Bu Blogda Ara

1 Mart 2014 Cumartesi

TASLAK - Not Defteri / Mart 2014

Yaşadığımız çağ bir harika dostum !!   

Kurşun Askerler: Dinar Bandosu, A. Sinan Güler ve Ciguli prensipleri, Nedir Bu Performans adlı kitap, Daire'de Ahmet Duru, Sadece sanat piyasası değil hayatımız balon diyen Yeşim Akdeniz, Siyah/Beyaz Galerisi, Buket Acartürk'ün Karıncaları.. Siyasallaşmış bir din ile mahallenin delisi.. Twitter demokrasisi ve özgürlüğün meczupları.. Musa, İsa, Spinoza, Marks, Troçki, Freud; bu Yakupoğulları gerçekten korrkunnççç adamlar muhabetleri vesaire vesaire ..  



Hatalı planlanmış bir yaşam, doğru bir biçimde idrak edilemez. Düşman, antitez olamaz. Eğer maddi gerçek, müstakbel gelecekse bu öykü güzel bitmeyecektir. İnsan, kusursuz olmak zorunda değildir. Toplumda her insan kategorisine ait doğal bir kontenjan vardır. En iyisi mi sen, bakış açını değiştir!








Doğa, dostumuz ya da düşmanımız değil; varlığımızdır!

If we live a life in fear
Eğer biz korkarak yaşarsak !
Muse, Resistance







***












İSA, MUSA, ZİZEK, DERRİDA YA DA AÇIK RADYO, ÖMER MADRA VEYA HERHANGİ BİRİ..



Kime, niye/neye inanıyorsınız; ne için böyle davranıyorsanız... Durum ortada!..

Artık bu afaki bir olgu, aydın kaygısı, lafebesi bir soyutlama, gelecekte hesabı görülecek bir 'inanç' meselesi değil ..
Görünen/dokunulan, üstümüze bütün hışmıyla gelen, ansızın yüz yüze geleceğimiz bir hakikat. Soğuk bir gerçek..
Herkesin bildiği sır, ardına bakmadan kullandığı hayatta, tufandan önceki son mermer basamakta, o meş'um malzemede saklı..
Üniversiteler, esnaf kefalet kooperatifleri, generaller, ceo'lar veya şeyhlerle papazlar söylemiyor. Susarak paylaşılan, yokluğunda eksikliği duyulanı ifşa etmek zor.. 
Yalnız sizin çevreniz değil, zincir marketin kasiyerleri, öğle tatiline çıkan bankacılar, overlokçular, doktorlar, şairler, radyocular, hurdacılar, mezar kazıcıları genelev emekçileri, siyaset canlısı radikal dostlarınız, çağrı merkezi görevlileri, trafik polisleri de susuyor; ama hepsi biliyor.. 
Su içiyor, kazandıkça marketten besleniyor, öğle akşam yemek yiyorlar. 
Ancak tüketerek çoğalan kapitalizmin bugün dayattığı asıl sorun bu; vazgeçilmezlik!  Sevgi, tutku yahut kahreden bildik tanıdık arzu. 

İşbölüşümü yapıp birlikte düşünelim; dağılıp şevkle yeniden dizilelim.. 
Günah çıkartma, cin kovma, el çırpma ; hangi ritueli uygularsak uygulayalım olur.. 
Adıyla davet ettiğimiz vicdani çelişki, bir kanayan yara; rahat bıraksak kendi kendine iyileşecek.. 
Evo Morales söylüyor, bizler söylüyoruz üç beş durumu gören meczupla, levhi mahfuz ya da akaşik kayıtlar söylüyor. Deleuze/Guattari, Marks, Che, Dalay Lama, Ali Akay ya da Negri'nin ilham perileri, Derrida'nın hayaletleri .. 
Müslüm Gürses, Açık Radyo, Ömer Madra ve dinleyenleri; kimi önemsiyorsanız bir parçasını bulacağınız doğrulardan parçalar kapın, kolaj yapın. Misyoner inancı, münevver sorumluluğu, rotary görevi veya sosyalist etik yahut İsa, Musa adına katılın; farketmez..


1519 yılında İspanyol Cortez’in Meksika’yı fethetmesi ya da Peru'da İnkaları katleden Francisco Pizarro gibi katiller, Diego de Almagro gibi İspanyol işgalcillerin, sapkın komutanların vahşet hikayeleri hâlâ uygar Avrupanın saklanan barbarlık tarihinin ayrılmaz parçalarını teşkil edebiliyor..



Kimse söylemiyor ama siz biliyorsunuz; bu da önemli!.. 
Gerçek birdir değişmez, yalan büyüktür örtülmez. 
'Ekoloji' deyip uygarca tasniflediler, çevre dediler korumaya aldılar.
Şimdi, içinde yaşadığımız o muhteşem bedeni melezleştiriyorlar. Biyonik evrim, inorganik, hibrit; olabildiğince müşfik.. 
Merak deyip övünüyoruz ya; önce tecessüsle işe başladı mütecavizler. 
Keşfettikleri her kuytunun ardından bugün yeryüzünün tüm imkanlarını / renklerini tüketmek, ruhunu köleleştirmek istiyorlar...
Çirkin insan soyuna, doğa her fırsatta itiraz ediyor; taciz ettikçe geriliyor, sustukça ileniyor her an..  Zaman çan çalma, ezan okuma, teyakkuza geçme zamanı.. 
Gürültü büyük, karanlık kesif.. Sela veriyor, sura üflüyor; inananlar çaresiz..

Acil eğitim, köle/efendi diyalektiğinin reddi, süperegonun ezilmesi olmalıdır.

Yeryüzü, adına 'akıl' denilen sentetik bir zarla kaplanmıştır. Zamanın ruhu kirli/bulanık bir örtüye, gelecek karanlığa bürünmüştür.. 
Gezegendeki doğal hayatın tüm unsurları dijital şiddet ile fişleniyor. Kuşlar, balıklar arsızca künyeleniyor. 
Tüm yeryüzü yapay zekanın eseri radarlarla izlenmekte. İnsan melez mekanik bir aparata dönüştü. Özneler, nesneler gibi mübadele ediliyor. 
Şeylerin idaresinden ibaret hayat, kontrol altına alındı. Özgürlüklerin normları, yasanın sınırları tanımlandı. 
Yaşam, yapay mutasyonla yeniden yapılandırıldı, parelel bir hayat yaratıldı.. 
Uygar ahlakın, ontik mevcudiyetin, doğal davranışın hiçbir hamlesi doğal değil. İnsan, böcekle, yaprakla her tür hayvanla, bitkiyle yeryüzüyle aynı malzemeden yaratılmış; toprak! 
Kendi türünün tüm bireyleri ya da karşıdaki; kültürel ağırlıklarından arınıp, eşitlemesi yalnız ahlaki değil fiziksel kurtuluşu olacaktır. 
Kimin söylediği değil, ne söylendiğine bakın!


 Çağın sahte peygamberlerine, Kant'a, Marks'a, Negri'ye değil, yarım akıllı dürüst meczuplara inanın.. Tanrının yeryüzündeki halifesi söylemini bırakın!


