Bu Blogda Ara

16 Ağustos 2013 Cuma

Ara Güler!


85 yıllık hayatında bitaraftır; kim gider ya da gelirse gelsin hesap sormaz. Yargılamaz, tepkisini ortaya koymaz.. Alıp vereceği, hesabı, bakiyesi beklentisi yoktur. Nedensiz hep mutlu görünmek zorunda olan ademoğlunu yaratan bir kültürün mensubudur.. Maziye ait dengesi ve Cumhuriyetin ideolojisine bağlı yurttaş meziyetleri inkar edilemez!..


16 Ağustos 1928 : Ara Güler ..





Ara Güler: "Ben sana bir şey söyleyyim mi ben Türkiye'de dogmaktan Türkiye'de yaşlanmaktan çok memnınım,.. Çünki ben düşün .. bir de Almanya'da dogmuş olsaydim! noolordu? 
Okan Bayülgen soruyor: n'olurdu?
Ara Güler: Hıı!.. hiçbi bok olmassdım; çünki ben Roma, Hitit medeniyetinin içine dogmusum. Onun katkısı bizi böyle yapoyor. Fotografçı çog dolu olmalı; resim bilicek, müsik bilicek, tiyatorodan anlyıcaak, çok okıyacak, ! A..anında karar verejek: Yan-i çok zeki olıcak!! " .. 


Kim ne derse desin ben ona çağının tanığıdır diyemem. İnsanlar barındıkları toplumlarda aynı lisani ancak farklı dilleri konuşurlar. Oysa kimse kimseyi dışarıdan bakışla ne tanır ne de yargılamak hakkına sahiptir. Üstat söylediğinden çok, tarzı, aksanı, lisanıyla perdelenmiş ama anlaşılır bir durumu, derinine inmekten imtina ettiğimiz ruh i mücerret bir izahı vardır. Yaderktir. Çaresizliği kapalı tınılarla, hoş bir üslupla arada dile getirir.. Eskiler 'şuur' der; yeni kuşak 'bilinç' .. Azınlıklarda, sintineyi hatırlatan derine itilmiş Bilinçaltı nerededir? Mefhumu aşağıda mı yukarıda mı, içeride mi, dışarıda mı aramak gerekir..

Siyasal bakış ya da bir sınıfın açısından kültürün toplumsal etkinliği. Bazen kadının, erkeğin, kurumun yahut resmi ideolojinin kamufle edilmiş gerçeği yahut iktidarın gözleri. Mutlaka görenlere bakmaları için iyi kötü, gücü ölçüsünde büküebildiği bir perspektiften sunar. Hangisi olursa olsun kadraja aldığı gerçek bizim anlatımıza göre daha görünür olduğu için zamana karşı Fotograf her daim haklı kalacaktır.. Onun bir görüntü saptaması olarak üç boyutun üstünde yer alışı, beynimizin eksik parçasındandır. Lacancı terimlerle konuşursak, kastrasyon tehdidi gerçek babadan gelmez, çünkü "eksik" kavramı anlatım alanımıza özeldir ve bizde organik olarak hep nâmevcut olan 'şey' insan yapısallığının temel bir parçasıdır. Öznenin yalnızca yaşadığı an'a fiziksel/görsel aidiyeti, zahiri olan uçucu zamana sahip çıkma kabiliyet ve imkanına organik olarak sahip olamamasındandır. Gören kişinin, okurun ya da izleyicinin fotograf aracılığıyla teması, ölü zamana tesadüf etmesi ağır bir vicdani tedirginliktir. İnsan olma görevinin en meş'um hali geçmiş zaman ödevlerinden sınıfta kalmış olmaktır. Walter Benjaminin dediği gibi: Bizden sonra gelecek nesillerin galibiyetlerimiz için minnetarlık duymaları değil, mağlubiyetlerimizi hatırlamalarını istiyoruz! Sızlanmalara açık kaynak, zihnimizin arşiv bilgisidir fotograf.. Teknolojinin, insan organları üzerinden bir dönüşüm yaşadığı çağın tarihinde Robert Capa, Henri Cartier-Bresson, Yousuf Karsh, David Seymour, Alberto Korda gibi adlarla birlikte anılacak 20. yüzyıla özgü bu döneme yakından bakarsak, sosyal ilişkileriyle arşivin estetize edildiğini, kültürden beslenen bir kesim için ayrıcalıklı kılındığını ve kurallara uygun tasniflendiğini söyleyebiliriz. Varlığın oluşunun, toplumsal bir varoluş haline gelmesiyle birlikte davranış farklılaşırak yeni toplumsal modda şekillenir. İnsan, psikesi üretim ilişkilerinin oluşturduğu ve hiyerarşik yapılandırıldığı bir ruhsal edimdir. Öyleyse Fotograf, bir tekrar ya da zamandan koparılmış, hunharca işleme sokulan, mekanik bir eylemle kadraja alınmış ölü bir resim midir? Hayır! 'Gösteren', taraftır ve oyuna dahildir. O, anlatıcının kendine yabancılaştığı toplumun gayri nizamı resmi gibi ölü bir gerçek midir; tartışılmayı bekler..

