Kültür Eleştirisiyle, Sanat Eleştirisi arasında köklü farklar vardır. Birincisinin hedefi belirsizdir. Buna rağmen kapitalizmin yıkıcı kültürüyle beraber rasyonaliteyi de tiye alan ideolojik bir misyona sahiptir. Ne episteme kesinkes bağlayıcıdır ne fenomenoloji. Varoluşu yargılarken varlık tarafında yer alır. Diyalektik olduğu kadar da sarkastiktir. Kültür Eleştirisi romantik bir duruşu olan insanlık rejimi eleştirisi olmasına karşın, gölgeli alanlarda aşırı gerçekçidir. Kolektif duyarlılık ve mesleki dayanışmaya gereksinimi olan Sanat Eleştirisi ise öznesi, nesnesi, çevresi belli, eserlerin tarihsel üretimiyle, üretenlerin birikimi; ağ üzerindeki sektörel etkileşimi üzerine kurulu rasyonel ve teknik bir alandır.
Türkiye'de 'eleştirmen' var mı?
Programcının kullandığı ifadeyle "çeyrek porsiyon akademisyen!" olarak tabir edilen Ali Akay'ın sanat eleştirisi ve eleştiri sanatı üzerine konuşmasını, aşağıda linki olan 27.01.2016 tarihli Açık Radyo, PAZAR İLAVESİ'nde dinleyebilirsiniz. Didem Özbek'in yapımcılığını/sunuculuğunu yaptığı yukarıdaki programın devamında ise piyasanın muteber aktörü Hasan Bülent Kahraman'ın 3 Ocak 2016'da Sabah'taki tespiti: "Galeri-küratör-fuar-koleksiyoner dörtgeni önemlidir. Buna bizde hiç olmayan eleştirmen boyutunu katalım" aforizması var. Kahraman ve Akay'ın aymazlığına karşı eski dinazorları bir kenara koysak bile -güncele ait sınırlı bilgimizle- aktüel eleştiride Ali Şimşek, Ayşegül Sönmez gibi genç eleştirmenlerin pazarla belli mesafeleri koruyabilen gayet tutarlı yazılarını referans gösterebiliriz. Mutlaka işe gönül vermiş, toplumun yaratıcılık kotası içinde eser veren başkaları da vardır; olmaması üretim kavramının mantığına, hayatın ve eşyanın tabiatına aykırı olur. Her toplumun ortak değerlerinin temsili, sembolik dilin gücüyle şekillenir. Burada öncelik dinde ve sanattadır. Din gibi uhrevi bir arzunun, ekonomik rejimin rayiçlerince yönlendirilmesi, tüm moral değerler gibi sanattan beklentileri de emek/değer süreçlerinin olağan uğraklarında kategorigleştirir; mezbeleleşen üretimi ucuzdan pahalıya katmanlaştırır. Kullanımdaki bütün kurallar ve toplumu düzenleyen tüm yasalar, kapitalist üretim sürecinin hukukundan türemek mecburiyetindedir. Eleştirel bakışın icadının, meta değişim sürecinde sanatın pazar tarafından kirletilmiş olmasını ibra etmek gibi kendinden bir nedene dayanabileceğini umabiliriz. Pazar karşısında gönüllü teslimiyet göstermeden aydın sorumluluğuna istinaden irademiz olduğunu da savunabiliriz. Tüm iyi niyetli vasatlıklara karşın "eleştirmen yok" diyen arkadaşların ikisinin de ülke tröstlerinin, muteber holdinglerin gönüllü kadrolarında yer almaları, ithal malla montaj sanayinin rekabeti gibi yerli eleştirmen ile yabancı sermayenin karşılıklı bağımlılıklarını ve sistemdeki aktörlerin birbirlerine zincirlenmiş meşruluğunu farklı bir zeminde doğrulamaktadır. Benzerlik ülkeye Batıdan bakanlarla nesnelerin zekasını tabandan üretenler arasındadır. Meş'um ifadedeki kastın amacını aşan özdeşliği, sınıfsal bildirimi gözlerden saklamaktadır. Tavrın sakilliği ve seçimin manasızlığı, tahrip edilen diyalektiği tutarsızlaştırmaktadır. Düşünür, düşünceden feragat etmektedir. Görüyoruz ki, ısrarlı bir üslupla, piyasanın emredici hükmü ve toplumsal sözleşmelerin cebrine karşın sermayenin kurumlarıyla mesafelerini koruyanlara ve yakın geçmişin kültürel potansiyeline, muhatabın cevap veremeyeceği emrivaki cümlelerle sürekli haksızlık edilmektedir. Cevap refleksi olmasa da, sistemdeki unsurların asimetrik konumları, cabbar iktidarları, agresif tonlamaları yaderk alana dışarıdan müdahaleye çağrı çıkartmaktadır. Kültür Eleştirisinin amacı, nesnesini öznenin tahtına yerleştirmek ya da gerçekten değerli uzmanların cirit attığı sanat eleştirisinden rol çalmak değil, kültür endüstrisi adını alan böylesine gayri meşru bir sistemin göbeğindeki figürlerin bu tür tanımlamaları pervasızca yapabilmelerine imkan sağlayan bu tür saçma sapan hiyerarşiyi doğuran ikameci nedenleri biraz da sorgulamaktır. Aristoteles, sanatta hoşluk yaratan seyirlik bir olguya, ahlaki arınmanın yolunu açan bir paylaşımı yeğlediğini ima eder.. Eseri Poetika’da katharsisten bahsederken tragedyanın bir amacı olduğunu söyler: 'Tragedyanın ödevi, acıma ve korku duyguları uyandırıp ruhu tutkulardan temizlemektir'. Her türden ikidarları aklamanın dışında sanatın eğer ahlaki bir amacı varsa bu anlamda kültürel eleştiri kapsamında değerlendirilmesi yerindedir.. Kültür Eleştirisi, adaletsizlik ve eşitsizliklerin yarattığı tahribatin boyutlarını politik uzama yerleştirir. Ekonominin, toplumun her hücresini mesleki uzmanlıklarla kategorigleştirmesine rağmen şeyleştirilen ilişkilerdeki bütün mübadelelerin tek amacının olduğu makro alana bakar. Politik tandansları kifayet etmeyenler uğraşın kapsayıcılığını, eleştirinin telosunu, normatiflerin kullanılmasıyla kangren olmuş organların ayrıştırılarak dağlanmasını, kurallaşmış doğrulardaki büyük yapısökümün kapasitesini göremeyebilirler. Halbuki Sanat Eleştirisi, eşitsizlikleri orijinallik, özgünlük olarak değerlendirdiğinden, adil olmayan bir mekanizmada sermayenin termodinamik yasalarına uyar. Mikronun iktidarının peşinde yaşar. Huzursuz öznesi, tarih içinde kendini pasif sentezlerle keşfederken teselli aradığı yalnızlığına karşın, meta ideolojisinin en değerli ürünlerinin keşfinde tramplen işlevi görür; uzlaştığı eşya rejiminde moral değerleri yükselten nesne olarak doğrular. Böyle bir ortamda münekkiti yaratan toplumsal vicdan, kamunun birikimi, halkın seciyesi ve irfanındadır; ancak ait olduğu sermayenin hareketlerinden nasiplenir, dilinden beslenir. Seçkine elite hizmet sunan nitelikli kadrolar, aynı lisana aşina dar çevrenin hoşgörüsüne dayanmak zaruretindedir. Dar bir cemaat içinde herkes birbirini iyi kötü tanır; mecraların zorluğuna rağmen yazılı/yazısız sanat üreticileri sermaye tarafından hunharca parçalanmış bir toplumda boğaz tokluğuna çalışan emekçiler olarak yalnızdırlar. Sermayenin ideolojisine direnmenin bedellerini, moral değerlerin önemini ve dayanışmanın zerafetini, yalnız insanların azim ve gayretlerini herkes iyi bilir. Aydınla müsvettenin ayırdına kolaylıkla varabilen her cenahtan ehliyet sahipleri için böylesine cümleler sarfetmek kolaydır. "Eleştirmen yok" utancının belgelerine umumi arzu da umursamaz olabilir. Salt'ta 2012'de konuşma maratonunda "Türk toplumuna eleştiriye ve eleştirilmeye açık olmayı öğrettiği" iddia olunan prof. münekkitin, üstünde yükseldiği kültür hakkında kapsayıcı, telif üreticisini koruyucu bir tutum içinde olması beklenirdi. Ancak doğal çevresini inkâr ve mevcuda hakaret etmekten imtina etmeyen yarı sömürge aydının evrensel karakterini örnek göstermek açısından gelecek kuşakların dikkatine tarihe bir not olarak kaydedelim. Burada:
https://soundcloud.com/user-187544039/pazar-ilavesi_bolum-13_270116_ali-akay …
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/pazar/kahraman/2016/01/03/turk-sanati-almali-mi
***
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/pazar/kahraman/2016/01/03/turk-sanati-almali-mi
***
Bana sorsalar ütopik mücadelenin, politik mücadeleden çok daha önemli olduğunu söylerdim. Düşünür arkadaşlarımız, böylesine bir imtiyazlı alanda ne yaptıklarını biliyorlarsa problem yok; ancak bizim kültür eleştirisi yaparken aradığımız tek hakikat, söylemdeki tutarlılıktır..