Tanrının zuhur ettiği yeryüzünün hizmetkârı olmadıkça, bilgiyle kurduğumuz bu cehennemden kurtuluşumuz yok. 
Başkaldırarak inşa ettiğimiz bu hapishaneden bizdeki akıl, ilim, irfanla çıkışımız olanaksız. Demek ki başka türlü düşünmemiz şart!
Ama eğer irkilip, bir nebze geleneksel ya da entellektüel ağırlıklarımızdan kurtulabilirsek, belki yangın alarmını anlar, durumu idrak ederiz. 
Gerçek özgürlüğü, yokluğu/çıplaklığı, unutmanın mantığını sindirebiliriz içimize.. 
Tarihle, coğrafyayla, kitaplar, müzeler, kütüphaneler, bankalar, ideolojiler, bilge kahramanlarla vedalaşma vaktidir. 
Postmodern uygarlığın tüm birikimlerinden, hayatlarımızı zehir eden, bizleri şeyleştiren, ruhlarımızı köleleştiren yüzüne sayılara dönmüş eğitimden azat vaktidir. 
Rekabet düzeninden, aydınlanmanın c/esaretinden, paranın simgesel düzeninden özgürleşme zamanıdır. 
Üretim rejiminin ve şehir hayatının kurumsal şiddetini olağanlaştıran sanatın martavallarından, bizi tutsak kılan mülkiyetlerinizden silkelenelim! 
Korkularınızı bir ceket gibi sırtımızdan çıkaralım! Sürekli eşitsizlik, hiyerarşi yaratan kültürümüze bir kol mesafesinden bakalım..
İhtişamlı öğretinin çok da mubah olmadığı konusunda hemfikiriz sizinle.. 
Herkesin bildiği sırrı ifşa etmenin tam yeridir! 
Bilginizi paranteze alın!  Keyif kaçıran, ezber bozan saçmalama hakkımızı sonuna kadar kullanın.. 
Bugüne kadar insanlığın tüm kazanımlarını yüksek sesle reddebilirsek eğer, yarın için umut var demektir. 
Şayet barbarlığın eseri olan uygarlık bilincimizi erteler, muhteşem kalıntılarını inkar edebilirsek; bir nebze kazanma ihtimalimiz kalır yarınlara. 
İsyan değil, baş eğer, kozmosun yekpare zekasına uyum içinde katılır, doğayla işbirliği yapabilirsek.. 

Bu kabustan son anda kurtulabilmek şansa bırakılmayacak kadar değerli. Belki, yaşam dediğimiz illüzyon ancak bu şekilde -süreli de olsa- sürdürülebilir olur..

Zaman öğrenme değil, bildiklerimizi unutma vaktidir!



bk. Güney Amerika'da İspanyol fatihlerinin hikayeleri için  http://www.akintarih.com/yabancitarih/katliam.htm



Ali İbrahim Öcal "Cennet / Heaven" isimli sergisiyle 11 Nisan - 3 Mayıs 2014 tarihleri arasında MERKUR'de





***







1693 baharında İngilizler, barış konferansı bahanesiyle davet ettikleri Powhatanların önderlerinden 200 kişiyi ve Pamunkey'in reislerini zehirli şarapla öldürmüştü ; kalan 50 kişiyi de fiziki saldırıyla katlettiler..

http://tr.wikipedia.org/wiki/ABD_K%C4%B1z%C4%B1lderili_katliamlar%C4%B1






***




Yaşamın somutluğunu reddetme pahasına özgürlüğü ve kurtuluşu soyut politik bir temsili sistemde ararız. Deneyimlenebilir bir materyal olmasıyla bilimin konusu olabilecek Hakikat, siyasetin de asli konusu olabilir mi?




***





Tüm dünyada insanlık olarak iktidarların dehşet veren davranışlarına, hükümetlerin akıl dışı reflekslerine maruz kalıyorsak, teknoloji çağında bunu engellemenin tek yolu, devletin karar verme mekanizmalarını politikacılardan alarak makinaların idaresine, tarafsız cihazların ve bilgisayar programlarının yönetimine bırakmaktır..






***





Savaşa hayır diyen arkadaşım! Sen 'politikaya hayır!' diyebiliyor musun? İnsanın yaşamak için gerçekten siyasete ihtiyacı var mı; doğal bir hakikat mıdır siyaset? Bakış açını değiştir ve bildiklerini unutarak yeniden hiç olmazsa bir kere kendi kendine düşün!



İnsanlar akıllı varlıklar; ancak bu aklı devreden çıkaran, kendilerinin ölümünü isteyen siyasi taleplerleri yerine getirebiliyorlar. Kendilerine ait olmayan başka akıllarla ilişki kurararak sömürülüyorlar ya da kendi hayatlarından vazgeçebiliyorlar. Politika, gelecek toplumlarda lanetlenecek bir geçmiş zaman tasarrufu olarak tarihteki yerini mutlaka alacaktır ; A. Sinan Güler'in zihin açıcı, müstehzi olduğu kadar eleştirel Twitlerini takip ederek iz sürüyoruz..


Politika bilimi denilen hayasızlığın kurucusu kabul edilen Floransalı düşünür, devlet adamı 1469 doğumlu Niccolò di Bernado dei Machiavelli, hükümdarına tavsiyede bulunurken 'halkından kork!' der. Cümleyi yaklaşık ikiyüz yıl sonra bir Yakupoğlu tamamlar : 'Siteyi tehdit eden tehlikenin nedeni her zaman dış düşmanlar değil, yurttaşlar da olabilir!' Spinoza'nın dediğini güncelleştirelim : 'Düşmanlardan değil, önce halkından kork!'  Sürekli hayat hakkında kafa yorup, etrafındaki küçük ayrıntıları gözlemleyerek yaşayanlar, bizi yöneten politikacıların iyi/kötü yanları üzerine fikirler ileri sürerler. Asıl düşünülmesi gereken şudur : reyimi kullanarak seçtiğim velayetçi sistem harbiden iyi bir fikir midir?  A. Sinan Güler, 'Çare, Ciguli diyerek Fransız ihtilalinin bağrından doğan demokrasi hülyası ve modernite riyasının vazgeçilmezi kabul edilen temsili rejimler hakkında bir tartışma açıyor. Sağlıktan, eğitim, kültüre kadar her işi teknolojinin idaresine devrettiğimiz günümüzde hukuk ve politikayı insanların elinden alıp, karar mekanizmalarını makinaların tarafsız idaresine devredebilir miyiz? Yapabilir miyiz bunu? Bu bizim gelecek tahayyülümüz ve olası önerimiz; başka önerileri olanlar da var : Mim savaşlarına gözatıp devam ediyoruz..


Doğada yankılanan tarifi mümkün olmayan bir çığlık bu! Sosyoloji, psikoloji, ekonomi: Dünya her anlamda derinleşen bir krizde... Kritik bir yol ayrımındayız: Ya ayan beyan ortada olan tüm tutarsızlıkları gözardı ederek elimizdekini koruyup statükoyu kabulleneceğiz ya da adına “uyumsuzlar” denilen yaratıcı aklın yanında yer alarak güncel hayattaki paradigma değişimini savunacak, insanlığın ve gezegenin yokoluşa doğru ilerlemesini topyekûn reddedeceğiz..


İktisat neden bu kadar kibirli, neden hakikatten uzak? diye soran Mim Savaşları adlı kitap, iktisat öğrencilerinden başlayarak “alternatif” bir dünyanın inşasına dair ilham verici bir fikrî kolaj sunuyor . Editörün notu-Semih Sökmen, Mim Savaşları, alternatif bir medya grubu olan Adbusters tarafından hazırlanmış bir albüm kitap. Mart 2013’te bu gruptan iki kişi Bienalle ilgili olarak Istanbul’a gelmişlerdi diyor..

http://kitap.radikal.com.tr/Makale/insanlar-baskaldirir-imparatorluklar-yikilir-393490








A. Sinan Güler'in "Çare, Ciguli!" saptaması yerindedir. Siyasetin toplum hayatında eksiltmelere tabii tutulması, mekandaki gerilimi, uyuşmazlık ve öfkeyi giderecektir. Sokrates, hayatı bir hastalık olarak değerlendirir. Aslında siyaset, hayatın asli sendromudur. Korozyon belki de melanomi; insanın dış yüzeyindeki bu temsilde olması gerekenin ötesinde tecelli etmiştir.. Mütedeyyin, radikal ya da alufte; siyasal meşrebin yahut rengin önemi yoktur ; iktidar, bizatihi gayrı ahlaki müstehcenlik içeren organik bir bozulmadır. Marks, bilmiyorlar ama yapıyorlar der. Sinan hoca, kitlelerin bilmeden yaptıkları poliontolojik tedariki ti'ye alıyor. Ciguli kavramı, doğrudan temsil tartışmasında makas yaratacak yetenekte, konformist algıyı dönüştürülebilecek derinlikte, renkli ve provokatif bir tespittir.




