeti paylaşma ortaklığına, sindirilmiş isyanına karşı çıkmaktadır.































***