Onun savunucuları şöyle bir portre çiziyorlar: "Spinoza din ve devlet açısından tehlikeli addedilir. Çünkü bunların doğal değil tarihsel varoluşlara sahip olduğunu ve doğasına uygun olmayacak biçimde insanların insanlar üzerinde itaatine neden olduğunu felsefe ve tarih aracılığıyla açığa çıkarır. Spinoza şeylerin doğası ile itaat ilişkilerini birbirinden ayırırken ulus, sınıf, mezhep gibi birçok toplumsal kategorinin insan doğasına uygun olmayışını gözler önüne serer. Bu nedenle Hegel başlarda övgüyle bahsettiği Spinoza’dan bir süre sonra vazgeçmek zorunda kalır. Zira bu felsefe ne doğadan ve akıldan bağımsız bir iradeye, ne devletin mutlak varlığına ne de bir insanın başka bir insan üzerinde itaat hakkına temel oluşturmak için uygun değildir. Bilakis bu felsefe her şeyi doğayla aynı ontolojik düzlemde tanımlayarak hiçbir insanın doğal hakkı gereği başka bir insan tarafından itaat ettirilemeyeceğini savunur. Öyleyse devlet, din, sınıflar ve bunlara bağlı tüm toplumsal unsurlar insan doğasına aykırıdır ve özgürlüğün önündeki en büyük engeller bunlardır. Spinoza bu kavrayış biçimiyle felsefeyle gerçeklik arasındaki ilişkiyi yeniden tesis eder ve bunu yaparken felsefenin güncelliğini yeniden yaratır. Bu nedenle Spinoza’nın kavrayışı hâlâ canlılığını ve güncelliğini muhafaza eder ve yine bu nedenle yeniden keşfedilmeyi ve geliştirilmeyi bekler". (1)
Savunucuları öyle bir Spinoza masumiyeti savunuyorlar ki, teorilerini yamadıkları filozof değil de güncel komposizyonu temelden değiştirecek bu naif felsefeyi kendileri savunsalar doğanın verdiğine üreterek şirk koşmayanların yanında saf tutar böyle bir etik karşısında saygıyla gülümseyerek şapka çıkartırdık. Oysa onların söyledikleri gibi doğayla felsefeyi aynı ontolojik düzlemde tanımlamak bile mutlaklığı değil, Amsterdamlı perdah ustasının mevkine tabi sınıfsal epistemenin zamansallığını içerir. Bilinç, hiçbir zaman toplum olarak örgütlenmiş bir toplumsal varlığın münferit sosyal eyleminden fazlasına denk gelmez. Toplumun frekansları, tikel'in etkinliği olarak bireylerin üretimlerinin maddi koşullarını yaratır. Meta üretimine nöral ağlarla bağlı düşünce süreci, bilincin kendinden müteşekkil bir amacı değildir. Tüm mümkünlerin zorunlu bağlantılar oluşturduğu hiyerarşik zemin, bireyleri son tahlilde maddi yaşamın etkinlik aracına dönüştürür. Bilinç, tarihsel diyalektik içinde yolculuğunu sürdüren toplumun üretiminin, insan zihnine düşen matrisinden başka bir şey değildir. Ontoloji projesine etik adını veren Spinoza ya da Hegel ve Marks'taki bilinç, keyfekeder ya da öznel değil, düşüncenin her vechesinde sınıfsal olduğu için tikeldir...
"Etten ve kemikten insanlara varmak için, ne insanların söylediklerinden, imgelerinden, kavradıklarından ve ne de anlatıldığı, düşünüldüğü, imgelendiği ve kavrandığı biçimiyle insandan yola çıkılır; gerçek faal insanlardan yola çıkılır ve bu yaşam sürecinin ideolojik yansıma ve yankılarının gelişmesi de, insanların bu gerçek yaşam süreçlerinden hareketle ortaya konulabilir."
Otonom editörü A. Cengiz Baysoy, son derece güvenli bir edayla attığı tivitte "Hegel, özne ve bilinç felsefesidir. Spinoza'da özne yoktur. Beden ve kudret vardır. Bunu da bilin artık" diyor. Diyalektik Sınıftır diyebilme yetkinliğine sahip olduğu varsayılan bir kişinin esas bilmesi gereken, etten ve kemikten insanlara varmak için onların zihinsel imkanlarından ya da bilimsel bir hakikat olmayan şeylerin kudretinden değil, bizatihi toplumun maddi üretim sürecinden yola çıkılması gereğidir. Ne insanların söylediklerinden, ne onların yarattığı imgeler aracılığıyla oluşan soyut bilincin kavradıklarından, ne de kavramların yükünü boşaltarak bilgi kategorisine zimmetledikleri epistemik öngörülerden yola çıkılması mümkündür. Şayet düşünen us bir miraç gerçekleştirmek istiyorsa onun başlangıç noktası kavramlar değil, gerçek ilişkiler ve faal insanların üretim süreçlerleri olmalıdır. "Bu bakımdan ahlak, din, metafizik, ve ideolojinin tüm geri kalan kısmı ve bunlara tekabül eden bilinç biçimleri, sınıf faaliyetlerinin diyalektiği sürecinde özerk görünümlerini yitirirler. Çünkü yaşamı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen yaşamdır." Yaşamı belirleyen bilinç dediğimizde, sanki canlı bir bireymiş gibi bilinçten yola çıkılır; gerçek yaşama tekabül eden ikinci durumdaysa, yani "bilinci belirleyen yaşam" dediğimizde ise gerçek yaşayan bireyin kendi tarihsel ilişkileri, iktidarların özsel nitelikleri/nicelikleri ve sınıfların tarihsel pratiğinden hareket edilir. Hegel, Spinoza ya da başka bir düşünürün ne dediğinden evvel kimin hangi şartlarda söylediğine bakarız. "Ne söylüyor" olmasından önce, kişinin bunu hangi toplumsal koşullarda ve neyin karşılığı olarak tebligatta bulunduğunu önemseriz. Bilincin her vechesi, bizzat bireyin ortak bir tatbikat gerçekleştirdiği özneler aracılığıyla kolektif bir uğraş içinde üretilir ve toplumsal kurumlaşmanın pratiğinde muhafaza edilir. Bunun dışında ne potentia (güç) fazlalığı, ne de affectus (duygu) ve affectio (duygulanım)lar, eksikliği hissedilen teorinin mazereti ve sınıfa katkı sağladığı varsayılan kudretin güncellemesi olamaz. Örneğin Hegel'de özne felsefesinin evrenselliğe dair önermeler, ortada sınıfa dair bir dolaysız kavrayış uğrağı olmadan doğrulanamaz. Mutsuzluğunun bilinciyle kendi üzerine düşünen özne, anakronizme düşerek kurduğu ontolojiyi bu normalmiş gibi tereddütsüz, böylesine bir cüretle topluma hibe edemez. Felsefe, sadece düşüncelerin agnostik irtibatlarını, çeperleri aşan anakronik rabıtalarını saptamaz, onları mantık aracılığıyla kanaatlerin kaosundan da ayırmak durumundadır. Doğru Felsefe zamansaldır ve ardındaki metinleri yıkıma uğratır; çünkü zaman bunu acımasızca yapar. Unutmayalım ki, geri planda Hobbes'in kahkasını duyduğumuz mercek ustasının peşine takılanların yaptıklarıysa, zayıfı kollama yönünde bir reddiye yerine sadece gücü kutsayan idealarla ilgili bir istifradır. Spinoza olayı, bağlantıları gözetme iddiasına karşın sivil toplumu askıya alarak toplumsal değişimin