Kapitalizmin bütün organlarına sahip Marksizm, geleceğe ait değil, geçmişe dair eskimiş bir olgudur! Refah toplumu hedeflerinde, artı değerden beslenen şiddete ve rekabete dayalı sermaye rejimine alternatif bir söylemi yoktur..


Dünya, egemenlerin isteğiyle değil, teknolojinin vazgeçilmezleriyle giderek daha şeffaflaşıyor. Sosyal ağların yarattığı gizlenemezlikler yeni bölünmüş kimlikleri doğuruyor. Müşterekler, örgütlüyor.  Heryerdelikler, doğrulanabilir bilgiyi kitlelere her şart altında ulaştırıyor. Önce seçkinler için olan paylaşımlar sonrasında kamuya açılıyor. İnsan, eski insan değil; katılımcı ve fikir sahibi. Her özne, içeriden sistemi değiştirebilecek tüketici bir güç. Kullandığımız ilaçların ya da ambalajlı gıdaların  bile formülleri, gramajları paket etiketlerinde yer alıyor. Bu durum, kapitalizmin öngördüğü bir açılım değildir. Malların yarattığı açıklık ve eşitlik ile demokratik adalet arasında sert bir açı vardır! Marksizm, mal fazlasını teorisindeki merkezi planlamayla yaratabilir. Ne var ki, ütopyasındaki öngörü bunun ötesine geçememiştir. Sivil toplumun sınırlarını genişletirken merkezsiz, lidersiz bir tahayyül  gerekiyor. Ya sosyalizm gibi türevleriyle kapitalizm ve sanayi toplumu ölecek ya da tabiat ana. Musa'yı kızdıran buzağı, İsa'nın haçı, kiliselerin ikonları ya da kutsal emanetler. Fetişizm, insanların vazgeçemediği kadim bir gelenek. İnsanoğlu geçmişini ve geleceğini tanzim etmeyi sever. Sosyalizm doksası, toplumculuk kanaati, kapitalizmin bütün Aydınlanma ideallerini, müstehcen, şiddet dolu organlarını kendine monte etmiştir. Kahramanları, peygamberane liderleri, hayaletleri, idolleri, mahdumları, kutsalları, geçmiş enkazları, gelecek planları olmayan yeni bir Sol'a ihtiyaç var; bugünü ertelememek ve yaşarken kullanmak için!  


İnsanlık, elverişli şartları yaratıp şayet bu dünya üzerinde ölümlü olmanın bilinciyle mülkiyetlerinden ve hükmetme sendromundan arınıp bir müddet daha yaşama olanağını elde edebilirse, sahip olduğu teknolojinin imkanlarını kullanarak 'beğen' tuşuyla her an değiştirebileceği iktidarlara hükmedecektir. Birgün mutlaka temsili sistemin doğrudan demokrasiye geçerken ara bir basamak olduğunu tartışacağız! Marks, Alman İdeoloji ertesinde yazdıklarında bu tür konulara yol açacak hayallerini eski martavallar olarak değerlendirir. Bk. Gotha s 28

18 Mart, Paris komünün, 14 Mart'sa, 1883'te hayata veda eden Karl Marks'ın ölüm yıldönümü. Onun hakkında eleştirilerimiz çok yazdığımız için bu ölüm yıldönümü nedeniyle kısaca bir kaç cümleyle değinmekle yetinelim. Marks, üstünde en çok konuşulmasına karşın eserlerinin temel paradigmaları yeteri kadar tartışılmamış bir düşünürdür. Sanayi toplumu hedeflerinden vazgeçmeden 'emek' sömürüsünün sonlandırılabileceği fikri, tutarlı bir gelecek tahayyülü yaratmaktan uzaktır. Onda, insanların idaresinden dem vururken, şeyler olarak tabir edebileceğimiz makinaların, inorganik bir cihaz gibi toplumu sevk ve idare etmesi hayali de yoktur. Devletin, tüm nedenleri sabittir. -Ne kadar sivil olduğu çok tartışmalı- sivil toplumun kuracağı demokraside aydınların proletaryayı temsil ettiği yönetimindeki merkezi bir idarenin zor'u kullanmasını önerir; refah toplumu hedefini sürdüren kapitalizmle arasındaki fark eşya üretmek ideolojisindeki ayrılıklar değildir. Artıdeğer'in biriktirilmesi, şahıs eliyle olmasa da neticede tartışılmaz bir diktatörlük olan  'devlet' eliyle gerçekleştiren birey üzerindeki huzursuzluğu kutsanan zaruri bir temellük işlemidir. Sonuç olarak: Marksizm üzerine söylenenler, onun siyasal düşünce olarak geçmişe ait bir analiz sunmasının ötesinde geleceğe ait bir ütopya oluşturabileceği savını sürdüren yaygın kanaat bildirimleridir...

Büyük ideolojilerin felsefelerinin anlaşılmaz kalmalarının nedeni, insan deneyiminin imkanlarından ya da kelimelerinin örtülü olmaları değil, tam tersi merkezi bariz ve yol haritası işaretlenmiş bir dünyada muteber ve seçeneksiz takdim edilmiş olmalarının rehavetindendir. Sömürüyü yaratan burjuvazi değil, proletarya diktatörlüğünün yüceltildiği sistemde de varlığını devam ettirecek olan fabrika düzenidir. Marks'ın buna getirdiği bir çözüm yoktur. Lenin'in 1917 Ekim ihtilalinin ardından 4 Ocak 1918'de kurucu Meclis'in aldığı karar metninin 4. maddesi ;" Toplumun asalak kesimlerini bertaraf etmek amacıyla genel çalışma yükümlülüğü yürürlülüğe konmuştur".   


Ho-Fung Hung, "Çinomani: Küresel Kriz ve Çin" makalesinde, Çin mucizesini olanaklı kılan iki şeyin, eyalet yönetimlerinin yerel ölçekte ekonomik büyümeyi istikrarlı biçimde destekleme gücü ve parti-devletin emekçilerden gelen talepleri bastırma yeteneği olduğunu, bu iki sürecin devasa coğrafi ve demografik yapısı nedeniyle Çin'i küresel sermaye birikiminin en dinamik merkezi haline getirdiğini belirtir (1) Sömürü, bildiğimiz sömürüdür. Merkezi partinin ve istihdam edilen kadrolarının emekçinin ürününe bedelsiz el koyma pratiği eski bir gelenektir. Bugünkü süper Çin deneyimi, Küresel sermayenin negatif diyalektiğini ve 73 yıl temel dinamiğini tamamlayan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği politikalarının revizyondan geçirilmiş güncellemesidir. Dünyada 20. yüzyılda Amerika/Rusya rekabetini sağlayan ana faktör aynıdır. 1917- 1939 arası Rusya, sömürgelerindeki emekçi halktan zor yoluyla temellük edilen emek ve politik tutsaklarının çalınan işgücüyle süper güç olmuştur. Moskova dükalığını 2. paylaşım savaşına hazırlayan etken teoride sosyalizm olsa da soyutun muğlaklığı, somutun galebe gelmesiyle aşılır. Teorinin belirsizliğinden kaynaklanan reel pratik bir meczuplar iktidarları hedeflemez tabii ki; herkes işin sırrına vakıftır. Çin'de olduğu gibi ürkütücülüğünden sıyrılmak için denetim mekanizmalarını korurken işlevini karalılıkla sürdürebilir. Bütün dünyada sermaye, gasbedilen emekle sağlanır. Bunun başka bir formülü yoktur.. 