Siyah beyazın üstadı, İstanbullu fotograf muhabiri Ara Güler.. Bu şehrin demirbaşı, hayatın envanterini çıkarmış tek tek kayıt altına almış emanetçisi. Mavnacılar, hamallar, çocuk işçileri, at arabacıları emekçiler; tüm nüfusun ortak öyküsünün edebi bir tasviri.. İçinde olduğu buğulu gerçeği insan zihninin unutkanlığına inat resmederek 'usta/maestro' deyişini hak kazanmış bir zenaatkar!.. Hiçbir karesi intihal değil, bileğinin hakkıyla iktibas; ne ki, siyah beyaz!..


Ne ki siyah beyaz dedikten sonra burada bir parantez açalım: Kariyerinde zirve gibi görünen, geniş açının kolay avlayan albenisiyle Picasso, Dali, Dustin Hofman vd. şöhret fotoğraflarıyla dünyada yaygın ününe nezafet katmıştır; inkar edilemez. Öyle ki, bunlar benzerleri bulunabilecek, portrenin kimliği, olayın öznesi nedeniyle itibar kazanan işlerdir.. Şehir fotograflarından ayrı kategoride tutulmalıdır. Siyah beyazdan ötesi hedefi olmayan rekabettir; sorunludur, rakiplidir. Dijital ile analog, negatif veya doğrudan slayd .. Tekniğin imkanları, fotograflama eylemini estetik bir doygunluğa, insansız sentetik bir deneyime kolaylıkla dönüşür. Renkli zordur. Savaşlar, kitlesel/sosyal olaylar, hareketli görüntülerde renkli negatiflerin kullanıldığı analog döneminde Magnum Ajansı'ndan Ernst Haas, belki kısmi bir başarı yakalamıştır. Siyah beyaza gönül vermiş onun ve diğer ustaların renkli karelere geçişlerde, endüstrinin kamerada yarattığı hasarlı kişilik zaaflarına karşı duruşta aynı mahareti gösterdiklerini söylemek güçtür. Bunları bir yana bırakırsak bile hayatın tatsız, irite edici meş'um, 'Allah kahretsin!' ya da 'Bu kadarı olmaz; lanet olsun ya!' diyebileceğimiz dramatik kareleri onun fotograflarında göremeyiz. Hayat acele edilecek bir gösteri değildir dercesine iyi/kötü, mutlu mesut, etliye sütlüye karışmayan eski Türk filmlerinden firar etmiş portrelerdir kadrajına düşenler. Gösterdikleri meşrudur; bir de üç çeyreği aşmış ömründe mahremiyetini baştan yitirmiş olup da hayatın dehşetini zinhar konu etmedikleri vardır; hepimiz gibi o da şahittir. Aile sırrı kabilinden çekmecede ya da metruk bir dosyadadır belki. İşte onlardan hiç sözetmez; yoktur ve olmamıştır. Ara Güler'in enstanteneleri yoksunluğuyla uzlaşmış, Avrupa'nın kıyısında kalan oryantalist tavırlı bir Türkiye fotografı çizer.. Bunlara rağmen, sıradan yurdum insanını anlattığı şehrin hafızası işlevi, anıları yeniden kazanma imkanı, fotoğraflardaki muzip zekası, yalnız fotograf değil konuşma üslubu ve mecazı, çöken iki imparatorluğun bir başkentinde yaşamışlığın getirdiği birikimi, ülkedeki bunca görmezden geldiği gerçek görüntüye karşın onu bizden biri kılmaya yeter.. Nedeni vardır; suskun kaldığına sayar, bastırılmış hırçınlığını Cumhuriyet tarihi boyunca süren yolculuğunda görmezden geldiklerini anlayışla karşılarız..



