Bu Blogda Ara

21 Kasım 2009 Cumartesi

Sanatta intihal olur mu? (1)



Bilimin ölçüleriyle, sanatta intihal olgusu değerlendirilebilir mi?  İki bilim insanı Sayın Nazan Özenç Uçak ve Sayın Hatice Gülşen Birinci'nin konu hakkındaki 2008 tarihli araştırmaları netameli konuyu tetikledi. Sağladıkları imkan ve temrinle ' Plagiarism / (Ç)alıntı / sanatta 'intihal' olur mu? sorusunu  sanat tarihindeki belirli örneklerden yola çıkarak yeniden düşünüyoruz.. Bu arada yeni çıkan konuyla ilgili bir hukuk kitabına da değiniyoruz.. Sanat eserlerinde hukuki süreci inceleyen Filiz Ceritoğlu Sengel'in esinlenme nerede biter intihal nerede başlar konusunu işlediği "Fikir ve Sanat Eserleri Hukukunda İntihal ve Esinlenme " çalışması, uyuşmazlıklar konusunda önemli bir kaynak.. Felsefeci Deleuze'ün Fark ve Tekrar'ının yanısıra bu yazıyı yazdıktan iki sene sonra kitapçı raflarına giren Michele Boldrin/David K. Levine'nin Sel Yayınları'ndan çıkan 'Entelektüel Tekele Karşı' kitabını anmak isteriz;  direkt olmamasına rağmen bunlar bize yardım eden, konuya derinleştiren metinlerdir. Ayrıca bu yazının bilgisayarda yazılan, fikren olmasa da redaksiyon olarak düzeltilmeye muhtaç, yazma süreci henüz tamamlanmamış bir ön taslak olduğunu  belirtmemiz gerekiyor.. Yazı, 21 Kasım ve 22 Kasım 2009'da tarihli iki bölümden oluşuyor.  1. Bölümünü okuduğunuz düşünceler, bütünüyle nevi şahsına munhasır bulunabilir; doğrudur. Örneklere baktığımızda entelektüel tekeli, şahsi mülkiyeti oluşturan yaygın/hakim fikirle, teoride derin ayrılıklarımız olduğunu söylemekle kifayet edelim. Bu yazıyı herkesin bildiği sırrın ifşası olarak kabul edin. Bilimin ölçüleri, pazarın dinamikleriyle sanatta intihal konusunu tartışırken, kronikleşen eleştirel ihlalleri konumlandıracağımız yer stabil olmaktan uzak. Kategorikleşen buyruğun, hakikati aradığımız doğada karşılığını bulmak oldukça zor. Çağın hakim görüşlerini herkesin çıkarı gibi sunanlar tarafından dikte edilmesine karşın demokratik temayüllere aykırı olarak pratik, rasyonaliteden uzaktır. Düşünceden kadastro geçirenlerin vaaz ettiği erdem, hayatın realitesinde muziplikten öteye geçememektedir. Kalpazanlıkla, etkilenme arasına ahlaki bir sınır koyarak şahsi yaratının mülkiyeti konusuna farklı bir zaviyeden bakmayı ve düşünceleri güncelleştirerek yazmayı sürdüreceğiz.. Bu yazının 2. bölümünün aşağıdaki adreste olduğunu söyleyerek devam edelim :   

http://emincetingirgin.blogspot.com/search/label/%C4%B0NT%C4%B0HAL%20SORUNU%202


İntihal suçlamasının, yasal  'fikri mülkiyet hakkı'ndan doğduğunu kabul edersek, Manet'nin varislerinin ünlü ressamın yolundan giden Empresyonistleri, Türkiye'den Nazmi Ziyaları, Hikmet Onatları neden mahkemelerde süründürmediğini anlamakta zorluk çekeriz.. 1911'de Paris'te, Pablo Picasso ile Georges Braque adlı yeni yetme iki gencin Kübizm'in kaynağı kabul edilen Cezanne'ın mirasçıları tarafından neden hırpalanmadığı konusu soru işareti olarak kalır. Marcel Duchamp, Joseph Beuys, John Cage'in önce boy sırasına göre aralarında restleşmeleri sonra da bugünkü çağdaş sanatçılarla hukuk önünde hesaplaşmaları gerekirdi.. 'This has been done before/bunlar daha önce yapıldı' klişesi böyle bir durumu anlatmaktadır.. Eser'in biricik mülkiyeti telif haklarıyla korunsa da yöntemler, teknikler, tarzlar ve benzerlikler ile eşdeğer kavramlar patentlenemez. 'Fikir' üstünde sabit, stabilize tekel kurma isteği, toplumsal bilincin kolektif etkinliğine vurulmuş anti demokratik bir darbedir.. Hegomonyanın modern hayattaki örneği, ortak akla ait bir üretim olmasına karşın fikri mülkiyet kapsamına alınarak gasba dayalı bir çerçevelemeyle sisteme ait popüler motiflerle temellük edilerek normatifleşmesidir. Her üretim, bir başka üretimin ebeveynidir. Özgünlükte, ince bir sınır vardır; intihalle ilgili bir yargıda bulunmadan önce buna dikkat edilmelidir.. 



Bilimin amacıyla, sanatın amaçsızlığı tezattır. Bilimin lisanıyla, sanatın dilini anlamak mümkün değildir. İlerleme üzerine kurulu uygarlık bilinci, hedefsiz bir yaratma zenginliği sunan doğanın diliyle uyumsuzdur. Sanatın eylemini ve jargonunu anlamlandırmak için, insan varlığını yaratan doğal süreçle, 'bilim' kavramının uzlaşmazlığına dikkat çekiyoruz. Yaratıcı etkinliğin başlangıcından değil, mübadele temelinde toplum olarak örgütlenişinden itibaren formel yapısını amorflaştırarak günümüze devreden ekonomik serüvenin son hedefi kâr dürtüsüdür. Bugün sosyolojik hayattaki tavır, demokratik mesnet ve sembiyotik mazaretten yoksundur. Herkesin herkesle rekabetinde, güzide(!) savaşında olgunlaşan amaç, 'doğruyu bulmak'tan öte, kolektif doğruyu fikri/şahsi mülkiyetin tasarrufunda yeniden yorumlamak obsesyonudur. Zümresel praksisin ilgili suçlamaları da bu hedefle ilgilidir. Kıyaslamaları yaparken, sanatın doğal uyum arayışını ve organizmanın bünyevi teminatlarına özenle, şuurla yeniden bakmalıyız; özellikle sanatta sosyal 'etik' reflekslerden çok, insanın 'taklit' güdülerini göz ardı etmemek gerekiyor.. İnsanın kolektif dünyasının inşasında 'taklit'i etkisizleştirmek, 'anomali' deyip evrimi hiçleştirmek mümkün değildir. Bu 'hiç' ortadan kaldırıldığında, geriye kalan mahiyet itibariyle -'her' şey- olmayacaktır..









Bilim, günlük hayata ait deneylerden tecrübeler, yaşamı ve algıyı kolaylaştıran kullanılabilir pratikler, canlı yaşama dair sosyal ya da psişik öneriler oluşturur/oluşturabilir; hatta bunu tek doğru olarak da çoğu zaman 'uygarlık' dediği kurmaca dünyanın reel yapılanmasında bir tamamlayıcı öge, ahlaki bir mütemmim olarak kullanır. Talimatlarla, yönergelerle istemini dikte eder; otoriterdir.

Bilimin rasyonel, fiziksel elle tutulabilir bir 'amacı' ve değiştirmek istediği bir dünya vardır. Uyum içinde bir arada yaşamaktan çok baskılayarak ve kavramlaştırarak hayatı yeniden kurar.. Senkronize değildir. Kozmik zekanın hücresi olmayı içine sindiremez; bünyeyi bütünüyle ele geçirmeye çalışan kanserli bir hücre gibi davranır. Telosu /yüce amacı ölümsüzlüktür. Geçici bilgisi ve ölümlü varlığı zamanla sınırlı olduğundan tehditkardır, refleksleri uyumsuzdur. Deneyimlerin zenginliğinden üreyen yaşama değil, rekabetin yok edici gelişimine inanır. İlerlemeyi bir hedef varmışcasına kutsar. Zekasını 'yok' saydığı doğayı yekpare, canlı bir organizma olarak değil, edilgen sayısal ve istatistiki bir yığın olarak görür; her defasında ayrı parçasına tasallut olur. Kimliğini oluşturan bir kibri, minor alanlardaki hakimiyetin özgüveni, diklenmesi vardır. Bilimin amacı doğaya paralel bir kulvar açmaktır; herkes tarafından tekrarlanabilir, kolektif kullanıma açık doğrular yaratmayı dener. Sanat ise öykünme ile başlar.. Doğruları y(ç)oktur. Aksi iddia edilse de diyalektik bir süreç değildir. Yalnızca, toplumun üretim ilişkilerini yansıttığı, güncel olana ayna tutma, ortamı tasvir etme telaşındadır; mizacından dolayı zamana göre farklılık, anlatıda değişkenlik gösterse de öykünme gerçeğini ötelemez. Failin hayata muşahhas/benzer bir oyun oynaması, sanatın oyun olduğunu bilerek kabulümüze bağlıdır. Kandırma, işin tabiatında saklı olan asıl cevherdir..


 İspanya’nın en ünlü sanatçılarından Manolo Valdes, (bile) bile çalıyor..




Çağdaş sanatın doruklarından Valdes'in yorum farkı..  İspanya’nın en ünlü sanatçılarından Manolo Valdes’in resim ve heykelleri Pera müzesi’nde sergilenmeye başlandı. Sanat tarihinin arşivinden çıkardığı resimleri, çok özel olduğunu düşündüğüm zihninde yorumlayıp resmediyor Valdes, bazen de onları üç boyuta çeviriyor. Sözgelimi, büyük hayranlık duyduğu Matisse’in 1905 tarihli erken dönem başyapıtlarından Yeşil Çizgi-Bayan Matisse'in yüzünü alıp “Vivianne III” adlı tablosunu oluşturmuş. Sergide de görebileceğiniz bu resimde, Matisse'in tablosuna konu olan eşi, Valdes'in zihninde geçirdiği dönüşümün ardından hem ona benzeyen hem de kendisi olabilmiş farklı bir kadına evriliyor. Aynı uygulamayı Picasso'nun “Ellerini Kavuşturmuş Jacqueline’in Portresi'nde de görüyoruz. “Jacqueline II” adını verdiği resminde Jacqueline’in sadece baş kısmı var. Valdes, çuval bezlerini palet gibi kullanıyor. Malzeme onun için tutku. Sergideki bir videoda Valdes’i stüdyosunda çalışırken izlemek mümkün: Çuvalları boyayıp tuval haline getirişini, onlara renk verişini, boyayı kullanma şeklini, eserini an an şekillendirişini... Bu arada, Velasquez’in ünlü Las Meninas-Nedimeler'inden çıkarıp heykele döktüğü “Kraliçe Mariana”, “Infanta Margarita” da büyüleyici. Valdes iki boyutlu figürlerden ürettiği bu üç boyutlu işlerinde su mermerini kullanmış. Yorum farkının nefes kesen örnekleri her biri. 'Mutlaka görülmeli' diyor sergisini gezen Milliyet muhabiri Filiz Aygündüz..


İbrahim Çallı ve John William Waterhouse..















Biri diğerine sızmış iki örnekteki farklılıkları tespit etmekten çok temas halindeki eserlerin gerisindeki topluma ve zamana ait benzemezliklere yoğunlaşmak önemli. Geri plandaki toplumla ilişkilendirilecek bağlantılar, taklidin orijinal kapasitesine muhakkak eklemelidir. Yapılacak analojiyle eserleri yaratanların kültürel durumlarını okumadan hüküm vermek, sadece kıyas üzerinden düşünce beyan  etmek mümkün değildir. Bilim ölçülüdür, verileri evrenseldir. Kendinden öncekilerin doğruladığı bilgileri kulllanır. Varoluşu sürekliliğe dayanır.. Sanatın ise ayrı bir kompartman açması ve yeni zihinsel mekanında farkedilmesi için ölçüsüzlüklere, aşırılıklara, sıçramalara; öncesiyle epistemik kopuşlara ihtiyacı vardır.

Adem'le başlayan merakına baktığımızsa paranoittir; uygarlık fenomeniyle ilişkilendirdiğimizde şizoiddir, tüm zamanlarında, tüm türleri kuşatarak baskılayan mücadelesiyle narsisttir.. Kuşkucudur ve tedirgindir. Doğa'nın kolektif bilincinin itirazlarına karşı reseptörleriyle sürekli alarm halindedir. Başkaldırı, meydan okuma, tahakküm ve değiştirmek ideolojisiyle yoğrulmuş olan şeytani bir zekaya sahiptir. Bitiştirerek /birleştirerek giderayak kendi yarattığı suretin peşinde, hakikata paralel el yordamıyla 'sahte' bir gerçek kurmuş olan 'bilim'in verileriyle sanatı tanımlamak ve anlamlandırmak mümkün değildir.

Sanatçı ise asimetrik bir konumdadır. Farklı tümseklerden, sıradışı yükseltilerden duyuları gereği zerresini değiştirmekten imtina edeceği kozmik tutarlılığa, dengeye, doğal uyuma şahit olmuştur. Hakikatı dönüştürmek değil, Platon'un 'Mağara' alegorisindeki gibi yaşamı taklit etmek, doğal oyununu tabiatıyla uyum içinde oynamak ister. Sanat her şeyden önce temaşadır; göstermedir. Mecazdır. Önce öğrenme, anlama sonra ironi/alaylama, konumlandırma, yeri geldiğinde absürd, bazen de kalaylamadır. Alelaledelikten fevkaladelik bir çıkarmaktır. Bize sanat tarihini öğreten hocalarımız, önce 'temaşa' sonra 'mestane', yani anlama nüfuz etmek gelir demişlerdir. Bilimde / güncel bilimsel idrakta yer almayan aykırı terimlerle, garipsi tanımlamalarla anlatmaya çalışırsak, temsil/öykünme (mimesis), simülasyon (taklit), manifest/us (aşikar kılma), anomi ve metafor (benzetme/mecaz) istiare/eğretileme, alegori (simgeleme), ludus (oyun) , sanatın/sanatsal yapılanmasının iskeletidir. Daha sonra çıkacak öykünün, kendi macerasının anlatısının inşaat iskelesi bunların kullanılmasıyla oluşur. Sanatın muhteviyatı itibariyle 'gerçek', yararlı ve tutarlı olmak gibi bir savı yoktur; aksine her sanat üretimi tekrarı olmayan bir kerelik, eşsiz biricik yaratıdır. Bireysel hayatlar gibi sanat öykünülse bile takit edilemez ve asla kopyalanamaz. Bu anlamıyla sanat, stabilize hakikatın akranı değil, ikame ettiği realitenin aksine gerçeğin tersyüzüdür. İşte tam da bu nedenledir ki, 'sanatçı' literatürde 'homo ludens' / oynayan insan olarak geçer..