Görüyoruz ki, her türden 'politika',  temsili sistemlerde ifadesini bulan şiddete dayanan toplumsal bir araçtır. Doğrulanması olanaksız, verdiği zararların telafisi imkansız bir hakikat prosedürü olarak ekonomik doğanın veri tabanını kullanarak kabul görür.  Hiçbir şey için olmasa bile sadece merkez ve iktidar istemeyen gençlerin gayri şahsi eşitlik taleplerinin hatırına; her türden tepeden inme önerilere karşı çıkıp, doğrudan katılımı arzulayan Gezi hareketi, yeni bir dünya görüşü kurgusu tahrif edilmiş, biçimlendirmesi yarım kalmış 1871 romanının eksik sayfalarını tamamlamıştır. Paris komünü, hırpalanmış bir tarih yazılımı, yaşanılan hikayeyle ilgisiz bir proletarya tasavvuru bırakmıştır geride. Mücadelenin tarihine özgü her şey, özellikle de anakdot tarzı söylemler, siyasal yaşama ait anlatılar resmi bir tipoloji olarak şenlendirildiğinde, nekrofobik öyküler uygun biçimde tanzim edildiğinde uğruna ölünecek kadar inanılır olabilir. Herhangi bir direnişi kimin anlattığından çok neden, neyi hangi perspektifle aktardığına dikkat edilmelidir. Kaderlerine sahip çıktıklarımızın velayetleri  toplum adına politik bir malzeme olarak şahsileştirilebilir mi?  Ezilenlerin ortak yaşamı, yahut kaybedenlerin, tutunamayanların, ötekileştirilenlerin kurtuluşu için miras aldığımız toplumcu teoriler hakikatin bilgisinden mi, yoksa Avrupa'nın Aydınlanma tehdişinin gerçeğinden mi imal edilmişlerdir? 


Deleuze, Spinoza için 'her şeye gülen filozof' der. Akademisyen Abdullah Sinan Güler, soyadını doğrularcasına 'Ciguli' kavramsallaştırmasıyla iktidarlara yönelik bir itibarsızlaşma tefekkürüyle siyasetbilimini şenlendiriyor. En güçlü temsil, her ruhun bir beden tarafından sembolize edildiği doğrudan katılımdır.  Ağlatan soruysa velayettir ;  kitleler haklarını istisnasız tüm ideolojilerde neden başkalarına devretmişlerdir!


Engels, 1891'de Marks'ın Ücretli Emek ve Sermaye'ye yazdığı önözde şöyle söyler : " Bugünkü sınıf farklılıklarının ortadan kalkmış olacağı ve —belki biraz sıkıntılı ama herhalde moral bakımdan çok yararlı, kısa bir geçiş döneminden sonra— toplumun bütün bireylerinin, daha şimdiden zaten varolan muazzam üretken güçlerinin planlı olarak kullanılması ve genişletilmesi yoluyla, ve herkes için zorunlu ve eşit çalışma ile, yaşamdan zevk alma, bedenin ve zihnin tüm yeteneklerini geliştirme ve seferber etme araç ve olanaklarından herkesin eşit bir biçimde ve durmadan artan bir bolluk içinde yararlanabileceği yeni bir toplumsal düzen olanaklıdır."


Gördüğümüz gibi Marks'ın teorisinin vaadettiği zorunlu çalışmaya dayalı planlı bir refah ekonomisidir. Yani kısaca merkezi planlamayla daha fazla demokrasi değil daha fazla eşya üreten planlı bir ekonomidir. Oysa Engels "insanların zorunluluklar dünyasından, özgürlükler dünyasına atlayışıdır bu" diye anlatır paradoksu (2) Leninizm, bu saplantıları, umut içindeki kitlelere acı deneyler yaşatarak sürdürmüştür. Bugün Ukrayna'da başgösteren direnişin kökleri 1918-21'e uzanır. Mahnovçina, tarihin tozlu arşivlerinde yeniden bulunmalı ve sol mondenlerce yeniden tartışılmalıdır. Biz burada 1921'de Kronstad'ta binlerce denizcinin ayaklanmasını Troçki'nin komutanı olduğu ellibin Kızıl Ordu askeriyle boğan, sağ kalanları toplama kamplarında öldüren bir ulusalcı zihniyetin mirasının rededilmesinden, kısaca kadrocu/darbeci Aydınlanma paradigması değişiminden söz ediyoruz. O ki, devrim denilen darbeden sonra, müreffeh toplum için fabrikalarda zorunlu çalışma emrini yayımlayan, ikiyüzbin çarlık karşıtı demokratı idam eden Çeka'nın sahibi bir proletarya diktatörlüğüydü.  
Negri, "sol'un kliselerinin kapılarına kilit vurulmasına, yerle bir edilmesine ihtiyaç var" der (3) Hem de Saint Simon'dan beri..
Eksiltmelerle, ağırlıklarından özgürleşecek yeni bir iktidar doksasına gereksinmemiz var; çirkin ya da imkansız olsa da buluştuğumuzda sahiplik kurmayacağımız, rastlaştığımızda terkedeceğimiz plansız, programsız, hesapsız bir randevu;  özgürlükleri tanımlarken, sınırları koyduğumuzu düşünebilmeliyiz! 


Devrimin siyasal iktidarı aldığı andan ilerisi karanlık bir muhafazakarlıktır. Politikaların en radikali bile siyasal bir amaç olduğunda halkın büyük kesimi için iyi düşler kurmaz. İnsan için devrim, onun toplumsal etkinliğinden çok daha önemlidir. Bütün kirlerin en ruhsalı, kirliliklerin en bulaşıcısı, suçların ortaklaşmacısı siyasal iktidar gruplarının bir ideal için örgütlü mutabakatında, daha güzel bir dünya vaadiyle sırtlanların uzlaşmasında yaşanır. Yalnız iktidarı değil siyaseti de reddeden bir sosyalizm anlayışı imkansız değildir; en basitinden bugünden itibaren düşünülmelidir.  
  

Not/ eski yunandan Hegel'e kadar geçen süreçte tüm düşünürler bireyin Devlet'e boyun eğmesini önerirler. Aynı minval üzerine praksisini sürdüren Marks'ın cevabı başkaldırmak değil, gene bir darbeyle devleti ele geçiren proletarya ideolojisine boyun eğmesini önermektir. Marks' sivil toplumu yanlış olarak algılamış Hegel'in mahdumu geleneksel bir felsefecidir.  Kapitalizme başkaldırısının temel argümanlarını Marks'tan edinenler için, bu kıstırılmışlıktan kurtulma ihtimali hiç yoktur.  Avrupa ve onun yok edici doğasını geliştiren Aydınlanma felsefesine karşı, merkezsiz bir dünyanın katmanlarında çok zengin yerel tecrübelerden öğreneceklerimiz vardır. Tolstoy, çalışmanın islah ettiği söylenir ama ben hep tersini gözlemledim der. Emeğe dair farklı mevzular ile onu kullanma yöntemlerini düşünerek ve elbette fasılalarla değindiğimiz iş'e ait tahakkümcü derslerin her zaman geliştirilmiş farklı seçeneklerinin de mevcut olduğunu hatırlatarak sonlandıralım.    