"Galatasaraydaki ofisini ararsınız "foto muaabiri ara güyleriyyyn offiysi" diye çok tatlı bir aksan ve inanılmaz tatlı bir üstatla konuşursunuz. Sözünü sakınmaz. Ve asla kırılamazsınız. Bir yerden bir yere dialarını yollayacak olursa üstünde muhakkak şu not vardır; 'Dikkat!! ! grafiker, resim seçici, redaksiyon, matbaa işlemlerinde çalışanlara mühim nottur. Elinizdekiler birer Ara Güler fotoğrafıdır. Bu fotoğraflar işlemde iken çay, kahve, gazoz, fanta ve benzeri meşrubatlarla fotoğraflara yaklaşılmaz, fotoğrafların civarında yemek yenmez ve içki içilemez, fotoğraflar ıslak veya sıcak yere, örneğin vantilatör veya kalorifer üzerine konulamaz, üzerine öksürülemez, ıslak veya pis ellerle tutulamaz, yakınında sigara içilemez ve yüksek sesle konuşulamaz....' Ayrıca Türkiye'de içinde hiç insan olmayan manzara resimleri, cami resimleri yerine bu temaya insanı da katarak fotoğraf çekmeyi daha doğru bulmuş ve uygulamış ilk sanatçıdır." diyor Ekşi Sözlük yazarı Öztokyolu(!)..

Görüntüleri belli bir mesafeden ve üstünden zaman geçtikten sonra 'bakmak' değil, 'seyretmek', izleyiciye muhtemelen artık yapabilecek bir şey yok! vukufunu yaratmakta ve duygusunu uyandırmaktadır. Bu söylediklerimiz, fotografın sanat olarak başkalarının acısını, elden kayan zamanın sancısını çektiğimiz zehabı, sanısı içinde olanlar için doğrudur. Ara Güler ise 'fotograf sanat mıdır, değil midir?' tartışmasını yapıyor. Haklıdır! Hayatı sanattan, düşünceyi, düşünen maddeden ayırmak imkansız olsa da onun nezdinde bu konuda söyleyeceklerimiz var.. 


Felsefenin başlangıç çağındaki Platon'un verdiği misali, mağara alegorisini hatırlayalım. Olaylar ve bireyler sadece algıyı kurgulayan görünümlerdir. Gölge görünümler toplumda, kanaatsal fenomenler yaratır. Sanıların yarattığı kolektif kültür, gerçek olmadığı kadar, gerçeği değiştirebilme yetisine haiz önemli bir kavramdır. Ait olunan değer ve inançların toplamıdır. Kolektif aklın eylemidir; gün be gün oluşur. Ara Güler, bu dünyanın hem kullandığı enstürmanı hem de protip etkinliğiyle yerel kahramanlarındandır. Sait Faik'ten, Orhan Veli, Yaşar Kemal'e her ünlü için anlatacak bir hikayesi vardır. Yer/mekan 1950'leri dünyası.. Bir yanında ulusal entelijansiya ve dünyanın elitleri, diğer tarafta sınıfların en alt katmanında yer alan gündelikçiler, proleterler, dolmuş şöförleri, sandalcılar, tek kişilik dükkanlar, sıradan şehrin müzmin insanları .. İzdihama rağmen herkes birbirine teğet yaşıyor. Kimsenin birbirinin imkan ve şartlarından, tasavvur ve idealizminden haberi yok.. Tünel, Cağaloğlu, Şişli güzargahındaki hayat ile varoşların irtibatı, alıp verecek hesapları sadece edebidir. Maddi dünyanın biri ötekine yabancılaşmış iki yakasında Ara Güler, basın emekçiliğini sürdürür. Yaratılmış tesadüflerin kararlı, pervasız, davetsiz bir misafiridir. Sıradan tüm konularla, arabacının, marabanın, yoksul işçinin, köyden gelen işsizin herhangi bir anını sanki mizansenmişçesine resmeder. Anın gizemine vurgu vardır; kederi yakalasa da sıradanlaştırır. Tahrik ve itham etmez. Vicdanlarda öfkeden çok zihinlerde merak yaratır; bir ufuk açar. 1950'lerin zorlu şartlarının hüküm sürdüğü Türkiye'de az insanın kullanabildiği evrensel bir dili zengindir. Metaforik olsa da kabul edilir yeteneği kendine özgüdür. Susan Sontag, "Eğer bir insanın yaptığı ya da düşündüğü şeyler belli bir sonuca yönelikse, hayatın bazı anlarına önemli, bazı anlarına da alelade muamelesi yapmak insafsızlıktır" diyor. Burada her şeyi hatırlamanın mümkün olmadığını, bazı anların eşitler arasından sıyrıldığını, sabitlenip öne çıktığını söylemekle yetinelim. Öne çıkartan nedir? Burada bir gösteren olarak merceğini zihnimizin arzusuna kenetleyen fotoğraf sanatçısının hayat bilgisi, o duruma ilgisi,  yeteneğin bahşettiği himmetidir. Zamanın ruhunu unutturmayan dirsek dirseğe bir çaba ve komşuluklardır... Buraya kadar girizgah; kısa bir anekdotla soluklanıp devam edeceğiz..