Bilim iş bölümü demektir; sanat işbirliği. Bilimin savaşarak, yeniden zuhur ederek değiştirmeye çalıştığı dünyaya karşı, sanatın barış içinde huzur talebi vardır. Hegel'in köle/efendi diyalektiği gibi, hayatın mecazını, ortak hakikatın şuurlarda yeniden vuku bulan aslından uzaklaşmış, biçim değiştirmiş görüntüsünü sanatçılar vasıtasıyla yeniden görürüz.. Aşkın gerçeğin parçasını, içkin hakikatımıza , sonrasında günün pratiğine ekleriz; sanat, hayata bakışımızda yeni bir mercek oluşturur... Bilimin kıstaslarıyla, sanatın ölçüleri, değer yargıları birbirinden çok farklıdır.. 

  






Biraz da yazdıklarımızı arkaik mirasla kuvvetlendirelim: Baker hatırlatır, "Profesör Balthazar, “günlük hayatın profesörü”...diyordu ki, olay dizilerinin düzenliliğinde, evrenin düzgün akışında mesele/sorun yaratanlar insanlardı.. Bilinmeliydi ki hayatın bir zamanı var, ölümün bir zamanı var; annenin bir zamanı var, kızın bir zamanı var.. ama insanlar bunların hepsini birbirleriyle karıştırırlar, düzensiz görünmelerine yol açarlar, (aklın bilgisinin sirayet ettiği) her yerde çatışmalar yaratırlar. Bilinmeliydi ki, hayat basittir ve insanlar durgun suları karıştırarak her şeyi berbat ederler... (Maurice Leblanc) Hegel, sanatın faydacı-işlevsel bir yönü olmadığını, hatta bunun bizzat sanatın tanımının bir parçası olduğunu söylerken önceki filozof Kant'tan devraldığı fikri referans veriyor (..) Kant, çok haklı olarak 'sol el ile sağ eli özdeşleştiremezsiniz, hep biri sol diğeri sağ el olarak kalacağı için diyordu. Aşağıda Leonardo örneğiyle devam edeceğimiz örnek önemli. Burada sağ/sol el, bilim/sanat örtüşmezliğini, kavram farklılıklarını, yargı değişkenlerini belirtmesi bakımından düşünülmesi gerekli bir fragmandır.


Uzun yazıyı okumam diyenlere kısa sayılabilir bir özet yazmaya çalıştık. Konu bakir ve netameli; olmadı. Devam ediyoruz.. 


Sanat, hakikati yeni bir pencereden tasavvur etme hali  değil, aynı zamanda toplumu ve o toplumda bize önerilen değiştirilmiş gerçeğin  temsili yerini kendi ufkundan yeniden değerlendirme, perdelenen sözü ifşa etme ya da tam aksi, gerçeğin ölümüne yardım etme, faaliyeti ve faili doğrulama, cürme katılma tarzı olarak da tanımlanabilir. Her toplumun özgün evrimini görmezden gelerek Batının önermesiyle, -şahsi tecrübemizle değil- Fikri Mülkiyet yasalarının içeriğini olduğu gibi kayıtsız kuralsız  ithal etmek, kullanmak, tekelleşmeyi güvence altına alan kapitalizme özgü toplumsal yapıların tümünü  mantığını kurmadan, aykırılıkları, miyadını doldurmuş normları elimine etmeden kalıp halinde benimsemek sıkıntılara yol açmaktadır. 13 Aralık 1951 Tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu tek başına hazırlayan Alman asıllı hukukçu Ernst Eduard Hirsch'dür. (d. 20 Ocak 1902, Friedberg (Hessen) – ö. 29 Mart 1985, Königsfeld im Schwarzwald). Hirsch, Hitler'in hışmından kurtulmak için 1933'te zorunlu olarak iltica eder ve 1943 yılında Türk uyruğuna geçer. Aslen Yahudidir. Ankara ve İstanbul Üniversitelerinde 20 yıllık hocalık yapmış ve dönemin Türk hükümetine çağdaş yasaların hazırlanması konusunda danışmanlıklarda  bulunmuştur. Değerli ve çalışkan bir bilim adamıdır. Öğrencilerinin belleğindeki yorumları, sevenlerin aktardığı  anılar, kitap haline getirdiği eseri ve hayatı incelemeye değer. Ne var ki, hazırladığı 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun tanımları gerekli olan entelektüel bilgi ve o günün global koşullarına denk gelen güncel yorumlardan uzaktır. Örneğin 'Tanımlar' kısmı Madde 1/B – (Ek: 21/2/2001 -4630/2 md.) a) Eser: 'Sahibinin hususiyetini taşıyan ve ilim ve edebiyat, musiki, güzel sanatlar veya sinema eserleri olarak sayılan her nevi fikir ve sanat mahsullerini'  kapsamaktadır.' denilmektedir. Yukarıdaki bilgiler ve örnekler eşliğinde 'sahibinin hususiyetini taşır' kelimesinin toplumsal hafızanın tetiklediği psişik olgular, metaforlar ve küresel işbirliğinin imkanlarında ne anlama geldiği, soyut tanımın, somut beklentide hangi ihtiyaçtan çok, sembolik düzende neyi karşıladığı, biçimlendirmek istediği bireysel davranışta ne  ifade ettiği belirsizdir. Modernitenin böylesine çelişkili koşullarda, kendi özgün şartlarında oluşturduğu adına 'sanat' denilen fenomeni tahrif etmek kolay olsa da günümüz karmaşasında tarif etmek o kadar basit ve kolay değildir. Bilgiyi biçimlendirdiği, tüm etkilenmelere açık koşullarda çağdaş üretim sürecinden yalıtılmış, bütünüyle bağımsız bir  'Eser'i tanımlamak için bu tür cümlelerin yeteri kadar kapsamlı olmadığını görüyoruz. Yasa yapıcılar, hukuk felsefecileri açısından 5846 sayılı kanunun günün imkanları, sanatçının evrensel davranış modelleri, uluslararası jargon ve  yaşayan hayatın sosyal, normatif gerçekleriyle uyumlu hale getirilmesi zaruridir.



http://www.hurriyet.com.tr/strateji/10471194.asp
http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/frmmakale/2006-1/4.pdf
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.3.5846&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=





***








http://www.metiskitap.com/catalog/book/4678



Chattetron adlı eser, Peter Cckroyd'un post modern tarzda kaleme alınmış ufuk açan düşündürücü bir  romandır. Kitap,  17 yaşında intihar eden Thomas Catterton adlı ingiliz şairinin hayatından esinlenerek yazılmıştır. Cckroyd'un roman boyunca açığa çıkarmaya çalıştı sorun, deşifre etmeye çabaladığı asli düşünce 'sanat' denilen kavramın  kendisinin içkin//mündemiç doğurgan çekirdeğinin taklit etme durumudur. Mimesis sanatın özüdür. Yani bizatihi  'sanatın kendisi aslen intihaldir! Yoksa intihal mi sanattır? Bu soruyu düşünür ve altını çizerek tartışmaya açar. Fikri, hukuki tarih mefhumunun güvenilirliğini şaibe altındadır; değerler sistemimizden şüphe ettirir .. Aynı coğrafya, iklimde yaratılan tüm eserler arasında kuvvetli bir bağ, ortak bellekten üreyen bir zincir, yaratma eylemindeki açık çağrıda alışveriş, intihali doğuran etkileşim vardır; yadsıyamayız... Bunu bir köşeye not edip bizden örneklerle devam edelim :



İsmet Özel ile Mungan'ın benzerliği.. Evcara adlı net kullanıcısı 20 Ağustos 2007 tarihinde 'Murathan Mungan intihal mi yaptı?' diye sorduktan sonra ilave ediyor : ' Bu konu, Murathan Mungan'la ilgili tarafıyla edebi hayatımızda ilk defa burada tartışmaya açılmıştır. Şu andan itibaren bu konuyla ilgili yazılacak her türlü edebi makalenin ve söylenecek her sözün kaynağı bu topictir.'


Edebi hayatımızın açıklarına doğru yolculuğa çıktığım zaman intihal kavramı etrafında yaşanan tartışmalara sıklıkla şahit oldum.Bu tartışmalar çerçevesinde suçlanan şahsiyetlerin bazen sükûnetlerini muhafaza ettiklerini bazen de konuyu mahkeme salonlarına taşıdıklarını gördüm.Yaşadığım üzünç ve kırıklık beni edebiyattan soğutmadı ancak oluşan önyargı, sayfaları çevirirken yeterince mutlu olmamı engellemeye başladı.Yine de gerçeği büsbütün kavrama arzumun kışkırtıcılığıyla yolculuğumu sürdürdüm. Seyr ü sefer halindeyken Peyami Safa’ya rastladım ve O’nun Türk edebiyatındaki intihalcilerin dosyasını tuttuğunu öğrendim. Peyami Safa’ya göre Reşat Nuri, “Çalıkuşu” romanını Leon Frapye’nin “Taşra Muallimesi” adlı romanından çalmış; Yahya Kemal’e ait olan “Nazar”, gerçek de bir Fransız şaire aitmiş ve asıl adı “Solange” imiş; Necip Fazıl “Para” adlı tiyatro eserini bir İtalyan yazardan aparmış (Necip Fazıl bu iddiaya karşı açtığı davayı kazanmıştır.)…

Yolculuğumu sürdürürken edebiyatımızdaki intihalcilerin dosyasını tutan Peyami Safa’nın da başkaları tarafından intihal yapmakla suçlandığını gördüm. İddialara göre Peyami Safa, “Sözde Kızlar” adlı romanının konusunu Marcel Prevost’un “Yarım Bakireler” romanı ile Victor Margueritte’in “La Garconne” adlı romanından aşırmış. Peyami Safa’nın “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu” ve “Atila” adlı romanları ile “Karşıki Evin Işığı” adlı hikayesi de intihal suçlamalarına muhatap olmuş. (Peyami Safa bu suçlamalara şiddetle itiraz etmiştir.)
Ahmet Haşim’in “Yarı Yol” şiirini Rudyard Kyipling’in “Maymunların Şarkısı” şiirinden aldığı, Nazım Hikmet’in “Sen mutluluğun resmini çizebilir misin, Abidin?” mısraını Pierre Bonnard’ın “Mutluluğun Resmini Yapmak” tablosundan esinlendiği, Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiirini Mallarme’nin “Deniz Meltemi” şiirinden aşırdığı, Attila İlhan’ın “Sisler Bulvarı” ve “Beni Bir Kere Dövdüler” şiirlerinin Cesar Vallejo’nun “Kara Taş Ak Taş Üstüne” şiirinden esintiler taşıdığı söz konusu intihal iddiaları arasında yerini almış.

(Buraya kadar yazılanlarla ilgili olarak Beşir Ayvazoğlu’nun Altın Kapı, Peyami Safa’nın Sanat-Edebiyat-Tenkid, Necip Fazıl’ın Babıâli ve Ahmet Kabaklı’nın Türk Edebiyatı -3- kitaplarına müracaat edilebilir.)

Günümüze gelinceye kadar bazı edebi şahsiyetlerin karşı karşıya kaldığı intihal suçlamalarını özetle hatırlatarak bu durumun edebi bir “vaka” olduğunun altını çizmeye çalıştım. Burada Murathan Mungan’a yönelik intihal suçlamasında bulunmak kasdını taşımıyorum; ancak durumla ilgili olarak az çok şiir bilgisine sahip herkesin fikir beyan edebileceği karşılaştırmayı ortaya koymanın yararlı olacağını düşündüm.
(Karşılaştırmanın bütünü aşağıdaki 5 maddeden ibaret değildir fakat bu 5 maddenin fikir vermesi bakımından yeterli olduğu kanaatindeyim.)



KARŞILAŞTIRMA


1-


“oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığında”

(Murathan Mungan,Yalnız Bir Opera, 1986-87)


“evlerin yeni yıkanmış serin taşlıklarında”

(İsmet Özel, Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak, 1972)


2-


“yangınlarla bayındır kentler gibiyim”

(Murathan Mungan,Yalnız Bir Opera, 1986-87)


“işte şehirleri bayındır gösteren yalan”

(İsmet Özel, Amentü, 1974)


3-


“mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim”

(Murathan Mungan,Yalnız Bir Opera,1986-87)


“Mataramda Tuzlu Su” İsmet Özel’e ait bir şiirin adıdır ve bu şiirin içerisinde şöyle bir mısra da mevcuttur:

“mataramdaki suya tuz ekledim, azığım yok”

(İsmet Özel, Mataramda Tuzlu Su, 1981)


4-


“adım onların adının yanına yazılmasın diye”

(Murathan Mungan, Yalnız Bir Opera, 1986-87)


“Benim adım insanların hizasına yazılmıştır”

(İsmet Özel, Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak, 1972)


5-


“acı çekecek yerlerimi yok etmeden

acıyla baş etmeyi öğrendim”

(Murathan Mungan,Yalnız Bir Opera, 1986-87)


“acılar çekebilecek yaşa geldiğim zaman

acıyla uğraşacak yerlerimi yok ettim”

(İsmet Özel, Kanla Kirlenmiş Evrak, 1972)


Konu üzerinde düşüncelerini ifade etmek isteyenler için anahtar kelimeler..

İntihal: Başkasına ait buluşu, yazıyı, sözü veya şiiri, kısmen veya tamamen kendisininmiş gibi gösterme. Edebi hırsızlık. Çalma. Aşırma.


Düzd-i Sühan : Söz hırsızı.

Sirkat-i Şi’r: Söz hırsızlarının gerçekleştirdikleri eylem. Şiir hırsızlığı.