kavrama noktasını şaşıran post-marksistlere uygun bir sığınaktır. Şeyler, yapabildikleriyle tanımlandıklarında karşımıza çıkan adil bir toplum yerine, özgürlüğü gücünün yetisinde bulunduran iktidarların örgütlü geometrisidir. Biliriz ki, özler sadece yalıtılmış varoluş mefhumlarıyla tasvir edilmezler, özler bizatihi üretim ilişkilerinde; toplumsal zaman, tarihsel uzamda sınıfsal kudretleri ve faaliyetleriyle varolurlar. Spinoza düşüncesi, sanıldığı gibi demokratik ve moral saikle sığınılan psikanalatik bir liman olamaz; onun felsefesi, anakronik düzlemde tarihten aktarılan, her sınıfın gücü oranında faydalanabileceği hükmetmeye yönelik libidinal bir düzenektir. Materyalist Tarih Anlayışının Özü Toplumsa Varlık ve Toplumsal Bilinç ve İnsanların Gerçek Kurtuluşunun Koşulları başlıklı bölümler (s. 44-48) bugün duygulardan bir teorem geliştirme mecaline girenlerin düşünce ritmine sanki sokulan bir çomaktır. Marks'ın Alman İdeolojisinin ilgili kısmı, Spinozacıların kudretine karşı Hegel'i bir özbilinç kategorisine yerleştirenlere şöyle söyler:
"Sözkonusu olgu şudur: belirli bir tarza göre üretici faaliyette bulunan belirli bireyler, bu belirli toplumsal ve siyasal ilişkilerin içine girerler. Her ayrı durumda, ampirik gözlemin toplumsal ve siyasal yapı ile üretim arasındaki bağı, ampirik olarak ve herhangi bir kurgu (spéculation) ve aldatmaca olmaksızın ortaya koyması gerekir. Toplumsal yapı ve devlet, durmadan belirli bireylerin yaşam süreçlerinin sonucu olarak meydana gelmektedir; ama bu bireyler kendilerinin ya da başkalarının kafalarında canlandırdıkları bireyler değil, gerçek bireyler, yani etkide bulunan maddi üretim yapan, dolayısıyla belirli maddi ve kendi iradelerinden bağımsız sınırlılıklar, verili temeller ve koşullar altında faaliyet gösteren bireylerdir. Belirli üretim ilişkileri içindeki sadece gerçek verilerle yetinen.. Bu bireylerin zihinlerindeki fikirler, gerek onların doğa ile olan ilişkileri hakkındaki, gerek kendi aralarındaki ilişkileri hakkındaki, gerekse kendi öz doğaları hakkındaki fikirlerdir. Şurası besbellidir ki, bütün bu durumların hepsinde, bu tasarımlar, onların ilişkilerinin, gerçek eylemlerinin, üretimlerinin, karşılıklı ilişkilerinin (Verkehr), siyasal ve toplumsal örgütlülüklerinin ister gerçek, ister hayali bilinçli ifadesidirler. Bunun tersi bir varsayımı ileri sürmek, ancak maddi olarak koşullandırılmış gerçek bireylerin tini dışında daha başka bir tini, özel bir tini varsaymakla mümkündür. Eğer bu bireylerin gerçek yaşam koşullarının bilinçli ifadesi hayal ürünü ise eğer kendi kafalarında gerçeği başaşağı ediyorlarsa.. Fikirlerin, anlayışların, ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine (Verkehr), gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri (geistige Verkehr), bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar. Bir halkın siyasal dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir. Sahip oldukları anlayışları, fikirleri, vb. üretenler insanların kendileridir ama bu insanlar, sahip oldukları üretici güçlerin belirli düzeydeki gelişmişliğinin ve bu gelişkinlik düzeyine tekabül eden ve alabilecekleri en geniş biçimlere varıncaya kadar karşılıklı ilişkilerinin (Verkehr) koşullandırdığı gerçek, faal insanlardır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan (das bewusste Sein) başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. İnsanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki camera obscura daymış (karanlık oda ) gibi başaşağı çevrilmiş bir biçimde görülüyorsa, nesnelerin gözün, ağtabakası üzerinde ters durmalarının onların dolaysız fiziksel yaşam süreçlerinin yansıması olması gibi, bu olgu da, insanların tarihsel yaşam süreçlerine aynı şeyin olmasından ileri gelmektedir. Gökten yeryüzüne inen Alman felsefesinin tam tersine, burada, yerden gökyüzüne çıkılır. Başka deyişle, etten ve kemikten insanlara varmak için, ne insanların söylediklerinden, imgelerinden, kavradıklarından ve ne de anlatıldığı, düşünüldüğü, imgelendiği ve kavrandığı biçimiyle insandan yola çıkılır; gerçek faal insanlardan yola çıkılır ve bu yaşam sürecinin ideolojik yansı ve yankılarının gelişmesi de, insanların bu gerçek yaşam süreçlerinden hareketle ortaya konulabilir. Hatta insan beyninin olağanüstü hayalleri (Nebelbildungen) bile deneysel olarak saptanabilen ve maddi temellere dayanan, insanların yaşam süreçlerinin zorunlu yüceltmeleridir. Bu bakımdan ahlak, din, metafizik, ve ideolojinin tüm geri kalan kısmı ve bunlara tekabül eden bilinç biçimleri, artık o özerk görünümlerini yitirirler. Bu olay da gene onların sınırlı faaliyet biçimlerinin ve bundan doğan sınırlı toplumsal ilişkilerinin bir sonucudur. Daha kesin söylemek gerekirse, maddi yaşamlarının üretim tarzı ile, karşılıklı maddi ilişkileri ile ve toplumsal ve siyasal yapı içinde onun daha sonraki gelişmesi ile koşullandırılan insanlardır. İnsanların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine, maddi üretimlerini ve karşılıklı maddi ilişkilerini (Verkehr) geliştiren insanlar, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır. Birinci durumda, sanki canlı bir bireymiş gibi bilinçten yola çıkılmaktadır; gerçek yaşama tekabül eden ikinci durumda ise, gerçek yaşayan bireyin kendisinden yola çıkılır ve bilince de o bireyin bilinci olarak bakılır. Bu bakış tarzı, öncüllerden yoksun değildir. Bu tarz gerçek öncüllerden yola çıkar ve onları bir an için bile olsa terketmez. Bu öncüller insanlardır, ama herhangi bir düşlemsel yalıtılmışlık ve değişmezlik içindeki değil, belirli koşullar altındaki gerçek, ampirik olarak gözlemlenebilir gelişme süreci içindeki insanlardır. Bu faal yaşam süreci bir kez ortaya kondu mu, tarih, kendileri daha da soyut olan ampiristlerinki gibi bir cansız olgular derlemesi olmaktan ya da idealistlerinki gibi hayali öznelerin hayali eylemi olmaktan çıkar. Demek ki, gerçek yaşamda, kurguculuğun bittiği yerde pozitif bilim; insanların pratik faaliyetinin, gösterdikleri pratik gelişme süreçlerinin ortaya konuluşu başlar."