Provokatif ve enteresan bir adamdır.. 'Fotograf sanat değildir!' der sırf tartışmayı canlı, heyecanı diri tutmak adına.. Leica'dan başka makina tanımaz. Matraktır Ara Güler; zaten gülmeden de bu ülkede hem sanatçı hem de azınlık azınlık olmak zor zanaattır. O gerçek anlamda, mutlu, mesut, herkesle barışık, eşi emsali, ikizi benzeri bulunmaz bir azınlıktır. Usta, bu günlerde bir sıkıntısını dile getiriyor: Fotograf çekerken artık izin almak gerekiyormuş!. 82. yaş gününde şöyle söylüyor. 'Şimdi iki kişi oyun oynuyor, onu çekeceksin.. 'Müsaade eder misiniz oyun oynarken?’ dersen hiç oynamaz yahut da sahte oynar; doğallığı kaybolur. Böyle bir kanun çıkardılar şimdi, Birleşmiş Milletler’de dört tane salak avukat bozuntusu karar alıyor.. İnsan haklarına bilmem ne. E, o zaman dünyanın en büyük fotoğrafçısı Cartier Bresson’un çektiği bütün resimler habersizdir. O zaman biz insansız dünya mı çekeceğiz? Herkesten izin alarak resim mi çekilirmiş be!'


Dünya daha öylesine çiçeği burnundaydı ki birçok şeyin adı yoktu ve onlardan bahsederken parmakla gösteriyorlardı : Böyle anlatır tarih öncesini Gabriel Garcia Marquez..

Düşünüyorum da 1930, 40'lar, 50'ler 60'larda her şeyin siyah beyaz olduğu bir ortamda kötü fotograf çekmek mümkün müydü? Bakıyorum baştaki kasketlerden, golf pantolonlar, albatros traşlar, denizci kıyafetleri, kadınların 1950’li yıllarda 'Cigarette' olarak adlandırılan dar pantolonları, çiçek motifli ‘top’lar, dar ve kısacık ceketler..  1946/47’de parlak mavi janjanlı renklerde renkli meyve, çiçek, ateş kadın desenli Hawaii ve Carisca gömlekler.. Daha sonra mini etekler 'baby doll' tarzı bluzlar, Yves Saint Laurent, Chanel, Christian Dior, BB, Zsa Zsa Gabor, Rita Hayworthlar..  Göksel Arsoy, Ayhan Işık, Belgin Doruklar .. Celal Bayarlar, Menderesler, dönemin albenisine uygun şişman kadının yuvarlak çizgilerine sahip otomobiller.. Aheste bir ritmle yaşarken, ansızın sanki poz vermek için durmuş zaman. Kodak makinalar, Zeiss mercekler, el yazısı mektupları, telgrafları, pulları, jetonlarıyla posta idaresi .. Her şey siyah beyaz bir fotograf için hazırlanmış sanki!.. Görünmez bir el tarafından tasarlanmış mizansen diyor insan..