İlmam: Başkasına ait anlamı sahibinden daha güzel bir biçimde ifade etme.

Selh: Yalnızca kullanılan kelimeleri değiştirerek yapılan edebi hırsızlık.

Tevarüd: Şairlerin birbirlerinden habersizce aynı beyiti veya mısrayı söylemeleri.

Evcara'nın başlattığı tartışmayı not edip devam ediyoruz..

http://www.2yuz.com/forum/edebiyat/10333/murathan-mungan-intihal-mi-yapti-1.html




***




Oğuz Atay üzerine Yıldız Ecevit'in kaleme aldığı bir incelemeyi okuyorum. Atay'ın tüm yaşamını ve eserlerini mercek altına alıyor yazar. Oğuz Atay sürekli okuyor ve yaşıyor; okuyup yaşadıklarını bire bir (ancak bugün artık edebiyatımızın kült eseri sayılan) 'Tutunamayanlar' romanında yazıya döküyor. Yıl 1970'ler; Selim İleri'nin Politika gazetesindeki ağır eleştirisi ardından geliyor. Mehmet Seyda, Fethi Naci, Berna Moran, Hayati Asılyazıcı, Adnan Benk farklı şeyler söylemektedir. Enis Batur ilk söylediklerine nedamet getirircesine daha sonra Musil'e benzediğini söyler ( Bak 19 /9 2010 Cumh.Kitap) Leyla Erbil/Selim İleri hikayesindeki etkilenmeyi/paylaşmayı biliyoruz.. Ne ki ötekilere göre Atay'ın da yazdıkları da kötü ve anlaşılmaz bir taklittir..
Alman edebiyat araştırmacısı Tatjana Seyppel '(r)omanda, Pale Fire ayrıntılarına varıncaya kadar, hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde taklit ediliyor; burada söz konusu olan,asla naif, hayranlığa dayalı bir taklit değil; kaldı ki yazar, aldığı biçimi yeni bir içerikle dolduruyor' dedikten sonra Nabokov'un romanıyla 'Tutunamayanlar' arasındaki benzerlikleri tek tek sıralamayı sürdürür. (Y.Ecevit s 244)

Selim İleri, 'Yıllardan beri Ağustos adlı bir roman yazmak isterim. Ağustos, satır satır, cümle cümle Eylûl'ün aynısı olsun isterim. Bu intihali yazık ki bir türlü gerçekleştiremedim.' derken Leyla Erbil'den emanet (..) aldığı öykü konusunu yıllar sonra olgunlukla ifade eder. Hayri K.Yetik bu konuda ' Leyla Erbil'le Selim İleri arasındaki tartışmada söz konusu edilecek olan bence çalıntı değil. Ama Pınar Kür'ün Bitmeyen Aşk romanıyla Burhan Günel'in Eski Desenler'i arasındaki benzerliğe ne demeli bilmem? Ya da N. F. Kısakürek ve Peyami Safa'ya yönelik suçlamalara? Ya da A. Hamdi Tanpınar'la Nerval'in kitapları arasındaki benzerliğe?' demektedir.
Edebiyatta Çalıntı/ Hayri K.Yetik/ İnkılap Yayınları, 2006 /424 s.Cumhuriyet Kitap, 16.03. 2006 ve Zaman 07 Aralık 2008, Pazar ve İTÜ sözlük / Selim İleri'de intihal konuları karşılıklı saygı ve hoşgörü seli içinde yer alır..

Oğuz Atay ise köşeleri kapmış, yaşamı ezberler üzerine kuran daha çok soldan beslenen, toplumsal görevler adına bireyi yok sayan yıkıcıların görmezden gelmeleriyle, sessizlikleriyle zamanında çok daha fazla yaralanır.
Yakın yoldaşları -Oğuz Atay gibi yazarsak- (h)ayranı Engin Ardıç ve sevenleri konuyu defalarca sözlü/yazılı dile getirirler.
Tutunamayanların ise dünyaları, duyarlılıkları sorguları sualleri, yaşadıklarından öğrendikleri/dışlanmışlıklarıyla oluşturdukları acılarının ortak dili, sürekli çamur sıçratanlar için tutunacak bir daldır.
Etkilenmelerle yeni dünyalar kuruluyor, tekrar edilen her cümlede yazarın sesinin rengindeki farklılık hissediliyordu.
James Joyce'un Ulysses'de 'Şerlokholmesliyor'du;
Oğuz Atay Tutunamayanlar'da 'Kayamehmetturgutgiiller'leşiyordu.
Picasso, Afrika maskını bariz olarak ama eşsiz karakteriyle - Sanat tarihini şirazeden çıkartır- taklit eder..
D Grubunun kurucularından Zeki Faik, resmi Fransız Eugene Delacroix 'nın (1798-1863) 'Hürriyete Doğru' tablosunda yalnız figürlerine elbiselerini değiştirmekle yetinmemiş, tablonun kuruluş mimarisini de Cumhuriyetin ideolojisine artiküle etmişti. 
Rembrandt, Degas, Van Gogh, Gaugin ve sayısız örnek; gündelik hayatın lisanı bu konuda bize çok şey anlatır..
Eleştiriler çoğu zaman yıkıcı/sarkastik görünüm alırken hukuk sistemi de 'intihal' olarak kabul ettiğinde bu muhteviyat, yargıya onur kırıcı cezai müeyedeleri olan ağır yaptırımlar hakkı getirmiştir.. Durum ortada! Peki, bunun gibi değişik yazarlardan, ressamlar, heykelcilerden sayısız örneklemeler varsa, sanatta benzerliklerin tedrici mahiyetini, güncel anlamını silbaştan nasıl sorgulayabiliriz?
Çalıntı yaşamlar, paralel senaryolar, etkilenmeler/esinlenmeler kopya öyküler oluşturur mu? Mesel verelim. Biyografilerin, dejavunun yeri vardır anlatısında; bilinir. Serdar Turgut olayındaki gibi hafızanın derinliklerinde pusuya sinmiş öyküler, oyunlarla yaşayan fertleri ne/reye kadar tutsak edebilir?
Konu 1970'lerle veya tek bir vakıa ile sınırlı değildi.
Hergün değişik vesilelerle yeniden tazelenen bir konudur 'intihal'.
Geçen hafta, Serdar Turgut'u okuyucuları kopyalcılıkla suçladılar... 19 Kasım 2009 tarihinde Akşam gazetesindeki 'Best of Serdar Amca' başlığıyla verdiği cevap tamıtamına bizim yazıyla çakışıyor.

Sürekli intihallerle canı yanan akademik kadronun feryatlarına göz gezdirdik. Sonuna kadar haklıydılar. Bu arada iki bilim insanı Sayın Nazan Özenç Uçak ve Sayın Hatice Gülşen Birinci'nin konu hakkındaki araştırmalarına rastladık; ayrıca Avukat Filiz Ceritoğlu Sengel'in esinlenme nerede biter intihal nerede başlar konusunu işlediği "Fikir ve Sanat Eserleri Hukukunda İntihal ve Esinlenme" kitabını inceledik; konu sanat için farklı bir değerlendirme yazısını zorunlu kıldı.
Türkiye'yi meşgul eden bu konu muteber hırsızlık vakalarına eşdeğerdir; dünya ise sürekli yepyeni vukuatlarla sallanıyor..
Bugüne kadar da bildiğimiz kadarıyla kimse soruna farklı açılardan bir değerlendirme getirmemiştir. Toplumsal cinnet şer-i kanunlarla yargılamak üzere suçlular arıyoruz. Proudhon'un "Mülkiyet Nedir?" sorusunun üstünden henüz ikiyüz yıl geçti.
Plastik/ görsel sanatlar için intihal/ çalma/alma/kopyalama vd. olarak adlandırılan dünyanın "plagiarisma" olarak tanımladığı sanat eseri hırsızlığı konusunu yıllar içinde aldığımız notların derlemesidir. Her pozitif ontolojik sistem, her an inkar edilen, namütenahi uyumsuzluğunu yadsıyan ahlaki bir kararla dengelenir.
Hem bilim hem de sanat konusunda aynı yeterliliğe sahip/ürün veren insanlarla, bizzat hocalarımızla ve öğrencilerle zaman zaman konuştuk, tartıştık. Uzun metinde örneklerini göreceğiniz üzere konuya girerek felsefi olarak intihalin ne olduğunu sorduk; daha doğrusu bugüne kadar dikte ettirilenin aksi yönde biraz düşündük.
Üreten ve (ç)alan açısından kıymet-i harbisi nedir? Eseri üreten, biricik ve orijinalliğini başkalarıyla paylaşmak ister mi? Kaynak eserin anonim köklerden beslenmiş olması, bu kök ve toplumsal bellekten başka eserlerin de oluşturulabileceği gerçeğini perdelememesi koşuluyla nereye kadar izin verilebilir; azı çoğu olur mu? Bilimin 'intihal' dediğine diğeri 'esinlenme' derse konu nasıl değerlendirilmelidir?. Gördük ki, bilim insanlarının konuya bakışı bambaşkaydı. Daha çok konuyu pozitif temelde, yararlılık/fayda şablonuyla değerlendiren bilim kamuoyu, esinlenmeye bile önemli ölçütler getirmektedirler.
Sanatın ve bilimin bu konuda iki farklı dil konuştuğunu örneklerle gördük.
Sanat eserlerinde hukuki süreci inceleyen Filiz Ceritoğlu Sengel'in 'esinlenme nerede biter, intihal nerede başlar?' konusunu işlediği "Fikir ve Sanat Eserleri Hukukunda İntihal ve Esinlenme " kitabının altını çizerek değerini bir kez daha vurgulayalım- önemli bir kaynaktı. Ne var ki bu kaynak da yargı muktezaları eşliğinde konuyu akademik bilirkişilerin kurumsal disipliniyle irdelemektedir. Bizim konumuz ise daha çok -sanat eseri üzerinden yapılan sahtekarlıkla karıştırılmaması gereken- yeniden üretim ve esinlenme denilebilecek yeniden yorumlarla ilgilidir; buradan devam ediyoruz..

İnsan vücudu taşıyıcı bir kılıftır. Beyin ve organlar, DNA’nın hayatta kalmasını sağlamak için özel bir amaç doğrultusunda doğa tarafından tasarlanmış adaptasyonlardır. Sosyal uyarlamadaysa, 'yabancılaşma' olarak ortaya çıkan bir başka boyutu vardır organ yetmezliğinin. Sanatın kurguladığı geçmişi insanoğlunun tarihiyle eş olan oyunun şartları, hayatın kurallarıyla uyumlu olsa da bilimin nomosu/hukukuyla koşutluk oluşturmayabilir. Bu gerçeği, 'esinti' hoşgörüsünde ayrı bir paragraf oluşturmuş hukuki süreci inceleyen Sengel..


Bilimin hakikati doğadadır. Kendine sınanabilir bir gerçek alanı olarak üzerinde yaşadığımız dünyayı alır. Sanatın hakikati ise toplumdadır. Fenomenler üzerinden kendini başkalarına doğrulattığı ölçüde gerçeğini yaratır. 





Picasso'nun resimlerinin Afrika masklarıyla benzerliği ve
'Sanat, ciddiye alınması gereken bir oyundur!' repliği!


 Bilimin ölçütleriyle, sanatın amacı anlaşılabilir mi?


Dünya sanat tarihine baktığımızda Van Gogh'dan Zeki Faik İzer'e Rembrandt, Goya'dan Amerikan Popart kurucularına kadar sayısız örnekte 'diğer' ressamın/ sanatçının izleri üzerinde yol alan yeniden yaratıcıları görürüz. Sanatsal üretimde her yeniden yaratım, kopya bile olsa yeniden bir inşa ve yorumdur.
Sanatçı istese de bir başka eseri taklit bile etse, ancak bunu yeniden oluştururken varlığının nedeniyle bağ kurarak yeniden yorumlamakta ve farklı bir aksanla eserin yeni vechelerini oluşturmaktadır.
Bethoven'den Motzart'a icra edilen her piyano eseri nasıl bir yeniden vücuda gelme ise bu plastik sanatlar için de geçerli bir kavram olarak eserin kısmen veya tamamen yeniden işlenmesi, taklit edilmesi değil, baştan yaratılması olarak görülmelidir.
Ucu açık bir tartışmayı içinde barındıran bu paradoks tabii ki düşünülmeye muhtaç ve eleştiriye açıktır.
Toplumsal bedenin her soluk alıp vermesiyle sürekli genleşmesi/genişlemesi sosyolojik terzilere ek mesai olanağı sunar.
Sürekli patronlar/kalıplar/şablonlar, kategorilerle oluşan bu fiili durumu, toplum komiserleri kategorize ederler.
'Disiplinler' dediğimiz kavram, toplumun inşa sürecinde insanın gözlemiyle oluşan iradi tanımlamalardır. İnsanoğlu kendini adlandırır/anlamlandırırken yeniden yeniden tanımlarken, elliyıllık geçmişte bireyin toplumu değiştirmekte önemine binaen, rüştünü ispat eden ergenin başkaldırmasıyla yeni kavramlara ihtiyaç duyulmuş, faaliyet alanı olarak disiplinlerarası geçişlerdeki semptomatik okumalarla yeni çağın kodlarını oluşturulmuştur.
Kaostan ortaya çıkan yeni toplumsal jargonlar, renkler/sesler, kıvrak ritmler, makamlar, med-cezire tabi duygu ve davranışlar bilimden önce 'sanat/çı' tarafından icraatıyla bilim gibi totaliter bir iktidarın peşinde olmaksızın, görülüp algılanmış ve yorumlanmıştır. Toplumsal örgünün her düğümlenişinde bilimin/fiziğin/tıbbın terminatör edasıyla doğaya başkaldırışına karşın sanat, her zaman insanın doğasıyla paralel uyum içinde ve taklit ederek hareket etmiştir. Arazinin, doğanın, şehrin prozodisine veya kaosunu/kitch'ine ilk ses verenler/farkedenler, bulundukları toplumun bu aykırı yabanlarıdır. IQ testi zekanın hızını ölçmektedir; derinlik ise konu dışı.. Eldeki matematiksel ve istatistiki verilerle bilimi ölçü kabul eden küresel hukukun, fikri mülkiyetin dışında sanatın derinliğini yeniden değerlendirmesi için ek okumalar /tartışmalar yaşanmalıdır. ABD kaynaklı yorumların 'intihal' kapsamından çıkartılması için zamana ihtiyaç var...