Sözcüklerle konuşsak da kavramlarla düşünürüz. Telos'tan başlarsak, etimoloji olarak, nous / akıl'dan gelir. Kant'taki Numen / Noumenon veya Ding an sich, kendinde olan şeydir. Tam karşıtı olan fenomenin ötesindeki bilinemez ve tanımlanamaz ezeli gerçekliktir. Fenomen diyalektiğe tabidir ancak varoluşsal öze içkin olan numen soyut kavramın karşısındaki somuttur ve hep oradadır. Bilginin marazi yahut diyalektik değil de stabil olan, kuşatıcı ve kimsesiz hakikatidir. Oysa, böyle bir hakikatin peşinde olan politika, algımızdan bağımsız kendi kendine oluşmuş değildir. Toplumlar gibi devinimlidir ve siyasetin müstear fragmanlarıyla kaygandır. Telos'a bağlansa da ancak erosla açıklanabilen siyaset alanını kendi içinde imkansızlaştıran hakikat ve erek arasındaki kapanamaz açıklık, maddeyle ruh münasebetindeki yarıktır. Özneyle iktidar arasındaki gayri meşru rabıta değil, toprağa tutunan vücud ile feragate dayalı namevcut hakikat arasındaki insana doymaz uçurumdur. Teleolojik hakikatin taşıyıcıları; meta, emek ya da parti fetişizmi gibi uğraklar diyalektiğin, kendinden bir hakikate ulaşarak ütopyada sonlanacağını söyleyebilir. Mutlak tin gibi, Marks'ta proletarya ile komünizminde ifadesini bulur. Subjektif merhale, nesnel kabiliyetlerini ödünç aldığı Hegelyan felsefenin telosundan ilhamlanmıştır. Marks'ın zemininde tampon görevi yapan Hegel'in tarih felsefesidir. Kant'ın numenlere yaklaştıkça erdeme ve hazza aynı anda ulaşarak özgürleşecek insanlık gibi Marks ve Hegel de (Mutlak tin ve komünist ütopyada) tarihin dışına çıkıldığında günün birinde gerçekleşecek teleolojik bir projeksiyon, ereksel bir amaç, bir düşsel telos kurgulamışlardır.
Post modern düşünürlerin bilinç konusundaki boş sözleri bitmeli ve eğer felsefe dayanak arıyorsa, Mitos yerini Demos'a terketmelidir. Otonomcular, bu berbat dünyayı şenlikli karşılaşmalarla iyi ve güzele doğru dönüştürmek istiyorlarsa duygusal ideaların yerini üretime ait gerçek bilgi kategorileri almalıdır. Gerçek kendisini somut olarak ortaya koyduğunda, buna izin verildiğinde teşevvüş halindeki özerk felsefe varlık ortamını yitirecek ve her şeyin her şeye dönüşebildiği zemindeki afaki yürüyüş uçurumun kenarında belki sona erecektir.
Marks, Alman İdeolojisi'nde devam eder. "Onun yerini, olsa olsa insanların gösterdikleri tarihsel gelişmenin gözlemlenmesinden çıkartılabilecek en genel sonuçların bir sentezi alabilir. Bu soyutlamalar, gerçek tarihten kopartılarak kendi başlarına ele alındıklarında hiçbir değer taşımazlar. Olsa olsa tarihsel malzemenin daha kolay sınıflandırılmasını, ayrı ayrı tabakalarının sıralanışını göstermeye yarar. Ama hiçbir biçimde, felsefenin yaptığı gibi, tarihsel çağları güzelce düzenlemeyi sağlayabilecek bir reçete, bir şema veremezler. Tersine, güçlük, ancak bu materyal, ister tamamlanmış bir çağ sözkonusu olsun, ister içinde bulunulan zaman olsun, incelemeye, sınıflandırmaya ve onu gerçek bir biçimde ortaya koymaya konulduğu zaman başlar. Bu güçlüklerin aşılması burada ele almamıza olanak bulunmayan ve pratik bir eylemleri olan bu bireylerin bilinci olarak dikkate alınır. Bu ayrı ayrı tabakalaşmalarının arasında gerçek, pratik bağları araştırmaya ancak gerçek yaşam sürecinin ve her çağın bireylerinin faaliyetlerinin incelenmesiyle anlaşılabilecek öncüllere bağlıdır. Biz, burada, ideoloji karşısında kullandığımız bu soyutlamaların birkaçını alıp, onları tarihsel örneklerle açıklayacağız. "
Spinoza, Haziran 1674'te dostu Jarig Jelles'a yazdığı mektupta ilk defa "et determinatio nagitio" yani her belirlenim bir yadsımadır ifadesini kullanır. Bu ifadeyi Hegel, "Omnis determinatio es negatio" ya dönüştürür. Tinin Fenomenolojisi'nde kendi sisteminin kaidesi olarak geliştirir. Marks, Kapital'in düşünme süreci ya da ön notları diyebileceğimiz Grundrisse'de (1/28) "Üretim ve tüketim özdeşliği, Spinoza'nın görüşüne varmaktadır: "Determinatio est nagito" der ve bırakır. Daha sonra da üretim ve tüketimin özdeşliği olmayacağını, belirleyici olanın üretim olduğunu Kapital'de işler. Kısaca Spinoza'dan Marks'ın aldığı hiçbir şey yoktur ve defalarca Spinoza metafiziğine karşı Aydınlanmacı düşüncenin kararlı bir savaş verdiğini ifade eder ve "yadsınmanın yadsınmasını" formülünü çocukca olarak değerlendirir (Bk.Felsefe Metinleri, s 47, 50,51,53,54, 162, 167, 180 vd. )
Carl Schmitt'in dediği gibi modern devlet kuramının bütün önemli kavramları dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır ve eklemek gerekir ki, Deleuze, Negri türü Spinoza'nın modern mahdumlarının kaleme aldığı tüm post marksist kuramlar da buna dahildir .
İnsanların Gerçek Kurtuluşlarının Koşulları
"Felsefeyi, tanrıbilimi, tözü ve bütün öteki boş şeyleri özbilinçe indirgemekle, insanları hiçbir zaman kölesi olmadıkları bu sözlerin egemenliğinden kurtarmakla insanın kurtuluşu yolunda tek bir adım bile atılmış olmayacağını; gerçek dünyanın dışında ve gerçek araçları kullanmadan gerçek bir kurtuluşu gerçekleştirmenin mümkün olmadığını, buharlı makine ve mulejenny olmadan köleliğin, tarımı iyileştirmeksizin serfliğin kaldırılamayacağını; daha genel olarak, insanlar, yeterli nicelik ve nitelikte yiyecek, içecek, barınak ve giyecek tedarik edecek durumda olmadıkları sürece, onları kurtarmanın mümkün olmadığını, bilgiç filozoflarımıza anlatmak zahmetine girmeyeceğiz. Kurtuluş, zihinsel değil, tarihsel bir iştir, ve bu tarihsel koşullar, sanayiin, ticaretin, tarımın, karşılıklı ilişkinin (Verkehr) durumu] tarafından gerçekleştirilir; sonra farklı gelişme aşamalarına göre, şu saçmalıklara meydan verirler; töz, özne. Bu bölüm, İdeolojinin daha önceki baskılarında yer almamaktadır. Çok tahribe uğradığı için, okunması ve dolayısıyla anlaşılması güçtür. Kutsal Aile de, bu aziz filozof ve tanrıbilimcilerin, mutlak tin üzerine birkaç yavan şey yazarak güya bireylerin özerksizliğini yaratmış oldukları fikri tekrar tekrar çürütülmüştü. Sanki birey, yani her insan varlığı, bu felsefe takıntılarına bireyin özerksizliği gereğince değil de toplumsal durumun zavallılığı yüzünden varan kurgucu (spéculation) birkaç küçük esnafın.. Bireye, derhal ve duraksamadan mutlak Tin içinde erime emrini vererek bu saçmalıkları anlatmaları üzerine hemen özerk olmaktan çıkıyordu, gerçekten mutlak Tin içinde eriyordu!"