Bk Hobbesl Leviathan ve diğerleri özet : http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/insanoglunun_leviathana_karsi_savasi-1181485

(1) Aktaran Haluk Yurtsever, Bu defaki krize soldan bakış, CumhuriyeDergi, 20 Mart 2014 
(2) Ütopik/Bilimsel Sosyalizm. sayfa88 S.Yay.
(3) Duyuru / Negri S 106 Ayrıntı Yayınları





***



Türk sinemasının usta yönetmenlerinden Reis Çelik'e, bu yıl 20 Mart-26 Nisan tarihleri arasında düzenlenen 13'üncü Boston Türk Film Festivali'nde 'Türk Sinemasında Mükemmellik Ödülü' verildi.


http://www.radikal.com.tr/kultur/reis_celike_bostondan_mukemmellik_odulu-1183698






***






Mezhepler dini değil, siyasi bölünmelerin sonucudurlar. Kuran'da Din Allah'ındır.. İnsanlar, bu dünya için dini, her ümmet kendi kitabını zayi etti.  Siyasetçiler güncel politikalar ve kişisel menfaatler uğruna dini insafsızca parçaladı..


Dîne âit işlerinde, kendi aralarında bölük bölük oldu onlar ve hepsi de dönüp bizim tapımıza gelecek Enbiya 93/Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir. Mu'minûn 53

Sünnilik, Alevilik ya da diğer mezhepler. Yalnız bizde değil, Musevi ve Hristiyan retoriğinde de peygamberlerden sonra ortaya çıkan tüm bölünmeler siyasi bir taraflaşmanın yarattığı şahsi politiklerdir. Bütünüyle dünyevi ve ezenle ezilen arasında mülkiyet hukunun kışkırttığı kamusal ayrışmalardır. Bunları dinin kendisine ait olgular olarak tanımlamak imkansızdır. Dini, yoruma açan mezheplerin ortaya çıkmasına neden olan tahrifatlar, en başından ayetlerle önü kesilmiş insani sapmalardır.. İnsan, eline geçen her düşünceyi ancak acıları artıran bir araca dönüştürmekte hüner sahibidir.

ttp://www.kuranmeali.org/21/enbiya_suresi/93.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx
http://www.kuranmeali.org/23/muminun_suresi/53.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx
http://www.kuranmeali.org/10/yunus_suresi/17.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx





***





Kadın emeğinin Akdeniz’deki seyir defteri..

Ayşe Buğra ve Yalçın Özkan tarafından derlenen kitapta beş Akdeniz ülkesi üzerinden kadın istihdamında yaşanan değişimlerin ampirik ve normatif değerlendirmesi ortaya konuyor. Sonuç: Aşılacak daha çok engel var.

http://kitap.radikal.com.tr/Makale/kadin-emeginin-akdenizdeki-seyir-defteri-393075







***






Meditasyonlar..

Şey'ler vasıtasıyla gerçekleştirdiğimiz 'düşünme', maddeler dünyasında hiçbir zaman tam bir özdeşliğe erişemez..



İnsan, şeyler olmadan öğrenemez. Düşüncelerin nesnesiyle, nesnenin düşüncesi arasında diyalektik süreç, günlük hayatta kullandığımız mantığın tutunma noktalarını, pratiğimizin hakikat ilişkisini oluşturur. Düşünme ile varlık örtüşür mü? Şayet öyle olsa, tutarsızlıklar olmamalıydı. İnsan bilinci, açık seçik davranma gücüne sahip değil. Malzemenin fiziksel teması, varlığın ontolojisi özet olarak içinde yer aldığımız hayatın ta kendisi. Herşey varken, niye hiçliğin yerinde bir şey yok? Boşluğu dolduran madde ya da manyetik alan bariz olsa da etkinliği puslu bulanık. Beyin, gerçek olanı eksik kavrayan, algıları hatalara ve yorumlara açık, bile bile eksik yapılandırılmış bir organdır. Modern insanın oluşum süreci öncesinde, farklı beyin kütlesine sahip çok fazla insan türevi heder olmuştur. Bu kadar çok türün neden doğa tarafından imha edildiği belirsizliğini korumaktadır. Varolan ne ise fikirdeki muhteviyatı,  yargımızdaki intibası da o'dur denilemez. Düşüncenin konusu olan materyalle, o materyalin zihin tarafından kavranması, aklın kuşatmasında arasında kayıplar vardır. Varolan dünyanın boşluklarında karakterler yaratırız. Özneler,  çatışan özerk parçalarıyla, monadların mantık dediğimiz eylememizin gelişigüzel yapılandırmasında resmettiğimiz inanç sistemlerimize hükmeden tanrılarımızdır ; zamanımız içeriden denetlerler. İnsan eksiklidir; 'bilme' sakatlanmıştır ve anomali/kuralsızlık içinde kusursuz olmak zorunda değildir. Büyük ihtimalle doğanın daha mükemmelini yaratma sürecinde, geçici bir basamağı teşkil etmiş olan Homo Sapiens, hafıza i beşer nisyan ile malüldür lafzını doğrulamakla kalacaktır. Tabiatın tek düze bir evrimle değil, daha ötesini yaratmak için sıçramalarla davrandığını biliyoruz. 





***





İrtikap, rüşvet, yolsuzluk yapanlar gibi, uhrevi, yurtsever amaçlarla da insanlar kendi içlerinde bir menfaat ilişkisi kurabilirler. Hayvanların amaçları farklıdır ama onlar da bir kolektif direnme oluşturabilirler. Oysa bir gevişgetiren ya da at sürüsünü, kurtların saldırısı karşısında çember oluşturmaya yönelten şey ne menfaat ne de bir başka tür sevgi değildir. Avlanmak için kurtlar sürüler halinde dolaşırlar. Binlerce bizonun belli bir noktadan nehri geçmesi veya kelebeklerin toplanarak bir arada göç etmesinin nedeni birbirlerine olan sempatileridir denilemez.. Karşılıklı yardımlaşmayla hayatta kalma içgüdüsü, Kropotkinin tezlerine kaynak teşkil eder.

Karşılıklı destek pratiği, hayatta kalma güdüsündendir. Tüm canlılarda olduğu gibi bu, insan için de ihlal edilmemesi gereken bir doğal dürtüdür. Yaşamı koruma yönünde insiyaki reflekslerin topluluklarda esas itki olduğunu biliriz..

Nevrozuyla yanlış alarmların kulağında çınladığı, türler içinde asli doğasına en yabancılaşmış, tabiatından kopuk mekanik/inorganik ve hasta bir canlı türüdür insanoğlu. Yaptıkları, yapacaklarının teminatıdır.. Vakit kalırsa kendinden önce diğer canlı türlerini ortadan kaldıracaktır. . Buket Acartürk'ün karıncalar sergisi öncesinde Pyotr Kropotkin'in Karşılıklı Yardımlaşma kitabını okuyarak hazırlanmak, sanatçıyı ve tedirgin dünyasını anlamak için yararlı olacaktır.. 