Nazan Özenç Uçak ve Hatice Gülşen Birinci'nin tanımlamalarının gözden geçirilmesi, sanatta intihal'in yeniden ve ayrı kategoride ele alınması, paragraf içi ek açıklamalar, toleranslarla bilimin kıstaslarının sanata uygulanamayacağının belirtilmesi gerekir. Bu da yetmeyebilir; farklı disiplinlerin katılımcıların görüşleri ve katılımıyla konunun baştan kaleme alınması istenebilir.
Sonuç itibariyle tüm ciddiyetine, bohemliğine, entelektüel belleğine ve radikal reddiyisine rağmen sanat, doğayla senkronize bir oyundur. Ritüelleri ve avcı toplumunun barınağı mağara mekanlarından beri insanoğlu korkularını dizginlemek için taklit/alay ederek, yaratıcısına minnetlerini sunarak, tapınarak, bazen şamanı ile erk'i paylaşarak, korkarak/korkutarak çoğu zamanda tanrısına öykünerek oynadığı bu oyunla sanatı yaratmıştır.
Korkularına kılıf olarak oynadığı bu oyunla sanatı yaratan düşkün ruhların davranışlarını çıplak/reel göz kavrayamaz.
Rasyonel tutulabilir ve amacı uyum içinde bir arada yaşamaktan çok baskılayarak, yeniden kurarak doğaya bir başkaldırı olan ve varlığını kendi yarattığının gerçeğinde arayarak 'sahte' bir gerçek kurmuş olan 'bilim' ile doğal oyununu binlerce yıldır oynayan sanat/çı'yı anlayıp yargılamak biliyoruz ki mümkün değil.
Bilim, günlük hayata ait tekrar eden deneyler, yaşamı ve algıyı kolaylaştıran kullanılabilir pratikler oluşturur/oluşturabilir.
Sanatın ise böyle bir savı yoktur; aksine her sanat üretimi tekrarı olmayan bir kerelik, eşsiz biricik yaratıdır: öykünülse bile taklit edilemez ve asla kopyalanamaz; bu anlamıyla gerçeğin tersyüzüdür.
İşte bundan dolayıdır ki kanımızca bilim insanları Sayın Nazan Özenç Uçak ve Hatice Gülşen Birinci'nin bakışları zaviyesinden ne yazık ki sanatsal üretimin amacını önce anlamak, sonrasında tam ve eksiksiz değerlendirmekse imkansız...

Eğer, Serdar Turgut'u merak ettinizse yazının tümüne bakmanız gerekecektir. Best of Serdar Amca'nın başına gelenler öğreticidir ve merak konusudur.

Van Gogh, Zeki Faik İzer, Serdar Turgut, Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Pablo Picasso'dan Selim İleri'ye; sanatta 'intihal sorunu.. Eğer, İnsan taklit yeteneğine sahip olduğu için gelişen bir canlıysa.. ' Plagiarism / (Ç)alıntı / sanatta 'intihal' olur mu?







Derin ve köklü bir konu; Karga sanatçılar (çalar mı?)

Geçen gün Cumhuriyet, Kültür sayfasında bir haber vardı. Yapı Kredi/ Sermet Çifter Salonu'nda çağdaş edebiyatın baş yapıtlarından sayılan Robert Musil'in Niteliksiz Adam kitaplarından bölümler okunacağını söylüyordu gazete.


'Musil' deyince biraz da bizdeki yansıması Oğuz Atay geldi aklıma.

Robert Musil'in Niteliksiz Adam'ının 'Ulrich'i, Atay'ın Tutunamayanlar'ında 'Olric' olarak vücut bulmuştur.

Tutunamayanlar'da yalnız Musil/Ulrich/Olric benzerliği değil, Oblomov, Don Kişot, Nietzsche, Shakespeare, Dostoyevsky, Gorki ve diğer yazarlardan açık alıntılar/göndermelerle kitaplar//metinler/mekanlarda bu yazarların eş, benzer düşünceleri arasında yolculuk yapıldığını görürüz.

Oğuz Atay'ı içlerinde dolaştığı metinler belli ki derinden etkilemiştir; hatta Tutunamayanlar'ı yazdığı 1968-69'da hala bu kitaplarla duygusal ilişkisini sürdürürken yazma eylemi sırasında açıp bakarak kopya da çekiyor ihtimalinden bahsedilebilir mi?

Oğuz Atay kaynak göstermediğine göre intihal mi yapmıştır?

İntihal (TDK: Aşırma), bir kişinin eserinde başka kişilerin ifade, buluş veya düşüncelerini kaynak göstermeksizin kendisine aitmiş gibi kullanması. İntihal “başkalarının yazılarından bölümler, dizeler alıp kendisininmiş gibi gösterme veya başkalarının konularını benimseyip değişik biçimde anlatma” olarak tanımlanır. (TDK, 2007)

Nazan Özenç Uçak ve Hatice Gülşen Birinci, Bilimsel Etik Ve İntihal-Scientific Ethics And Plagiarism/Türk Kütüphaneciliği 22, 2 (2008), 187-204 yazılarında 'İntihal' sorununu bilim insanı titizliğiyle inceliyorlar ve şöyle söylüyorlar:

Bilimsel araştırmaların doğasında süreklilik ve daha önce yapılan araştırmalardan haberdar olunması gereği vardır. Her bilimsel araştırma daha önce yapılmış araştırmalar üzerine geliştirilir. Yapılan çalışmaların yayın içinde aktarımında bazı kurallara uyulması, yararlanılan kaynakların yine belirli kurallara göre belirtilmesi esastır. Bilimsel araştırma yapma ve araştırma sonuçlarını yayma aşamasında bilerek veya bilmeden yapılan hatalar araştırmanın güvenilirliğini zedelediği gibi ilgili bilim dalına da zarar vermektedir. Bilimsel iletişim sürecinde genelde “etik dışı” olarak tanımlanan bu davranışlar içine “sahtecilik”, “intihal/aşırmacılık”, “uydurmacılık” ve “yinelenen yayın yapma” gibi istenmeyen uygulamalar girmektedir..


Bu kavramlar içinde sıkca karşılaştığımız intihal (plagiarism) sadece akademik çevrelerin değil, sanat ve edebiyat dünyasının da karşı karşıya kaldığı bir sorundur.

(..) Kansu (1994) intihali, bilimsel yanıltma (scientific misconduct) başlığı altında grupladığı üç unsur içinde tanımlamaktadır. Kansu’ya göre bilimsel yanıltma şu üç unsurdan oluşmaktadır.

1. Bilimsel korsanlık (piracy): Başka araştırmalardaki verilerin araştırmacının izni olmadan alınması. Bilimsel etik ve intihal / Scientific Ethics And Plagiarism 191

2. İntihal (plagiarism): Başkalarının fikir, yazı ve çalışmalarını çalarak, aldığı kişilere gereken şekilde atıf yapmadan kendisinin gibi göstermek.

3. Saptırma (fabrication, desk-research, dry-lab): verilerin saptırılması veya var olmayan bilgilerin/verilerin yoktan var edilmesidir (s.72).

Bu gruplamalardan da anlaşılacağı gibi bilimsel yanıltma veya etik dışı davranışların pek çok örneği vardır. İntihali diğerlerinden ayıran temel özellik bilimsel intihalin merkezinde atıfın yer almasıdır. Atıf, temel işlevi; atıf yapan ile atıf yapılan belge arasında bir bağ kurmak olarak tanımlanmaktadır (Smith, 1981, s.84, aktaran Al ve Coştur; 2007, s.144)

Neden atıf yapılır? sorusunun cevabını Garfield (1965, s.189) 15 ana başlıkta açıklamaktadır.

Bunlar: Araştırma konusu ile ilgili çalışmaları yansıtmak ve saygı göstermek; araştırma yöntemi hakkında bilgi vermek; konuyla ilgili önceden yapılan çalışmaların okunmasını sağlamak; yazarın daha önce yaptığı ve/veya başkaları tarafından önceden yapılan çalışmaların düzeltilmesini sağlamak; konuyla ilgili iddiaları doğrulamak veya daha önceki çalışmaların eleştirisini yapmak; daha önceden yapılan yeterince bilinmeyen yayınları ve yakın tarihte yapılacak yayınları tanıtabilmek; bir düşünce veya kavramla ilgili orijinal kaynağı tanıtabilmek; önceden ortaya atılmış iddiaları tartışabilmek, eleştirebilmek ve araştırmada kullanılan verinin doğruluğunu ve gerçekliğini kanıtlayabilmek olarak özetlenebilir.

Ancak intihal sadece yararlanılan kaynağa atıf yapılmaması olarak da algılanmamalıdır.

Nitekim 'Plagiarism.org', intihalin kaynak göstererek ve kaynak göstermeyerek de yapılabildiğini belirtmektedir. ( Plagiarism, 2007)

Aynı kaynağa göre kaynak göstermeden yapılan intihaller arasında şunlar yer almaktadır;

• Hayalet Yazar (The ghost writer): Bir başka kaynaktan kelime kelime tüm bilgiyi almak.

• Mevcut Yazı (The potluck paper): Pek çok kaynaktan alarak kendine ait gibi göstermek.

• Zayıf / Yetersiz Gizleme (Kılık Değiştirme Saklama) (The poor disguise): Paragraf içindeki anahtar kelimeleri değiştirerek gizlemek.

• Kendinden Aşırma (The self-stealer): Kendisine ait önceki bir çalışmadan aynen almak.

• Fotokopi (The Photocopy): Belli bir kaynaktan hiç bir değişiklik yapmadan bir bölümü almak.

• Emek Tembelliği (The Labor of Laziness): Orijinal çalışma için çaba sarfetmek yerine çalışmanın büyük bir kısmını başka kaynaklardan alıntılarla doldurmak"tır.
Evet böyle söylüyor bilim insanı araştırmacılar.  Sayın Nazan Özenç Uçak ve Hatice Gülşen Birinci'nin kanaatlerinin şüphesiz kendi alanlarında derin bir araştırma ve mutabık kaldığımız bir ciddiyetin ürünü olduğunu kabul ettiğimizi söyleyerek devam edelim..


Ne var ki, bilimin repertuarıyla sanatı değerlendirirsek, başta empresyonizmi benimseyen ilk ressamlarımızdan başlamak üzere Cumhuriyet dönemi Türk sanat tarihinin istisnasız bütün önemli ustalarının eserlerini intihalle suçlamamız gerekecektir.. Burada eksen değiştirmemizi gerektiren bir yanılsama/kırılma, paralaks vardır. Devam ediyoruz :


Sanatta 'intihal' hangi koşullarda ahlaki olur; kopyalamanın ne kadarı kabul edilebilir?   Mülki hukukta tüyleri diken diken eden bu hassas soruna orijinalin tekrarıyla bir pencere açalım. Bu defa netameli kavramın asimetrisinden, Kant'ın sağ/sol el uyuşmazlığı metaforunu yeniden hatırlayıp bakalım ....







Sanatçı kendi tablosundan intihal yapmış;  bu günümüz etik değerleri itibariyle ne ifade eder?.. 


Leonardo da Vinci'nin Louvre Müzesi'nde bulunan "Mona Lisa" tablosunun, daha önce gene kendisinin yaptığı aynı tablonun kopyası olduğu ortaya çıktı! 

İsviçre merkezli Mona Lisa Vakfı, Leonardo da Vinci’nin “Mona Lisa” tablosunun tek olmadığını kanıtladı. Paris’teki Louvre Müzesi’nde bulunan “Mona Lisa”nın daha eski bir versiyonu olduğu sanılan “Isleworth Mona Lisa” adlı tablonun, üzerinde yapılan “kutsal geometri” araştırmaları ile karbon ve pigmentasyon testi sonucunda, Leonardo da Vinci tarafından yapıldığı ortaya kondu.
Tablonun orijinalliğini kabul etmeyen bazı uzmanlara karşın, sanat dünyasında, Mona Lisa Vakfı’nı tablo üzerinde analiz yaptırmak için teşvik eden yeterince destek oluşmuştu. Öte yandan, sanat dünyasının İsviçre merkezli kurumun ortaya çıkardığı sonuçlara güveni tam. Vakfın Başkan Yardımcısı David Feldman France 24’a yaptığı açıklamada, “Ben bunun gerçek Leonardo olduğuna yüzde 100 ikna oldum” dedi.

Isleworth Mona Lisa'sı daha eski!

Feldman’a göre; adını Britanyalı eksper Hugh Blaker’ın 1913 yılına kadar sakladığı Londra banliyösünden alan Isleworth versiyonuna yöneltilen eleştirinin, büyük oranda tablonun 17 ve 18. yüzyıl eserlerinin karakteristik özelliklerini taşıyor olmasından kaynaklanıyor. “Fakat karbon testi gösteriyor ki, “Isleworth Mona Lisa” 16. yüzyılın başında yapılmış” diyen Feldman, tablonun Louvre’daki bilinen versiyonunun daha ileri ve daha kaliteli olduğunu kabul ediyor.
Karbon testinin yanı sıra İtalyan geometrici Alfonso Rubino, Mona Lisa’nın Isleworth versiyonuyla Leonardo da Vinci’nin “Viruvian Man” (Vitrivius Adamı) eskizini karşılaştırmış ve “Isleworth Mona Lisa” versiyonunda da aynı geometrinin kullanıldığı sonucuna vardı. Feldman, Da Vinci’nin günümüzde Louvre Müzesi’nin duvarında asılı olan Mona Lisa’yı yapmadan önce, Isleworth versiyonunu yarım bıraktığını düşünüyor.




***



İntihal (çalıntı) suçlanmasıyla birçok yazar karşı karşıya kalmıştır.