(1) http://baslangicdergi.org/itaatin-ve-korkunun-surekliligi-icin-kahrolsun-spinoza/
***
Ne hiçbirimiz yeni bir şey öğreniyor, ne de doğru bildiklerimizi unutuyoruz..

Ey Fortuna! .. Ey talih, her anın bir ölüm.. Ey menfur hayat, önce zulmeder sonra teselli edersin!
Adorno, sanat yapma nedeninin "hayal kırıklığı" olduğunu söyler. Hayal kırıklığından kurtulma adına gerçekleştirilen direnişler, felsefeden siyasete kadar bir dizi uğraşın seçim nedeni değil midir? İnsanların, değiştirmeye çabaladıkları toplumsal tarihleri, son tahlilde bireylerin kendi gelişmelerinin, ekonomilerinin ve duygulanımlarının tarihleridir. Yerli yersiz başvuranlara karşın bu defa dünyanın tininde hakiki bir moral kaynak işlevi gören Spinoza, ruhun maddeyle etkileşimini bir nedensellik değil de bir özdeşlik tezahürü olarak düşünür. Ne ile'nin cevabında gizli olup kargaşanın ortasına sürükleyen entropi, sadece düzensizlik değil, hayatı yaratan sonsuz harekettir. İnsanlar, kendini her türlü sınır ve totaliter içerikten soyutlamaya yönelik sevinçlerden kuvvet alır. Bunu tanrıların ardından bilge krallar olarak gördüğü filozoflardan medet uman Platon'dan sonra ilk farkeden Spinoza'dır. Onun politik düşüncesi gerçek bir Kopernik Devrimi’dir diyor Negri. "Multitudo, sonsuzluktur; onun gücü, sürekli bir harekettir; bir bütünlük kuran ama bu bütünlüğün içinde ancak bir geçişin edimselliği olarak tanımlanan sonsuz bir harekettir." İster onunla loncalaşan gruplar, ister Kropotkin'in çağrılarından ilham alarak mücadele edenler; ortak bir dünyada karşılıklı tecrübe ve yardımlaşmanın amacı, her türlü didaktik mülahazaya karşı müşterek bir arzunun himayesinde toplumu birleştirmektir. Yeri geldiğinde anlamak, karşıdakinin dolayımlı bildirimini idrak etmekten ziyade, bu bildirimin havzasında sersemletilmiş bir anlamın muhatabı olmaktır. Hegel'e karşı özgürlükler üzerinden şevk veren bir temrinin kurtarıcısı olan Spinoza, politik bir okumanın kurucusu olabilir mi? Modern politik felsefe, içeriyle dışarıyı, devletle halkı, içindeki sınıfları, kesin karşıtlıkları antagonistik kategorilermiş gibi tanımlar; çözüm önerilerinde bulunduğu hal üzerinde her an ortamın renklerine bular; tepesi üstü çıkarımlarla konfigure eder. Mercek ustasının bir oyunudur camera obscura! Gücüne güç katmasını dilediği monarkın kapı kulu, feleğin çemberinden geçmiş akıl hocasıdır. Spinoza olayı ne Marks'la çağdaşlarının ne de modernlerin değil ama bizim çağdaşlarımızın içine düştüğü ya da içinde bulduğu ama kesinkes kendi öz-bilinçleriyle yaratmayı sürdürdükleri bir kargaşadır. Deleuze, Negri çizgisini sürdürenlerin iddiası, demokrasi aleyhinde onlarca delile karşın "İki şey arasında hiçbir ortaklık olmadığı zaman, onlardan biri, diğerinin nedeni olamaz"ın filozofunu, modern bir mesih mertebesine taşımışlardır. Ortaçağın son mistik dehasını, seceresine aldırmadan adeta postmodern bir havari konumuna yükseltmişlerdir. Bir cevherin, bir başka cevheri meydana getireceğini kabul etmek çelişkidir"den episteme adına edindikleri sanki "Yüzüklerin Efendisi" kıvamında bir çıkarımdır. Tek tek toplanarak bir ideolojiye eklemlenmiş uğraklar, mutlaklaştırılmış ve demonte bir ontolojik tasarım yaratılmıştır. "Doğru fikir, bu fikrin nesnesiyle uyuşmalı"dır. Ancak, "Spinoza'yı çalmayın. Hegel, özne ve bilinç felsefesidir. Spinoza'da özne yoktur; beden ve kudret vardır. Bunu da bilin artık!" diyen talipler ile şakirtler, sınıfsal ve zamansal çıkarlarını herkesin yararı gibi sunan filozofların öznel ve spekülatif perspektiflerine rağmen epistemik araçlarının kavramlardan önce zümreler, sınıflar ve aralarındaki ilişki olduğunu görmezden gelirler. İnsanların varlıklarını belirleyen bilinçleri değil, bilinçlerini belirleyen coğrafi, sınıfsal, toplumsal ve zamansal varlıklarıdır. Marks, "İktisatçılar, burjuva üretim ilişkilerini, işbölümünü, krediyi, parayı sabit, değişmez, ölümsüz kategoriler olarak ifade ederler" der. Halbuki, İktisatçılar gibi felsefeciler de çok iyi bilirler ki, kimi için tamamlanmış bir ürün, bir başkası için bir hammaddeden başka bir şey değildir. Markscı tarih, idealistler gibi her dönemde-bilinç, etik, teoloji gibi farklı kategorileri cımbuzlayarak çıkartmaz. Pratiği fikirlere göre değil, fikirleri sınıfların pratiğine göre açıklar. Çünkü düşünürler, sınıflı toplum yapılarından koparıp sade teknik bir işlemle bilinç kategorilerine zimmetlenirlerse tabi oldukları zeminden ve tarihsel diyalektikten ayrılırlar. Platon Spinoza veya Hegel; bulundukları toplumsal yapılardan doğmuşlardır. Felsefecilerin duyguları, bilinçleri, tözler ya da tin; onları yaratan toplumun siyasi ekonomik etkinliklerinin ürünüdürler. "Hegel, özne bilinç bir kavram ontolojisidir bu bir yorum değil hakikattir" diyenlere hatırlatmalıyız ki, kimi için mutlak hakikatle eşdeğer bir ontoloji, bir başkası için zamana direnmekte zorlanan epistemolojik bir paragraftan ötesi olmayabilir. Bir felsefeyi savunmak ya da eleştirmek için gerekli olan tek şey sınıfsal tutarlılıktır. Burada Engels'in Felsefenin Sefaleti'nin yeni baskısına 1884'te yazdığı önsözü hatırlatmak yerinde olur. "Ricardo'cu teorinin uygulaması doğrudan komünizme varır. Ancak bu ahlakın ekonomiye uygulanmasından başka şey değildir. Bundan dolayı Marks, kendi istemlerini hiçbir zaman buna değil, kapitalist üretim biçiminin gözlerimiz üzerinde olan çöküşüne dayandırmıştır. Onun söylediği tek şey, artı değerin ödenmemiş emekten ibaret olduğudur. Gerçek bu kadar basittir". Yani potentia, affectio, töz, tin, bilinç vd kategorilerin teknik yetkinlikleri değil, katharsis çağında felsefecilerin bu aletlerle hangi sınıfların felsefesini yaptıklarıdır.
Spinoza'nın duygulanımlarını yahut Marks'ın değer teorisini, eşya rejiminin ihraç ettiği anti kapitalist ideolojiyle mücadelede upuygun kullandığınız takdirde pratik bir karşılığı vardır. Bütün mesele, yine endüstriyel üretim kaynaklı olan modern felsefenin barok argümanlarını politik olarak modernizmin diyalektiğine mi gömeceğiz yoksa yaderklik masalıyla düşünceyi yerinde mi döndüreceğiz. Agnostik talep, post modern şürekanın güncel politik okuma- yazmasıyla alakalıdır.