FORMDAN DA ÖTE İŞLER / Buket Acartürk, 22 Mart 2014, Parkart Galeri



Buket Acartürk, 1973 yılında İzmir Türkiye’de doğdu. 2001 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Bölümü’nden mezun oldu. 2005 yılında, Yüksek Lisans eğitimini 2009 yılında ise Sanatta Yeterlik Programından mezun oldu. 2009 yılından itibaren ise Sakarya Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Seramik Cam Bölümünde Öğretim Üyeliği ve Bölüm Başkanlığı görevlerini sürdürmektedir. Yurtiçi ve dışında çok sayıda karma sergiye katılan Buket Acartürk’ün, bir tanesi ABD’de olmak üzere 4 kişisel sergisi ve iki ödülü bulunmaktadır.

http://parkartistanbul.com/gelecek/buket-acarturk-sinana-sinana-seramik-sergisi-ceramic-exhibition/

Ali Asker Bal'ın, 'Buket Acartürk' yazısı:

"Buket Acartürk, son birkaç yıldır hayvan dünyasının mucizevi varlıklarından biri olan karıncayı ısrarlı bir biçimde seramik çalışmalarının vazgeçilmez imgesi haline getirdi. Hayvan ve böcek dünyasından doğrudan veya dolaylı (biçim/form) taklidi ve alıntılarıyla iş yapanların tersine O, bu imgeyi kendi imkan ve dolayımı çerçevesinde yeniden üreterek her defasında şaşırtıcı sonuçlara ulaşmayı başardı.

İlk başlarda arketip karınca formunu başkalaşıma (metamorfoz) tabii tutarak geliştirdiği işleri gelinen aşamada form değiştirmeye devam ederek ve ötemorfoza uğrayarak nicel-nitel anlamda diyalektik bir evrimin ürünleri oldular. Burada birbiriyle yakından ilişkili ama uzlaşımı güç olan ‘diyalektik’ ve ‘evrim’ kavramlarını bilinçli şekilde bir arada kullanıyoruz. Sanatçının form dilini karakterize eden metaformoz ve ötemorfoz kavramları diyalektik evrimi anlamamızda temel anahtar kelimeler olarak öne çıkıyorlar. Canlılar dünyasında metaformoz, varlığın koza içinde başkalaşım geçirerek başka bir canlıya dönüşmesini; ötemorfoz ise varlığın aynı evrimi koza dışında yapabilmesini anlatır. Acartürk’ün sanat yaşamını bilenler karıncaların pasif/edilgin birer taşıyıcı olmaktan kurtularak nasıl kendi iradelerini kuşanmış birer direnişçiye dönüştüklerini daha kolay anlayacaklardır. 2004 yılında ‘Karınca Kararınca’ sergisinde sanatçı, uygarlıkların taşıyıcısı görevini yine karıncalara vererek, karıncaların bu serüven boyunca nasıl form değiştirerek taşıdıkları amforalara dönüştüklerini çarpıcı bir şekilde göstermişti. 2014’de, yani 10 yıl sonra aynı karıncalar bu kez yeni bir d/evrim yaşayarak kızıla boyanıp, gaz maskeleri takarak iradi birer varlığa dönüştüler. Sanatçı alegorik sanat yapıtlarda çokça başvurulan ‘böcek/hayvandaki insanilik’i tersine çevirerek, karınca imgesi üzerinden ‘insandaki insanilik’e vurgu yapmaktadır.

Karınca kendi cüssesi oranında, gücü ve tasarrufu dahilinde, yapabileceği kadarını temsil eden bir varlık/imge olarak anlatıla geldi. Didinme ve sonsuz bir uğraş/çalışma onun bariz bir özelliği olarak gösterildi hep. Kaynağını dinsel anlatı ve kutsal kitaplardaki öykülerden alan sayısız güzelleme yapıldı ona dair. Topal bir karıncanın hac’a niyetlenerek yola düşmesi, ‘bu halinle varamazsın’ diyenlere; ‘varamazsam da yolunda ölmek var’ deyişi tevekkül işareti olarak belletildi. Yine acımasız kral Nemrut’un İbrahim peygamberi yakmak için hazırladığı göğe yükselen ateşe doğru ağzındaki bir damla suyla ilerleyen karınca, kendisiyle alay edenlere; ‘yangını söndüremem belki ama hiç değilse tarafımı belirlerim’ yanıtı ibretlik bir söz olarak dolandı dillerde. Dinsel imgelemin karıncaya yüklediği bu tevekkül/kaderci hali, sanatsal imgelem ile birlikte yerini bilinçli ve etkin bir özne duruşuna bırakır.

‘Sınana Sınana’ kavramsal başlığıyla düzenlenen bu seramik işlerde, kızıla boyanmış ve gaz maskesi takmış karıncalar hep birlikte bir meydanın merkezine doğru hareket ediyorlar. Aydınlığa aşık pervanenin (kelebek) yandıkça daha ısrarlı bir şekilde ışığa yönelmesi gibi karıncalarda gaz/toz bulutuna inat meydanın merkezine hücumu sürdürüyorlar. Meydanlar, sınıfsal çatışmaların boy verdiği yerlerdir. Bu nedenle muktedirler bu alanları sadece ezilenlere kapatmakla yetinmezler, özel olarak meydanları küçültmeyi ve yok etmeyi amaçlarlar. Acartürk, düzenlemesinde üç boyutlu karıncaların izdüşümlerini meydanı oluşturan taşların üzerine bir mühür gibi basarak meydanları gerçek sahiplerine iade eder. Bu gerçeklik, sınıf mücadelesi tarihinde bir meydan olarak Taksim’in taşıdığı önem ve bu alanın büyük bedeller uğruna kitlelerin bellek ve bilinçlerindeki yerine işaret ediyor.

Düzenleme bize 2013’e tarihlene ‘Haziran Direnişi’ne dair güçlü referanslar sunmaktadır. Kitlelerin günlerce amansız bir şiddete karşı verdikleri özgürlük mücadelesinin mütevazı bir alegorisi var karşımızda. Haziran Direnişi, bir meydanın (Taksim) ve parkın (Gezi), siyasetten men edilerek piyasaya teslim edilmek üzereyken, kitleler tarafından işgal edilerek, paranın geçmediği, dayanışmaya dayalı komünal bir yaşam alanı olarak yeniden kazanılmasının sembolü oldu. Bazı değerlendirmelere göre bu direniş İstanbul’u, 1848’de Paris Komünü bir başlangıç olarak kabul edilirse, başkaldırıların ezilemediği ‘isyankar kentler’ listesine eklemiştir. Direniş, bir makine gibi çalışmış, hareket etmiş ve değiştirip-dönüştürmüştür. Bu gerçekliğin bir tezahürü olarak kurgulanan sanatsal düzenleme de, karınca imgesi, rengi ve bedeniyle değişim-dönüşüme uğrayarak (meta/ötemorfoz) verili şiddetle başa çıkan ısrarlı ve inatçı bir imgelemin öğesi olmuştur.

‘Sınana Sınana’ çalışması bir bütün olarak sanatsal imgenin çoğaltma ve yineleme yoluyla kazandığı yeni bir gösterge düzeni ve görsellik sunmaktadır. Göstergebilim (semiyoloji) bağlamında ele alındığında, göstergenin sembolik hale geldiği, gösterilenin belirgin olduğu yeni bir durumla, imgesel örüntüyle karşı karşıyayız bu çalışmada. İmge burada içerdiği görsellik ve çağrıştırdığı anlam yüküyle kendi içinde tekrar ve çeşitlenmeye doğru evrilerek simgesel bir anlatım diline kavuşturulmuştur. Sanatçı, homojen renkli karınca formunu çoğaltarak, bunları galeri mekanının zeminine yerleştirilmiş bir meydan düzenlemesi üzerine yayarak, etkisi hala devam eden bir direnişin aurası ve büyüsünü sanatsal imgelem üzerinden sunmakta ve izleyiciye sağaltıcı bir terapi olanağı vermektedir. "

Ali Asker Bal, Mart 2014, Mardin






***





En büyük sahtekarlık 'ekoloji' sözcüğünü icat ettikten sonra başlamıştır..