Orhan Pamuk'un kitaplarındaki bazı bölümlerin başka kitaplar ve yazarlara ait eserlerden esinlendiği söylenmektedir. Bazı romanlarındaki belli kısımların tamamen alıntı olduğu öne sürülmektedir. Hürriyet gazetesinde Murat Bardakçı 26 Mayıs 2002 tarihinde belgelerini ortaya koyarak yazarı, sahtecilik ve intihal ile suçlamıştır. Murat Bardakçı'ya göre Orhan Pamuk'un Benim Adım Kırmızı romanı, hikayesi ve anlatım şekli ile Amerikalı yazar Norman Mailer'in 'Ancient Evenings' adlı romanının bir kopyasıdır. Ayrıca suçlamalara göre Orhan Pamuk'un Beyaz Kale adlı romanı Fuad Carım'ın 'Kanuni Devrinde İstanbul' isimli eserinden birebir pasajlar içermektedir. Orhan Pamuk günümüze dek bu konuyla ilgili herhangi bir açıklamada bulunmamıştır.

Bu konular internet sitelerinde fazlasıyla yer bulmaktadır.

Edebiyat konusunda başkalarının söylediklerini, yazdıklarını aktarmakla yetindim. Konu uzmanlık istiyor. Plastik/Kavramsal sanatlar konusunda ise ilk önce yıllar ötesinden bir örnekle başlayalım.

Yıl 1986; Yalçın Karayağız adında genç bir ressam, bir kuruluşun düzenlediği resim yarışmasında ödül alan resmini National Geographic dergisindeki bir fotoğraftan bire bir kopyalamıştı. Sanat dünyası mutad üzere bir bardak suda fırtınalar kopardı, uzmanlar 'intihal' diye ayağa kalktı; basın konuyu günlerce işledi. O gün boş yere suçlanan Yalçın Karayağız'a açıklama hakkı tanınmadığını biliyoruz.

18 Ekim 1986 tarihli Cumhuriyet gazetesinin arka sayfasında altı sütun üstünden yaklaşık tam sayfaya yakın bir haber yaparak örnekleriyle konuyu okuyucularla paylaşmıştık. Sanatın ölçüleriyle 'intihal' diye bir kavramın olmaması gerektiğini o gün yazdık; bugün de söylemeye devam ediyoruz. Aynı konu değişik zaman ve nedenlerle Yeni Dergi, Milliyet Sanat, Varlık gibi periyodik yayınlarda özel sayı kapsamında çeşitli kereler ele alınmıştır.

Bugün Yalçın Karayağız,  mesleğindeki başarıyla adından söz ettiren bir ressam ve halen Mimar Sinan Üniversitesi'nin dekanı . Geçmişte abuk/sabuk yazarlarca ödülünün geri alınmasının bugün hiçbir anlamı yok. Ucube haline sokulmuyor artık bu tür konular; 'fotografik gerçekçilik' bugün 'sanat mı intihal mi?' absürdlüğü içinde tartışılmıyor bile. Süreç sanatçıyı akladı. Devşirmeler cemaatini oluşturan sanat yazarlarını ise demokrasinin sınırlarını genişlettiği zaman doğrulamadı.. O gün için sanat eleştirmenlerinin ve ilgili çevrenin toplu infazı yüzyıllık bir gecikmeyle Türkiye'nin Dreyfus Davasını yarattı. Bilindiği gibi 1894 yılında Yüzbaşı Alfred Dreyfus'un savunmasını Emil Zola yapmıştı. Bütün bu absürd davranışlar, çehreler değişse de biteviye yenileniyor; eskiler ise tarihin sayfalarında bizi gereksiz yere meşgul eden anlamsız tavırlar olarak kalmaya devam ediyor ...






Hegel, 'normal' insanın 'delilik' denilen açmaza gerilemesinde malum hali sorgularken çarpıcı saptamalarda bulunur: Asıl soru, özne denilen toplum tarafından belirlenmiş halin, delilik haline hangi radikal çıkışlarla ulaşabildiği, normallik duyumuzu yerinden ederken onu durdurmak için hangi yollara başvurduğumuzdur. Delinin rencide ettiği, aklımızı ters yüz ederken umursamadığı normlarımızdır. Onun jesti, doğaya karşı savaşmak amacıyla yerinden edilmiş aklı koruma altına almak için birleşen toplumun negatif etkenliğini ifşa eder. Ya da sanat bir oyundur (mu?) Bilim insanlarının ciddiyetiyle bu oyun oynanamaz (mı?)

16 NİSAN 2006 HABER X ', Alman Gazetesi Deutsche Welle'nin Dagmar Wittek imzalı bir haberini yayımladı. Wittek, 'Picasso'ya Hırsızlık suçlaması' başlığıyla verdiği haberininde şöyle yazar: Güney Afrika'daki ilk büyük Picasso sergisi kavgaya neden oldu. Ünlü İspanyol sanatçı Picasso`nun eserleri, Güney Afrika`da Johannesburg'tan sonra Kapstadt'ta sergilenmeye başladı. Picasso'nun 85 eseri, 25 Afrika heykeliyle birlikte Kapstadt`ta sergilenirken, Güney Afrika Kültür Bakanlığı'nın çıkışı herkesi şaşırttı. Güney Afrika Kültür Bakanlığı Sözcüsü Sandile Memela, Picasso'nun bir düşünce hırsızı olduğunu söyledi. Afrika`da sanat dünyasının beyazların elinde olduğunu ve artık değerlerin değişmesinin zamanının geldiğini savunan Memela, 'Birçok büyük sanatçı ya da yazarın bugünkü konumlarına hırsızlıkla gelmiş olması üzücü. Yaptıklarını uyarlama, ödünç alma ya da etkilenme olarak da tanımlasalar, sonuçta bu hırsızlık. Picasso'nun, bu yaratacılığını bize borçlu olduğunu itiraf edecek derecede kendine güvenli ve alçakgönüllü olabilmesi gerekirdi' diye konuştu.






Afrika maskları ve heykelleriyle Picasso'nun eskiz, çizim ve resimlerinin karşılıklı sergilenmesi, Picasso'yla Afrika arasında bir ilişkinin varlığını açıkça gösteriyor: Net çizgiler, basitleştirme, köşelilik. Güney Afrikalı Bakan Memela, Kübizmin başlangıcı ve kökeninin Afrika`da yattığını ve Picasso`nun Afrika sergisinin de Afrika sanatının uluslararası bir sanat akımını nasıl etkilediğini göstermesi gerektiğini söylüyor. Güney Afrika hükümeti öfkeli: Bu durumun ne medyada ne de Güney Afrika sanat çevrelerinde yeterince dikkate alınmadığı inancı, Güney Afrika hükümetini öfkelendiriyor. Beyazların Afrika'ya hiçbir zaman saygı göstermediğinden şikayet eden Memela, Afrika hakkında anlatılan herşeyin beyazlardan kaynaklandığını ileri sürüyor. Bakanlık sözcüsü, beyazların çıkarlarının bunun böyle kalmasında yattığını ifade etti. Kendisinin her şeyden önce Afrika'nın Kübizm akımının gelişiminde oynadığı role önem verdiğini anlatan Memela, Afrika'nın kendine güvenini arttırmak için bunu vurgulamak gerektiğini söyledi. Memela, yüzyıllar süren sömürgeciliği ve 50 yıl süren ve bundan 12 yıl önce sona eren Apartheid rejimini suçluyor. Bu dönemde siyahların sanat eğitimi almasının tabu olduğunu, onlara en fazla ilkokul eğitimi alma olanağı verildiğine dikkat çekiyor. 'Bu artık değişecek!' diyen Memela, yeni ve demokratik hükümetin hedefinin, bir Afrika rönesansıyla Afrikalıların kendine güvenini artırmak ve dengeyi sağlamak olduğunu belirtiyor.

Görülüyor ki, 'bana lazım olan her şeyi dünyadan sanatım için sorgusuz sualsiz alır kullanırım' diyen Pablo Picasso'da 'intihal' ile suçlananlar listesinin başında yer alır.

Sanatta İntihal/(Ç)alıntı/aşırma/esinlenme sorunun yüzyıllardır kafa yoran ve cepheleşmelere neden olan bir konu olduğunu ve bu nedenle de pek çok 'doğru'nun olduğunu biliyoruz.

Hayat, çoklu bedenlerde yaşamamıza, dededen toruna artiküle etmemize karşın benzersiz öznellikler üretir. Tekrarın motoru, itici gücü 'başarısızlık' olmadığı gibi olumsuzlama bir eksiklik ya da kusur değildir; fark üretiminin aşırı olumluluğudur.. Uygarlığımızı da yaratan tarih parantezinde yer alan bu diyalektiktir. Başarısızlığın atıfları sayılan özdeşlik veya benzerlik ki bunların her ikisi de sadece fark temelinde, farktan yola çıkarak belirgin talep olur.. Burada gösterdiğimiz çabayla bizim gibi birçok toplum gözlemcisi sanırım aynı kanıyı paylaşacaktır. Deleuze de eser/ler arasındaki farkı arayan dedektif zihniyete haiz izleyicilerin esas olan muammayı kaçırdığının bilincinde bir düşünürdür..




Tekrarın imkanı, tekrar etmenin imkansızlığının gösterisiyle sınırlıdır!


Deleuze’e bakarsak 'hiçbir kavram tek bir parçadan, tek bir öğeden oluşmaz bu yüzden her kavram komplekstir ve bir çokluk belirtir. Bu parçalar hem birbirlerinden ayrıdır hem de birbilerine temas ettikleri ya da birbirlerini kestikleri sahalar söz konusudur. Bu ayırtedilemezlik eşikleri en nihayetinde ayrı birer konsept ifade edecek olan çokluklar arasında da mevcuttur. Kavramlar dahili tutarlılıklarını parçalarının örtüştüp içiçe geçtiği bu sahalardan, dışsal tutarlılıklarını da diğer kavramların aynı düzlemde oluşturdukları bağlantılardan alırlar. Deleuze’ün kavram kavramının diğer bir önemli özelliği de kavramın bir şeyin özünü ifade etmekten ya da zamansal-mekansal bir eksende konumlandırmaktan ziyade bir yeğinlik ekseni boyunca dizilim ifade etmesidir. Bu yeğinlik ekseninde kavramların bu parçalı yapısı ve bu parçaların çakışma, örtüşme ve kesişme ilişkileri bir yapbozun parçaları gibi birleştirilince ortaya bir bütün çıkaracak bir dağılım arz etmez. Kavramları birbirine bağlayan köprüler her zaman için hareketli köprüler' olduğunu ifade eder... Alenka Zupancic'in Komedi Sonsuzluğun Fiziği kitabındaki Tekrarın Kavramsal Sorunları bahsine sıçrayalım bunları unutmadan: Sayfa 147'de Deleuze'ün Fark ve Tekrar adlı eserinde değinir 'Temsil tarzına tekabül eden fark dışsal farktır. Temsil düzeyinde fark her zaman iki kendilik veya iki kimlik arasındaki fark olarak zuhur eder.' der Kierkgaard'dan aktarır ; Yasanın hüküm sürdüğü yerde' tekrar' kesinlikle mümkün değildir; mucize saflarına aittir o..



Elin Diamond, Unmaking Mimesis kitabında yer alan Mimesis ve Taklit yazısında, bu eylemin eğleyicisi olan egoyu, 'geçişken, değişken ve öznenin diğerleriyle paylaştığı psişik tarihin bir çökeltisi, esasen tiyatral bir kurmaca' olarak tanımlar. Nietzsche ve Felsefe'deyse "Eğer bir şeyin hangi kuvvet tarafından ele geçirildiğini, sarıldığını, kullanıldığını ya da onda hangi kuvvetin ifade edildiğini bilmiyorsak, o şeyin anlamını da hiçbir zaman bilemeyiz. Bir fenomen, bir görünüş ya da bir ortaya çıkış değil, mevcut bir kuvvette anlamını bulan bir belirti, bir göstergedir…Anlamı çoğul olmayan tek bir olay, tek bir fenomen, tek bir sözcük, tek bir düşünce yoktur. Herhangi bir şey onu ele geçiren kuvvetlere göre kimi kez böyle, kimi kez şöyle, kimi kez daha karmaşık bir şey olur" der Deleuze. Belli bir gerçeklik türü olarak 'taklit', kullandığı malzemeden ötedir. Daha fazlasıyla bu eylemin sosyal psikolojisi ve performansın patolojisiyle birlikte okunmalıdır. Aktörün, sanatçının yeniden canladırması olarak mimesis, aktüel, şimdi, burada gerçeğinin tebaruz ettiği örtülü performatif hakikatı açmakta, mülkiyet fetişizmine payanda olan ekonomizmin sınırlarını genişletme yönünde bir çağrı dile getirmektedir. 

Karmaşayı çözecek olan ilk nedendir. Nasıl bir sanat yapıtını oluşturan değer, sanatçının öncelikle onu 'sanat' olarak tanımlamasıysa, bir intihali sanattan ayıran esas öğe de sanatçının niyetidir.

Taklit olması, niyetin kötü olması anlamına gelmez. Ama kopyaya kendi imzasını atmadan, eseri diğer eserden yorumda ayrıştırmanın önünü perdelerse, o zaman durup düşünmek gerekir. Gene de günümüzde hayatla sanatın karıştığı bu post modern dünyada, hangi davranış ve üretimlerimizin bizim olduğu, hangilerini etkilenerek sermaye yaptığımız tartışılır. O zaman takit nedir cevabından 'hiçbirisi' şıkkını işaretleyerek azat olmak için, sanatçının bütününde 'kopya'nın yerinin ne olduğunu sorgulayacağız.. Bir sanat felsefesinin peşine takılan sürekli üretim mi, bir kaçamak, tek kerelik bir ilişki, kap kaç mı? Böyle yaptığımızda bile Picasso' örneğine bakarak doğru cevabı bulmak, her zaman mümkün olmayabilir. Hukukcuların aksine suçlamamak, durumu anlamaya çalışmak en iyisidir...

Bedri Baykam, Barcelona Picasso müzesinde, Picasso'nun ünlü sözünü alıp altına kendi ismini yazan milyar dolarlık gizemli çağdaş sanatçı / grafitici Banksy'nin eseri önünde keyifle fotograf çektirmiş; problem yok! ..