İmajlar dışarıdır; fotografçı onları belirli sembolik göndermelerle tasnifler. Optik göz bunu dışarıda bir insan etkinliği olarak yaparken, kendinin kullandığı aparatlar; fotograf makinası, kadraj, teleobjektif, siyah-beyaz ya da renkli film vd. Hepsi kullanıma ait sabit bir sembol değil midir? Beyin, göz, dil, burun, ten; bunlar da hayata ait sabit sembollerdir. Görüyoruz ki, sembolik düzende kayıt yaratan hafıza, imajları meydana getirmek için sembolleri birbirleriyle çarpıştırır; üreyen imajlar, yeni bir zaman yaratmaktadır. İlerleme dediğimiz olgu, organik, sabit sembollerin ve adına özne denilen aktörlerin, teknoloji dediğimiz uzun süreli sembollerle diyalogundan ölümüne doğmaktadır. Eski dediğimiz kavramın zamanla ilgisi Galata Köprüsündeki fotografın gösterdiği gibi trajiktir.



Tutarlı olmak insandan beklenen en temel hasletidir ancak buna çok az sanatçıda rastlanır. Sanat, tıp, felsefe, otomotif, siyaset, medya; bütün bilimlerin tek bir bilime, bütün filmlerin tek bir filme, dünyada etkinliklerin, tek bir etkinliğe dönüştüğü dijital kurgu çağında gerçeği aramak değil ferasetle 'oluşturmak' imkanı vardır..




Bir okuru/ izleyici ya da Susan Sontag'ın, bir 'fotografçıyı harekete geçiren etken, şimdiye aitmiş gibi göründüğü zaman değil, geçmişe dair olan sabit fikirdir, eskiye tutkudur' diyor. Gençlik geçmiştir, anılar canlanır; şimdiye ait görünen bir geçmiş imajı eldeki dökümanlar, beynin oyunlarıyla silbaştan imal edilir. Jean Baudrillard da vurgular: 'Klasik mantık, simülasyona karşı tüm kategorileriyle silahlanmaya çalışmaktadır. Oysa günümüzde bu mantığı çoktan aşıp geçerek 'hakikat' ilkesinin yerini almıştır. 'Fotograf, zaten ölü bir varlıktır; şeyler aracılığıyla gerçekleştirilen canlandırma gerçekte hiçbir şeyi temsil etmemektedir. Bunun bir oyun olduğunu ve büyük oyunun öneminin de buradan kaynaklandığını, aynı zamanda imgelerin maskesini düşürmenin tehlikeli bir şey olduğunu, çünkü imge ya da maskenin ardında hiçbir şeyin olmadığını herkes bilir bilmesine de, kabus orayla sınırlı da kalmaz. Perdenin ardındaki ipler artık tüketmenin çığlıklarıyla mest olmayı seçmiş bir toplum için üretilen sanatı imal eden yavan ve her an yalan söylemeye meyyal sentetik bir teknolojinin eline geçmiştir.

Türkiye büyük fotografta zenginleşirken, yeni nesilde bu dediklerimizi kavrayamayacak sermaye birikimine tekabül eden bir sefalet birikimi ile 140 karakterle sınırlı bir yaşam ve yoksunluk kültürü yaratmıştır..



http://www.youtube.com/watch?v=tfj1UlvU4rY


Ara Güler, Ermeni asıllı bir ailenin çocuğu olarak 16 Ağustos 1928'de İstanbul, Beyoğlu'nda doğdu diyor Vikipedia. Küçük yaşlarında sinemadan çok etkilendi. 1951 yılında Getronagan Lisesi’nden mezun oldu. Lisede film stüdyolarında, sinemacılığın her dalında çalıştı. Muhsin Ertuğrul'un yanında tiyatro ve oyunculuk eğitimi almaya başladı. Amacı rejisör veya oyun yazarı olmaktı. 1950'de Yeni İstanbul gazetesinde gazeteciliğe başladı. Bu yıllarda Ermenice gazete ve edebiyat dergilerinde öyküleri yayınlandı. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne devam ediyordu. Ancak fotoğrafçı ve gazeteci olmaya karar verdi. 1961 yılına kadar Hayat dergisinde fotoğraf bölümü şefi olarak çalıştı. 1961’de İngiltere’de yayınlanan Photography Annual, onu dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. Aynı yıl ASMP’ye (Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği) kabul edildi ve bu kuruluşun Türkiye’den tek üyesi oldu. Fotoğraf dünyasının çok önemli yayınlarında fotoğrafları kullanıldı, kendisinden bahsedildi. ABD’de, Almanya’da, Paris’te çeşitli sergiler açtı. Bu arada, Bertrand Russel, Winston Churchill, Arnold Toynbee, Picasso, Salvador Dali gibi birçok ünlünün fotoğrafını çekti; röportajlar yaptı. 1979’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin foto muhabirliği dalındaki birincilik ödülünü aldı. 1980’de fotoğraflarının bir kısmı Karacan Yayıncılık tarafından kitap haline getirildi. 1986’da Hürriyet Vakfı'nca basılan, Prof. Abdullah Kuran'ın yazdığı Mimar Sinan kitabını fotoğrafladı. Bu kitap 1987de Institute of Turkish Studies tarafından İngilizce olarak yayınlandı. 1989'da Hil Yayınları Ara Güler’in Sinemacıları kitabını yayınladı. Yıllarca üstünde çalıştığı Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları, 1992'de Fransa’da Edition Arthaud, ABD ve İngiltere'de Thomas and Hudson, Singapur'da Archipelago Press tarafından Turkish Style başlığıyla, Fransa'da ise Albin Michel yayınevi tarafından Demeures Ottomanes de Turquie adıyla yayınlandı. Dünya Şirketler Grubu 1994'te Eski İstanbul Anıları, 1995'te Yitirilmiş Renkler kitabını yayınladı. Ana Yayıncılık ise 1994'te Bir Devir Böyle Geçti, Kalanlara Selam Olsun ve 1995'te Yüzlerinde Yeryüzü adlı kitapları yayınladı. Ara Güler’in fotoğraflarının büyük bir bölümü Fransa, ABD ve Almanya'da çeşitli müzelerde sergilenmektedir. 