Eni boyu, derinliği yüksekliği muhteşem bir uzay Armageddonu.. Dışarısı tanrıya içerisi insan denilen şeytana ait ; varlığa ait tüm vücutları ve yarattığı tüm kültürü, ayrım yapmadan herkesi toplamış .. Her şehirde tek dev bir bina; modern toplumda devasa boyutlarda tek bir şehir kolonisi. Her yer yemyeşil, trafik sorunu, çevre kastrasyonu, farklı mülkiyet arzları, dev binanın dışında yerleşim biçimleri yok. Teknolojinin tüm imkanlarını kullanarak kurulan içe dönük şehirleri, doğa üstünde baskı yaratmaktan özgürleştiğimiz yeni bir mimari yapılanma ;  hayal edebilmeliyiz! 




***





Geçen yaz 'The Chapullers' klibiyle gündeme gelen saykodelik rock grubu Dinar Bandosu, grupla aynı adı taşıyan üçüncü albümlerini yayımladı. "Artık daha oturmuş bir grubuz" diyorlar, albüm de öyle.


http://www.radikal.com.tr/kultur/gezi_ruhunu_ilk_albumden_beri_tasiyoruz-1182371
https://www.youtube.com/watch?v=os6GDhMB8pc


Siyah beyaz Galerisi

http://www.radikal.com.tr/hayat/siyah_beyaz_30_yillik_bir_inat_oykusu-1182711





***





Ali Dayı bugün ne giydi?






Siz hiç Işıl Eğrikavuk videosu seyrettiniz mi? Hayır. O zaman 'Aynı Çatı Altında/Under The Same Roof' kitabını edinin, izlemiş kadar olursunuz. Video ve performans ile kitap... Bir video art ve performans sanatçısı kitabı...



Işıl Eğrikavuk, 1980 İzmit doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatı’ndan mezun oldu, ardından The School of The Art Institute Chicago’da görsel sanatlar yüksek lisansını tamamladı. Boğaziçi, Sabancı ve Bilgi Üniversitesi’nde çağdaş sanat ve medya alanlarında dersler verdi. Halen Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Eğrikavuk, aynı zamanda Hurriyet Daily News gazetesinde editör olarak çalışıyor. ‘Gül’ adlı videosuyla 2009’da 11. İstanbul Bienali’ne katılan sanatçı, ‘Endgame’ (LoopSpace, Seul, Güney Kore), ‘Moment of Agency’ (Kunst Museum, Basel, İsviçre), ‘The Interview’ (Boots Contemporary Art Space, St. Louis, ABD) ve ‘Gerçekçi Ol İmkansızı İste’ (Karşı Sanat, İstanbul) gibi küratörlü özel sergilerde yer aldı.


http://kitap.radikal.com.tr/Makale/62428





***





Daire Galeri, 28 Mart-3 Mayıs 2014 tarihleri arasında, Ahmet Duru'nun “Buralarda Bir Yerde” isimli sergisine ev sahipliği yapıyor.

Ahmet Duru, bu ilk kişisel sergisinde, izleyiciye sunduğu resim ve çizim serilerinde, panoramik peyzajların mikro ve makro perspektiflerini ortaya koyuyor. Sanatçı, çalışmalarında kullandığı uzak manzaraların yine onlara ait yakın planlarıyla oluşturduğu kontrastlarla dünyanın algılanma sürecine de değiniyor. Farkına varmaktan bağımsız düşünülemeyecek olan görme eylemini irdeleyen sanatçı, bu bağlamda var olma ve yok olma arasındaki karşılıklı ilişkiyi de gözden geçiriyor.

Sanatçının çalışmalarının çoğunda görülen, genel manzaraların kendi detaylarıyla çarpıştırılmasıyla oluşan iki parçalı kurgu, gerçekliğin diyalektik bir eleştirisini de yapıyor. Sergide büyük formatların üzerine yerleştirilen geniş açılı resimler, çoğunlukla oldukça küçük ebatlarda olan ve büyük resmin yakın planından oluşan resimlerle yan yana yerleştiriliyor. Bu anlamda sanatçının bu güncel serisi dünyaya “hızlıca bir göz atma” değil konsantre bir bakış açısı getiriyor; görsel sorgulamaları ile ortak bilinenin ötesine geçme amacı taşıyor. Bu süreç resimsel ve içeriksel bağlamı bulanıklaştıran hafif bir soyutlama ile destekleniyor ve çalışmaları sığ temsiller olmaktan kurtarıyor.

Ahmet Duru, gerçekçi resmin gerçeği sadece kopyalamaktan ya da yansıtmaktan ibaret olmayan, aksine gerçekliği parçalarına ayırıp sorgulamayı amaçlayan metotlarını, dünyamıza dair alternatif kavrayışlar geliştirmek için kullanıyor. Fotografik imajları resimlerinin başlangıç noktası olarak kullanan Duru, günümüzün çokça müdahaleye maruz kalmış görsel kültürünün önceden belirlenmişliğini eleştiriyor. Bunun yanında, çalışmalarının taşıdığı deneysel ve yenilikçi karakteri sayesinde gerçekçi resme soyutlama metotlarını eklemekten çekinmeden yeni biçimler sunuyor. Duru, işlerinde gerçek ve gerçekçiliğin statükosunu tartışıyor.

Ahmet Duru dünyamızın içinde bulunduğu garip durumu anlamlandırabilmek için günümüz manzara resmi anlayışı ile doğaya dair post-endüstriyel fikirleri bir araya getirerek güncel bir yaklaşım yaratıyor ve bize zihnimizin güzel ve güçlü bir peyzajını sunuyor.

“Buralarda Bir Yerde”, 28 Mart - 3 Mayıs 2014 tarihlerinde Salı-Cumartesi günleri 11.00 – 19.00 saatleri arasında Daire Galeri'de görülebilir.






***





Performans Nedir?


Nedir bu performans : Kitap, performansın sadece sahne sanatlarına ait bir kavram olmadığını; aksine, yirminci yüzyıldaki epistemolojik ve ontolojik kırılmaların merkezinde durduğunu hatırlatıyor. Radikal Kitap'ta Şamil Yılmaz yazmış



Performans ya da daha Türkçe söyleyecek olursak icra, kendisinden türetilen bir dolu kavramla birlikte hem içinden geçtiğimiz hem de geride bıraktığımız yüzyılın kilit kavramlarından biri olarak girdi hayatımıza. Tanımlanması zor, hatta neredeyse imkânsız bir kavramdan bahsettiğimizi hatırlayarak başlayalım öyleyse: Performans, felsefeden sanata, ekonomiden dilbilime, siyasetten antropolojiye kadar bir dolu alanda kullanılıyor. Ve neredeyse dâhil olduğu her alandan yeni bir anlam yükü ve çağrışım zenginliğiyle ayrılıyor. Bu süreç, performansı baş edilmesi gerçekten güç bir kavram haline getirdiği kadar, paradoksal bir biçimde, modern-sonrası düşüncenin anlaşılması için de bir çeşit “şemsiye kavram”a dönüştürmüş. Farklı disiplinler arasındaki geçişliliği mümkün kılan bu gezgin kategori, modernde kapalı bir kendilik olarak var olan disiplinleri, kendi doğasının heterojen etkisi sayesinde daha bütüncül bir noktadan okumamızı sağlıyor. Kitabı bitirdikten sonra anlıyoruz ki, çağdaş düşünceyi ve sanatı yöneten saiklerin anlaşılması, ancak performansa dair çeşitlenmiş bir okumayla mümkün. Marvin Carlson’ın Beliz Güçbilmez tarafından Türkçeye çevrilen kitabı Performans, bu cidden göz korkutucu kavrama —mümkün sınırlar içinde— bir giriş yapmayı deniyor işte.