"Kötü sanatçılar taklit eder, büyük sanatçılar çalar"









Kültürün tekilliği, çoğulluğu yazısında Semih Gümüş, Terry Eagleton'a başvuruyor: Zaman içinde, ileri kültür ile geri kültür kavramlarının güç ve iktidar kavramları olduğu da anlaşıldı. Kültür Yorumları’nda, bazı kültürlerin öbürlerinden üstün olup olmadığını sorgularken, “Sadece bir çeşit kültür olmak kendi içinde bir değerdi; ama bir kültürü diğerinin üstüne çıkarmak,” diyor Eagleton, “Katalanca gramerinin Arapçanınkinden üstün olduğunu savunmak kadar anlamsızdı.” Bunları pekâlâ çoğatabiliriz: sözgelimi Batı kültürünün Doğu’nunkinden, Fransız kültürünün Ugandalı'nınkinden üstün olduğunu söylemek de o denli anlamsızdır. Her kültür, kendi bulunduğu yerden çıkmıştır, o yere göredir ve o yeri aydınlatırken öteki bütün kültürlere kendince katkıda bulunur. Biz istesek de istemesek de. Gezegenimizde bütün bütüne soyutlanmış ve saf halde duran kültürler var mıdır? Amazon’un keşfedilmemiş yerlilerinki mi acaba? “Bütün kültürler iç içedir,” diyor Edward Said, “hiçbiri tek ve saf değildir, hepsi melez, heterojen, son derece farklılaştırılmış ve hiçbiri tek parça değildir.” Anadolu gibi, neredeyse doğadan çokkültürlü dünyalarda birkaç bin yıl değil yalnızca, birkaç yüzyıl bile farklı kültürleri ortaya çıkarmaya, birbirine karıştırmaya, melez kültürler, dolayısıyla melez kişilikler ve kimlikler yaratmaya yetebilir.. Melezlik yalnızca kültürler arasında değildir; onun yaratıcıları, birbirlerinden beslenirler. Egalton'un dediği gibi sanatçılar arasında sarp geçitler, anlamlı bağlantılar, kategorik perçinler, esnek menteşeler, elastiki sınırlar, imkanlar, ortak denizler vardır.  Jung'u hatırlayarak kolektif mitlerin güncel faunaya yansıyan görüntülerini, endişelerini oluşturduğunu, kimsenin kendi adacığında özgürlük nakaratların yepyeni, gayri maddi bir literatür yaratamayacağını söyleyelim ve devam edelim..

Paul Gauguin 'in ünlü özdeyişidir 'Art is either plagiarism or revolution' ; peki çığır açan ünlü ressam burada ne demek istemiştir?..

Biz sanatta intihal olmadığını söylerken, Kierkegaard 'Tekrar eden, tekrarın imkansızlığının ta kendisidir' diyor.. İnsan türünün yaratıcı etkinliği tek bir kimsenin, sosyal süreçten kopuk eseri olabilir mi? Etkilenmek, fikirlerimizi mübadele etmek, birbirimizi taklit etmek meşru mudur?


Fikrin sahibi, düşüncenin mülkiyeti olur mu? Mülkiyet haklarını titizlikle savunan çağdaş batı, patentleri koruma altına alıyor; telif hakları üzerinden kültürün bireysel etkinliğini, sanki her şeyden bağımsız bir sürecin benzersiz ürünü imişcesine tekelinde tutmayı idealleştiriyor. İnsanoğlunun kolektif bilincinin eseri entelektüel birikim, özelleştirme sarmalına büyük bir iştahla yuvarlanıyor. Diğer endüstriyel alanları es geçelim; peki sanatsal üretimde ç/alma, intihal (plagiarism) mümkün müdür? Şimdi de kendi itiraflarıyla Selim İleri'nin eseri üstünden bakalım.. Günümüz romancısı Selim İleri, Halit Ziya Uşaklıgil'in eserini yeni baştan yazıyor. Tipik bir intihal vakası diyebiliriz olaya nereden baktığımıza bağlı olarak. Zaten kendisi de bu bağlantıyı açık açık vurguluyor. 616 Sayılı Radikal Kitap Eki'ndeki yazısından okuyalım: 'Kırık Deniz Kabukları’nı 1993 yılında yayımlamıştım; çok severek yazdığım bir romandı. O yıllarda sessizlikle karşılanmış, üzerinde hemen hiç durulmamıştı. Kırık Deniz Kabukları, Halid Ziya’nın hüzünlü eseri Bir Acı Hikâye’nin ‘roman’ıydı. Mehmet Rauf’un Eylûl’üne, Yakup Kadri’nin Nur Baba’sına yoğun göndermelerle yazmıştım Kırık Deniz Kabukları’nı.' Peki Selim İleri, Halit Ziya'nın romanını inthal ederek, ç/alarak okuru yanıltmış, iki eser arasındaki farkı ortadan kaldırmış mıdır? Yaygın kanının aksine bizce değildir. Emek süreci, insanın varoluşunun bütün toplumsal aşamalarında ortaktır. " Üretken emek, yeni ürünü dönüştürürken kendi değerleri de ruh göçümüne uğrar. Tükenmiş bedenden ayrılıp yeni yaratılmış olana geçerler."  Kap. 1/222 
Zaten Deleuze'de daha geniş perspektiften baktığında şu saptamayı yapabiliyor: ' Tekrarın itici gücü, bir başarısızlık, bir eksiklik, bir kusur değil, fark, üretimin katıksız, aşırı olumlanmasıdır.' Daha fazlasını tekrar etmeyelim; tartışmanın ucu açık kalsın..

http://kitap.radikal.com.tr/Makale/gunumuze-etkisiyle-350712


Best of Serdar Amca!

Bu yazıyla uyumlu 'intihal' kavramının görünmez etki alanlarının kurbanı olduğunu ifade eden 'Best of Serdar Amca' yazısıyla 19 Kasım 2009 tarihinde Serdar Turgut, konuya bodoslama giriyor.

Turgut, yazısının bir bölümde şunları söylüyor :

"Okuyucularıma bir açıklama ;

Yıllardır abi dediğim tecrübeli arkadaşımın tavsiyesiyle bir süredir internet ortamıyla bağlantımı kopardım. Haber de izlemiyorum. Sadece arada bir kısa süreliğine twitter'a girip arkadaşlarım ne yapıyor diye bakıyorum. Bir mesajda benim 1996'da yazdığım ve geçenlerde tekrar yayınladığım yazının Colin Bowles adlı bir yazarın kitabından alındığı gösteriliyordu.

Bu konuda hemen yazacaktım ama bir süre, ilk defa bugünlerde duyduğum Colin Bowles ve kitabını acaba eski bir dönemde hakikaten okumuş muyumdur diye araştırdım. Kitabın kapağı, yazarının ismi, içeriğinden bakabildiğim bölümler hiçbir çağrışım yapmıyordu. Kitabı alıp okumadığım kesin de belki acaba yurtdışına gittiğimde bir kitapçıda satın almadan okumuş muyumdur diye düşündüm. Çünkü bu mümkün. Ben her yurtdışı gezimde günlerimi içinde kahveci olan kitapçılarda geçiririm. Okuduğum her kitaptan, her makaleden notlar alırım. Eski bir adam olduğumdan hala daha indeks kartlarına alırım notları. Bu notlar aynen kullanılmak için değil, ileride bana fikirler vermesi içindir. Böyle bir süreç yaşayabilmiş olabilir miyim diye düşündüm. Çünkü çocuk yazımda kullanılan fikirler ile Bowles'in kitabındakiler arasında beni şaşırtan ve rahatsız eden benzerlikler vardı.

Mizah yazarı olmaya karar verdiğim ilk günden bu yana, mizahçıların yazılarını okumaya ve şovlarını seyretmeye özel önem veririm. Mizahın bu özerk alanı benim için ciddi bir çalışma alanıdır. Klasik mizahçılardan bazılarının (Henny Youngman, Rodney Dangerfield, Woody Allen) mizahlarını ezbere bilmeme rağmen hala daha hemen her gün okurum. Onlar bana zihin açıklığı sağlar, ipuçları verirler.

Bunlar tabii ki meşhur olanlar. Mizahın bir de amatörler tarafından icra edilen alanı var. Orada başka fikirlerden beslenen amatörler, mizah denemeleri yapar. Böylece espriler yayılır, yayılırken de anonimleşir. Ben bu anonim alanda hala daha her gün uğraşıyorum. Okuma mesaimin önemli bölümünü burada yapıyorum. Beni güldüren her malzemeyi not alırım.

Ancak çocuk yazısının yayınlandığı 1996 yılında interneti bugünkü gibi yoğun ve derin kullanamıyordum. O günlerde mizah dünyasından beslenmelerimi daha çok televizyondan ve videolardan yapıyordum. Amerikan mizahının patlama yaptığı 1970'li yıllardan bildiğim bütün komedi şovlarının videolarını o dönemde almıştım. Daha da önemlisi komedi kulüplerindeki şovlardan derlenmiş kasetlerim de vardı. Bu komedi kulüplerinde bazı geceler 'Improvisation night' diye adlandırılır. O geceler amatörler birbiri ardına sahneye çıkıp spontane espriler yapar. Özellikle bu alan, kaynağı aslında belli olan esprilerin anonimleşmesi alanıdır.

Amatörler de orada bir ticari kaygı olmadığından başkalarından aldıkları esprileri diğer amatörlerin önünde yaparlar. Ben o yıllarda bu kaynağı keşfettiğimde çoğunu dikkatle seyretmiş ve üzerine çalışmıştım. Bir ihtimal o yılda o kasetlerden bir tanesinde bahsi geçen kitaptan alınmış bir espriyi dinlemiş olabilirim. Aradan çok zaman geçtiği için kesin bilmiyorum ama olasılık olduğunu inkar etmek mümkün değil.

Komedinin anonimleşmiş alanında dünyadaki her komedyen birbirinden beslenir. Meşhur Jay Leno hala daha her gece komedi kulüplerine gider ve yeni malzeme arar. David Letterman geçen akşam monoloğunda bir espri yaptı. Ben kendi içimden 'Bunu biliyorum' dedim. O da seyirciye 'Ne kadar eski ve bilinen bir espriydi değil mi' diyerek durumu kurtardı. Çünkü o espri Henny Youngman'a aitti.

Dediğim gibi ben o kulüp şovlarından bir tanesinde yazımda kullandığım malzemeyi duymuş olabilirim.

Ancak bunun dahi olduğunu sanmıyorum. Çünkü çocuk yazısındaki, gece ağırlık taşıma esprisini ben bir Amerikan televizyon komedi şovunun içinde gördüm. Carol Burnett şov olabilir, şimdi tam emin değilim. O şovda evin bütün ahalisi yaşayan ölüler gibi gece boyunca ağırlıkla dolaşıyorlardı. Bunu ileride müsait bir yazıda kullanmak için not aldığımı hatırlıyorum.

Keçi esprisi ise o yıllarda Fransız köylülerinin yerel idareleri protesto için yerel toplantılara keçi sokmalarından esinlenmişti. Bunu bir televizyon haberinde mi yoksa bir Fransız filminde mi gördüm, şimdi hatırlamıyorum. Kitabı aynen yanıma koyup yazdığımı düşünelim. Benim oradaki 'keçi' kelimesini kurban olmaktan kaçma duyarlılığındaki mandaya değiştirmem çok mu zor olurdu yani! Ama öyle bir süreç yaşanmadı. Hatta keçi salmayı TBMM'ye keçi salındığında hangi parti hangi tepkiyi verirdi diye bir siyasi mizah malzemesi olarak da not almıştım ama daha sonra çocuk yazısında kullandım.

Ahtapot esprisini ise o dönemde bir çizgi filminde gördüğümü ve çok güldüğümü hatırlıyorum. Bu maddeyi de oradan esinlenmiştim.

Ben 25 yıldır her Allah'ın günü mizah yazıyorum. Meşhur mizahçılar gibi ekibim, araştırmacılarım olmadığından her gün durmadan okumak ve seyretmek zorundayım. Comedy Central favorim şu aralar.

Biliyorsunuz aynı konuda geçenlerde ikinci yazıyı yazdım. Eğer ondaki maddelerde de bahsi geçen kitapta yer alanlar ile benzerlikler bulunursa bu çok ilginç olur. Çünkü o yazı üzerine hiç ön çalışma yapmadım. Sadece çocuk büyütmede kendi deneyimime dayandım. Ancak buna rağmen yine de benzerlikler olabilir. Aslında dünyadaki tüm mizahçılar birbirlerinden ve temelde aynı kaynaklardan besleniyor.

Geçen gün daima çok severek okuduğum Jack Handey'den başlığını aldığım 'Derin düşünceler' yazısında 2012 ile ilgili bir espri yaptım. Yazımın yayınlandığı günkü New York Times'ta espri aynen yer alıyordu.

Yeni yıla kadar bağlantıları koparıyorum. Sadece kitap okuyacağım ve yazı yazacağım. Bir de sadece twitter'daki arkadaşları özledikçe onlara 'Merhaba' diyeceğim o kadar. Bu arada Woody Allen'in 'The Insanity Defense' adlı kitabını tekrardan okuyorum."



***



Kolektif bilinci bir kenara bırakırsak, Manet'nin kendini taklit eden tüm empresyonist ressamları, Pablo Picasso ile Georges Braque'ın eserlerinin izinden giden genç kübistleri mahkemeye vermesi gerekirdi.. Bir sanat akımı, bir tarz yaratmaktan vazgeçtik, açık/bariz etkilenmeler bile 'sanat' tarihinin sıradan gerçekleridir. Ekollerde yer almak, bir üslubu tekrar etmek tartışma ve suçlanmanın nedeni, ç/alıntı ya da intihalin konusu olamaz.. Çağdaş sanatın indirgemeci, minimal eğilimleri ilk kez Rus ressam Kazimir Maleviç ile konstrüktivist Tatlin tarafından kullanıldı. Joseph Kosuth'tan Sarkis'e kadar muhayeleleri ve kelimeleri aynı benzerlikle aktaran neonlar yüzlerce çağdaş sanatçının ortak materyali oldu. Malzeme üstünden kimse fetişizme düşmedi; pazarda tekel yaratmak, evrensel dönüşüme el koymak, kolektif birikimden daha fazla pay almak için kimse kimseyi bugüne kadar intihalle suçlamadı..

http://www.kuadgallery.com/tr/exhibition/joseph-kosuth-uyanma/basin/






Sanatın diliyle, Bilimin lisanı farklıdır!..