Afaki bir toplum modeli değil ama yaşayan sivil toplum, yukarıdaki egemenliğin aşağıdan yeniden üretim ve denetiminin planlandığı üzere gerçek düzenleyicisidir. Özel irade ile genel irade arasındaki diyalektik çelişkide, parlamenterler sistemler, demokratik egemenliği aşağıdan yeniden üretme imkanını sunarlar. İstibdai bir arzunun doyurulmasına gem vuran, bireysel hegemonyanın önünü kesen kuvvetlerin uyumu, her şeyin üzerine çıkan tek bir kuvvetin yönlendirici iradesine set çeker. Oysa, ister kuvvetler uyumunun tezahürü olsun ister aksi yönde bir görünüm sergilesin iktidar, yanlışın ve doğrunun normunu koyan mercidir. İnsanlar, ortaya koydukları ürünleri aracılığıyla kendi yaşamlarını da üretirlerken daha önceki kuşakların serimledikleri figürleri ve kültürü tartışmalarında basamak olarak kullanırlar. (Posteriori) Spinoza, sevincin ve hüznün felsefesini toplumsallaştırmıştır. Ondan iz süren toplumcular, toplumu şen bir kahkaha ile neşeli bir şenliğe dönüştürme eğilimindedirler. Spinoza'yı günümüzde önemli kılan Etika ve diğerlerindeki önermeler, geometrik aksiyomlar ve yazışmalardaki durugörüsü değildir. Tractatus Politicus ve Etika'nın -Deleuze muhakkak ama özellikle Negri- yeniden okuyucularının art-niyetidir. Genera Cognitionis (Bilgi) ve Modus/Conatus* yeniden türetildiğinde özgürleşme aparatları olarak günümüz politik felsefesine monte edilebilmektedirler. Spinoza ahlakçıdır; ama biliriz ki, tekilliğin öznelliğinde her daim etik politiktir. Her türlü politik olansa sadece ekonomiktir, velhasıl ekonomi bir politiktir. Anakronizmi görmek isteyen son tahlilde metafizikçinin ismini berhava edebilirdi. Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal ve siyasal, entelektüel yaşam sürecini koşullandırdığını bile bile, ismi yerinden etmediğine göre spinozacı etik=spinoya ait bir ekonomipolitikten bahsediyordur. Oysa aradığımız müdafisi olmayan bir hakikattir. Tekilin, çoğulun, emretmesi ahlakın ve kudretin yıkıcılığını değiştirmez. Politik olan potestastır. Apolojist bir gerçek değil, temsili, ekonomik meşruluğu olmayan ve kuvvetin değiştirmediği, özü tarafından tanımlanan bir varlığın arzulanması bizim için esastır.
Otonomcu görüşlerin, öznelliğin üretimine odaklandıkları bir dünyaya karşın bu hafta bambaşka bir düzlemde gelişmelere tanıklık ettik. İngiltere'de doğurganlıkla ilgili yasal düzenlemeleri yapan kurum, Londra'daki Francis Crick Enstitüsü'nde bir grup araştırmacıya insan embriyosunun genlerini değiştirme izni verdi. Diğer taraftan Sol'dan Kemal Okuyan yaptığı tanımlamada "Sosyalizm, emekçi halkın iktidarının tabandan yukarıya doğru örgütlendiği, örgütsüz ve siyasal süreçlerin dışında kalan tek bir kişinin bile bırakılmadığı, devletin toplumun bütününü sararak bugünkü devletten tamamen farklı bir karakter kazandığı bir siyasal sistemi ulusal kimlikleri, dili, eğitimi özgürleştirerek ve etnik referanslardan arındıran merkezi bir yapı" diyor. Stalinci kitleyi demir pençesiyle ablukaya alan bu tavrın karşısındaki demokrat gayretler kimine göre Sorosculuktur. Sol, 1917'nin ardından Asyalı ve Avrupalı ideolojilerde ifadesini yeniden bulur. "İşçilerin vatanı yoktur sloganı tersine döndü. İşçiler ulusal olmak zorunda bırakıldı. Sermaye ise vatansızlaştı. İşte küreselleşme budur aslında. Ülke ekonomisinin güçlü olması, öncelikle emeğin sorunudur. Bu nedenle sosyal ve ekonomik işlevlerle yüklü bir devletin varlığı da esas olarak emeğin gündemini oluşturur" diyen Korkut Boratavlar, Taner Timurlar, hatta Kıvılcımlar, Belliler, Kemal Tahirler vd. yalnız değillerdir. Gereğinden fazla abartılan tepkiler almış olan Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolgalarda şahikasına ulaşan pesimist bir görüştür bu. Doğu Perinçek, "Milli devletleri yıkmak, onları Ortaçağ karanlığına yuvarlamaktır" der. Onlar aslında ne kadar hayretle bakanların eleştirilerine bu dönem fazlasıyla muhattap olsalar da 68'den beri hiç değişmemişlerdir; hep durdukları yer bellidir. Marksizme karşı Lenincilik, iddia edildiği gibi emperyalizmin en yüksek aşamasıyla tanımlarıyla değil, ulusalcı ideolojilerin perspektifleriyle açıklanabilir. "Lenin çağında, bütün devrimler vatan savunması olmuştur" dedikten sonra tarihe baktığımızda proletaryanın müteffiki köylüler, burjuvazi ve ülkeyi savunan askerlerdir. Mihri Bellilerin MDD teorisi, kâh darbecilere ilham verir kâh Perinçek ve benzerlerinin çizgisinin omurgasını oluşturur. Böyle bir eksende ana paradigma ihlal edildikten sonra kimin kimi kullandığı belirsizleşir. Uygun şartlar tezahür ettiğinde epistemolojiyle, ontoloji arasında ideoloji zamansal bilginin değişkenliğini, hayatı tabandan üreten diyalektik şuurun bütünlüğünü askıya alma girişiminde bulunur; kendine yer açar. İdeoloji, üretim biçimini eleştirdiği argümanların üzerine peyderpey yeniden kurulur. Foucault'nun dispositifiyle birlikte post modern politik söylemlerde, Bakhtin'in diyalog ve karnavalı, zümresel mücadelelerin teorik nedeni ve argümanları post kavramların temelidir. Ekte linkini bulacağanız Spinoza'nın mizah, ironi ve parodiyi bir arada kullanıldığı, karnaval imgelerinin boy gösterdiği bu şenlikli muhalefeti, geçmişin keder yüklü, ağırbaşlı söylemlerinin tersine neşenin örgütlenmesi olarak öne çıkmasını inceleyen yüzlerce makaleden biridir. Ya bunları görmezden gelip eski radikal devlet ve otoriter çözümlemeler Spinoza'nın uhrevi küresinden umut olarak bugüne taşınacak ya da değişen dünyada soft politik çaresizlikler çare diye Avrupa'nın popülüst filozofları eliyle bugüne aktarılacaktır. Görülen o ki, teknolojik devrimin kendi suretinden yarattığı politik ahkamlar, değişik coğrafyalarda yeni sınırlar yaratmak üzere kendi içeriğini ispiyoncu liberalizm lehine biteviye oluşturmaktadır. Kendini marksist saymak, insan/ların nicelik ve nitelik değişimlerine yol açan uğrakları, halkların üretim temelindeki dinamiklerini, sınıfların hareketlerini, çokluk'u dönüştüren maddi nedenlerle iktidar mekanizmalarını anlamayı ve sınıfların diyalektiği zemininde toplumun hakkını teslim etmeyi gerektirir. Spinoza her şeyin nedenini insana ve topluma değil, üst iradeye yani tanrıya bağlar. "Tanrıdan başka cevher yoktur. Tanrı başka bir şeyden edilgin olamaz ve her şey Tanrıdadır. Her şey, tabiatın zorunlu sonucu olarak meydana gelir" diyen filozof, diyalektiğin ve düşünmenin bütün vechelerini kilitlemiştir. Oysa post-marksistler, somut olanın hakkında ve somutun diyalektik değişiminden yana olmaları gerekirken tanrının sıfatlarından, ulviyetler prensiplerinden yola çıkarak felsefe yapan bir teologun peşine takılmaktadırlar. Kavramlardaki zamana karşı uçuculuğu göremeyen düşünür arkadaşlar hala "sınıf diyalektiktir!" diyebiliyorlar. İntiharın eşiğine taşınan bireylerin, nihilist olmaları için uygun nedenler her dönemden fazlasıyla bugün mevcuttur.