New York Şehir Üniversitesi profesörlerinden olan Carlson, uzmanlık alanı her ne kadar sahne sanatları olsa da, kitabın büyük bir bölümünü kavramın farklı disiplinlerdeki tarihsel yolculuğunu incelemeye ayırmış. Özellikle Victor Turner, Erving Goffman ve J. L. Austin gibi isimlerin düşüncelerine özel bir dikkatle eğilen kitap, bize performansın sadece sahne sanatlarına ait bir kavram olmadığını; aksine, yirminci yüzyıldaki epistemolojik ve ontolojik kırılmaların merkezinde durduğunu hatırlatıyor.

Detaylara inmeden şu saptamayı yapmak gerekiyor sanırım: Marvin Carlson, baktığı alan ne kadar geniş olursa olsun, okumalarının çeşitliliğini eskilerin hüner diyebileceği bir dikkatle aktarabilen isimlerden. Bu yüzden de, Performans’ın en büyük gücü, performans gibi yüklü bir kavrama uzun bir ömrün pedagojik deneyimini muazzam bir yoğunlaşmayla aktarabilmesi galiba.

Üç ana bölümden oluşan kitabın ilk bölümü toplumbilimleri alanına ayrılmış. Turner (oyun bağlamında), Erving (rol bağlamında), Austin (edim bağlamında) gibi isimlerin çevresinde dönen bu bölüm, performatif süreçlerin antropoloji, gündelik hayat, teknoloji, psikoloji ve dilbilimdeki önemine değiniyor. Temel vurgu, kavramın dolaşıma girmesiyle birlikte gerçekliğin yorumlanmasında yaşanan kırılma olarak özetlenebilir. Performansa kadar maddi süreçlerle toplumsal gerçeklik arasındaki ilişki göz ardı edilirken, kavramın dolaşıma girmesiyle birlikte, ilginin verili bir gerçekliğin incelenmesinden, o gerçekliğin performatif süreçlerde nasıl oluşturulduğunun incelenmesine kaydığını öğreniyoruz. Kırılma önemli, çünkü insan gerçekliğini metafizik bağlamdan yapıp etmelerin maddi bağlamına; yani düşünce alanından eylem alanına, zihinsel olandan bedensel olana doğru kaydırıyor.





İkinci bölümde ise 1960’lardan başlayarak sahne sanatlarında performansın tarihine bakmış Carlson. İlk bölümle ikinci bölüm arasındaki geçiş, insan bedeninin sözden/metinden bağımsızlaşarak kendi başına yeni anlamlar ürettiği aralıkta gizli. Hem uygulamanın içindeki performans sanatçılarına hem de beslendikleri kuramcılara eşzamanlı bir dikkatle eğilen Carlson, bir genelleme yapmak yerine, her isme sınırlı da olsa tekil bir özenle eğilmiş. Bu yüzden de genellemelerden çok ortak eğilimlere, özdeşliklerden çok benzerliklere dikkat kesiliyoruz. Kimlik performanslarından politik performanslara, sokak performanslarından beden performanslarına kadar bir dolu alanda indirgemeden toparlamaya çalışarak ilerleyen, bunu yaparken de mesafesini hiç kaybetmeyen yazar, kitabın başlığındaki eleştirel ifadesinin hakkını tam da buralarda veriyor işte. Üçüncü bölüm ise daha çok, post-modernizm, feminizm, kimlik politikaları gibi meseleler bağlamında çağdaş düşüncenin kavrama nasıl yaklaştığına yoğunlaşıyor. 

Performans, özellikle sahne sanatlarıyla ilgilenen herkesin okuması gereken bir kitap— çalışmanın ders kitabı olarak önemini vurgulamaya gerek bile yok sanırım.

Alana ilişkin Türkçe kaynak yokluğu çektiğimiz uzun yıllar boyunca oluşan kavram kirliliğinin temizlenmesi için Carlson ya da muadili bir ismin çevrilmesi gerekiyordu artık. Ne iyi ki Beliz Güçbilmez üşenmeyip bu ağır yükü bizler için omuzlamış— bu arada çevirinin kendi kadar Güçbilmez’in önsözüne de vurulacaksınız. Şimdi işimiz hem daha kolay hem daha zor. Kolay, çünkü kitabın ortaya koyduğu kavramsal çerçeve artık mesele üzerine derli toplu konuşmayı mümkün kılacak. Zor, çünkü artık sahne üzerindeki tekil uygulamalar üzerine hiç kimse alanın geneline özgü ilkelermiş gibi konuşamayacak.

Ben zor kısmı özellikle önemsiyorum. Şimdi, cehaletten yıkılan ezber cümleler yerine, yapılan işin gerektirdiği özel tanımlama talebini karşılamak zorunda kalacağımız yeni bir döneme giriyoruz çünkü.

PERFORMANS Eleştirel Bir Giriş,  Marvin Carlson , Çeviren: Beliz Güçbilmez, Dost Kitabevi 2014

http://sanatatak.com/view/Jonathan-Jones-Performans-Sanatini-Yerden-Yere-Vurdu/838

Yeşim Akdeniz, Dirimart'ta açtığı 'Muhalifler ve Sempatizanlar' başlıklı sergisinde 100 adet karakalem desenle izleyici karşısına çıkıyor. "Serginin konusu, adı, bir ordu oluşturma fikri veya en basite geri dönüş, bunların hepsi benim için Gezi dönemiyle paraleldi" diyor.


http://www.radikal.com.tr/hayat/sadece_sanat_piyasasi_degil_hayatimiz_balon-1182987







***






Hem bulunduğumuz şehre sor , hem içinde yol aldığımız kafileye ; emin ol ki biz cidden doğru söylüyoruz .. 12/81






Görüneni entelijansiya kabulde zorlanıyor. Çünkü, soyutun bulanıklığı işlevsel; kavramın anlam karışıklığının bir nedeni var. Kaosun keşmekeşinden herkes memnun. Sorun, Batı uygarlığının kendini yeniden üretememesi.. Amaç, yıkımın perdelenmesi . Çöküşün gizlenmesi hüner ister. Hegel, 'gerçek olan hakikattır' der. Bugün hakikat perdeleniyor. Her doğan ölümlüdür ; ahir zaman bilgisi çürüyen cesetten bir öncesini gösteriyor. Greenwich zamanın efendisi değil; sermaye kendini yenilemiyor, bilgiyi yeniden üretemiyor .. Bilge'nin ömrünü doldurduğu bugün, tek çıkış yolu kalıyor meczubu oynamak, yani şarlatanlık. Onlar da öyle yapıyorlar. Simurgların konduğu doruk artık bir göçük. Sürekli söylüyoruz; artık ne gerçek bir öğreti, ne bir bilgi, ne de öğrenilmesi gereken bir ders kaldı ortada; kültür endüstrisi çöken rejimine payanda, görüntülerini temizlemek isteyen şirketler yalanlarına ortak arıyor.. Ünlü sanatçılar, uyanık küratörler, akil eleştirmenler, ruhsuz sanat tarihçileri, oryantal kültür editörleri kendini meşrulaştırmaya çalışan sermayeye, kültür hamisi bankalara, sanat rejimi kralla soytarılarına emanet.. Niye gülüyorsun? Anlatılan senin hikayen!


Yazışma Adresi/ emin çetin girgin ecg.okur@gmail.com







***