Serdar Turgut'un dediklerini kenara not edip, yola devam ediyoruz. Eseri üreten, tabii ki biricik ve orjinalliğini başkalarıyla paylaşmak istemez. Ama kaynak eserin anonim köklerden beslenmiş olması, bu kök ve toplumsal bellekten başka eserlerin de oluşturulabileceği gerçeğini perdelememesi gerekir. Bilim insanlarının ise konuya bakışı bambaşkadır. Daha çok konuyu pozitif temelde, yararlılık, fayda şablonuyla değerlendiren bilim kamuoyu, esinlenmeye bile önemli ölçütler getirmektedir.

Sanatın ve bilimin bu konuda iki farklı dil konuştuğunu açıklıkla görüyoruz.

Sanat eserlerinde hukuki süreci inceleyen Filiz Ceritoğlu Sengel'in esinlenme nerede biter intihal nerede başlar konusunu işlediği "Fikir ve Sanat Eserleri Hukukunda İntihal ve Esinlenme " kitabı ise önemli bir kaynaktır demiştik.

Sanatın kurguladığı bu oyunun kuralları ise yaşamın ve bilimin kurallarıyla koşutluk oluşturmayabilir gerçeği, 'esinti' hoşgörüsünde ayrı bir paragraf oluşturuyor..

Kitapta yer alan yargı muktezaları eşliğinde konu akademik bilirkişilerin kurumsal disipliniyle irdelemektedir. Avukat Sn. Filiz Ceritoğlu'nun kitabının konuya getirilen açıklamalarla yeni kültürel hasatlara olumlu anlamda zemin hazırlayacağını umuyoruz. Dava konusu örneklerle zenginleştirilmiş kitap, Türkiye'de bunlar da oluyormuş dedirten keyifli hikayelerle akıcı roman kıvamında bir okuma sunuyor. Bildiğimiz kadarıyla kapak konusu yaptığı ismiyle alanındaki tek özgün çalışma olan bu telif eser sanatçıların mutlaka kitaplığında bulundurması gereken bir ürün.

Yüksek lisans çalışması olarak yayınlanan ürünü Ceritoğlu'nun web ortamında araştırmacılarla paylaşılması da takdire değer.


http://www.belgeler.com/blg/1d14/fikir-ve-sanat-eserleri-hukukunda-intihal-ve-esinlenme-plagiriarism-and-inspiration-in-the-law-of-intellectual-works-and-artworks








https://tr.pinterest.com/mernies1936/artberyl-cookfernando-botero

https://www.google.com.tr/search?q=beryl+cook+prints&espv=2&biw=1093&bih=534&source=lnms&tbm=isch&sa=X&ved=0ahUKEwig_bq4y6zMAhWDJZoKHbVcBoIQ_AUIBigB



Osman Hamdi Kaplumbağa Terbiyecisi 1906 ..
Genco Gülan 2012 ..





















Dünya sanat tarihine baktığımızda Van Gogh'dan Zeki Faik İzer'e Rembrantd, Goya'dan Amerikan Popart kurucularının tekrarlarına, Ulvi Cemal Erkin'den (anonim köçekçe vd.), Rimsky Korsakof, Çaykovsky gibi halk ezgilerini yeniden seslendirmede; Robert Musil / Oğuz Atay simetrisine kadar sayısız örnekte 'diğer' ressamın, müzikçinin, yazarın, sanatçının izleri üzerinde yol alan yeniden üretici- yaratıcıları görürüz.

Sanatsal üretimde her yeniden yaratım, kopya bile olsa yeniden bir inşa ve yorumdur.

Sanatçı istese de bir başka eseri taklit bile etse bile ancak bunu yeniden oluştururken varlığının nedeniyle bağ kurarak yeniden yorumlamakta ve farklı bir aksanla eserin yeni vechelerini oluşturmaktadır.

Bethoven'den Mozart'a icra edilen her piyano eseri nasıl bir yeniden vücuda gelme ise bu plastik sanatlar için de geçerli bir kavram olarak eserin kısmen veya tamamen yeniden işlenmesi, taklit edilmesi değil, yaratılması olarak görülmelidir. Ucu açık bir tartışmayı içinde barındıran bu paradoks eleştiriye açıktır.

Toplumsal bedenin her soluk alıp vermesiyle sürekli genleşmesi/genişlemesi sosyolojik terzilere ek mesai olanağı sunar.

Sürekli patronlar, kalıplar/şablonlar, kategorilerle oluşan bu fiili durumu, toplum komiserleri kategorize ederler.

'Disiplinler' dediğimiz kavram, toplumun inşa sürecinde insanın gözlemiyle oluşan iradi tanımlamalardır. İnsanoğlu kendini adlandırır/anlamlandırırken yeniden yeniden tanımlarken, rüştünü ispat eden ergenin başkaldırmasıyla yeni tanımlara ihtiyaç duyuluş, yeni faaliyet alanı olarak disiplinlerarası geçişler yeni çağın kodlarını oluşturmuştur.

Kaostan ortaya çıkan yeni toplumsal jargonlar, renkler/sesler, kıvrak ritmler, makamlar bilimden önce 'sanat' tarafından görülüp algılanmış ve yorumlanmıştır.

Arazinin, doğanın, yerin, şehrin tabiatının prozodisini ilk farkedenler, alınlarında ışığı taşıyan sanatçılar, toplumun yabanlarıdır. Bilimin ve hukukun bu yorumları 'intihal' kapsamından çıkarması için zamana ihtiyaç vardır.

Nazan Özenç Uçak ve Hatice Gülşen Birinci'nin tanımlamalarının gözden geçirilmesi, sanatta intihal'in yeniden ve ayrı kategoride ele alınması, paragraf içi ek açıklamalar, toleranslarla bilim kıstaslarının sanata uygulanamayacağının belirtilmesi gerekir. Bu da yetmeyebilir; farklı disiplinlerin katılımcıların görüşleri, düşünürlerin katılımıyla konunun baştan kaleme alınması istenebilir.

Sonuç itibariyle tüm ciddiyetine, bohemliğine, entelektüel belleğine ve radikal reddiyesine rağmen sanat bir oyundur. Ritüelleri ve avcı toplumunun barınağı mağara mekanlarından beri insanoğlu korkularını dizginlemek için taklit/alay ederek, yaratıcısına minnetlerini sunarak, tapınarak, bazen şamanı ile erk'i paylaşarak, korkarak-korkutarak çoğu zamanda tanrısına öykünerek oynadığı bu oyunla, sanatı yaratmıştır.

Korkularına kılıf olarak oynadığı bu oyunla sanatı yaratan düşkün ruhların davranışlarını rasyonel tutulabilir bir gerçek olan 'bilim' ile yargılamak mümkün değildir.

Bilim, günlük hayata ait tekrar eden deneyler, yaşamı ve algıyı kolaylaştıran kullanılabilir pratikler oluşturur, oluşturabilir.

Sanatın ise böyle bir savı yoktur; aksine her sanat üretimi tekrarı olmayan bir kerelik, eşsiz biricik yaratıdır: öykünülse bile takit edilemez ve asla kopyanalamaz; bu anlamıyla gerçeğin tersyüzüdür.

İşte bundan dolayıdır ki kanımızca bilim insanları Sayın Nazan Özenç Uçak ve Hatice Gülşen Birinci'nin bakışları zaviyesinden ne yazık ki sanatsal üretimin amacını önce anlamak, sonrasında tam ve eksiksiz değerlendirmek mümkün değildir.


E. Çetin
Cunda-21/11 2009

not/ yazı aralıklarla çeşitli zamanlarda yeni örneklerle güncelleştirilmiştir


Nazan Özenç Uçak / Hatice Gülşen Birinci, Doç. Dr. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü.Uzman. Bilkent Üniversitesi Halil İnalcık Osmanlı Araştırmaları Merkezi.

http://stumpffi.pau.edu.tr/siteler/yonetim/etikKurul/2070-4100-1-PB.pdf

Av.Filiz Ceritoğlu Sengel / Fikir ve Sanat Eserleri Hukukunda İntihal ve Esinlenme /Seçkin Yayıncılık 2009

Ulus Baker, Y.F.Birikim Y. 2009 - 187/246/247 s.


Konuyu tamamlayacak diğer yazılar :

Zaman Gaz. 15 Mart 2009 Pazar, 'Şimdi de resimde intihal polemiği'

Ressamlar fırça darbesini birbirlerine vuruyor - İntihal Polemiği

Yeni Dergi, İntihal Saysı

H. İbrahim Türkdoğan'ın "Nietzsche, Stirner'in Plagiyatörü mü?

Nietzsche de mi ‘intihal’ etti?  Gülizar Baki 11.04.2004 Zaman/Turkuaz

İntihal’ değil, yeniden-üretim; Ahmet Ada, Özgür Edebiyat Dergisi Sayı: 21

Yazının Devamı, İntihal Sorunu 2 sayfasında / sağ sütundaki arşivden izlenebilir


***


Araştırmacılar için farklı alanlar/ ek okumalar

*Kubilay Aktulum / Metinler Arası İlişkiler http://www.sdu.edu.tr/Personel.aspx?sicilno=01321

*Serkan Fırtına  http://www.sanatlog.com/sanat/kubilay-aktulumun-metinlerarasi-iliskiler-yapiti-uzerine/

*Kubilay Aktulum’a göre metinlerarasılık bir yeniden yazma işlemidir / The Intertextuality Relations In Rasim Ozdenören’s Novel “Well”

*Melike Türkdoğan  http://e-dergi.atauni.edu.tr/index.php/taed/article/viewFile/1873/1871

*Simülakrlar ve simülasyon / Jean Baudrillard

http://www.dogubati.com/kitaplar/sosyoloji/72-simulakrlar-ve-simulasyon.html

*Gillez Deleuze, Difference and Repetition / Fark ve Tekrar 1968
 G. Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, çev. Ferhat Taylan, Norgunk Yayıncılık, 2010, s. 16-17

* Entelektüel Tekele Karşı / Michele Boldrin-David K. Levine / Başak Bingöl- Sel Yay.


*Sahte Sanat başlıklı 21/02/2013 tarihli skopbülten'de Ali Artun imzasıyla çıkan yazı, sahtenin orjinalliğini değerlendirmeye çalışıyor. Şöyle diyor :

Moderliğin orjinallik/otantisite takıntısını postmodernlik bozuyor. Çünkü postmodernlik, sanatın tarihinin geri-dönüşümüne kapılıyor; yani bir anlamda avangard dahil bütün geleneği yağmalamaya. Bu bakımdan, geçmişteki her eserin alıntılanması, taklit edilmesi, kopya edilmesi ve bu sayede modern sanatın kalbi sayılan orjinallik/otantisite/biriciklik ilkesinin tahrip edilmesi postmodernliğin stratejisi haline geliyor. Örneğin “temellük sanatçısı” (appropriation artist) Sherrie Levin, herhangi bir kitaptan fotoğrafladığı Van Gogh röprodüksiyonlarını bu saikle çerçeveleyip sergiliyor ve satıyor. Yani Van Gogh’un orijinalliğini kendine mal ediyor. Sonuçta bu stratejinin başarılı olduğu söylenemez. Çünkü burada modern orjinallik ilkesi de kopyalanıyor. Çünkü bu kez sahte orijinal oluyor. Ve artık sahtekârlık eskiden olduğu gibi bir sanatkârlık gerektirmediği için, bir fotokopi çekmek kadar kolaylaştığı için, orijinallik ve otantisite hırsı daha bir şiddetleniyor. Sahte sanat meşrulaştıkça, orijinalliğin saptanması güçleşiyor. Sahtelik konusundaki hafiyelik ve kriminoloji teknikleri gittikçe karmaşıklaşıyor. Konosörlük içinden çıkılmaz hale geliyor. Ama zaten bir yandan da konosörlüğün ayaklarından biri olduğu sanat tarihi çöküyor. Ve tabii, tarih olmazsa bir eserin orijinal olması, biricik olması ne işe yarar.

http://www.e-skop.com/skopbulten/sahte-sanat/1162

http://quote.robertgenn.com/getquotes.php?catid=228

http://www.3pipe.net/2010/04/simonetta-vespucci-real-life-muse-of.html


Beyaz Kale'nin intihal olduğu iddiası karşılaştırmalı alıntılarla ilk kez 31 Ocak 1995 tarihli Yeni Şafak gazetesinin kültür sayfasında "Pamuk nereden koşuyor?" başlığıyla İbrahim Kiras yayınlanmış. Orhan Pamuk konusunda intihal suçlamasını ilk dile getiren görülüyor ki o.  Aynı konuyu sonradan yazanlara ilham kaynağı olacak yazısında Kiras şöyle diyor :


"Esinlenme, etkilenme, yararlanma, taklit, intihal gibi kavramlar sabit sınırlara sahip olmadığı için metinlerarasılık (intertextuality) adı verilen hadise çok su kaldırır bir kap gibidir. Ancak şunu öncelikle ve özellikle ifade etmek gerekiyor:

Önüne geleni intihal ile suçlamak cahillerin işidir gerçekten de. İki hikaye arasında benzerlik bulduğunda hemen bir intihal vakası keşfettiği zehabına kapılan cahiller bilmezler ki dünya edebiyatında orijinal denebilecek belirli sayıda hikaye vardır ve bütün dünya edebiyatı bu hikayeler etrafında teşekkül etmiştir. Önemli olan yazarın bu "miri malı" hikayeyi kendi kişisel yorumunu katarak yeniden kurmada/anlatmada gösterdiği başarıdır. Bunu bu konuda bir ölçüt kabul edersek, Orhan Pamuk'un romanıyla adsız İspanyol'un kitabı arasındaki benzerlik de izaha kavuşabilir. Bir de postmodern edebiyatın ge(liş)tirdiği ve uyguladığı yöntemlerden sözetmek gerekiyor metinlerarasılık bağlamında.
Pastiş, parodi, kolaj gibi teknikler mesela.

Bütün bir postmodern romancılar çığırı incelenirse bu yazarların eserlerinde pastiş, kolaj veya parodi gibi tekniklerin ne kadar başat bir yer tuttuğu görülebilir.

Bizde Oğuz Atay -elbette yazdıklarına postmodern denemezse de- bu yöntem ve teknikleri başarıyla uygulamıştır. Orhan Pamuk da, hakkını teslim etmek lazım, Kara Kitap isimli eseriyle yapısal ve teknik anlamda postmodern romanın başarılı örneklerinden birini vermiştir.