Çalışma zamanıyla, yaşama zamanını birbirinden ayırmak tarihin en tatsız icadı ve aklın en büyük ayıbıdır; kapitalizme çözüm olarak beliren sosyalizmin ise en radikal söylemi mesai saatlerini kısaltmaktır. Tüm köktenci söylemleriyle kitlelere başta umut veren sonrasında feragat bekleyen tüm teorilerine rağmen sömürü ve adaletsizliklerin kaynağı olan üretim biçimi sonunda sabit kalmıştır. Marksistlerin sistem eleştirisi, onlara hayat veren bu çelişkilerdir. Üretimin ve makinaların iktidarına kastedmesi mümkün olmayan Marksizmin, işin makbul, ilerlemenin jeopolitik ve stratejik bir gereklilik olduğu dünyada, insanın zorunlu çalışma ekonomisine, üretmenin verili namına, psikolojik etiğine verebileceği mazbut ve makul bir cevap yoktur.. Spinozacı arkadaşların bilincin yerine maddenin konduğu süreci tersine çevirmelerini ve toplumu binbir parçaya ayıran işbölümüne karşı dünyanın bulunduğu hal üzerine elbirliğini düşünmelerini öneririm! Hayat somuttur, kargaşayı doğuran soyutlamadır. İnsan, ne emeğini mübadeleye sunmalı ne de kendini ontik varlığına yabancılaştırarak, ihtiyacını ötekileştirerek özgürlüklere gem vuran mülkiyetin, ideolojisiyle lanetlediği sermayenin bizzat malzemesi olma haline teşebbüs etmelidir!
Felsefe, sofos ile filosof arasında geçen bir aşktır. Platon'un dediği gibi duygularla gerçekleşen aşkla, sevgiyle, erosla ilgili olması anlamında gayri meşru erotik bir ilişkidir ortadaki. Felsefenin bilgelik sevgisinin yanısıra sezgisinin de olması ve son tahlilde olumsuzlaması değil ama muhatabı tarafından yaşaması için olumlaması gerekir. Her logosun bir babası, sözün sahibi, anlamın muğlaklığı, belirsizliği, sosyo ekonomik bir hakikatin tam anlaşılmazlığındandır. Vecheler toplumda tanınmaz durumdaysa ve dışarıdan akan bilgi, içerinin tecrübesinden doğmuyorsa eğer aktarımına aracılık edenlerin menfaatleriyle sunulması insanı muhakkak anomaliye uğratır ve hasta eder. Spinozadaki metafiziğin olumluluk olarak masumlaştırılması postmodernizmdeki asimetriktir; nesneler ilişkileri tanımlamaya çalışırken eşyanın tabiatını ve öznelerle ilişkisinin rasyonelitesini yerinden eden fikirlerin istibdatından gelen kavramsallıktandır. Doğruyu adıyla çağırmak ya da varlığın hiperreailst ifade ve kabul gören kusurlarıyla mutlakiyetinin tekrarlanması yetmiyor. Tüm soyutlamalarında, kavramsallaştırdığında bile mesajında görünen yüklemin işaret ettiğinden çok gerçeği dile getiren şahsın durduğu yer önemli; bu herkes için geçerli. Anlamı yeniden üreten, saçan, israf eden bir ilişki olarak diferans hareket toplumun as'l niteliğidir. Elbirliğinden vazgeçip mülkiyetin icadından sonra farklılıklarla toplumu kuran işbölüşümü, düşünceyi kendi pratiğinden, varlığın eylemini doğasından ayırır. Ontolojik oluşumlar, diyalektiğe baskın gelen epistemik cevaplarla değişime uğratır. Zamansallığın, farklı mekan ve zeminde indirgenemez dinamizmi, fenemolojinin, özne nesne karşıtlığını aşmaya yönelik girişimlerine anlam kazandırır. Kesintiye uğrayan yanlış, sürebilen doğrudur. Nesnenin korelasyonları özneyi üreten bilgi kategorilerinin hizmetindedir. Epistemik yanılsama, metinler arasındaki çiftleşmeden üreyen afaki bilginin polarizasyonunu, hayatın ögesiymişçesine yapıya dahil eder. Kurmaca kavramların kendi mecralarındaki etkinlikleri tanzim eden, diyalektik değişimleri eleştiren, öznenin varlığını tabi kılan epistemeyle ilgili telakkilerle yaniden tanzim olan ontoloji, biyokimyasal oluşumlarla varlığın mutlak bütünlüğü olmadığını göstererek yeni bir vecheye girmiştir. Beklenen varlığın, metinlerdeki değişimine laboratuvarla, deneysel alanlarda teslim olmaması, kaygan bir iletişimde benzerleriyle özdeşleşemeyen, toplumun renginden muaf olamayan aşamayacağı kimliklerin bulundukları hal üzerinde fark yaratmalarıdır. Felsefe, insanlarla olduğu kadar kavramlarla da dürüst bir ilişki geliştirmek istiyorsa, onları başka şeylere indirgemeden, adilliklerin peşine düşmeden oldukları halin farkılıklarıyla anlamak ve özdeşliklerin eşitlikler olmadığını kavramak durumundadır. Nietzsche'nin Affekt dediği şey Spinoza'da Affectus'dur. Bireylerin elele artan kudretleri sistemin eleştirisi değil, sisteme içkindir. Negrici fenomeni, ona onda olandan fazlasını vakfederek metafiziği sekülerleştirmiştir. Spinoza'daki gibi alanda denenmedikçe subjektif bir kanı olmanın ötesine gidilemeyecek saptamalar, yüzyıllar sonrasında gerçekleşen müsabakaların, şenlikli karşılaşmaların, tarih kendi geçmişinden neş'e içinde ayrılsın diyenlerin başlangıç noktası olmuştur. Kartezyen felsefe etkinlik ve düşünceyle ortak bağlarını kopartır, emek düşüncesine, düşünce somut emeğe yabancılaşırmış; kimin umurunda!. Peki, tarihsel bir hakikat, cımbızlanarak kuramsal bir pratikle desteklenebilir mi? İbni arabi, öyle bir denize daldık ki, nebiler kıyıda kaldı diyor. Tutarlı ya da tutarsız; insanlar zamanın diyalektiğiyle olumsuzlamanın olumlumasını da pekala kitlesel santrifüje tabi tutarak üretebilirler! Radikal olmak şeylerin köküne gitmektir. Ancak insan için kök, aydının dili ve kalemi olarak bizatihi toplumsallığı bağlamında çokluk'un kendidir. Antagonistik çelişkilerin nedeni, tüm sakar üretimleriyle insanların yeni hayat formlarını oluşturmalarının kaçınılmazlığıdır. Aksi bir diyalektikle yola çıkan siyaset, kozmopolit toplumlarda mekan tutamaz ve yaşayamaz. Toplumlar, siyasi kategorilerin, teorik kompartmanların içinde ekonomileriyle barınırlar; çokluk'u hizalayan politiklik bedenimiz, teolojik ve ideolojik aktüellik, üretim biçimimizle üstümüze giydiğimiz elbiselerimizdir.
Birbirlerinin yarısı olan karşıtlar, mücadelelerinde birbirlerini dengelerler ya da felç ederler; bu farklı değil aynı olmanın ontolojisidir. Baba, çocuğun geleceğini; gündüz, sabahın rüzgarını, akşamın karanlığını hafızasında, içinde taşır.