Fotograf, oradaki hayatı anlamak, senaryoda kadraja sığmayanı merak etmek, vesikaya dönüşen zamanın sırlarını görmeye çabalamak anlamında bir okuma sunar. An'a doğru/dan şahadeti önemlidir. Dönemin haber belgesi olduktan sonraki görevi, şayet tanıklığını dürüstçe yapmışsa, eğer fotografın, zihinsel karanlığı kaldıran bulanık aydınlıktan ibaret olma imkanıyla sınırlanmış gerçeğinin farkındaysa, mesleki/insani sorumluluğuna sahipse 'görev' tamamlanmış demektir. Handikap mişli geçmiş zaman ile gelecek zaman arasındaki mesafededir. Ancak terminoloji gibi literatür de şimdiki zamana ait operasyonel bir alandır. Rüyalarla, aynalar arasındaki dar alanda artık olmayan gerçeğin yâdedilmesi, yıllar sonra yalnızca görene değil, henüz görünmeyenlere de optik oyunlar oynayabilir..








İyi bir fotoğraf çekmek için fotoğrafı ve dünyada neler olduğunu bilmek gerektiğini dile getiren Ara Güler, “Yazardan gazeteci olmaz. Bence gazeteci, foto muhabiridir; ben foto muhabiriyim!” diyor..