Ne var ki Beyaz Kale isimli roman, bana göre, edebi anlamda hiçbir değer taşımadığı gibi, bilinen roman teknikleri yerine apaçık aşırma yoluyla oluşturulmuş bir metin. Çalınan malın "miri malı" olup olmaması önemli değil. Önemli olan çaldığın eşyayı nasıl kullandığın.

Bilindiği üzre, bir eseri, biçimsel özelliklerini koruyarak yeni bir özle işlemeye parodi, bir yazarın dil ve anlatım özelliklerini taklit etmeye pastiş diyoruz. Kolaj ise bir ya da birden fazla eserin bir ya da birden fazla bölümünü kendi metniniz içinde kullanmanıza deniliyor.

Şimdi hatırlayalım, Orhan Pamuk söz konusu romanında ne yapmıştı?

Napoli'den Cenova'ya giden bir gemide Türk korsanlarının saldırısına uğrayarak esir düşen bir İtalyan'ın hikayesi üzerine kurmuştu romanını. Pamuk'un bu hikayeyi adsız bir İspanyol yazarının kitabından aşırdığı ortaya çıktı. (Aşırdı diyoruz, çünkü kitaba sonradan eklediği bir "sonsöz"de romanı yazarken "yararlandığı" eserler arasında bu eserin adını anmıyordu. Oysa romanın ana iskeletini bu hikaye oluşturduğuna göre öncelikle adsız İspanyol yazarın adını anması gerekirdi.) Söz konusu hikâyeyi neredeyse aynen almış, yalnızca birkaç küçük değişiklik yapmış (mesela İspanyol -nedense!- İtalyan olmuş), kısa cümleleri uzatmış, uzun cümleleri kısaltmış, uzun sözünü kısası metni kendine mal edememişti. (Çünkü kendine mal etmek kitabın kapağına isminizin yazılmasıyla olmuyor.)
Pamuk'un romanı adsız İspanyol yazarın kitabının parodisi değil, bu yazarın üslubunun veya anlatım tarzının taklidi de sözkonusu değil. Buna herhalde kolaj demek de mümkün olmasa gerek.

(Elbette romanda bu tekniklerden birinin uygulanmış olması şart değil. Başka teknikler, başka kurgu ve anlatım yöntemleri de uygulanabilir. Postmodern edebiyatın en fazla tercih ettiği kurgu ve anlatım yöntemleri arasında olduğu için -biraz da postmodern metnin turnusol kağıdı işlevi gördükleri için- bu teknikleri sözkonusu ediyoruz. Aslında bunlar modern öncesinin teknikleridir. Postmodern kendi keyifli metnini oluşturmak için daha önce modernizmin eskidiklerini düşünerek kapı dışarı ettiği unsurların çoğunu yeniden gündeme getirmiş; hatta kendi dünyasındaki baş yeri onlara vermiştir.

Metinlerarasılık konusu da postmodernizm ile modern öncesinin çakıştığı alanlardan biri. Modern öncesi dönemde özgünlük önemli bir değer sayılmazdı, daha doğrusu edebi eserlerde özgünlük, istenen veya aranan bir özellik değildi. Modernizm yazarın ya da şairin kendi kişisel tecrübesini dile getirerek, okurun nesnel hale gelen bu öznel tecrübeyi kendi öznelliğinin yerine geçirerek değerlendirmesi için özgünlük kavramını üretti. Önce içerik, sonra biçim alanında özgünlük önem taşır hale geldi.

Modernle postmodern arasındaki farklılığın belirdiği düzeylerin biri de kişisellik sorunudur. [Bir "turnusol kağıdı" daha!] Tüm modernist metinler bir kişisel meseleyi merkezlerinde barındıran örüntülerdir dersek yanlış olmaz. Yaratıcının kişisel meselesinden söz ediyorum. Postmodernist metinlerde ise kişiselliği boşuna ararız. Bu yüzden postmodern edebiyat bizi hiçbir zaman doğrudan ilgilendirmez. Çünkü modern edebiyat bir insan tekinin meselesinden doğmuş olmasıyla bizim kendi kişiselliğimizi yüzleştirebileceğimiz bir ayna sunuyordu. Postmodern edebiyat ise zaten kişiselliği silmek üzere yola çıkmıştır ve onun için ayna bir motiftir, bir mazmundur; aynaların karşılıklı olarak birbirlerinin görüntülerini yansıtmaları bir oyundur, oyun konusudur. Postmodernin derdi bizlere okurken keyif duyabileceğimiz bir metin sunmak; sırası geldiğinde seyirci olmaktan çıkıp oynanan oyuna oyuncu olarak iştirak etmemizi sağlamaktır. [Postmodernde yaratıcının kişiselliğinin, yani öznelliğin silinip yerine bir tür nesnelliğin geçirilmesinin iyi bir örneği Yeni Roman akımıdır.]

Postmodernizm, kişisellikle birlikte özgünlüğü de kapı dışarı etmiştir; çünkü bir eserin kendisinden önce yazılmış eserlerden bağımsız olamayacağı, dolayısıyla özgünlüğün sözkonusu edilemeyeceği kabulünden yola çıkmıştır. [Postmodern sanatın modernden ayrıldığı en önemli noktalardan biri deneyselliği terk etmesi, dışlamasıdır... Çünkü deneysellik özgünlük, farklılık arayışıdır. Buna gerek duymaz postmodernler.]

Postmodernizmin bazı bakımlardan modern-öncesine dönüşü temsil etmesine rağmen bir özdeşlikten söz edilmesi ise çok yanlış olur. Modern-öncesinin, modernin ve postmodernin temeldeki farklılıklarını görmek için bu yaklaşımların gerçeklik konusundaki tutumlarındaki uyuşmazlığa göz atabiliriz:

Modern-öncesinin sanatçısı kendinden bağımsız bir nesnel gerçekliğin bulunduğunu ve bu gerçekliği eserinde yansıtabileceğini düşünüyordu. Modernist sanatçı görünen gerçekliğin yansıtılmasıyla ilgilenmediği gibi görünenin dışında bir başka gerçeklik aramayı da ihmal ediyordu. Şöyle de söylenebilir:
Modernist sanatçı gerçeklikten sıkıntı duyan, gerçeklikle ilişkisini sorunlu gören ve sonuçta varolan gerçeklikten kaçmak isteyen, yerine bir başka gerçekliği ikame etmeye çalışan sanatçıdır. Postmodern(ist) sanatçı ise gerçekliğin "zaten" varolmadığının "bilincinde"dir; varsa bile ancak metnin sınırları içinde, sanat yapıtının formları içinde varolabilir.

Postmodernist edebiyatın kuramcılarından ve eleştirmenlerinden biri olan Gerald Graff bu görüşün yapısalcılığın, dil içindeki hiçbir göstergenin (signifier) dilbilimsel olmayan bir gerçekliğe gönderme yapamayacağı biçimindeki görüşünden etkilendiğini iddia ediyor. Buna bağlı olarak dilin dışında bir gerçeklik olamayacağı gibi, edebiyat metninin dışında bir "doğa" ya da gerçek yaşam, eleştirel yorumdan bağımsız bir "metin" de düşünülemez diyor Graff.

Postmodernist düşüncenin babalarından sayılan Foucault'nun politik görüşleri de bu bakışın anlaşılmasında yararlı bir örnek olarak verilebilir: Foucault'ya göre "adalet, doğruluk, insan doğası gibi soyut kavramlar eninde sonunda Batı kültüründeki egemen sınıf çıkarlarını yansıtmak durumunda olduğundan örnek bir toplum modeli çizilemez."

Buna bağlı olarak Foucault devrimcilerin görevinin adaleti sağlamak değil, iktidarı ele geçirmek olduğunu savunur.

Öte yandan, postmodernistlerden sayılan Jacques Derrida, Batı kültürünün söz-merkezli söylemlerini (yani dilin dışında bir gerçeklik olduğu inanışını) ayakta tutan işaret mekanizmasının yapısökümü (deconstruction) projesinin sonuçta -kendisinin yıkmak istediği- metafiziğe ulaşacağını söylüyor. "Sözmerkezciliğin mirası"nın ortadan kaldırılmak istendiği her seferinde yeniden ortaya çıktığını anlatıyor. "Bu kavramları ortadan kaldırmak sözkonusu değil tabii ki" diyor Derrida, "bunlar olmaksızın hiçbir şey, en azından şimdilik tasavvur edilemez [...] Çünkü bu kavramlar ait oldukları mirasın sarsılması için bize gerekliler."

Görüldüğü gibi, postmodern bir çıkış ve modernist bir kabulleniş var burada. Biraz karışık bir durum ama, postmodern yazarların çoğunda karşılaşabileceğimiz bir şey aynı zamanda bu. Neyse... Orhan Pamuk'un "intihal" ettiği roman bahsine dönelim yeniden...)
Biliyorsunuz Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha gibi hikayeler geleneksel edebiyatımızda farklı şairler tarafından defalarca yeniden kaleme alınmışlardır.

Hikayenin iskeleti aynı kalmakla birlikte her şair üslubuyla, havasıyla, edasıyla diğerlerinden farklı olan bir eser ortaya koyabilmiştir. Postmodernler bu yazış tarzına parodi diyorlar.
Peki -daha sonra yazacağı Kara Kitap'ta postmodern kurgu ve anlatım tekniklerini büyük bir başarıyla uygulayacak olan- Orhan Pamuk Beyaz Kale'de bunu mu yapıyor?
Hayır. Orhan Pamuk'un yaptığı şuna benzetilebilir:

Kendiniz Leyla ile Mecnun hikayesini yeniden kendi kişisel üslubunuzla, yazı hünerinizi ortaya koyarak ve farklı bir öz katarak anlatma yerine, sözgelimi Fuzuli'nin "Leylâ ile Mecnun" mesnevisini -onun mısralarıyla- aynen alırsınız, yalnızca sonunu değiştirirsiniz; diyelim ki Leyla ile Mecnun hikâyenin sonunda evlenip çoluk çocuğa karışırlar.

Pamuk da adsız İspanyol yazarın hikayesini neredeyse aynen almış, yalnızca sonuna bir hikaye daha ekleyerek köle ile efendiye yer değiştirtme numarası sergilemiş, ortaya bir roman (!) çıkmış.
Aynı yöntemle roman yazanlar Batıda da var. Mesela, İngiliz Daniel Defoe'nun püriten ahlak ve dünya görüşünün manifestosu niteliğindeki ünlü Robinson hikayesini, postyapısalcı ve postmodernist düşünürlerin ortaya koyduğu insan ve doğa anlayışını savunan bir romana altlık yapan Michel Tournier'nin "Cuma Ya Da Pasifik Arafı" gibi bir eser var.

Tournier Robinson ile Cuma'ya yer değiştirtirken bunu niçin yaptığın biliyordu, çünkü postmodern edebiyatın yüz aklarından olan bu eserin arkasında bir felsefe vardı. Orhan Pamuk ise yalnızca hokkabazlık yapmak gerektiğini biliyor ama bunun niçin yapması gerektiğini bilmiyordu.
Robinson'un bilinen hikayesini Cuma'nın, yani "medeni" olmayanın bakış açısıyla anlatmayı seçen bu edebi girişim ile Pamuk'un ne anlattığı, ne amaçla kotarıldığı belirsiz "intihal" metni arasında düzey değil mahiyet farkı var. Çünkü, bir başka yazarın metnini, üzerine köle ile efendisinin yer değiştirmesi hokkabazlığından başka bir şey ilave etmeden, üstelik nereden aşırdığını çaktırmamaya çalışarak alıntılamak postmodernist kurgu tekniği falan olmaz. Bunun adı olsa olsa "alaturka postmodernizm" olabilir.

Metinlerarasılık bağlamında, yapılan işin intihal mi yoksa masum bir alıntı mı sayılması gerektiği konusu önemsiz bir ayrıntıdan ibarettir."

http://yenisafak.com.tr/arsiv/2002/haziran/11/kultur.html

Kiras'ın yazısının tamamı şu adreste okunabilir
http://kralciplak.blogcu.com/orhan-pamuk-un-maskelerinden-biri-daha-dusuyor/731998


İntihalle suçlanan Oğuz Atay'ın değerini ilk keşfedenlerden Pakize Barışta ise farklı bakıyor ve 'Orhan Pamuk ve intihal! adlı yazısında Orhan Pamuk'u dünya çapında bir yazar yapan, onun yaptığı alıntılar değil, onlara kattığı ruhtur' diyor :  http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=1245



***



Ali Bayramoğlu, Milliyet'teki köşesinde Yılmaz Erdoğan’ın yazıp, yönettiği ‘Kelebeğin Rüyası’ vizyona girdi. Filmin Hikmet Bila’nın 2007’de yazıp, film olması için birkaç yapımcıya ilettiği ‘Kömür Karası’ ile benzerlik taşıyor' diye yazmış 






Soyut dışavurumcu sanat akımının dünyadaki önemli isimlerinden olmasına rağmen, Türkiye’de yukarıdaki ilk dönem figuratif resminin üslup bakımından Neş'e Erdok'a benzerliğiyle hatırlanan Türkiye, Van doğumlu Arshile Gorky’nin biyografisi geçtiğimiz dönemde Aras Yayıncılık tarafından Türkçeleştirilip yayımlandı.
http://www.agos.com.tr/dunyanin-saygi-duydugu-turkiyenin-yok-saydigi-ressam-195.html


Bu yazıyı okurken bir kere daha vurgulayarak tekrar ediyoruz: Sahtekarlık başka şey, esinlenme bambaşka şey ...
http://www.gazetea24.com/yerel-basin-haber/plastik-sanatlarda-intihal_11996801.html


Habertürk televizyonunda yer alan Tarihin Arka Odası adlı programda tarihçi Murat Bardakçı, başta Tevfik Fikret olmak üzere Tanzimat Dönemi şairlerinin şiirlerinin büyük kısmının intihal olduğunu örneklerle iddia etti 22 Şubat 2015


http://webtv.hurriyet.com.tr/haber/murat-bardakci-tevfik-fikret-in-siirleri-calintidir_107290?hid=28274053

http://www.cumhuriyet.com.tr/video/video/219069/Murat_Bardakci__Tevfik_Fikret_in_siirleri_calintidir.html





***











.