Bölünmüş karmaşasıyla Öteki mutlak, stabil bir öteki değildir. Aksine iklimin değişkenliğinde dikeylerin bir ağ içindeki seferinde, düşeyin seyrindeki ilişkiler ve yatay ittifaklar rejimidir. Kuvvetler uyumu, her şeyin üzerine çıkan tek bir kuvvetin yönlendirici iradesi demektir; iktidar, yanlışın ve doğrunun normunu koyan mercidir. Hem toplumun, hem de öznenin tarihi, ilerlemenin değil, panoptik bir gözün bakışını her an daha da üzerinde hissettiğimiz, insanın özgürlüğüne daha çok ötekileştiği ve yabancılaşmasının tarihidir. Oysa sürur, insanın doğal halidir; onu karartan, emeğin birikimi olan sermayenin hunharca yaşama zamanı bırakmayan çalışma prensipleridir. Bizim o süreçle özneleşeceğimizi bilerek, dünyanın tamamını değiştiremeyeceğimizin bilincinde olup yine de imkânsızı denemeye devam etmektir.
Episteme, sosyal alanı bilimleştirmeye çabalayanların davranışlarına rezevr olurken, sıçramalar, insan kavrayışının evrensel benzerlikler kurmasına sermaye bazında müsade eder; indirgeyicilikle varlık çağı, benzemezleri özdeşleştirir. İktidar dispozitifleri tabanda tezahür eden tüm diyalektik süreci sekteye uğratır. Sermaye emek çelişkisine indirgeyerek bir ontoloji meydana getiren episteme iktidarların tüm teçhizatlarını değiştirmeden muhafaza etmek konumundadırlar. Çünkü emeği özgürleştirdiği kadar tutsaklaştıran üretim, artı değer kadar dispozitiflere de muhtaçtır. Marks, 1871 yenilgisinden sonra "diktatörlük" deyip, Blanqui'ye ait kavramı içkinleştirdikten sonra teori, diyalektik olmaktan çıkmıştır. Tarih, toplumları üstten inşa etme eğilimindedir ancak bu hayatı bir üreme değil de üretme pratiği olarak gören anlayışın sonucudur. Diyalektik, egemenliğin aşağıdan üretilmesidir. Burjuva modeller olduğu kadar, Hegelci ve Markscı pratikler de farkındalık yarattıkları zeminde egemenliğin aşağıdan üretilmesini onaylamazlar. Bu süreçler mutluluğun süreçleri olmanın aksine icra gücüyle gayri hakikate sadıktırlar. Burada gerçeğin sembolleştirilmesiyle yalıtılmış yeni eylemler, yaratımlar, imtiyazlı örgütlenmeler değil, aksine tüm örgütlenmelerin çözülme talebi seslendirilmelidir. Felsefe, tecrübeye müracaat ederek idealizme karşı öznelliği savunduğunda, karşımıza adı yaşam bilgeliği olabilecek ama hiç de felsefe denemeyecek sonuçlar çıkarabilmektedir. Yeri geldiğinde felsefede sadakat, bir olayın sonuçlarından tiksinerek değişimin öznesi hâline gelmektir. Anlamı bulmak, kavramın kendinde mutlu olmaktır. Ancak değil mi ki, Edward Said'in dediği gibi "Entellektüel, eskiden olduğu gibi, toplumda bir uzlaşma oluşturacak genel simgeleri yaratan biri değil; bu simgeleri sorgulayan, kutsal sayılan gelenek ve değerlerin ikiyüzlülüğünü, ırkçılığını, cinsiyetçiliğini teşhir eden; hiçbir fikir ayrılığına tahammülleri olmayan kutsal metin gardiyanlarıyla mücadeleden çekinmeyen kişidir". Özneliğin bir kimliğe indirgenemeyecek evrenselliğini kabul etmek de sorunlu bir açıklamadır.. Özne dediğimiz figürün zekası sadece sanatsal, bilimsel, şevkatli koruyuculuğun duygusalıklarını içermez; hapishaneler, ceza evleri, bankalar, fabrikalar ve tüm toplumsal baskı mekanizmaları bilginin negatif diyalektiğini ve sistemin katastrofik yaratıcılığının kapasitesini serimler. Hakiki yaşamın mevcut olmasına karar verecek neden, tam da onu öldüren nedendir. Ne ki, aranan saadet, bir bireyde dönüştürmenin aksine dönüşmenin mutluluğu olmalıydı. Adına Dünya dediğimiz şey kesinlikle basit ve genel bir adlandırmanın çok ötesinde pratiğimizin sapkın kabiliyetleri ve sentetik bir öznelliğin kapasitesidir. Mutluluk, herkese sunulmuş bir olanak olabilmesine karşılık hergün yeniden kazanılması için mutlak dirayeti gerektirir. 7 milyar insanın ortak çabasıyla kurulan Dünya hakiki ve gayri maddi bir cehennemdir. İnsanın tümden değişmesi ve tarihin köleci dönemde başlayan sömürünün emperyalizm çağında sömürgeleştiren kapitalizm lehine dönüştürülmesinin dışında deçenek yoktur. Alternatifler, emperyal kültürün ağı ve mümkünüdür. Özne olan kaybetmekten, mevcut olan bilgisinden kopmak ve arınmaktan tereddüt göstermeyendir. Artık zar atmaktan vazgeçip tüm tahakküm eden oligarşik yapılardan tamamen kurtulması gerekir. Dünyayı nasıl değiştirmeli sorusunu mülkiyetten önce "tarihsel üretimi kaldırmak!" olarak tashih edilmelidir. Dünya’nın ve gelecekteki ontolojisinin ise ne olduğu, açığa kesilmiş bir çek kadar meçhuldur. Panik kelimesi, flütü sükunetle çalan Pan figüründen türemiştir. İsrafil, son merhalede oyunun bittiğini bildirir; sura üfleyen melek dünya sahnesindedir. Kabirlerinden çıkan günahkarlar, ellerinden alınan bir kaderin otomatlarıdır. Pan'ın matrisi olan sakin düşünme süreci panik içinde kaybolur. Büyük fotograf bize insanın bakış açısından modern öznenin kırılmalara uğramış bulanık prizmasını; soyut bir dünyanın abstre bir resminin somut kayıplarını gösterir. Varoluş, yokluğa dönüşmüş ruhun yeksanlığıdır. Kötürümselleşmiş ve kırık bir bilincin yanılgısına ilaç, belki de her şeye karşın hayatı yeniden üreten entropinin gizemidir. Gören insanın sezgisi, pratik bir felsefenin silbaştan imkanını bahşeder. Hakikat, herkese eşit şekilde dağılmamış ancak mefluç eden emekleriyle insanlar onu temsili olarak yaratabilmenin iradesine her zaman sahip olmuşlardır. Felsefe, eşya üretim sürecinin tüm ağırlıklarından kurtulup basit ve doğal yaşam ideolojine dönüşmediği sürece kavranan şey sadece hayatın değil dehşet içinde çoğalan bilginin ürünüdür. Episteme kendi içine baktığında göreceği karanlığın derinliğiyle, zamanın öncesine, varlığın unutulmuşluğuna geri dönme yönünde bir çağrı oluşturabilir.
Not / Spinoza, belki uygun araçları sunan bir rezerv "Etika ve Mizahın Politik İşlevi" konulu yazıya bakmakta yarar var http://www.posseible.com/uploads/dergi/47.pdf
*Modus / Conatus için bk: http://www.academia.edu/2037945/SPINOZA_DA_MODUS_VE_CONATUS_KAVRAMLARI_BA%C4%9ELAMINDA_SEV%C4%B0N%C3%87_VE_KEDER_SORUNU
Aykırı Spinoza, Antonio Negri, çev: Nurfer Çelebioğlu, Otonom yayıncılık, Mayıs 2011 s:63
Korkut Boratav, Sermaye Kozmopolit Oldu, Cumhuriyet, 27 Şubat 1996
Perinçek, Asya Çağının Öncüleri s67
Taner Timur Birgün yazıları ve Koç ailesinin ‘Saga’sı ve bir Koç’un ölümü 24/1 2016
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160201_insan_genetigi
***