Deklanşöre basan parmak, gösteriye ve gösterdiğine dahildir. Objektifin dönemin tarafsız tanığı ya da tutarlı bir yorumcusu olduğunu söylemek güçtür. O, günahtan arınmış yalnızca gösteren değildir; gösterdiklerinden fazlasının, iç burkan, mide bulandıran, sorun çıkartan meselelerin çoğunun da üstünü örter. Bu güne baktığımızda bu kadar renk, imkan, anti-estetik görüntü, sersem eden çeşitlilik içinde fotoğraf sanatçısının bu göreve, açık davete icabet etme konusunda işi şimdi daha zor gibidir. Ama bugünün politik duruşu olan fotografçısının o günün etliye sütlüye karışmayan foto muhabirinden daha az yetenekli olduğunu da kimse iddia edemez... Şarkıcının söylediği gibi, Yenik düşüyor her şey zamana / Biz büyüdük ve kirlendi dünya denecek kadar değişen zamana tavır almak, eskinin tamamlanmamış ev ödevi, eksik arşiv değerini unutarak büyük büyük övgüler, mersiyeler yazmak da doğru değildir.. Kültür, semboller aracılığıyla, simgeleri kullanarak geçmişin bize ilettiği davranış kalıplarının tümüdür. Kolektif hafızaya kazınmış Türkiye gerçeğine ait öyle travmatik, depresyon yaratabilen tatsız, modernitenin lugatında olmayan çağdışı şakalar vardır ki, bunları yeri geldiğinde ibra etmek üzere tarihin şahsi hafızasına raptettiğini biliriz. Hayal, tek kişi içindir; eziyet görenlerin, mağrurla mazlumların baş rolde olduğu hakikatın ucundan tutmuş zihinsel temsillerse toplum içinde beklenendir. Acı bulaşıcıdır. 
Örneğin yüzüne gerçekten bakmakta zorlanacağınız kimselerin, akıl hastalarının, sokaklarda sürünenlerin, organik bozukluğu olanların, acısına bakmaya kıyamadıklarınızın, psikosomatik arazı olanların, ötelenmiş, itelenmişlerin siyah beyaz fotograflarını çekmiş olan bir Diane Arbus (1923-1971) ya da basın muhabiri Weegee (1899-1968)  tavrında hiç değildir. Yaşayanların nezdinde toplumsal bir kategori oluşturabilecek, çekinmeden, dehşete düşmeden irtibat sağlayabileceğimiz dünyanın neresinde olursa olsun insana ait, -bizi bize anlattığı da tam diyemeyeceğimiz- mişli geçmiş zamana teğellenmiş bir güzel masaldır söyledikleri.. Her ne kadar aşırı iktidardan korksak, despotlardan tiksinsek, zorbalardan iğrensek de onlar olmadan bir ülke anlatılamaz; zamanın ruhunun resmi çizilemez, tarihin seyri kavranılamaz. Siyaset hayatın her yerindedir; içimizde dışımızdadır. Bilir ama görmezden gelir. Başkası yapar da yalnız o mu susar; o da değil ama kameradaki baş figür odur. Sokakta dolaşan sakin bir gözdür; irite etmez, alaya almaz, eleştirmez, laf sokuşturmaz. Politik metinleri olmayan sinderallacı acayip mahsun albümleri vardır. Kamerası ne şüphecidir, ne de lüzumdan fazla meraklı. Kendi müstehzi olsa da kadraja aldıkları ya çok mutlular ya da en dibinde yer alanlar, tutunamayanlar, mutsuzlardır. 85 yıllık hayatında bitaraftır; kim gider ya da gelirse gelsin hesap sormaz. Yargılamaz, tepkisini ortaya koymaz.. Alıp vereceği, hesabı, bakiyesi beklentisi yoktur. Nedeni olmaksızın hep mutlu bir ademoğludur Ara  Güler! Maziye ait dengesi ve Cumhuriyetin ideolojisine bağlı yurttaş meziyetleri inkar edilemez!..

http://masters-of-photography.com/A/arbus/arbus.html
http://en.wikipedia.org/wiki/Weegee


'Her zaman foto muhabiri ile fotoğrafçı birbirine karıştırılır. Biz, fotoğrafçı değiliz, foto muhabiriyiz. Foto muhabiri, insanın yaşadığı devri kaydedip, gelecek nesillere doğru olarak bırakır. Bunun adına ‘foto muhabiri’ denir, fotoğrafçılık denmez. Fotoğrafçı manzarayı çeken adamdır. Ben fotoğraf sanatçısı da değilim. Sanatçı olmak başka bir şeydir. Bıktım bu sanat lafından' diyebilmesi ilginçtir. 

http://www.gazeteboyut.com/ara-guler-arsivimde-2-milyon-fotograf-var


Ne 1955'teki 6-7 Eylül olayları, ne 1960'ta Menderese yapılan darbe.. 1971'deki idamlara yol açan süreç, 1977'deki 1 Mayıs, 1978'deki Maraş ve sonrasındaki Çorum katliamları.. 1980 askeri cuntası, Mamaklar, Diyarbakırlar, hapishaneler, sivil envanterler; hiçbirini anımsamaz. Görmezden geldikleri yanında, anlattığı süregiden, çalışan, didinenleri bol vasat bir Türkiye fotografıdır.. İkinci dünya savaşı, Demirperde, Çekoslavakya'nın işgali, Afganistan, Ortadoğu, İsrail savaşlarıyla geçen bir yüzü harabeye dönmüş, diğer yüzünde neon ışıklarının sahte ışıltısını taşıyan kapitalizmin bütün haşmeti ve askeri ya da sivil her kıtaya yayılmış diktatörleriyle tahakküm sürdürdüğü bir 20.yüzyıl resmi.. Sovyet despotizmiyle, Amerikan bezirganlığı arasında kalan kan revan içindeki dünyadan en fazla Afrika'daki herkesin bildiği açlık görüntüleriyle yetinmek zorundadır izleyici.. 1994'te Fransızların denetiminde Ruanda'da 800 bin Tutsi katledilir.  Başkalarının acısını çeken uygar toplum, o bölgeyi avucunun içine almış fotoğraf muhbirleriyle denetler. İran/Irak savaşı, 70'lerde Vietnamın, 90'larda Irak'ın Amerikalılar tarafından işgali, Sabra, Şatilla Filistin, Gazze, Bosna Hersek, Küba ; tüm dünyada bunlar, kamuoyunu uyandıran, BM'yi müdahaleye zorlayan, muhabiri muhabir yapan haberlerdir ..  Silahların ve cesetlerin haberi yazdığı hengamede ölenler, doğan nüfusun bolluğuyla dengelenir. Sisifos efsanesi Avrupa'nın başlangıç çizgisindeki mitolojiden çok coğrafyanın ürettiği bir epistemolojidir. Haberci olmakla  'sanatçı olmak başka şeydir!' Kabul! Tasarlamadan zamana şahit olanlarla, ünlülere uygun pozu verdiren tasarımcı arasında ciddi farklar olması kaçınılmazdır. Dünyayı dolaşan 'foto muhabiri' Ara Güler'in kamerasına yansımayan (belki de henüz ortaya çıkarmadığı) savaş ve katliam görüntüleri,başka kaynaklardan insanlığın vicdanına ve hafızasına kaydedilmiştir.. Bir sanat yapıtı gibi kendimize saklanacak uygun koşulları, hedef müşterisini, sohbet kıvamında sevenini bekleyen çalışmaları hiç olmadığını varsayalım. Günyüzüne çıkmamış 2 milyon rulodan bahsediyor; içinde 'haber' değeri taşıyan ne var acaba? Toplumsal Eleştirinin normları, demokrasinin hasletleriyle parelel, kareye giren uygunsuz efektlerin değeri evrenseldir. Haberdeki amaç, gammazlamaktan öte daha iyi bir dünya için kitleyi bilgilendirmek ve bilinçlendirmektir.. Susan Sontag'ın tabiriyle, 'Fotograf birer yapıntıdır (arttifact).  O ise, birbirinden özenli 58 kitabı çıkmış bir habercidir.. Görüntüleri eşzamanlı değildir; lakin bunca çabayı boşa gitmiş de sayamayız. İnsanlığın balık hafızasına yeni bir geçmiş oluşturmak adına Cumhuriyet'in kara kutusu arşiv hükmündedir.


Kendi tabiriyle 'gazete muhabiri' Ara Güler herkesin merak ettiği haberi kaçırmış, hayat bilgisi, yurttaşlık bilinci konusunda mesleki deformasyona ya da demansa uğramış bir sanatcı simgesi midir? Cumhuriyet tarihi ve tek parti tahakkümünün şartlarını gözönüne alırsak cevap vermekte zorlanırız. Kolay değildir bu ülkede rüzgara karşı konuşmak. Hakkında çıkan övgü dolu yazıları, siyah beyaz dengesi, kompozisyon, estetik bilgisini, ünlüler geçidi anılarını, ölüm döşeğinde bile yeltenebildiği tavırdaki hınzır neş'esini takdir ediyoruz. Deleuze'ün söylediği gibi 'Spinoza her şeye güler ; çünkü gülmek zorundadır!'  Cumhuriyet tarihi boyunca yaşananları bilmezden gelen bir vatandaş olarak anlamsız replikleri  her daim tekrarlayan nev'i şahsına münhasır duruşuyla sempatik bir müzmin olarak aramızda keyf alarak, aldığından çok daha fazlasını vererek hep ciddiyetle çalıştı.. Eserlerinde mizahtan çok şehrin, ülkenin yorgunluğu, bezginliği vardır. Muzipliği, küfürleri fotograflarına yansımaz; üslübu karakteristiktir. İşini seven, disiplini ve kıstırılmış kimliğiyle saygıyı hakeden bir insandır. Kendisinden sonra gelen kuşaklar onu ağırlıklı olarak siyah beyaz Türkiye'sinin karanlık, hep sıkıntılı, solgun ve hüzünlü çehresiyle hatırlayacaklardır. Şehrin olduğu kadar, daha çok devlet, daha az toplumlu yılların hüküm sürdüğü kamburlu geçmişimizi  hatırladığımız gibi; puslu ve kasvetli...

Ara Güler 85 yaşına girdi. Sen çok yaşa usta; nice yıllara!






***